SON YAZILAR
22.10.2025
Tüm Yazıları

“Bölüm başına 4 milyon TL alıyor” son günlerde oyuncularla ilgili sık sık gördüğümüz bu haberler düşündürmeye başladı. Toplamda normal bir insan ya da 3 kişilik bir aile bile aylık asgari ücret ve biraz üstü maaşla geçinmeye çalışırken kamera karşısına çıkan “bu insanların ne özelliği var?” diye düşünmeden edemiyorum.

Bölüm başına 4 milyon TL… haftalık 4 milyon TL gerçeğini normal karşılamamız büyük bir sorun. Bu kişi aylık 16 milyon TL kazanıyor. Günümüz ekonomisini ve fiyatları düşünürsek bu parayla gayet iyi ev-araba alınır tatil yapılır ama peki biz ne kazanıyoruz?

Kira ödeme süreçlerinde bile zorlanmaya başladığımız bu çağda bu parayı 10 yıl çalışsak bile kazanamıyoruz. Toplumun en büyük problemi bunları normalleştirmemiz. Nereden geliyor bu değirmenin suyu bunlara? Bizde yok! Sadece Türkiye değil dünya şartlarında hiçbir ülkede bu parayı kazanamıyor insanlar ancak bu oyuncular yapım şirketleri nasıl oluyor da kazanıyor? Bir kişi 4 milyon TL alırken o adamı çeken kameramanın haftalık değil aylık 100 bin TL kazanması şakasını da kabullenmek büyük sıkıntı. Dünyada komple bir ekonomik denge politikası izlenmesi gerekiyor. Ama maalesef bu sefer kürk de yok para da!

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.10.2025
Tüm Yazıları

Kadıköy’de gezdiği bit pazarında öldürülen 15 yaşındaki Ahmet Minguzzi’nin davasında açıklanan karar sadece bir annenin değil, tüm Türkiye’nin yüreğini yaktı.

Altıncı kez hakim karşısına çıkan sanıklardan Umutcan Baba ve Berkay Budak’a 24 yıl hapis cezası verildi, Ayberk Doğan ve Kerim Özbağ ise beraat etti.

Ancak kararın detayları, toplumun vicdanında beklenen rahatlamayı sağlamadı.

Çünkü sanıklara verilen 24 yıl hapis cezasının sadece 16 yılı cezaevinde geçirilecek.

9 yılı kapalı, 6 yılı açık cezaevi… Son 1 yılı ise denetimli serbestlik!

Yani Ahmet’in katilleri, 30 yaşına bile gelmeden dışarıda olacak.

Ahmet’in yaşıtları okul sıralarında otururken, onu hayattan koparanlar dışarıda özgürce dolaşacak.

Öfke, korku, hayal kırıklığı… Tüm duyguları aynı anda hissettiren derin bir çığlık...

Ahmet’in annesi Yasemin Minguzzi, duruşma salonunda ''Bu mu adalet?'' diye haykırırken sadece oğlunun değil, bu ülkede sokakta öldürülen, kaybolan, susturulan bütün çocukların sesi oldu.

Ahmet Minguzzi’nin adı artık sadece bir dosya numarasına sıkıştırılamaz.

Bu dava, 'çocukların hayatı bu kadar ucuz olmamalı' diyen herkesin davası.

Karara itiraz etmekle birlikte yapılması gereken bu ülkede bir daha hiçbir annenin adliye önünde haykırmak zorunda kalmayacağı şekilde suçlulara caydırıcı cezalar vermek.

Adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, vicdanlarda da yerini bulsun.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
21.10.2025
Tüm Yazıları

1974 yazında Türk ordusu, tarihe “Barış Harekâtı” olarak geçen o büyük adımı attığında, Kıbrıs Türk halkı ölüm ile varlık arasındaki en keskin çizgideydi.

Bir millet, yok edilmenin eşiğinden dönmüş; yalnızca canını değil, onurunu da kurtarmıştı.

O gün, %3’lük dar bir alanda sıkışmış Türk nüfus, kendi kaderini yeniden yazdı. Toprak genişledi, özgürlük yeniden filizlendi.

Ama ne yazık ki o zafer, uzun vadeli bir bilinç inşasıyla taçlandırılamadı.

Aradan geçen yarım yüzyılda Türkiye, askeri bir başarıyı stratejik bir geleceğe dönüştürmekte ciddi bir sınav verdi.

Eğitimden kültüre, demografiden kimlik inşasına kadar birçok alanda pasif, hatta edilgen bir seyir izlendi.

Kıbrıs’ta “kurtarılmış topraklar” korunabildi belki, fakat “kurtarılmış zihinler” kaybedildi.

Rum tarafı, çocuklarına hâlâ aynı masalı anlatıyor:

“Ada Rumlara aittir, Türkler işgalcidir.”

Ve bu masal, yıllar geçtikçe inanca, inanç da politik bilince dönüşüyor.

Oysa Türk tarafında, ders kitapları 1974 öncesine dair tek bir satırla bile değinmiyor. Tarih unutturuluyor, kimlik silikleşiyor, millî hafıza bir müfredat hatasının satır aralarında kayboluyor.

Bu boşluk, elbette birileri tarafından dolduruluyor.

1975 sonrası Türkiye’den adaya yerleştirilen binlerce Türk ailesi, zaman içinde bilinçsizce kimlik krizi yaşayan kuşaklar yetiştirdi.

Yeni nesil, ne tam Kıbrıslı ne de tam Türkiyeli...

Kökleri bulanık, yönü belirsiz bir kimlik sarkacında gidip geliyor.

Bu zemin, doğal olarak Türkiye karşıtlığının mayalandığı bir toplumsal iklime dönüştü.

