Antalya-Gazipaşa, İzmir-Menderes-Kuyucak-Doğanbey, Manisa-Akhisar, Muğla-Bodrum, Hatay-Antakya…
Türkiye bir kez daha cayır cayır yanıyor.
Ülkenin dört bir yanından yükselen dumanlar, sadece ağaçları değil; içimizi, nefesimizi, geleceğimizi de kül ediyor.
Cuma gününden bu yana tam 342 yangın çıktı!
Antakya’daki yangın, yakın geçmişte depremin acısını yaşayan insanların üzerine şimdi bir de ateşin ağırlığı yükledi.
Kuvvetli rüzgarın etkisiyle alevler yerleşim yerlerine kadar ulaştı.
Yüzlerce konut, iş yeri, ahır…
İnsanların emeği, hayvanların canı yok oldu.
50 binin üzerinde vatandaş, geçici olarak güvenli bölgelere tahliye edildi.
Helikopterler, arazözler, su ikmal araçları yangınları söndürmeye çalışıyor.
Ama unutmamamız gereken bir gerçek var: Yangın bittikten sonra ağaçlar geri gelmiyor, ormanlar bir günde yeniden yeşermiyor.
Ve biz her yaz aynı kabusu yaşamaya devam ediyoruz!
Bu ülke hepimizin.
Ormanlar sadece ağaç değil;
Su, oksijen, canlı yaşamı demek,
Ve en önemlisi: Gelecek demek!
Artık bilimsel planlamalarla bu felaketlerin önüne geçmek zorundayız.
Artık “Ciğerimiz yanıyor” diye haykırmayalım.
Çünkü yanan yalnızca orman değil… Geleceğimizin ta kendisi!
...Günümüzdeki kuru kalabalığa bir hatırlatma olarak Christopher Thomas Knight yeniden ele alıyoruz. Thomas adeta seçici yalnızlığı için ailesini ve kurulu düzenini terk edip yalnız başına bir ormanda 27 yıl boyunca yaşadı.
İlk çağ insanları gibi çadır yapan avlanan Thomas, insanların kendisini bulacağı tüm alternatif durumlardı da yok etti. Mesela ateş yakmadı, 20 derece altına düşen sıcaklıklarda uyudu ve doygunluk hissi tamamlanacak şekilde beslendi.
Kimseyle konuşmadı uzak durdu iletişim kanallarını kapattı. Kendini doğanın kucağına bıraktı. Hayalet gibi yaşadı ama aslında o hayalet değil insan gibi yaşadı. Zeki güçlü bilge olan Thomas yalnızlığın kendisinde bıraktığı muazzam mutluluğu seçti.
Huzurlu zihni parlak olan Thomas 2013 yılında ilk kez yakalandı ve birçok uzman tarafından kontrol edildi. Psikolojik ya da nörolojik herhangi bir durumu yoktu.
Tehlikeli psikopat herhangi olumsuz hiçbir durumu yoktu. Yalnız kalmak onun ilkesiydi ve tüm yaptıklarını özetleyen o cümleyi kurdu: “Hiçbir şeyim olmadığında kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim.”
Birçok kurum kuruluş kendisiyle belgesel film çekmek ve röportaj yapmak istedi. Ancak bir gazeteciyi tek kabul etti. Şöhretten uzak durdu ve yeniden yalnız kaldı. Bilim insanları insanların birçok hastalığının alt sekmentinde bunalım şehir hayatı ekonomik politikalarla beraber aile ve toplumsal baskılamalar olduğunu Thomas üzerinden kanıtladı. Çünkü fizyolojik olarak Thomas hiç hastalanmamış depresyona girmemiş ve kendiyle mutluydu. Mutluluk dışarıda değil içerideydi.
Bir zamanlar tarihin sayfaları kanla yazılırdı. Kılıçlar şakırdar, şehirler kuşatılır, imparatorluklar çökerdi. 21. yüzyılın şafağında ise bu kaba kuvvet hikayesi yerini sessiz, yapay zeka destekli, stratejik bir güç gösterisine bıraktı. Artık tanklar değil teknoloji devleti kuruyor, askerler yerine vizyoner milyarderler konuşlandırılıyor. Ve bombalar patlamıyor, anlaşmalar imzalanıyor.
Hoş şu sıralar İsrail ve İran arasında dönen olaylar tersini hala gösterse de, onda bile Trump'ın aslında teknolojik güç gösterisi ( B2 leri kastediyorum) sonrası işler yavaşladı yada bir nevi ayar verildi diyebiliriz.
Donald Trump, Elon Musk ve Sam Altman’ın Suudi Arabistan’daki “sessiz fetih” turunu duymuş , görmüşsünüzdür.
