İsrail, Gazze'de bir halkın yaşam damarlarını hedef almaya devam ediyor. 7 Ekim 2023 sabahı başlayan soykırım, tarihe yalnızca bir savaşın başlangıcı olarak değil, modern uluslararası hukukun en ağır sınavlarından biri olarak geçti. Bu süreçte yalnızca binalar yıkılmadı; hukukun evrensel ilkeleri, insan hakları normları ve savaş hukukunun sınırları da yerle bir edildi.
Hedef alınanlar yalnızca silahlı unsurlar değil; doğum klinikleri, su kaynakları, eğitim kurumları, ibadethaneler hatta henüz dünyaya gelmemiş embriyolar bombaların hedefi oldu. Çoğunluğu savunmasız kadın ve çocuklardan oluşan 59.921 sivil hayatını kaybederken, yüzbinlerce insan yaralandı. Milyonlarca Gazzeli sivil vatandaş da yurdundan edildi. Uluslararası hukuk sisteminin, İsrail’e karşı hiçbir caydırıcılığı olmaması tarihe kara leke olarak geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da ifade ettiği gibi 'İsrail yaptıklarıyla adeta bir terör devleti olmuştur.'
7 Ekim tarihinden bugüne kadar yaşanan hukuksuzluğun sebeplerini ve gelecekte yaşanacak sonuçları Tgrthaber.com Özel Haberler Şefi Emir Yücel ile yaptığı röportajda anlatan Akademisyen Dr. Serap Aydın; ‘Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü söylemleriyle dünyaya yön vermeye çalışan devletler, konu İsrail olduğunda ya sessiz kalmakta ya da doğrudan destekleyici tavır sergilemektedir’ diyerek Gazze'de yaşananların bir tasfiye operasyonu olduğunu ifade etti.
İşte dikkat çeken röportajın detayları:
7 Ekim 2023 sabahı, Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırılarla başlayan süreç, yalnızca askeri dengeleri değil; hukukun, insan onurunun ve uluslararası adaletin sınırlarını da paramparça etti. İsrail’in başlattığı saldırılar, klasik savunma hakkını aşarak, Gazze’de yaşamı mümkün kılan her unsura yöneldi. Bedenler, hastaneler, su hatları, sınıflar, dualar ve doğurganlık… Tüm bunlar bir savaşın değil, bir sessiz yıkım stratejisinin hedefi hâline gelmiştir.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 51. maddesi meşru müdafaaya izin verir. Ancak bu hak, orantılılık ve ayrım ilkeleriyle sınırlıdır. İsrail’in saldırıları yalnızca Hamas’ı hedef almamış; hastanelerden sığınaklara, okullardan su kuyularına kadar sivil yaşamı mümkün kılan tüm unsurları yok etmiştir. BM İnsan Hakları Komiserliği'nin 2025 raporlarında da belirtildiği gibi; 'Bu sadece bir çatışma değil; altyapıya, kimliğe, bedenlere ve doğurganlığa yönelmiş bir tasfiye operasyonudur.'
Uluslararası insancıl hukuk, savaşanlarla siviller arasında ayrım gözetilmesini ve kullanılan gücün orantılı olmasını zorunlu kılar. Ancak 2023–2025 arasında:
59.921 sivil hayatını kaybetti, bunların önemli bölümü kadın ve çocuktu. 145.233 kişi yaralandı, 147 kişi açlık veya yetersiz beslenme nedeniyle öldü. 1,9 milyon kişi yerinden edildi. Sağlık, eğitim ve dini yapılar neredeyse tamamen hedef alındı. Bu veriler, ayrım ve orantılılık ilkelerinin sadece ihlal edilmediğini, tam bilinçle ve sistematik biçimde yok sayıldığını göstermektedir.
Birleşmiş Milletlerin Mart ve Haziran 2025 raporlarında, açlığın savaş aracı olarak sistemli biçimde kullanıldığı, insani yardımların engellendiği, su ve yakıtın kasıtlı olarak kesildiği belgelenmiştir. Roma Statüsü’ne göre açlığı silah olarak kullanmak savaş suçudur. Yardıma yürüyen sivillere ateş açılması (223 ölü, 1.800 yaralı) ise yalnızca fiziksel değil, etik olarak da insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur.
Kadınlara yönelik çıplak arama, tecavüz tehdidi, cinsel şiddet olayları sistematikleşmiştir. IVF kliniğinin bombalanması sonucu 4.000 embriyo ve 1.000 doku örneği yok edilmiştir. Bu eylemler, “bir grubun doğurganlığını hedef alma” fiili olarak soykırım kriterleri arasında değerlendirilmiştir.
Haziran 2025 BM COI raporuna göre: Eğitim altyapısının %90’ı yok edildi. Camiler, kiliseler, kültürel alanlar doğrudan hedef alındı. Bu yıkım, bir halkın hafızasını, bilgisini ve inancını yok etme amacını taşıyor. BM raporu, bu saldırıları doğrudan “extermination” yani imha suçu kapsamında değerlendirdi.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Mayıs 2024’te açlığı savaş aracı yapmak, sivillere doğrudan saldırmak, insanlığa karşı suç işlemek suçlarından Netanyahu ve Gallant hakkında tutuklama kararı talep etti. Uluslararası Adalet Divanı da (UAD) Ocak ve Mayıs 2025’te sivillere zarar veren eylemlerin durdurulması, yardım geçişlerinin açılması, soykırımı önleme yükümlülüğünün yerine getirilmesi yükümlülüklerinden İsrail’e yönelik geçici tedbir kararları verdi.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD) tarafından 2024 ve 2025 yıllarında alınan kararlar, İsrail'in Gazze'deki eylemlerini sınırlamayı amaçlayan önemli hukuki adımlardı. Ancak bu kararların sahada uygulanması oldukça sınırlı kalmıştır. UCM tarafından İsrail Başbakanı Netanyahu ve Savunma Bakanı Gallant hakkında çıkarılan tutuklama kararına rağmen, İsrail bu kararları tanımamış; Batılı devletler ise bu kararlara karşı sessiz kalmıştır. Hiçbir ülke, bu şahısların seyahatlerini engellemek ya da yargıya teslim etmek yönünde aktif adım atmadı.