Seçimlerin Aynasında Yeni Gerçeklik

Ve bugün, bu kimlik erozyonunun en somut sonucu, sandıkta karşımıza çıktı.

19 Ekim 2025’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Tufan Erhürman, oyların %62,8’ini alarak yeni cumhurbaşkanı seçildi.

Türkiye ile yakın ilişkileri savunan mevcut başkan Ersin Tatar ise yalnızca %35,8’de kaldı.

Bu tablo, artık Kıbrıs Türk halkının büyük bir kesiminin yönünü Ankara’dan değil, Brüksel’den bulacağını gösteriyor.

Erhürman’ın söylemi uzun süredir aynı eksende:

Federal çözüm, AB üyeliği, Rum tarafıyla birleşme vizyonu.

Bu ise Türkiye’nin “iki devletli çözüm” ısrarıyla taban tabana zıt.

Dolayısıyla bu seçim sonucu, yalnızca bir iktidar değişikliği değil, Türkiye’nin ada üzerindeki politik ve kültürel nüfuzunun gerilemesi anlamına geliyor.

Zihinlerde Kaybedilen Savaş

Sandığa giden seçmenlerin önünde dört aday vardı; bunlardan üçü, Türkiye’ye mesafeli değil, doğrudan karşıt bir çizgideydi.

Kimi Avrupa pasaportu hayaliyle “KKTC diye bir şey yoktur” diyordu,

Kimi “Ankara gölgesinden çıkalım” çağrısını “bağımsızlık” kisvesine bürüyordu.

Ve bugün bu söylemler, toplumun neredeyse yarısı tarafından desteklenir hale geldi.

Bu tabloyu sadece bir seçim gerçeği olarak görmek büyük bir yanılgıdır.

Bu, yıllardır süren zihinsel ihmalin, kültürel kopuşun ve eğitimdeki boşluğun fotoğrafıdır.

Türkiye, Kıbrıs’ta sadece bir askeri varlıkla değil, bir medeniyet iddiasıyla bulunmak zorundaydı.

Fakat bu iddia ne müfredata, ne medya diline, ne de toplumsal hafızaya yansıyabildi.

Sonuçta, artık mücadele toprakta değil, zihinlerde kaybediliyor.

Beş Yıl: Son Pencere

Kıbrıs, eğer önümüzdeki beş yıl içinde stratejik, kültürel ve eğitimsel anlamda yeniden yapılandırılmazsa;

Nüfus planlaması yapılmaz, tarih bilinci köklenmezse;

Yeni bir “Barış Harekâtı” gerekmeden sessizlikle kaybedilecek.

Bu kez tankla değil, ihmalle;

Bu kez kurşunla değil, ihmalin soğuk sessizliğiyle.

Bir Ayna Olarak Kıbrıs

Kıbrıs, bugün bir coğrafyadan çok daha fazlasıdır.

Türkiye’nin dış politikadaki hafızası, kendi kimliğini koruyabilme iradesinin aynasıdır.

Ve o ayna, her geçen gün biraz daha buğulanıyor.

Buğuyu dağıtmak, yalnızca diplomasiyle değil, eğitimle, kültürle, tarihle mümkündür.

Yoksa bir sabah, buğulu aynada artık kendi yüzümüzü göremeyeceğiz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
20.10.2025
Tüm Yazıları

Türk gastronomisinin kalbinde yanan ışık

Ülkemizdeki Gastronomi dünyasının en saygın buluşmalarından biri olan Gastromasa Uluslararası Gastronomi Konferansı & Fuarı, bu yıl Sözen Group tarafından onuncu kez düzenleniyor.

6–7 Kasım 2025 tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşecek bu büyük etkinliğin ayrıntıları ve bu yılki teması olan “10 Yılın Hikâyeleri” – “The Sories of 10 Years” Raffles İstanbul’un zarif atmosferinde düzenlenen özel bir basın toplantısında bizimle paylaşıldı.

Gastronomi sahnesinin önde gelen şeflerini, sektörün duayen temsilcilerini ve basın dünyasının seçkin isimlerini bir araya getiren toplantıda masa başında konuşanlar;

Başta Sözen Group CEO’su ve Gastromasa Kurucusu Gökmen Sözen, sonrasında sırayla Türk Mutfağı Araştırmacısı Vedat Başaran, ETÜDER Yönetim Kurulu Başkanı Melih Şahinöz, HİB Turizm Komite Üyesi Sadettin Cesur ve Neolokal Kurucu Ortağı & Şefi Maksut Aşkar oldu.

Türk mutfağı ve sofrası;

Yüzyıllar boyunca coğrafyaların, iklimlerin ve medeniyetlerin kesişiminde şekillenen bir bilgelik sofrası. Ancak bu sofra, uzun yıllar boyunca kendi zenginliğini dünyaya yeterince anlatamamanın sessizliğinde. İşte bu sessizliği bir vizyon, bir kararlılık ve tutkuyla bozan bir isim var “Gökmen Sözen”. Onun öncülüğünde doğan Gastromasa ise sıradan bir etkinlik değil; bence bir kültürün yeniden doğuş hikâyesi.

2015 yılında, Türkiye’nin gastronomik potansiyelini küresel sahnede görünür kılmak hedefiyle yola çıkan Sözen, kısa sürede Gastromasa’yı dünyanın en büyük ikinci gastronomi konferansı konumuna taşıyor. Bu başarı, salt organizasyonel bir maharetin değil; toprağa, üreticiye, şefe, hikâyeye ve en önemlisi de “kimliğe” duyulan derin bir inancın eseri.

“Topraktan doğan yerli üretim bizim gerçek kimliğimizdir”

Diyen Gökmen Sözen bu sözüyle aslında Türk mutfağının özünü yeniden tanımlıyor; gelenekle geleceği, el emeğiyle inovasyonu, yerliyle evrenseli aynı sofrada buluşturuyor.