Suudi Arabistan, petrolün logosuydu. Deri ceketli vizyonerler gaza gelip “dünya petrol bitiyor” dedikçe, Riyad’ın kasasına usd akardı. Fakat petrol çağı yavaşça kapanırken, Arap krallığı kendini hızla “teknoloji, sürdürülebilirlik, uzay” üçgenine yönlendirdi. İşte tam bu noktada Trump, Musk ve Altman’la birlikte milyar dolarlık anlaşmalara imzalar atıldı. Bu anlaşmalar sadece ticari değil, stratejik; “Biz sizi daha zengin, refah içindeki Suudi Arabistan yapacağız. Peki ya siz bize devrimsel pazarlar verir misiniz?”
Global ekonomide dijital ekonomi payı son dönemde %25’e yaklaştı. Yapay zeka pazarının 2030’da 1,8 trilyon dolar olması bekleniyor. Sürdürülebilir enerjiye 2024'ün ilk çeyreğinde dünya genelinde 400 milyar dolardan fazla bir kaynak aktı. Yani artık güç, petrol değil, kod üretmek için kapasiteye, yeşil enerjiye, yapay zekaya sahip olmakta.
Bu üçlü, aslında Suudileri fethetmiyor; geleceği fethediyor. Suudi Arabistan’ın “Vizyon 2030”u ters dönmüş bir ekonomi modeli değil. İçinde:
Kendi uzay ajansı ve Ay & Mars projeleri,
Sanal şehirler, dijital sağlık sistemleri,
Hidrojen, nükleer elektrik santralleri,
Genetik tıp altyapısı… Bla bla bla...
Sabah kalktığında bir avatarın sana “Bugün ruh halini optimize edelim” diye seslenebildiği bir ülke. İşte bu Fetih: Bir ülkenin sistemlerine, kültürüne, geleceğine nüfuz etme.
Elon Musk, “Mars’ta kahvaltı yapacağız” diyor. Trump, “Ben anlaşma uzmanıyım, dünya beni biliyor” pozuyla jet sosyetesini mest ediyor. Sam Altman desen, AI dünyasının kralı; minimum bütçe, maksimum sonuçla insanlığın dijital omurgasını şekillendiriyor.
Bu üçlüyle Riyad’da yapılan dansın ritmik ama bir o kadar da stratejik hamleleri şöyle ki;
Tesla & SpaceX’e yıllar sürecek Suudi finansmanı,
OpenAI ile yapay zeka uygulamalarına “krallık düzeyde” yatırım,
Politik mecralarda “Gücümüz yetiyorsa Arap ülkelerinde kodla yönlendirelim” sinyali.
Tarih Kitabı Kodlarla Yazılıyor
Eskiden fatihler sınır değiştirirdi; şimdi sınırları dijitalleşme, sürdürülebilir enerji, uzay projeleri çiziyor. Örneğin birkaç yıl içinde Suudi üniversiteler:
“Metaverse Mescidi” açabilir, ki benim de benzer projelerim var :)
Suudi kripto para ya da yeni nesil dijital ödeme şekilleri gündeme gelebilir,
Sağlık sistemlerinin yapay zekayla yönlendirildiği “kişiselleştirilmiş tıp devrimi” yapılabilir.
Bunlar; toprak fethetmek değil ama insan zihinlerini, teknolojiyle, kültürle ve ekonomiyle fethetmek demek.
Tabii, bu durumun bir gölgesi de var:
Bir ülke teknolojik altyapısını dışa ne kadar açabilir?
Özerkliği derinlemesine mi kaybeder?
AI sistemlerine bağımlı oldukça, verisi üzerinden dışarıya karşı ne kadar kırılgan hale gelir?
Yani bir yandan “gelecek parlak”, diğer yandan “bağımsızlık bu kadar mı ucuzdur?” deniyor.
Eski fatihler atla gelir, kılıç sallardı. Yeni fatihler ise özel jetle iniyor, burun kıvırmadan belki gülen bir tweet atıyor. Şakacı adamlar olmuş insanlar artık:
Artık yeni bir cüzdan, yeni bir enerji türü, AI destekli bir sağlık sistemi fethediyor ülkeleri. Ve bunu biz “ülke fethediyor” diye algılamıyoruz bile. Sadece “Kim kimi daha çok zengin etti” diye konuşuyoruz.
Yeni dünya, yeni fatihler…
Eskiden imparatorluklar kılıçla, bugün teknoloji ile fethediliyor.
Ülkelerin kaderi artık teknoloji mimarlarının elinde.
Kontrol mü? Bağımlılık mı?
Yoksa dijital egemenlik mi?
Çünkü modern fetih, ne kadar zengin ettiğinle değil, ne kadar özgün kalabildiğinle ölçülüyor artık.
3 kişinin özel jetle bir ülkeye ayak basıp, el üstünde ağırlanıp, gümüş tepsiyle sunulduğu günleri de gördük çok şükür!