UAD’nin verdiği geçici tedbir kararları (Ocak ve Mayıs 2025) kapsamında İsrail'in sivillere zarar veren eylemlerden kaçınması, insani yardımı kolaylaştırması ve soykırımı önleme yükümlülüğünü yerine getirmesi istenmiştir. Ancak BM Gözlem Misyonları ve OCHA raporları, bu yükümlülüklerin büyük ölçüde ihlal edildiğini, yardımların hâlen engellendiğini ve saldırıların sürdüğünü belgelemektedir. Bu çerçevede hem UCM hem de UAD kararları uygulamada etkisiz kalmış; hukuki belgeler düzeyinde kalan bu hükümler, sahadaki gerçekliği değiştirememiştir. Bu da uluslararası hukuk sisteminin fiilen tıkanmasına yol açtı.
1. Savaş Suçları: Sivillere, sivil altyapıya ve korunmuş nesnelere (hastaneler, okullar, dini yapılar) doğrudan saldırılar. İnsani yardımın kasıtlı engellenmesi ve açlık gibi savaş araçlarının sistematik olarak kullanılması Roma Statüsü’ne göre açık savaş suçlarıdır.
2. İnsanlığa Karşı Suçlar: Yaygın ve sistematik şekilde sivil nüfusu hedef alan saldırılar; zorla yerinden etmeler, aç bırakma, tıbbi hizmetten yoksun bırakma gibi eylemler insanlığa karşı suç kategorisine girer.
3. Soykırım: Bir etnik grubun tamamen ya da kısmen yok edilmesine yönelik niyetle işlenen eylemler. BM raporlarında doğurganlık hedefi, embriyoların yok edilmesi, kültürel hafızanın silinmesi, açlık ve ilaçsız bırakma gibi unsurlar bu suça kanıt olarak gösterilmektedir.
Akademisyen Dr. Serap Aydın, röportajın devamında, Gazze'de yapılan tüm eylemleri değerlendirerek, İsrail'in bir Terör Devleti olduğunu ifade etti.
Gazze’de olanlar, yalnızca bir halkın değil, bir hukuk düzeninin, bir ahlak anlayışının ve küresel insanlığın açık infazıdır. İsrail’in 7 Ekim sonrası eylemleri, savunma hakkının ötesine geçip, bir halkın yaşam damarlarını hedef alan sistematik bir yok etme stratejisine dönüşmüştür.
Bu süreçte İsrail, kendini bir hukuk devleti gibi konumlandırmak yerine, hukuku istismar eden, sivil hedefleri bilinçli biçimde yok eden, yardımı engelleyen ve sivilleri cezalandıran bir devlet terörü uygulayıcısı hâline gelmiştir. Savaş hukukunun en temel kuralları bilinçli olarak ihlal edilmiş; orantısız güç kullanımı, sivil altyapının imhası ve nüfus mühendisliği hedefli zorunlu yerinden etmeler, uluslararası hukuku alenen ayaklar altına almıştır.
Daha da ürkütücü olanı, bu suçların dünya kamuoyu önünde, belgelenmiş şekilde, aylar boyunca sürdürülmüş olmasıdır. Eğer uluslararası toplum bu eylemleri hâlâ “karmaşık bir çatışma” olarak tanımlamaya devam ederse, yalnızca Filistinliler değil, dünyanın herhangi bir yerindeki tüm siviller, hukuksuzluğun olağanlaşmasının bedelini ödeyecektir. İsrail’in eylemleri, bugün adı konulmasa bile, gelecekte tarih tarafından açıkça anılacaktır: Bu bir savaş değildi, bu bir halkın silinmesi süreciydi. Ve bu süreçte kim susuyorsa, bir suçun ortağıdır. Adalet şimdi tecelli etmezse, gelecekte hüküm giyecek olan yalnız failler değil, onların sessiz seyircileri olacaktır.
Daha da çarpıcı olan, bu sistematik suçların Batılı devletler tarafından büyük ölçüde görmezden gelinmesidir. Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü söylemleriyle dünyaya yön vermeye çalışan bu devletler, konu İsrail olduğunda ya sessiz kalmakta ya da doğrudan destekleyici tavır sergilemektedir. Bu çifte standart, uluslararası hukukun meşruiyetini zedelemektedir.
Ayrıca, tarihsel olarak Yahudi halkının Nazi rejimi altında yaşadığı soykırım acısı, bugün İsrail'in başka bir halka benzer yöntemlerle sistematik baskı ve imha uygulamasını meşru kılmaz. Mağduriyetin hafızası, başkalarına benzer acılar yaşatma hakkı tanımaz. Aksine, bu tarihsel hafızanın bir daha tekrarlanmaması için daha güçlü bir etik sorumluluk doğurması gerekirdi.
Tüm bu belgelenmiş suçlara, BM raporlarına, Uluslararası Ceza Mahkemesi tutuklama kararlarına ve Uluslararası Adalet Divanı’nın açık hüküm ve tedbirlerine rağmen İsrail herhangi bir yaptırımla karşılaşmamış; uluslararası topluluk, özellikle Batılı güçler, bu suçlara karşı caydırıcı hiçbir adım atmamıştır. Bu da faillerin cesaretini artırmış, cezasızlığı norm haline getirmiştir.