İstanbul, tarihiyle birlikte artık gastronomik söylemiyle de konuşuluyor

Gastromasa, geçen on yılda sayısız şefi, yatırımcıyı ve markayı aynı çatı altında toplamaktan ibaret kalmadı; Türkiye’yi gastronomi diplomasisinin merkezlerinden biri hâline getirdi. İstanbul artık tarihiyle birlikte gastronomik söylemiyle de konuşulan bir şehir oldu. Haliç’in kıyısında gerçekleşen her buluşma, bir tabak yemeğin ötesinde bir kültürün, bir vizyonun ve bir milletin kendini yeniden anlatma biçimine dönüşüyor.

Gökmen Sözen’in bu yolculukta adı, yaptığı etkinlikler dolayısıyla bir organizatör değil, bir kültür elçisinin, bir vizyon mimarının ismi hâline geliyor. Sözen Group’un Türk gastronomisinin uluslararası tanıtımının büyük kısmını tek başına üstlenmesi, bu alandaki özverinin ve stratejik bakışın en somut göstergesi.

“Takip eden” değil, “yön veren” bir Türk Gastronomisi

Bugün Türk gastronomisi artık “takip eden” değil, “yön veren” bir konumdaysa, bu dönüşümün mihenk taşlarından biri de hiç kuşkusuz Gastromasa’dır.

On yıl boyunca dünyanın dört bir yanından efsanevi şefler, düşünürler ve üreticiler İstanbul’da buluştu; yeni fikirler doğdu, ortaklıklar kuruldu, genç yetenekler ilham aldı. Her panel, her atölye, her konuşma Türk mutfağının geleceğine dair yeni bir kapı araladı.

Vedat Başaran’ın da vurguladığı gibi, Gastromasa bugünün değil, Türk gastronomisinin hafızasını ve geleceğini aynı anda taşıyan bir köprü oldu.

İstanbul’dan Londra’ya, oradan Dubai’ye

Bugün artık Gastromasa, İstanbul’dan Londra’ya, oradan Dubai’ye uzanan küresel bir marka. Ancak özünde hâlâ aynı: Toprağını tanıyan, emeğe saygı duyan, geleceği düşleyen bir vizyonun adı.

Bu vizyon, genç şeflerin ellerinde büyüyor, üreticilerin alın terinde güçleniyor, dünyaya yayılan Türk lezzetlerinde yankılanıyor.

Gökmen Sözen’in ve Gastromasa’nın hikâyesi, bir ülkenin kendi mutfağını yeniden keşfetme cesareti.

Ve belki de bu hikâyenin en güzel tarafı, hâlâ yazılmaya devam ediyor olması…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.10.2025
Tüm Yazıları

Dünya yeni bir dil arıyor. Doğayı koruyan, insanı merkeze alan, iyiliği yönetim ilkesine dönüştüren bir dil.

Emine Erdoğan’ın öncülüğünde Türkiye’den doğan Sıfır Atık Hareketi, bu arayışa küresel bir cevap olarak dünyaya yayılıyor.

Artık mesele yalnızca atığı azaltmak değil; varoluşun anlamını, üretimin ahlakını ve insanın dünyayla kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlamak.

Birleşmiş Milletler çatısı altında kalıcı bir Sıfır Atık Mekanizması kurulması çağrısı, çevre diplomasisinden çok daha fazlasını anlatıyor:

Bu, insanlığın sürdürülebilir bir geleceğe ortak akılla yönelebilmesi için önerilen evrensel bir medeniyet reçetesidir.

İSRAF ÇAĞINDA İNSAN

Modern insan, tükettiği kadar tükeniyor artık.

Yalnızca doğayı değil, kendi iç kaynaklarını da hoyratça harcıyor: zamanı, sabrı, sevgiyi, emeği...

Bu çağ, insanın kendini israf ettiği çağdır.

Ve Emine Erdoğan’ın “Sıfır Atık” vizyonu, tam da bu tükenişin ortasında doğan bir uyarıdır, bir varoluş çağrısıdır.

Sıfır Atık, plastiklerin dönüşümü ya da çöp kutularının ayrıştırılmasından önce; insanın iç dünyasında, “yetinme” ile “şükür” arasındaki o ince çizgide başlarsa anlamlıdır.

İnsanı çevreden uzaklaştıran mesafe azaldıkça, insanın kendi vicdanına da mesafesi kısalır. Çünkü insan; çevresi, yaşadığı dünya ile ayrılmaz bir bütündür.

İşte bu yüzden “Sıfır Atık” bir çevre projesi değil, insanın varlığını israf etmeden yaşama felsefesidir.

Bugünün dünyası, sınırsız üretimle birlikte sınırsız yorgunluk üretmiştir.

Gelişme adına her şeyi çoğaltırken, anlamı eksiltmiştir.

İşte bu nedenle Emine Erdoğan’ın sözleri sadece bir politik çağrı değil, bir medeniyet muhasebesidir:

“21. yüzyılın en büyük iyilik hareketidir Sıfır Atık.”

Bu cümledeki “iyilik”, sadece doğayı koruma bilincinin yaydığı kuru yavan bir çevre hareketi değil; insanlığı koruma felsefesinin seçilmiş, tasarlanmış bilincidir.

Çünkü doğa, insanın aynasıdır:

Ağacı, denizi ,toprağı kurutan; kuşları, yıldızları, güneşi, ayı karartan, aslında kendi kökünü karartıyordur.

Dünyayı kirletenin; aslında kendi vicdanını bulanıklaştırdığını görmek gerekir.

İnsanın kirlettiği dünya, sonunda insanın ruhunu da kirletir.

Sıfır Atık, bu yüzden bir teknik meseleden ziyade, bir yaşamsal terbiye biçimidir.