Ege’de geçmişten geleceğe bir yol ve lezzet çağrısı “Efeler Yolu”
İzmir’i çevreleyen dağların topraklarında bir yürüyüş düşünün. Hele o toprak, bir efenin ayak izini taşıyorsa… İzmir’in bereketli topraklarına dağların sessiz bilgeliği ve rüzgârın taşıdığı kekik kokusu da eklenince Efeler Yolu, doğayı adımlayanların, kültürün nabzını tutanların ve lezzetin peşine düşenlerin yürüyüş yolu oluverir.
Tabi ki toprağa dokunmadan, ürünlerini tatmadan ve onu hissetmeden yapılan hiçbir yürüyüş bence tam sayılmaz. İşte Efeler Yolu da toprak ve gastronomiyle hemhal olan bir yol yürüyüşü…
Gastronomi odaklı Efeler Yolu, İzmir Valiliği’nin öncülüğünde düzenleniyor ve bu kadim yolculuk bölgenin yerel lezzetlerini sofraya taşımakla kalmıyor; bir milletin ruhunu tabaklara ve yepyeni hikâyelere işliyor.
TURYİD Yönetim Kurulu Üyesi ve gastronomi dünyasının önemli simalarından Ebru Koralı beni arayıp “Efeler Yolu” basın gezisine gelir misin deyince hemen kabul ettim. Çünkü biliyordum ki Ebru hanımla yola çıkılan her proje muhteşem bir içeriğe sahip oluyor. Bu da böyle oldu. Gezi rotamız ve yediğimiz şahane yerel lezzetler beklediğimden fazlasını verdi bana. Ancak gezi sırasında ufak bir rahatsızlanma yaşayıp acilde soluğu almasam, doya doya bir İzmir Efeler Yolu gezisi yaşayacaktım. Neyse sağlık olsun diyelim.
Bu arada gezide olan duayen gazeteci abim Celal Toprak bir an olsun bu rahatsızlığım süresince beni yalnız bırakmadı. Kalpten teşekkürlerimi iletiyorum. Böyle kritik zamanlarda gerçek dostluk anlaşılıyor demek ki!
Geçmişin kokusuyla Lübbey’den Birgi’ye,
Gezinin ilk gününün sabahında, güneş Lübbey’in taş duvarlı, terkedilmiş evlerine vurduğunda, yalnızlık bile hürmetle susar. “Hayalet Köy” olarak bilinen Lübbey, aslında konuşan bir geçmişin yankısı… Taşlar dile gelse, bir efeyi, bir anayı, bir çobanın türkü dolu yalnızlığını anlatır. İşte bu yankının ortasında başlayan yolculuk, Ödemiş’in kalbine, Kent Arşivi’nin raflarında saklanan yüzyılların bilgeliğine uğrayarak Birgi’ye uzanıyor. İstanbul’a da getirdiğim odun ateşinde pişen nohut mayalı ekmekler, karın doyurmakla kalmaz geçmişin hatırasını dumanıyla bize takdim eder.
Efelerin gösterisi
İzmir Valisi Dr. Süleyman Elban’ın ev sahipliğinde, üç asırlık tarihî Çakırağa Konağı’nda düzenlenen akşam yemeği; yüzyıllık çınarların gölgesinde kurulan zarif sofrada, Şef Osman Sezener’in menüsünden yükselen nefis lezzetlerle bezeli bir yemekti. Gecenin ruhunu ise, adeta sert adımlarıyla zamanı yaran efelerin oyunu taçlandırdı. Adımları, tarihin kalbinde atan birer nabız gibiydi. Onlar yeri dövdükçe, geçmişe bir selam, geleceğe bir umut yayılıyordu sanki. Yanlarındaki küçük efelerle birleşen bu gösteri, şahane bir sahne olmasının ötesinde kuşaklar arası bir mirasın sergisi gibiydi.
Proje bir vizyon sunuyor
Akşam yemeğinde İzmir valisi Sayın Dr. Süleyman Elban’ın da dediği gibi İzmir’in sahilinden çıkıp dağlara doğru ilerlediğinizde orada bambaşka hayatlar, lezzetler ve tarih göreceksiniz. İşte Efeler Yolu projesi tam da bunu ortaya çıkarmayı hedefliyor.
Vali Elban’ın “Bu havza, doğal ürünleriyle, tarihi dokusuyla ve gastronomisiyle eşsiz… Bu güzelliklerin korunarak ekonomiye kazandırılması, kırsal kalkınma için bir köprüdür.” sözleri, toprağın hikâyesine inanan bir yürüyüşçü edasıyla söyleniyor gibiydi.
Ahilikle yoğrulan Tire pazarı
Ertesi gün Tire’de açılan 650 yıllık Ahilik geleneğiyle bütünleşmiş pazar duasına şahit olmak, yüzyılların ticaret ahlakını bugüne taşıyordu sanki. Türkiye’nin en büyük açık pazarına sahip Tire’de 2 bin tezgâhın her biri, bir annenin duası veya bir babanın alın teriydi.
Ali Usta’da Tak Tak Kebabı ve Tandır Çorbası, Tire Süt Kooperatifi’ndeki çeşit çeşit peynirler, Kaplan Köyü’nde ise nefis yöresel yemekler ve Tire köftesi hepsi ayrı birer lezzet şaheseri oldu benim için.
Efeler Yolu, Bornova’dan başlayarak 513 kilometre boyunca 27 etapta ilerleyen, her adımı anlam taşıyan bir yürüyüş rotası
Nif Dağı’ndan Bozdağlara, Kiraz’ın yaylalarından Meryemana’ya uzanan bu yol, bir doğa yürüyüşü… Bu yol, Avrupa Konseyi’nin “Yaylacılık Patikaları” ağına dahil. Green Destinations “Top 100 Stories” listesine girmesi ve Lonely Planet rehberinde yer bulması, yerelin küreselle buluştuğu anlamına geliyor. Her etabın bir köyde sonlanması, yürüyüşçünün dağda değil de köyde kalmasını sağlıyor, hem dinlenmesi hem de o kültürle tanışması için.
Prof. Dr. Özgür Özkaya’nın ifadesiyle, bu yol efe-zeybek kültürünün kalbi... Efeler Yolu, bir pasaport ve mühür sistemiyle iz bırakır. Adımların kaybolmadığı, hatıraların taşlara işlendiği bir rota
Yürüyüş rotasından sofraya
Efeler Yolu, hayalin ete kemiğe bürünmüş bir hâli ve gastronomi de bu yolun bir anlatımı... Çünkü yemek bir halkın dili, her tabak da bu coğrafyanın bir sayfası... Bu toprakta her yürüyüş bir iz bırakır ve her tat da bir hikâye taşır.
...Geçtiğimiz günlerde CHP’nin şaibeli kurultay haberleri üstüne editör arkadaşlarımla analize daldık. Malum, son 15 yılda "Nasıl bir zamanda bu mesleği yapıyoruz!" diyecek cinsten olaylara şahit olduk…
Sonra bir ara ağzımdan şu kelimeler çıktı:
“Muharrem İnce de cumhurbaşkanı adayı olmuştu değil mi?”
Evet olmuştu. Mitingde sahnede bisiklete bile binmişti….
Politik girizgah yaptım ama subliminal mesajım bambaşka…
Bilgi akışı ve kirliliği içerisinde ne denli sağlıklı ruha sahip olabiliriz diye hiç düşündünüz mü?
Gazetecilik, çoğu zaman sadece bilgiye ulaşmak değil, bilgiyle birlikte bir hakikati de kovalamaktır. Herkes bir şey söylüyor. Ama kimse gerçekten bir şey demiyor.
Biz gazeteciler, zaman zaman kendimizi olaylar karşısında değil, o olayların gölgesinde yaşarken buluyoruz.
Fakat asıl soru şu: Biz tüm bu dalgaların içinde nasıl ayakta kalıyoruz?
Hatırlamak zorunda bile olmadığımız bazı detayları hatırladığımızda, aslında neyi kaybettiğimizi fark ediyoruz: Zihinsel filtremizi.
İnsan, sürekli değişen gündemin içinde sabit kalamaz.
Bir yerde ya duyarsızlaşır, ya da kendi iç sesini kaybeder.
İşte tam da bu yüzden, gündemden önce kendimizi güncellemeliyiz.
Zihinsel detoksa, duygusal filtrelemeye, dijital sessizliklere ihtiyacımız var.
Çünkü bilgi çok ama anlam az.
Ve bazen hiçbir şey söylemeyen bir sessizlik, her şey söyleyen bir kalabalıktan daha güvenilirdir.
...Tarihler 12 gün boyunca dünya ekonomisinin kalbinin boğazına tıkandığı günleri yazdı. İran, İsrail’i onlarca füze ve İHA ile vurdu; İsrail ise İran’ın askeri tesislerini, hatta Şam’daki büyükelçiliğini hedef aldı. Ardından gelen ABD saldırıları, İran’ın nükleer tesislerine yönelikti ve bu an, Ortadoğu’nun en karanlık senaryolarına birkaç adım kaldığı andı.
Fakat farkında mıyız? Savaşın harareti düşerken, dünya aslında sadece askeri bir çatışmadan değil, büyük bir ekonomik yıkımdan döndü. Sadece petrol fiyatı ya da altın fiyatı değil; dünya tedarik zinciri, finansal sistemler ve yatırım dengeleri de bir uçurumun kenarındaydı. İşte tam da bu yüzden 12 günlük savaş, ekonomik açıdan bir “büyük krizin provası” oldu.