İsraf, kendi benliğini unutmaktır; kendi varlığının farkındalığı ise bir arınmadır.

İnsan farkındalık düzeyiyle doğayı da, emeği de, anlamı da yeniden inşa edebilir ancak.

BİR UYGARLIĞIN YENİDEN İNŞASI: MEDENİYET BOYUTU

Bir medeniyetin büyüklüğü, gökdelenlerinin değil, gölgesinde nefes alınabilen ağaçlarının sayısıyla ölçülür.

İstanbul’un “sıfır atığın başkenti” olarak anılması, yalnızca çevre hareketi değil, bir medeniyet hafızasının yeniden dirilişidir.

Çünkü bu şehir, üç imparatorluğun taşıdığı kültürel bilinci, şimdi doğa ile barışık bir dünya tasavvuruna dönüştürmektedir.

Emine Erdoğan’ın sözleri, aslında bir ekolojik medeniyetin kapısını aralıyor:

“İstanbul sıfır atığın başkenti olacak inşallah.”

Bu cümledeki “inşallah”, politik bir dileğin değil, tarihsel bir inancın ifadesidir.

Çünkü İstanbul, geçmişte ilmin, sanatın, mimarinin ve zarafetin başkentiydi;

Şimdi ise doğaya saygının, sürdürülebilirliğin ve ahlaki bilincin başkenti olmaya hazırlanıyor.

Sıfır Atık Hareketi, yalnızca çevreye değil, medeniyetin kendisine yapılan bir restorasyondur.

Çünkü israf sadece doğayı yıpratmaz, toplumun ruh bilincini de aşındırır.

Bugünün dünyasında modernliğin maskesinde çöplerin arasında kaybolan insan, aslında kendi değerlerini yitirmiştir.

Emine Erdoğan’ın çağrısı bu yüzden teknik bir reform değil, kültürel bir rönesans niteliğindedir.

Geleneksel Türk evlerinin yazlık ve kışlık kat ayrımı, gıdaları koruyan mahzenler, elektrik gerektirmeyen mutfak gereçleri…

Bunlar sadece geçmişin kalıntıları değil, geleceğin sürdürülebilir mimarisidir.

Bir zamanlar doğa ile uyum içinde yaşayan toplum, şimdi o bilgeliği yeniden hatırlamak zorundadır.

Çünkü bir medeniyet, ne zaman ki doğadan koparsa kendi sonunu da hızlandırır.

Medeniyetin devamı, toprağın devamına bağlıdır.

Sıfır Atık felsefesi bu anlamda, insanın üretim biçimini değil, varoluş biçimini dönüştürmeyi teklif eder.

İstanbul’un kalbinde doğan bu hareket, yalnız Türkiye’ye değil, dünyaya da yeni bir yol haritası sunuyor:

Bilgiyle bilgelik birleştiğinde, insan hem şehirlerini hem vicdanını yeniden kurabilir.

Bir uygarlık çöplerinden değil, değerleriyle var olarak fazlalıktan arındığında yeniden doğar.

Ve belki de asıl sıfır atık, insanın içindeki hırsı, israfı, vurdumduymazlığı azaltmasıdır.

VAROLUŞTAN EYLEME

“Atıksızlık, İnsanın Kendini Yeniden İnşa Etmesidir”

Her dönüşüm, bir farkındalık anıyla başlar.

İnsanın eline geçen bir plastik parçası, bir anda evrensel bir sorumluluk duygusuna dönüşebilir; eğer o parça, kendi içindeki israfı fark ettirirse.

Sıfır Atık, işte bu farkındalığın somut biçimidir:

İnsanı nesneyle, nesneyi anlamla, anlamı eylemle yeniden buluşturan bir varoluş pratiği.

Bugünün insanı, çok şey üretip az şeyin anlamını biliyor.

Sahip oldukça, yoksullaşıyor.

Kullandığı eşyalar kadar, kullandığı kelimeleri de tüketiyor.

Bu yüzden atıksızlık, yalnızca çevresel bir tercih değil; bir ruh terbiyesi, bir varoluş disiplinidir.

Emine Erdoğan’ın sözleri bu bilinci yansıtıyor:

“Sıfır Atık Hareketi 21. Yüzyılın en büyük iyilik hareketidir.”

Bu iyilik, görünmeyen bir alanı onarıyor; insanın iç huzurunu.

Atıksız bir hayat, sadeleşmiş bir benliktir;

Sadeleşmiş bir benlik, evrene zarar vermez.

Çünkü insanın içinde bir iyilik dengesi oluşmuşsa dünyada da bir iyilik dengesi oluşmuştur.

Atık, bu denge evrensel bir uygarlığın aynasıdır.

Bir toplumun çöpleri, onun önceliklerini gösterir:

Ne kadarını dönüştürüyor, ne kadarını heba ediyor, ne kadarının farkında bile değil ...

Ve her çöp yığını, aslında o toplumun bir kayıtsızlık yığınıdır.

Sıfır Atık felsefesi, farkındalığın eyleme dönüştüğü noktada anlam kazanır:

Bir çocuk plastik şişeyi geri dönüşüme attığında, dünyaya değil;

Geleceğe küçük bir teşekkür notu bırakır.

Bu yüzden atıksızlık bir eylem biçiminden öte, insanın kendini yeniden kurma eylemidir .Bu yönüyle bu proje evrensel bir devrimdir .

Doğayla uyumlu yaşamak, insana karşı da şefkatli olmaktır.

Ve her davranış, bir dünya görüşünü yansıtır:

Eğer insan; harcadığı her şey icin bir saniye düşünebilir, tükettiği her bir parça icin utanabilirse ve sadeleştikçe yetinmeyi öğrenebilirse;

İşte o zaman sürdürülebilirlik, literatürde bir kavram değil, bir karakter biçimi olur.