İran, savaşın ilk günlerinde Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidinde bulundu. Bu, küresel petrol ticaretinin yaklaşık %20’sinin kesilmesi anlamına geliyordu. Brent petrolü anında 96 dolara dayandı, ama eğer çatışma uzasaydı ve boğaz gerçekten kapanmış olsaydı, fiyatlar 130-150 dolar bandına fırlayacaktı. Bu, sadece akaryakıt fiyatlarının değil, tüm lojistik maliyetlerinin kontrolden çıkması demekti. Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkeler için bu durum, zaten kırılgan olan bütçe dengelerinin bozulması, enflasyonun yeniden çift hanelere tırmanması ve kur şoklarının kaçınılmaz hale gelmesi anlamına geliyordu. Bölgedeki savaşın büyümesi, Süveyş ve Basra çıkışlı tüm deniz trafiğini riske atacaktı. Zaten pandemi sonrası toparlanmaya çalışan lojistik sektörü, bu yeni şokla bir kez daha sarsılacaktı. Avrupa'nın Çin ve Hindistan'dan gelen malları 3 kat daha pahalıya ve 2 kat daha geç alması işten bile değildi. Bu da enflasyonu yeniden alevlendirecek, faizleri yukarı çekecek, resesyon korkularını tetikleyecekti. Savaşın sürdüğü günlerde altın fiyatı 2450 dolara, ons bazında tarihi zirvelere dayandı. Aynı günlerde ABD tahvillerine yönelen sermaye, gelişmekte olan ülkelerden hızla çıkış yaptı. Küresel risk iştahı dibe vurdu. Eğer bu gerginlik birkaç gün daha sürseydi, dünya borsaları ardı ardına çöküş sinyali verecekti. Türkiye gibi yabancı sermayeye dayalı piyasalar açısından bu, borsa çöküşü, kur şoku ve faiz sıçraması demekti.
Unutmayalım: Ekonomi sadece rakamlarla değil, güvenle işler. İran-İsrail savaşı, ABD’yi doğrudan içine çekerek, sadece bir bölgesel çatışmayı değil, küresel bir savaşın fitilini ateşleme riski taşıdı. Bu da yatırımcıların "bekle-gör" moduna geçmesi, yatırımların ertelenmesi, üretimin yavaşlaması ve büyümenin durması demekti. Dünya böyle bir senaryoyu son olarak 1973 petrol krizinde yaşamıştı.
Cevap net: ABD, İran’la doğrudan bir topyekûn savaşı göze alamadı. İsrail, iç siyasetteki dağınıklık nedeniyle geniş çaplı kara harekâtını başlatamadı. İran ise iç ekonomik krizi, rejim güvenliğini tehdit edecek yeni bir savaşla daha da büyütmek istemedi. Ve büyük ihtimalle Çin ile Rusya da devreye girerek bu savaşın kontrollü kalmasını sağladı.
12 günlük savaş, aslında Ortadoğu’nun değil, dünyanın ekonomik kaderinin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Savaş bitmedi, sadece beklemeye alındı. Bir sonraki çatışmada aynı şansa sahip olur muyuz, bilinmez. Ekonomik krizler artık sadece faiz kararıyla, enflasyon rakamlarıyla başlamıyor. Tek bir füze, dünya ekonomisinin dengelerini sarsabiliyor. Artık ekonomiyle dış politika aynı masada. Kim farkına varırsa, geleceği o yazacak.
...Dijital çağda zihnimiz kime ait?
Bazen bir video, ekranın öbür tarafından uzanır ve yakana yapışır… İşte geçtiğimiz hafta pazar günü de tam böyle bir durum yaşadım. Pazartesi günü yaptığımız rutin toplantılar için verilere bakarken önüme “DAVOS 2018 – Cüneyd Zapsu” videosu düştü.
Başlığa şöyle bir baktım:
Zapsu mu? Davos mu?
Çoğu zaman geçip giden bir başlık olurdu bu. Ama nedense tıkladım.
Belki de bilginin peşinde koşarken kendimi bir süreliğine sorgulamak istemiştim.
Ve sonra düşündüm:
Gerçekten kendi kararlarımı mı veriyorum?
Yoksa birileri çoktan zihnimin içine mi girdi?
Bendeniz her gün veri de değil, verilerin içinde yüzüyorum. Algoritmalarla yatar, yapay zekayla kalkarım kalkmasına da bazen de zihnimin içi bulaşık teline döner... Çünkü videoyu seyredince istemsiz bir şekilde:
Verinin sahibi ben miyim?
Yoksa ben sadece verisi toplanan biriyim?
diye Zapsu’nun sorusunu sormak durumunda kaldım kendime! Ve bu sorunun yanıtını hiç de iç açıcı bulmadım...
***
Beyinlerimiz hackleniyor mu?
Videonun altını çizdiği cümlelerden biri zihnime mıh gibi çakıldı kaldı!
“Beyinler hackleniyor.”
Kulağa bilim kurgu gibi geliyor, değil mi?
Açın kulağınızı da iyi dinleyin. Bu söylediklerimin hepsi yaşanıyor! En altta da kaynakları var. İsteyen oturur araştırır…
Evet, Neuralink’in felçli bir adama çip yerleştirip bilgisayar kullanmasını sağladığını gördüğümde bunun artık bilim kurgu olmadığını anladım.
Noland Arbaugh, sadece düşünerek satranç oynuyordu. Ama küçük bir detay vardı: Çip beyin hareketi nedeniyle yerinden oynamıştı. Yani hâlâ çok kırılgan bir noktadayız.
Synchron damar yoluyla yerleştirilen beyin arayüzüyle iPhone kontrolünü sağladı. Üstelik cerrahi bir operasyon bile gerektirmiyor. Yani beynin içine girmeye başladılar, evet ama kapı çalınmadı ki o kapıyı bizler açmadık mı?
Benim dünyamda veri her şeydir. Ama başka bir şey daha söylüyordu:
Veri artık sadece alışkanlıklarımızla ilgili değil. Zihnimizin içinde neler döndüğüne dair veriler de toplanıyor…
Bu ne demek biliyor musunuz?
Yani diyor ki bizi artık Google aramalarımızdan değil, tereddütlerimizden, iç seslerimizden bile tanıyacaklar! Gel de kafayı yeme!
***
Veri imparatorluğunda kim sahip, kim oyuncak?
Evet, Cüneyt Bey’in uyarısı çok netti: “Veriyi elinde tutan, geleceği yazacak!” ve ekliyor, eskiden toprak sahibi güçlüydü. Sonra makineleri olan güçlü oldu. Bugün, beyin verisini toplayan kazanıyor. Size yukarıda yazdığım şirketlerin çalışmaları ki bunlar, Synchron, Neuralink, Nvidia, Kernel… Evet evet, hepsi sadece birer teknoloji şirketleri değil, insan zihninin “kullanım kılavuzu”nu yazmaya çalışan dev yapılar...
Nvidia destekli yapay zekâlar artık beyin dalgalarından zihinsel modeller üretiyor desem titreyip kendinize gelebilecek misiniz bilmiyorum.
Peki, Neuralink, ALS hastalarına düşünceyle yazı yazdırıyor desem umurunuzda olur mu?
Ya da Synchron, Apple ile iş birliği yapıp düşünce gücüyle uygulama açtırıyor desem “benim düşüncemi kim ne yapsın” demeye devam edecek misiniz?
Söz konusu bu şirketlerin ürettikleri her çözüm bir devrim gibi sunuluyor. Ama devrimin kim için olduğu sorusunu sormuyoruz ya hani sormaya başlayınca çok geç kalmış olabiliriz diyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum ruh halimi?!
Bir teknoloji yöneticisi olarak bu gelişmeleri bazen hayranlıkla izliyor, bir adem olarak da ürküyorum. Çünkü fark etmeden en mahrem bölgemiz olan “zihin” dünyamızı pazarlanabilir bir meta haline getiriyorlar..
***
Beynine sahip çıkan özgürdür!
O imalı sesi hâlâ kulağımda:
“Biz son normal insan nesliyiz” sizleri bilemem ama benim tüylerim diken diken…
Biliyorum, normal olmak artık hepimiz için zor. Verilerimiz cihazlarda, duygularımız algoritmalarda, kararlarımız başkalarının modellemelerinde saklı.
Dijital dünya hepimize şu soruyu dayatıyor:
Beynimiz bizim mi?
Yoksa bir başkası için sadece bir oyun alanı mı?
Kendi adıma söylüyorum:
Ben beynime sahip çıkmak istiyorum. Ve verilerime sahip çıkmak istiyorum.
Çünkü beynimizin özgürlüğü, geleceğimizin özgürlüğü değil de nedir?
***
Bir dijital zihin manifestosu
Hepimizin için yarın geç olmadan bugün kendimize şu maddeleri yine kendi adıma burada yazmak istiyorum:
Ve acilen:
aksi halde kendimizi düşünürken değil, düşündürülürken bulacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın!
***
Zihin kimin?
Ben Volkan Ormanlı.
İşim dijital varlıklar, hayatım veriyle iç içe. Bugün Zapsu’dan öğrendiğim bir şey var: “Veriyi bilmek yetmez. Veriyi korumak da gerekir” zihinlerimizi gerçekten kimin yönettiğini sorgulamadan, teknolojiyi asla yönetemeyeceğimizi zaten biliyordum ama bunu çok daha iyi anladım!
Son tahlilde veriyi hepimiz artık biliyoruz. Ama artık veriyi korumanın yollarını da bulmalıyız. Zihnimizi hep birlikte korumalıyız, çünkü başka bir versiyonunuz yok. Dijital dünyayı yönetmek için önce kendi zihnimizi sadece bizler yönetmeliyiz…
Haftaya yeni bir konunun kapısını birlikte aralamak dileğiyle.