Medeniyetin en saf hali, insanın dünyaya iyi davranma biçimidir.

Atıksız bir dünya, tam da bu iyiliğin görünür hâlidir:

Küçük eylemlerle başlayan büyük bir insanlık terbiyesi.

Çünkü insan, dünyaya yapay anlamlar yüklemeden önce kendini onarmalıdır.

Ve bu onarımın adı, çağımızın yeni vicdanı olan Sıfır Atık’tır.

İYİLİĞİN MİMARİSİ OLARAK SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK

Bir medeniyetin geleceği, onun inşa ettiği binalarda değil;

İnsanının inşa ettiği bilinçte saklıdır.

Bugün “sürdürülebilir insanlık ” dediğimiz şey, aslında iyiliğin mimarisidir.

Çünkü insan, iyiliği sistem hâline getirebildiğinde kalıcı olur.

İyilik, geçici bir duygudan değil, bilinçli bir seçimden doğar.

Ve bu seçim, doğaya dokunma biçimimizde, tükettiğimiz kadar koruyabilme gücümüzde, doğayla, dünya ile kurduğumuz ahlaki ilişkide gizlidir.

Emine Erdoğan’ın önderliğinde şekillenen Sıfır Atık Hareketi, bu çağın unuttuğu bir hakikati hatırlatıyor:

Dünya bizim evimiz değil, bize emanettir.

Ve emanete, sahip olunmaz; emanet korunur.

Bu bilinci taşıyan insan, artık tüketici değil, dünyanın mimarıdır.

Yaptığı her şey bir iz bırakır:

Bir ağacı korumak da bir mimaridir,

Bir çocuğa sade yaşamı öğretmek de,

Bir evde atığı azaltmak da.

Sıfır Atık bu yüzden yalnızca bir çevre modeli değil;

İnsanın iyilik potansiyelini açığa çıkaran bir medeniyet dersidir.

Her toplum, kendi çevre etiğini kurabildiği kadar geleceğini güvenceye alır.

Ve Türkiye, bu hareketle birlikte, dünyaya “ahlak merkezli kalkınma”nın mümkün olduğunu göstermektedir.

Bir toplum hem üretken hem merhametli olabilir;

Hem güçlü hem zarif;

Hem modern hem de köklerine sadık.

Sıfır Atık, bu bütünlüğün adıdır.

Bir yandan teknolojiyi, bilimi, yeniliği içerir;

Öte yandan insanın özündeki dengeyi, sadeliği ve şükrü yeniden hatırlatır.

Böylece modernliğin hızıyla kaybolan insan, doğanın ritmiyle yeniden buluşur.

İstanbul’un “yeni başlangıçların şehri” oluşu da tam buradan doğar:

Bir şehir, iyiliği merkezine aldığında, medeniyet yeniden filizlenir.

Artık mesele yalnızca çöpü azaltmak değil;

Kendimizi yeniden anlamlandırmaktır.

Çünkü insan, doğayı tükettiğinde kendi hikâyesini de tüketir.

Sıfır Atık Hareketi, işte bu hikâyenin yeniden yazılmasıdır:

İyiliğin diliyle, adaletin terazisiyle, doğanın vicdanıyla yazılmış bir insanlık manifestosu.

Ve belki de bütün mesele şudur:

“Bir uygarlık, doğaya iyi davrandığı gün yeniden doğar.”

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.10.2025
Tüm Yazıları

Liverpool maçında yedeğe çekilen ve Başakşehir mücadelesinde ilk 11’e yeniden dönen Leroy Sane gecenin yıldızı oldu. Alman futbolcunun yıldızını ise yol arkadaşı İlkay parlattı. Gündoğan’ın oyun zekası Sane’yi Galatasaray’a kazandırdı. İlk golün asistine imza atan İlkay, haftalardır süren Sane tartışmalarına da son noktayı koydu. Sara’nın da 2. Goldeki Sane’ye yaptığı asistti de unutmamak gerek. En önemli nokta ise oynadığı futbol ile alev alan Sane’nin bundan sonraki karşılaşmalarda da aynı performansı sürdürüyor olması. Bodo maçı bu yönden çok kritik olacak.

TAKIMIN BEYNİ

Takım oyununa gelecek olursak… Oyun beni çok tatmin etmedi. Başakşehir sol taraftan defalarca Galatasaray’ın üzerine geldi. Nuri Şahin, orta alanı kalabalık tutarak üstünlük kurmaya ve direnmeye çalıştı. Fakat İlkay gibi bir oyun aklı sahadaysa bütün planlarınız suya düşer. Nitekim de öyle oldu. Torreira’nın da bitmeyen enerjisini unutmayalım.

KARAOĞLAN İYİ NİYETLİ DEĞİL

Mücadelede çıkardığı basit sarı kartlarla maçın önüne geçmeye çalışan Atilla Karaoğlan’ın iyi niyetli bir maç yönettiğini düşünmüyor. Karaoğlan, bilinçli kartlarla Galatasaraylı futbolculara etki altına almaya çalıştı. Galatasaray’ın mücadeleyi 11 kişi tamamlaması büyük başarı.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
18.10.2025
Tüm Yazıları

İlim…

Sadece öğrenmek değildir; bazen bir milletin yeniden ayağa kalkışının adı olur.

Kâğıtla kalem arasında değil, insanın vicdanında doğar.

İlim Yayma Cemiyeti’nin 75 yıllık hikâyesi, işte bu vicdanın, bu yeniden doğuşun hikâyesidir.

1951 yılında birkaç idealist insan, bu toprakların en derin ihtiyacını fark etti: İlim, kimliğinden kopmadan öğrenilmeliydi.

“Eğitim” yalnızca teknik bilgi değil, ruh terbiyesiydi.