Sağlıkla kalın.
Kaynaklar:
...
Kırmızı ışıkta durmuş bir Tesla hayal et. Etraf sessiz. Camlar siyah. Direksiyon başında kimse yok. Araba kendi kendine düşünüyor: “Ben buradan sağdan mı dönsem, yoksa trafiği veriyle ezip sola mı atlasam?” Yanından biri geçiyor, yaşlı bir amca, elinde poşetler. Durup arabaya şöyle bir bakıyor ve başını iki yana sallıyor:
“İnsansız arabaya yol vermem ben evladım. Kimsin sen? Kime güveneyim?” diyerek çıkışıyor.
İşte bu yazı, o amca için.
Ama biraz da hepimiz için.
Yapay zeka her yerde. Kahvede, evde, çorabında, asistanında, cümlelerinde. Göz kırpmanla market alışverişini bitiren uygulamalarla dolu bir dünyaya ilerliyoruz. Ama bu arada birileri var ki...
Direksiyonu henüz bırakmak istemiyorlar.
Onlar Teslaya yol vermeyenler kulübü, anti yapay zekacılar :)
Amerikada teslaya yol vermeyen insanları görmüş, duymuşsunuzdur; Tesla trafik kuralları gereği bir kavşakta beklemektedir. Ancak sabırsız insanlar otonom aracın yavaş hareketlerinden yada öndeki araçla arasına koyduğu mesafeden dolayı öfkelenmiştir ya da önüne geçmek için fırsat olarak görmüştür.
Kimisi haklı, kimisi romantik, kimisi sadece gıcık. Ama hepsinin ortak bir noktası var; bu kültürel devrime adapte olmayı reddediyorlar.
Kimi gptyi şeytan işi sanıyor, kimi midjourneyle yapılan görsellere “bu sanat değil” diye bağırıyor. Bazıları “abi bak kod yazmayı da bırakmışlar, tüm startup'ı yapay zekaya yazdırmış” diye sitem ediyor. Ama sormak lazım; bu gerçekten bir direniş mi, yoksa bir geçişin sancısı mı?
Yapay zeka karşıtlığı direniş mi, deneyimsizlik mi?
Bazen insanlar bir şeyden korktukları için değil, anlamadıkları için karşı çıkar. Bu, 90’larda internete "geçici heves” diyen dayılardan beri değişmedi. Bugün de benzer bir tablo var. Yapay zeka yalnızca teknolojik bir sıçrama değil, kültürel bir format değişikliği.
Yeni nesil yazılım mühendisleri kod yerine prompt yazıyor.
Sanatçılar tuval yerine algoritmalarla çalışıyor.
Girişimciler beş kişilik iş gücünü tek başına AI ile yönetiyor.
Bunu gören bazı “eski dünya” insanları ne düşünüyor?
“Bu kadar kolay olmamalı.”
İşte kırılma noktası da burası.
Yapay zekanın en büyük suçu şu: işleri kolaylaştırmak.
Ama biz zorluğu kutsayan bir kültürden geliyoruz. “Terlemeden kazanılan para haramdır” diyen bir toplumda, üç promptla mobil uygulama yazmak şüpheyle karşılanıyor.
Ama bu tepki teknolojik değil, kültürel.
Çünkü biz “emek çektim”le “değer kattım”ı karıştırıyoruz.
Yapay zekayla 10 kat hızlı, daha yaratıcı bir iş çıkınca, yılların mühendisi bozuluyor. “Ben neden o kadar gece uykusuz kaldım ki?” sorusu geliyor. Ve bu sorgulama, çoğu zaman dışa saldırı olarak yansıyor: “AI sahte. Bu iş değil. Bu sanat değil.”
Yani mesele sadece teknoloji değil, mesele kabullenme. Mesele egonun çöküşü.
Tesla’ya Yol Vermeyenler Aslında Neyin Karşısında?
Tesla’ya yol vermeyen insanlar teknolojiye değil,
kimliksizleşmeye direniyor.
Çünkü yapay zeka işleri yapınca, biz ne olacağız?
“Ben kimim?” sorusunun cevabı boşa çıkıyor.
Öğretmensem ama AI daha iyi anlatıyorsa?
Ressamsam ama AI daha yaratıcıysa?
Girişimciysem ama AI daha hızlı kod yazıyorsa?
İşte bu yüzden, o yaşlı amca arabaya yol vermiyor.
Çünkü yoldan çok daha fazlasını vermesi gerekiyor: kendi yerini.
Peki Kim Haklı?
Yapay zeka savunucuları mı, karşıtları mı?
Cevap net: İkisi de.
Çünkü bu bir savaş değil, bir geçiş.
Tıpkı at arabalarından otomobile geçerken yaşanan kaos gibi.
Tıpkı yazı daktilodan bilgisayara geçerken “gerçek hissiyatı yok” tartışması gibi.