Bu düşünceyle yola çıkan kurucular, henüz kuruluşlarından altı gün sonra Türkiye’nin ilk imam hatip okulunu açarak bir medeniyet seferberliğini başlattılar.

Bugün o kıvılcım, 186 şube, 158 yurt ve 112 eğitim merkezinde binlerce gencin kalbinde yanıyor.

Genel Başkan Yusuf Tülün, 75. yıl basın buluşmasında bu ruhu şöyle anlattı:

“İlim Yayma Cemiyeti yalnız bir dernek değildir. O, bu toprakların mayasıyla mayalanmış, medeniyet hamlesinin adıdır.”

Bu söz, geçmişi değil; bir gelecek tasavvurunu anlatıyor. Çünkü bu topraklarda ilim hiçbir zaman kuru bir bilgi aktarımı olmamıştır. Her zaman “kendini bilmekle” başlamış, “insanı bilmekle” olgunlaşmıştır.

Yedi Nesil İlkesi: Zamanın Ötesine Taşan Sorumluluk

Bugün dünyada “Yedi Nesil İlkesi” diye bilinen bir anlayış vardır. Kızılderili bilgeliğinden gelen bu öğreti, bir karar alırken yedi nesil sonrasının etkisini düşünmeyi öğütler.

Yani bir insan, bir millet, bir kurum… Eğer attığı adımı sadece bugünü kurtarmak için atıyorsa, ilimden pay alamamıştır.

Gerçek ilim, geleceğe karşı sorumluluk duyan bilgeliktir.

İlim Yayma Cemiyeti’nin 75 yılı, tam da bu ilkenin Anadolu’daki karşılığıdır.

Kurucularının açtığı ilk okul, yalnız o dönemin çocuklarına değil; bugünün torunlarına da yön vermiştir.

O yüzden bu cemiyet, yalnız bir eğitim hareketi değil, yedi nesle yayılan bir irfan zinciridir.

Bugün onların inşa ettiği okullarda okuyan gençler, geleceğin mühendisleri, öğretmenleri, hekimleri olarak yalnız kendi hayatlarını değil, bu ülkenin ufkunu da şekillendiriyor.

Bir yurt, bir sınıf, bir gönül… Her biri bir tohum gibi atılıyor toprağa.

Ve her tohum, “kendini bilen bir insan”a dönüşüyor.

Yunus’un Sözünde Saklı Hakikat

Yunus Emre, yüzyıllar önce şöyle seslenmişti:

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir;

Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır?”

Bu dizeler, İlim Yayma Cemiyeti’nin 75 yıllık yolculuğunun en doğru özeti gibidir.

Çünkü “kendini bilmek”, sadece benliğini tanımak değil; Allah’ı, toplumu, sorumluluğunu bilmek demektir.

Bugün dijital dünyanın hızlı, yüzeysel ve gösterişli bilgisinin içinde kaybolan bir nesil, tam da bu derinliğe muhtaçtır.

Ve İlim Yayma Cemiyeti, işte bu ihtiyaca cevap veren bir “ruh mektebi”dir.

Cemiyetin geliştirdiği “Marifet Okulu” programları, gençlere sadece akademik başarı değil; erdemli yaşama bilinci kazandırıyor.

İstanbul’daki “Fatih Sahn-ı Seman Eğitim Merkezi” ve “Valide-i Atik Eğitim Merkezi” projeleri, geçmişin ilim geleneklerini bugünün dünyasına taşıyor.

Tülün’ün söylediği gibi, amaç “dünyayı doğru okuyabilen bilim insanları yetiştirmek.”

Ama bu okuma, yalnız zekâyla değil; kalple yapılan bir okumadır.

İlim ve Ahlâkın Kesiştiği Nokta

İlim, eğer adaletle birleşmezse, insana zulüm getirir.

Bunu en iyi tarihin bize bıraktığı izlerden biliriz.

Bu yüzden İlim Yayma Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Bilal Erdoğan, konuşmasında sadece geçmişi değil, vicdanı da hatırlattı:

“Bu cemiyeti kuran insanlar, milletin uçurumun kenarından alınmasına vesile olmuştur.”

Bu cümle, sadece bir teşekkür değil; bir vefa borcunun itirafıdır.

Çünkü bu millet, eğitimle dirilmiş, ilimle şahlanmış, irfanla yeniden kimliğini bulmuştur.

Bugün Türkiye, bölgesinde ve dünyada kendi kararını verebilen bir ülkeyse, bunun temelinde işte bu gönüllülerin 75 yıl önce yaktığı meşale vardır.

Bilal Erdoğan’ın Filistin konusunda söylediği şu cümle, ilmin vicdanla birleştiği noktayı gösteriyor:

“Soykırım yaptığı sabit olan taraf tazminat ödemelidir. Çünkü adalet, bir milletin onurudur.”

Bu söz, sadece politik bir açıklama değil; ilmin ahlâkla birleştiğinde nasıl bir bilince dönüştüğünün örneğidir.

Bir Nesli Değil, Bir Asrı Yetiştirmek

Bugün Türkiye Yüzyılı denilen hedef, aslında “bir nesli değil, bir asrı yetiştirme” ülküsüdür.

İlim Yayma Cemiyeti’nin 75 yıllık birikimi, bu hedefin en sağlam temellerinden biridir.

Çünkü onlar, sadece öğretmen yetiştirmediler; öğreten vicdanlar inşa ettiler.

Sadece okul binaları yapmadılar; kalplerde medeniyetin izlerini yeniden kazıdılar.

Kızılderili bilgesi demişti:

“Bir ağacı dikerken gölgesinde oturamayacağını bilsen de dik.”

İşte bu cemiyetin 75 yıllık yolculuğu da böyledir.

Her okul, her yurt, her öğrenci; o ağacın gölgesine katkı sunar.