Anti yapay zekacılar sayesinde biz nereye gittiğimizi daha çok sorguluyoruz.
Yapay zeka sayesinde ise daha uzağa gidebiliyoruz.
Birbirimize ihtiyacımız var. Çünkü teknoloji insanı dönüştürür ama insan da teknolojiyi anlamlı kılar.
Gelecekte Ne Olacak?
Muhtemelen şöyle şeyler yaşanacak:
Bazı kasabalar “AI Free Zone” ilan edecek.
İnsan eliyle yazılmış kitaplar bir lüks olacak.
“Gerçek öğretmenle eğitim aldım” demek bir prestij olacak.
AI kullanmamak, tıpkı bugünün analog fotoğrafçılığı gibi bir sanata dönüşecek.
Ama şunu unutmayalım:direniş, gelişimin parçasıdır.
Anti yapay zekacılar belki de farkında olmadan yapay zekayı daha insani hale getiriyorlar.
Biraz Yol Ver, Biraz Direksiyona Geç
Kültürel dönüşümler böyle işler.
Ne tam teslim, ne tam isyan.
Akıllı olanlar… ikisini de okur, sentezler.
Tesla’ya yol vermek zorunda değilsin.
Ama en azından dur, bak, düşün.
Çünkü o Tesla da belki sana yol verecek. Hatta normal insan yol vermediği için onun sayesinde geçebileceksin çünkü o daha insani ve kurallara uyuyor.
Belki de birlikte yol alacaksınız.
Gelecek sana rağmen değil, seninle şekilleniyor.
İster prompt yaz, ister yaya geçidinde dikil ama bir şey yap!
Anla. Dönüştür. Yola çık.
Hadi!
Nihal Candan’ın hayatını kaybetmesinin ardından sosyal çürüme kavramı daha sık kullanılmaya başlandı. Nihal Candan’ın ün, şöhret ile başlayıp ölümle sonlanan hayatı, bizlere toplumsal yapısal sorunları tekrar ortaya çıkardı. Nihal Candan katıldığı yarışma programının ardından lüks yaşamı, kilosu ve estetik görüntüsüyle gündem oldu.
Sürekli fiziksel görünümleriyle konuşulmaya başlayan kişiler, toplumda değerlerin yüzeyselleşmesini ve içeriğin yerine gösterişin geçmesini yansıtıyor. Gençler, popüler olmanın yolunun dikkat çekmekten geldiğini kabul ettikçe, hareketlerini de bu duruma göre şekillendiriyor.
Sosyal medyada da yayılan linç kültürü de ileri boyuta ulaştı. Toplum yargısız infaz ile Nihal Candan’ı da suçlu ilan etti. Nihal Candan’ın yaşadığı anoreksiya, bireysel sorun olmaktan çıktı artık toplumsal sorun haline geldi.
Artık kazançların gösterildiği, göze sokuldu dönem, sosyal çürümenin bir örneğidir. Hiçbir tiyatroda, edebi eserde duymadığımız olaylar sosyal medyayla yaygınlaşan sosyal çürümeyle beraber hayatımıza girdi. Nihal Candan olayı da bunlardan biri.
...Transfer dönemi resmi olarak başlamadan önce Leroy Sane’yi kadrosuna katan Galatasaray’da 2. Plan ise kampa kaleci transferini bitirmek. Sarı-kırmızılı takım 4 Temmuz’da Kemerburgaz Metin Oktay Tesisleri’nde toplanacak ve 19’una kadar çalışmasını İstanbul’da gerçekleştirecek.
Ardından Avusturya’ya hareket edecek olan Cimbom 23 Temmuz’a kadar kamp yapacak. Bu takvime kaleci transferini yetiştirmek isteyen yönetim sıkı çalışma içerisinde.
Sırp kaleci Djordje Petrovic hala listenin en başında yer alıyor. Bonservis ücretinde istenilen seviyelere inilirse bu transfer sonuçlanacak. Diğer yandan kiralık formülü ile Ter Stegen ismi de masada.
Kaleci ve diğer mevkilere yapılacak transfer Osimhen’in durumuna göre netlik kazanacak. Osimhen’in kaldığı senaryoda bonservisi olan oyuncular transfer edilmeyecek. Kiralama formülü üzerinden yol izlenecek.
Bu durumda Ter Stegen cephesi ile önümüzdeki günlerde tekrar bir görüşme yapılabilir. Barcelona başarılı file bekçisinin kiralanmasına sıcak bakarken, Ter Stegen, takımdan ayrılmaya pek sıcak değil.
Sarı-kırmızılı yöneticiler, kaleci ve menajeriyle görüşmelerini sürdürüyor. Şunun da altını çizmek gerek; Galatasaray’a menajerler üzerinden ciddi sayıda kaleci önerisi de geliyor. Teknik direktör Okan Buruk, scout ekibi ve oyuncu izleme komitesi sıkı takipteler.
...