Belki kurucuları göremedi, ama bugün milyonlarca genç o gölgeden serinliyor.

Kendini Bilen Nesiller İçin

Bugün dijital çağ, bilgiyi kolaylaştırdı ama hikmeti unutturdu.

İlim Yayma Cemiyeti ise bize hatırlatıyor:

Gerçek ilerleme, kendini bilen insanla başlar.

Yunus Emre’nin asırlar öncesinden seslenen sözü, hâlâ en çağdaş eğitim felsefesidir:

“Sen kendini bildiğin gün, insanlık da seni anlayacaktır.”

Ve belki de bu çağda en büyük görevimiz, sadece çocuklara bilgi vermek değil;

onlara “kim olduklarını”, “ne için yaşadıklarını” hatırlatmaktır.

Çünkü ilim, kendini bilenin elinde nur; bilmeyenin elinde ateştir.

İlim Yayma Cemiyeti’nin 75 yılı, sadece bir kurumun değil, bir milletin kendini bilme serüveninin yıl dönümüdür.

Ve biz, bu serüvende bir neslin değil, yedi neslin sorumluluğunu taşımaktayız.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
18.10.2025
Tüm Yazıları

Yirminci yüzyılın ortasında, insanlığın bildiği fizik dili kırıldı.
Evrenin düzenli, ölçülebilir, mutlak sandığımız kuralları yerini ihtimallerin, belirsizliklerin, görünmez bağların dünyasına bıraktı. O dünyanın adı çoğunuzun da bildiği gibi “kuantum”du...
Bugün bu kavram artık yalnızca fizik kitaplarının içinde değil; ilaç araştırmalarından enerji teknolojilerine, yapay zekâdan siber güvenliğe kadar yaşamın merkezinde yer almaya başladı.

Ve evet, bu dönüşümün içinde Türkiye de var. Sadece takip eden değil, katkı sunan bir ülke olarak…

TÜBİTAK’ın Ulusal Kuantum Teknolojileri Merkezi, ASELSAN’ın KUANTAL Laboratuvarı, Bilkent, ODTÜ ve İstanbul Teknik Üniversitesi gibi kurumlarda çalışan genç araştırmacılar, Türkiye’nin görünmeyen laboratuvarlarında yeni bir çağın tuğlalarını örüyor.
Kimi kuantum haberleşme sistemleri geliştiriyor, kimi elmas bazlı sensörlerle savunma teknolojilerine yön veriyor. Bu gençler, yalnızca bilim insanı değil; aynı zamanda dijital çağın da öncüleri benim gözümde…

2025 yılı, Birleşmiş Milletler tarafından Kuantum Bilimi ve Teknolojisi Yılı ilan edildi. Bu, sembolik bir duyuru değil, bir çağrıydı. Neye? Bilimin merkezine yeniden insanı koyma çağrısıydı. Çünkü kuantum devrimi sadece hesap gücü ya da veri hızı değildi. Bu devrim, bilgiye, güvene ve sorumluluğa dair tüm milletler için bir sınavdı.

Kuantum sistemleriyle kırılmaz şifreler geliştirebiliriz, ama kırılgan bir insan güveni üzerine inşa edilmiş bir dünya ne kadar sürdürülebilirdi ki? İşte bu noktada teknoloji, bir makine meselesi olmaktan çıkıp, bir değer meselesine dönüştü. Bu dönüşümde Türkiye’nin rolü, yalnızca üretici olmak değil; teknolojiyle anlam arasında köprü kurabilen bir ülke olmayı başarabilmektir.

Bugün İhlas Holding çatısı altında yer alan Dijital Varlıklar şirketi, Türkiye Gençlik (GençTG), XTG Spor, XTG Oyun, Feedtalkz ve IDA Espor gibi dijital markalar da aslında bu köprünün başka yüzünü temsil ediyor. Gençlere yalnızca bir ekran değil, bir ifade alanı açıyorlar. Kültürün, kimliğin ve dijital varlığın iç içe geçtiği bir çağda, gençlerin hem üreten hem de koruyan bir bilinçle yetişmesi gerekiyor.

Teknoloji, kimliği silmemeli; tersine, kimliği güçlendirmeli. Her zaman dile getirmeye çalıştığım: “Dijitalleşme, insanı unutarak değil, insanla güçlenerek büyümeli.” sözümüzün sonuna kadar arkasında olarak, çalışmalarımızı bu düsturun üzerine bina etmeye devam edeceğiz…

Kuantum çağına girerken Türkiye’nin önünde büyük bir fırsat var. Eğer bu süreci yalnızca bir teknik atılım değil, bir zihinsel devrim olarak ele alabilirsek, gençlerimiz için dünyanın yönünü değiştirebiliriz. Bu bir duygusal iddiadan çok öte, realist bir tespittir. Çünkü küçük bir laboratuvarda başlayan her proje, yarının teknoloji ekosistemine dönüşebiliyor. Bu dönüşümün adı, “yerli kuantum” değil; “yerli düşünce”dir bana göre.

Çünkü görünmeyeni anlamak, önce kendini anlamaktan geçer. Ve Türkiye, kendini anlamaya başladıkça görünmeyeni de yönetebilecek güçte kadim bir ülkedir.

Haftaya cuma, yine aynı yerden konuşalım istiyorum ama bu kez belki, görünmeyeni biraz daha görünür kılabilmek için…

Ah gençler, yarınımızı inşa edecek gençlerle, geleceğin eşiğinde buluşmayı gerçekten çok istiyorum.

Sağlıcakla kalın…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
17.10.2025
Tüm Yazıları

Ünlüler arasında yaygınlaşan ani kalp krizleri bazı soruları akıllara getirdi? Sahne ışıkları altında yorgun kalpler uyarı veriyor. Son olarak Fatih Ürek’in kalp krizi geçirmesinin ardından gece geç saatlere kadar süren provalar, uzun turneler, sahne stresi, rolün gerektirdiği gibi unsurlar kalp sağlığını tehdit eden önemli unsurlar.

Şarkıcılar için gece, gündüze göre daha aktif geçer. Oğuzhan Koç bir röportajında gece çalıştığı için gündüzü sadece uyuyarak geçirdiğini dile getirmişti. Uyku saatleri, beslenme düzeni, fiziksel hareketlilik çoğu zaman kalp sağlığına doğrudan etki ediyor.

Performans kaygısı, uzun ve geç saatlerde aşırı yorgunluk, ve yoğun tempolu yaşam, sürekli stres hormonlarını (kortizol ve adrenalin) devreye sokuyor. Bu da zamanla kalp damarlarında yıpranmaya ve ani krizlere neden olabiliyor.

Tabi ki direkt olarak “Sahne sanatçılarında kalp krizi daha yaygındır” diyemeyiz. Tıbbi kaynaklarda yoğun stres altında çalışan meslek gruplarında kalp rahatsızlıklarının daha sık görüldüğü biliniyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
17.10.2025
Tüm Yazıları

Türkiye, Türk soylu yabancıların çalışma koşullarına dair yaptığı yeni düzenlemeyle gönül coğrafyasına uzanan kadim bağlarını çağın gereklerine göre yeniden tanımlıyor.

Türkiye, sadece coğrafi sınırlarıyla tanımlanabilecek bir ülke değildir. Onun sınırları, gönül coğrafyasının haritasında çok daha geniş bir anlam taşır. Bu genişliğin merkezinde, aynı dili, aynı tarihi ve aynı kültürü paylaşan soydaş topluluklarla olan kardeşlik bağı vardır.

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Kürşad Zorlu’nun değerlendirdiği, Türk soylu yabancıların Türkiye’de meslek ve sanatlarını icra etmelerine ilişkin yönetmelik değişikliği, işte bu kardeşliğin güncel bir yansımasıdır. Görünürde bir hukuk düzenlemesi gibi duran bu değişiklik, aslında Türkiye’nin gönül coğrafyasına dönük tarihî sorumluluğunun modern bir ifadesidir.

Tarihi Sorumluluk, Güncel Adım

1981 tarihli 2527 sayılı Kanun, Türk soylu yabancıların Türkiye’de çalışma hakkını belirleyen ilk yasal zemindi. Ancak o günün koşulları, bugünün dünyasından çok farklıydı. Küresel hareketlilik arttı, Türk dünyası kendi içinde kurumsallaştı, ortak bir vizyon ortaya çıktı. Artık sekiz bağımsız Türk devleti, Türk Devletleri Teşkilatı çatısı altında buluşuyor.

Yeni yönetmelik, bu çerçevenin dışında kalan ve Türkiye’de yerleşik durumda bulunan soydaşlara bazı mesleklerde kolaylıklar tanıyarak, onları güncel hukuki çerçeveye dahil ediyor. Bu, yalnızca bir idari düzenleme değil; Türkiye’nin, tarihî bağlarını korurken adalet ilkesinden ödün vermediğini gösteren bir yaklaşımdır.

Soydaşlık, Ekonomik ve Kültürel Güçtür

Türkiye bugün, yaklaşık 358 bin Türk soylu yabancıya ev sahipliği yapıyor. Bunların 89 bini çalışma izniyle istihdama katılmış durumda. Bu tablo, hem Türkiye’nin insan kaynağına değer verdiğini hem de soydaş toplulukların ülkemizle olan bağlarını güçlendirdiğini gösteriyor.

Bu yeni düzenleme, sadece iş gücünü değil, bilgi, kültür ve değer alışverişini de kapsıyor. Çünkü bu insanlar, Türkiye’nin tarihine aşina, kültürüne yakın ve diline hâkim topluluklardır. Onların emeği, üretimi ve birikimi, ülkemiz için bir zenginliktir.

Kardeşliğin Hukuku

Kürşad Zorlu’nun sözleriyle, bu düzenleme Türk Devletleri Teşkilatı üyesi ülkelerin vatandaşlarından ziyade, Türkiye’de uzun süredir yaşayan soydaş topluluklara yöneliktir. Böylece Türkiye, kardeşlerine hukuki güvence sağlayarak onların emeğini görünür kılıyor.

Bu yaklaşım, Türkiye’nin dış politikasındaki “insan merkezli” vizyonun da bir parçasıdır. Gönül coğrafyasındaki bağlar, yalnızca kültürel etkinliklerle değil, aynı zamanda adil ve kapsayıcı bir hukuk anlayışıyla güçlenmektedir.

Birlikte Geleceğe

Bu değişikliğin ardında sessiz ama anlamlı bir irade vardır:

Türkiye, geçmişin mirasını geleceğin imkânına dönüştürmek istiyor. Türk dünyasıyla kurulan her yeni bağ, yalnızca tarihî bir yakınlaşma değil, ortak bir gelecek inşasının da temelidir.

Bu nedenle yapılan değişiklik, bir kanun maddesinin güncellenmesinden çok daha fazlasıdır. Bu, bir milletin kendi köklerine uzattığı eldir. Çünkü biliyoruz ki bir ülkenin gerçek gücü, kardeşini dışlamakta değil; onu kucaklayarak büyümektedir.

Sonuç olarak:

Türk dünyasıyla bağları güçlendiren bu düzenleme, Türkiye’nin gönül coğrafyasına karşı sorumluluğunu hukuk diliyle yeniden teyit ediyor.

Ve bu kez, kardeşlik yalnızca bir ideal değil; kanunla güvence altına alınmış bir gerçek hâline geliyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş