Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Galatasaray, lider geldiği Kadıköy’den aynı şekilde ayrıldı. Sarı-kırmızılı takım, deplasmanda eksik olmasına rağmen nasıl futbol oynanır dersi verdi. Sakin ve kontrollü oyunuyla Fenerbahçe’yi neredeyse mağlup ediyordu. Ev sahibi ekip ise mücadele boyunca vites yükseltemedi; korkak bir oyun ortaya koydu. Galatasaray’a göre yedek kulübesi daha geniş olan Tedesco, derbiyi kaybetmemenin mutluluğunu yaşadı. Son dakikalarda gelen beraberlik golünü ise Okan Hoca’nın zorunlu değişikliklerine bağlıyorum. Osimhen’in oyundan alınması, savunmadaki tehlikeli hava toplarını da etkiledi. Maç boyunca Osimhen kritik yerlerde savunma yaptı. Arda oyuna dahil olduktan sonra kafayla uzaklaştırdığı bir pozisyon vardı. Yenilen golde ise John Durán’a engel olamadı. Galatasaray, Fenerbahçe’ye göre daha iyi bir oyun ortaya koydu.
Mücadelenin hakemi Yasin Kol’un derbi performansı şaşırtmadı. Lemina’ya gösterdiği sarı kart ve Skriniar’a göstermediği kırmızı kartla derbiye damga vurdu. Özellikle ikinci yarıda gereksiz sarı kartlarla kötü bir maç yönetti. Türkiye’deki futbol ikliminin çok gerisinde bir yönetim sergiledi. Mücadele sonrası Okan Hoca’nın içini dökmesi de bunun net bir kanıtıdır. Galatasaray yönetimi, bu hakem atamasına tepki göstermemenin faturasını ağır ödedi.
...Pasifik’in Gölgesi, Atlantik’in Ateşi: Venezuela
Dünya haritası bugün sessiz.
Bu sessizlik aslında bir sahne hazırlığıdır; güçler, hareket etmeden önce birbirlerini tartar.
Ama bu sessizlik, fırtınadan önce doğanın tuttuğu o derin nefes gibi…
Rüzgâr esmiyor, gazeteler başka şeylerle oyalanıyor, piyasa kendi derdine gömülüyor.
Küresel sistemin merkezindeki aktörler, bu sessizlik anlarında planlarını hızlandırır; görünmeyen diplomasi trafiği en yoğun hâline ulaşır.
Fakat kıtanın bir köşesinde, kimsenin açıkça söylemediği bir gerçek var:
Venezuela’ya operasyon an meselesi.
Bu bir siyasi kriz değil.
Bu bir diplomatik gerilim değil.
Bu, küresel güçlerin yıllardır hazırladığı bir savaş senaryosunun ilk perdesi.
Latin Amerika’da her güç değişimi, 20. yüzyıldan bu yana küresel krizleri tetiklemiştir. Bu defa tetiklenmesi beklenen şey yalnızca bölgesel bir kırılma değil, dünya düzeninin fay hatlarının eşzamanlı kırılmasıdır.
Ve savaşın üç sebebi var.
Üçü de öyle çıplak değil;
üçü de devletlerin karanlık koridorlarında şekillenen akıl yürütmelerinden doğuyor.
Bugün Çin ile Venezuela arasında bir ilişki yok…
Bir kader ortaklığı var.
Bu ortaklık, klasik diplomatik bağların ötesinde; enerji, finans, teknoloji ve askeri hatlarda iç içe geçmiş bir stratejik bağımlılık oluşturuyor.
Ekonomik anlaşmalar,
askeri işbirlikleri,
uydu istasyonları,
petrol sahaları…
Venezuela, Çin’in Batı yarımküredeki “görünmez üssüne” dönüştü.
Bu üs, Çin’in Pasifik dışındaki en kritik jeostratejik dayanağı olarak Washington’ın kırmızı çizgisine dönüşmüş durumda.
Amerika’nın bütün stratejiyi Pasifik üzerine kurduğu bir dönemde arkasını döndüğünde gördüğü tek şey şu:
Latin Amerika’da Çin’in gölgesi büyüyor.
Bu, Pentagon’un kabul edemeyeceği bir durum.
ABD’nin Monroe Doktrini geleneği, Latin Amerika’nın hiçbir dış gücün nüfuz sahasına dönüşmesine izin vermez; Çin’in varlığı bu doktrinin en sert ihlallerinden biridir.
Çünkü Pasifik’te Çin ile çıkacak bir savaşın kaderi
arkada bırakılan bu coğrafyada belirlenecek.
Washington’ın masasında şu cümle var:
“Pasifik’te kazanmak için Latin Amerika’yı temizle.”
Bu, bir plan değil;
bir zorunluluk.
Jeopolitik teoride buna “arka cephe temizliği” denir. Büyük güçler, büyük bir savaşa hazırlanırken kendi arka bahçelerini tam hâkimiyet bölgesine çevirmek ister.
Venezuela’ya saldırı, Çin’e doğrudan bir mesajdır:
“Pasifik’te karşıma çıkacaksan,
arka bahçemde varlık gösteremezsin.”
ABD’nin Venezuela’yı hedef almasının birinci sebebi budur.
İkinci Sebep: ÇİN’İN NEFESİNİ KESME OPERASYONU
Bugünün dünyasında savaş silahla değil;
enerji akışını kontrol etmekle kazanılır.
Enerji, küresel rekabette orduların mermisi, ekonomilerin oksijenidir.
Çin dev bir üretim makinesi.
Ama petrol olmadan Çin sadece büyük bir metal yığınıdır.
Venezuela ise dünyanın en büyük petrol rezervlerinin sahibi.
Bu rezervlerin büyük bölümü artık Çin’in ekonomik kontrolü altında.
Bu, ABD açısından yalnızca ekonomik değil, askeri bir tehdittir; çünkü Çin’in savaş kapasitesi doğrudan enerji güvenliğine bağlıdır.
Bu, Amerika için kırmızı çizgidir.
Çünkü Çin’in büyümesini sağlayan iki şey vardır:
ucuz enerji,
kesintisiz ticaret akışı.
ABD Venezuela’ya saldırdığında aslında şunu hedefliyor:
→ Çin’in petrol damarını kesmek.
→ Ekonomiyi yavaşlatmak.
→ Üretimi çökertmek.
→ Pasifik savaşına Pekin’i enerjisiz sokmak.
Bu dört hedef, ABD’nin “uzatmalı savaş” stratejisinin ana kolonudur. ABD doğrudan Çin ile savaşmadan, Çin’i ekonomik olarak boğmak istiyor.
Wall Street’in kapalı odalarında konuşulan cümle budur:
“Çin’i durdurmanın en ucuz yolu, petrolü felç etmektir.”
Bu yüzden Venezuela da bir savaş alanı değil;
Çin ekonomisinin kalbine saplanacak hançer olarak görülüyor.
Tarihsel örneği de vardır: Japonya’nın 1941’de Pearl Harbor’a saldırmasının ardındaki temel neden ABD’nin petrol ambargosudur. Bugün aynı oyun Çin’e karşı uygulanıyor.
Saldırı Latin Amerika’da yapılır,
faturası Pekin’de kesilir.
Üçüncü Sebep: ABD İç Dengeleri
EPSTEIN DOSYASI PATLADI, GÜNDEMİ ANCAK SAVAŞ DEĞİŞTİRİR
Bugün Amerika'yı sessizce yakan bir başka dosya var:
Epstein.
Bu dosya, Amerikan siyasi elitinin en zayıf halkasıdır; çünkü içerdiği isimler partiler üstü bir skandal boyutundadır.
İçinde kimler olduğu artık tartışma konusu değil;
tartışılan tek şey şu:
“Bu dosya kimi bitirecek?”
Trump’ın çevresi bu dosyanın
seçimi, gücü ve devlet içindeki dengeleri
tepetaklak edeceğini biliyor.
ABD iç siyasetinde her büyük skandalın ardından gelen refleks aynıdır: dış düşman oluşturmak ve iç gündemi bastırmak.
Ve Amerikan tarihinde bir şey daha bilinir:
Savaş çıktığında dosyalar kapanır.
Gazeteler manşet değiştirir.
Siyaset hizaya girer.
Kamuoyu tartışmayı bırakır.
Başkan etrafında bir “ulusal birlik” görüntüsü oluşur.
Trump bunu biliyor.
CIA bunu biliyor.
Pentagon bunu biliyor.
Ve bu üçlü bir konuda anlaşmış durumda:
“Epstein konuşuluyorsa, savaş çıkarmak zorundasın.”
Bu tür krizlerde ABD’nin dış politika refleksi, iç politikayı gölgelemek için uluslararası gerilimi tırmandırmaktır. Vietnam, Irak ve Balkanlar bunun tarihsel örnekleridir.
Bu yüzden Venezuela’ya operasyon,
sadece dış politikanın değil,
ABD iç siyasetinin karanlık reflekslerinden doğuyor.
Savaş sadece Venezuela’da da başlamayacak.
Latin Amerika zincirleme reaksiyona en açık bölgedir; Kolombiya, Brezilya ve Bolivya’da dengeler bir anda değişebilir.
Bu operasyon gerçekleşirse:
Latin Amerika yanacak,
Çin–ABD ilişkileri kopacak,
Petrol fiyatları uçacak,
Küresel enflasyon büyüyecek,
Avrupa ikinci bir çöküş dalgası görecek,
Pasifik’te gerçek savaş saatleri hızlanacak.
Ama en önemlisi:
Dünya yeni bir Soğuk Savaş’a değil,
yeni bir Sıcak Kaos Çağı’na girecek.
Bu çağ, devletlerin yalnızca askeri gücüyle değil, enerji, veri, finans akışlarını kontrol eden merkezlerle belirlenecek bir dönemdir.
Bu çağın ilk ateşi Venezuela’da yanacak.
Ama alevi Çin’i yakacak,
dumanı Washington’a dolacak,
gürültüsü bütün gezegene yayılacak.
Ve bugün kimse bunu yüksek sesle söylemiyor ama
bir gerçek artık saklanamaz hâle geldi:
“Venezuela düştüğü gün, Pasifik’te savaşın fitili tutuşmuş demektir.”
NOT : Bu Satırları Kayıtlara Geçin…
Sizleri defalarca yazılarımla uyarmıştım;
2026, sadece takvimlerde bir tarih yaprağı olmayacak;
dünya ekonomisinin kırılma eşiği olacak.
Bu kırılma, 1929, 1973 ve 2008 krizlerinden daha geniş ölçekli bir sistem sarsıntısıdır.
2026, yalnızca bir kriz yılı değil;
küresel ekonomik düzenin çatırdayacağı eşiktir.
Doların güveni sarsılacak,
ABD tahvilleri kırılacak,
Avrupa’nın bankacılık sistemi nefesini kesecek,
Asya üretim zincirleri duracak,
enerji piyasaları çıldıracak.
Bu kriz, klasik bir borsa düşüşü değil; devlet bilançolarının çöküşü olacak.
Bugün birçok ülke, borç/GSYH oranında tarihinin en yüksek seviyelerine çıkmış durumda; en ufak sarsıntı domino etkisi doğuracak.
Kimin hazırlığı varsa ayakta kalacak.
Kimin hazırlığı yoksa, konuşmaya fırsat bile bulamayacak.
Hazır olun:
2026, ekonomik fırtınanın yılı değil; fırtınayı doğuran kırılmanın yılı olacak.
...
Gastronomide dijital siparişin önemi
Online sipariş ve teslimat uygulamaları restoranlara yeni müşteri kazancı, esneklik ve ölçeklenebilirlik gibi avantajlar sağlıyor. Özellikle küresel salgın gibi kriz dönemlerinde, dijital kanal birçok küçük işletmeye ayakta kalma imkânı tanıdı.
Ne var ki, bu “avantaj” her zaman fırsata dönüşmüyor. Çalışmalar, üçüncü taraf platformların yüksek komisyonlarının küçük ve orta ölçekli restoranların kar marjını daralttığını vurguluyor; özellikle pazarlık güçleri az olan restoranlar, bu yükle sürdürülebilir bir işletme yürütemiyor. Ayrıca, bu modelde teslimat ve hizmet kalitesi kontrolü restoranın elinden çıkıyor.
Dijital yemek siparişi platformlarının komisyon oranları sizce yüksek mi?
Bence yüksek…
Restorandan çıkan bir yemeğin hem damağa hem de emeğe dokunduğu bir çağda yaşıyoruz. Sıcak bir yemek siparişinin arkasında, görmediğimiz bir pazarlık; adeta görünmez bir “komisyon” gerçeği saklı. Bu komisyonlar, çoğu zaman restoranın emeğini gölgede bırakırken müşterinin hakkını da zedeliyor ve sektörde adaletsizliğe yol açıyor.
Şimdi, bir AVAZ yükseliyor:
“Ya adil komisyon ya toplu çıkış.”
Diğer yanda, dijital yemek siparişi platformlarının da söyleyecek sözü mutlaka vardır; ne var ki tartışmanın kazananı ya da kaybedeni değil, sonunda pahalı yemeği evine taşıyan müşteridir asıl bedeli ödeyen.
Dijital tekelcilik
Tüm Restorancılar ve Turizmciler Derneği (TÜRES) başkanı Ramazan Bingöl uzun süredir online yemek platformlarının tekelcilik anlayışıyla aldığı yüksek komisyonları zaman zaman %40’a varan oranları sektörü çöküşe sürükleyen bir yük olarak tanımlıyor.
Son günlerde bu kriz, tehdit değil eylem aşamasına geçiyor. TÜRES Başkanı Ramazan Bingöl’ün doğrudan çağrısı net:
“Ya sistemle anlaşma yapın, komisyonları düşürün; ya da 300 bin restoran bu platform sisteminden çekilir.”
Eğer bu çağrı dikkate alınmazsa, sektör zarar görebilir ve restoran kültürünün işlevselliği azalabilir. Çünkü bu bir ticari mesele değil temelinde bir “dijital tekelcilik” var, fatura hem esnafa hem müşteriye çıkıyor.
Bu çağrıya Anadolu’dan da ses var
TÜRES’in çağrısına Anadolu’dan da güçlü bir destek var. Eskişehir Gastronomi Derneği Başkanı Murat Arnik, online yemek platformlarının %40–%50’ye varan komisyonlarını “dijital tekelleşme” olarak nitelendirerek Eskişehir’de 5.250 işletmeyle toplu boykot başlatmaya hazır olduklarını açıkladı. Arnik’e göre 500 liralık bir siparişin 250 lirasından fazlası komisyon, reklam, görünürlük ve kurye bedellerine gidiyor; bu yük hem esnafı zarara sürüklüyor hem de vatandaşa yapay fiyat artışı olarak yansıyor. Komisyonlar düşerse menü fiyatlarının en az %25 gerileyeceğini vurgulayan Arnik, çözüm için yasal üst sınır talep ediyor.
Restoranda fiyat neden şişiyor?
Komisyon + KDV + görünmez maliyetler: Çoğu zaman 1.000 TL’ye satılan bir siparişin 531–616 TL’si ancak restoranın kasasına kalıyor; gerisi platformda kalıyor.
Bu yükün faturasını ise doğrudan tüketici ödüyor. Çünkü restoran, giderlerini karşılayabilmek için menü fiyatlarını yükseltmek zorunda; bu da “suni enflasyon” diyebileceğimiz bir durumu doğuruyor.
Dolayısıyla komisyon indirimi esnafın kârlılığını değil de tüketiciye ulaşan nihai fiyatların gerilemesini sağlama potansiyeli taşıyor.
Boykot: Duygusal değil, stratejik bir savunma
TÜRES’in önerdiği toplu fiyat indirimi ve platformlardan toplu çekilme tehdidi, salt öfke değil; aynı zamanda bir strateji. Bu strateji “komisyon çok yüksek” demek değil; sisteme alternatif oluşturma, adaleti yeniden kurma, fiyatlandırmada şeffaflık sağlama, esnafın karar alma gücünü yeniden tesis etme çağrısı.
Üstelik restoran sahiplerinin yansıra müşteriler de buna dahil ediliyor: “Doğrudan restorandan alın, daha ucuza yiyin.” Böylece hem fiyat baskısı azalıyor hem de esnafın varlığı görünür hale geliyor.
Ayrıca TÜRES, boykotun yanında kendi altyapısıyla, restoranların kendisine ait bir sipariş-dağıtım sistemi kurmayı da öneriyor. Bu da platformlara karşı bir savunma hamlesi.
Yapılan boykot çağrısı, adil, sürdürülebilir ve insani bir model arayışının simgesi.
Restorancı ile müşteri arasına sıkışmış “komisyon”, bugünün ve yarının da hakkını çalıyor. Eğer dijital platform işlemleri, şeffaflık, adil dağıtım ve makul komisyonlar üzerine yeniden tasarlanmazsa, bu sektör; kapanan mutfakların anonim hikâyeleriyle dolu bir külliyata dönüşebilir.
Özetle, bizler ister restoran sahibi ister müşteri ister gözlemci olalım bu çağrıya kulak vermeliyiz. Bu sofrada herkes için adalet mümkün olduğunu unutmamalıyız.
Aynı sofrada herkes için adalet
...Şu sıralar yapay zeka için ortalıkta yapay zeka balonu patlayacakmış şeklinde dedikodular dolaşır olmuş.
Evet, kabul edelim ki, yapay zeka biraz şişkin.
Ama bu şişkinlik, balon patladı patlayacak diyenlerin sanrısı değil. Daha çok ayarı kaçmış protein tozu gibi.
Güçlü, hızlı, etkileyici ama hala kaba… hala gövdede biraz su tutuyor.
Yapay zeka şirketlerine olan yatırımcı ilgisinin iştahını anlayabiliyorum keza aynı şey metaverse döneminde de yaşandı.
Bir çok yeni şirket, start up ortalığı kasıp kavurdu, inanılmaz yatırımlar alındı, paralar harcandı. Şu an yaşanan da pek farklı değil.
Bu ekosistem oluşması ve dikkat çekilmesi için iyi olsa da işin ekonomi tarafı herkesi yakından ilgilendiren bir konu haline dönüştü.
Zira düne kadar iyi fakat çok da büyük olmayan şirketler bir anda dünyanın ilk üçüne beşine girdi. Yatırımcılar daha da iştahlandı.
Zaman zaman düşüşler yaşandığında ilk akla gelen şey balon mu konusu oluyor. Yapay zeka şirketleri için harcanan yatırım bedelleri ve inanılmaz uçuk rakamlar sanırım teknoloji dünyasında hiç bu kadar dudak uçuklatıcı olmamıştı. Fakat kullanıcılardan kazanılan paralar henüz bu yatırımları destekleyecek seviyede değil. İşte tam olarak bu tablo gelecek öngörüsünün önünü kapatmaya başlayıp dedikoduya dönüştüğünde ve kitleler oralardan çıkış yapmaya başladığında kriz baş göstermiş oluyor.
Ancak ben bu ekonomi konusundan sıyrılıp konunun teknolojik tarafından bakmaya devam edeceğim.
Şimdi gelelim esas meseleye!
Bu devasa yapay zeka hype’ı tek başına yürümeyecek.
Neden?
Çünkü ne kadar büyürse büyüsün, insanı anlamada hala yarım kalıyor.
Matematik? Halletti.
Dil? Halletti.
Kod? Halletti.
Analiz? Halletti.
E peki ruh?
Vücut dili?
Ten uyumu?
Bir insanın yüzüne bakınca hissettiğin "orada bir şey var” duygusu?
Hepsi hala pas geçiliyor.
Çünkü yapay zeka beyin yaptı, ama beden yapamadı. Zekayı koyduk, duyguyu koyamadık. Mantığı oturttuk, mekanı oturtamadık.
Kısacası, dünyayı data olarak biliyor, ama yaşamıyor.
İşte bu noktada o eski arkadaş geliyor: Metaverse.
Ben de bir dönem blockchain teknolojileri özelinde çok anlattım metaverse.
“Metaverse çöktü, kimse girmiyor, VR gözlükle çay içilmiyor.” diye sonradan çok laf edildi.
Kimse sormadı; metaverse yanlış zamanda mı geldi? diye.
Çünkü belki de metaverse’in tek eksiği zeka idi.
Etrafta yürüyen plastik avatarlar, duygusuz el sıkışmalar, ruhsuz toplantılar…
Neden? Çünkü sahnenin başrolü yoktu.
Zeka yoktu.
İnsan yoktu.
Sadece boş bir 3D oda vardı.
Şimdi tablo değişiyor!Yapay zeka büyüdü, şişti, serpildi… Ama mekansız kaldı.
Metaverse ise gövdesi olan ama ruhu olmayan bir beden gibi bekliyor.
Bu ikisi birleşince ne oluyor biliyor musunuz?
Balon değil, zeplin.
Yani kendi kendine patlamayan, yönlendirilebilen, uzun menzilli bir teknolojik hava gemisi.
AI’nin en büyük eksikliği: İnsan bedeninin dili
Bir düşünün; biz insanlar konuşmaktan çok beden diliyle iletişim kuruyoruz.
Bir mimiği, bir kaş kaldırışı, bir nefes sesi… Bazen yüz kelimeye bedel.
Yapay zeka bunu henüz okuyamıyor. Duyguyu, mekansal durumu ve fiziksel titreşimi yakalamıyor.
Ama bir VR ortamında, sensörlerle, AR katmanıyla, mikro ifadeleri takip eden avatarlarla birleşirse?
O zaman zihinsel dünya + fiziksel dünya aynı sunucuda buluşur.
Bir insanın gerçek duygusunu anlamanın tek yolu; onunla aynı mekanda, aynı titreşimde, aynı jestlerde var olmak.
Bu da bir metaverse, AR, XR her neyse, adı önemli değil yeni bir katmanla mümkün olacak. Bugünkü yapay zeka insanı anlıyor gibi yapıyor, yarın gerçekten anlayacak. Şu an AI’ın yaptığı şey çok basit: Duyguyu tahmin etmek.
Bu mesaj üzgün gibi, bu ton öfkeli gibi… Yani “gibi” dünyasında yaşıyor.
Ama fizikselliği olan bir yapay zeka senin duruşunu görür, yüzündeki mikro kas hareketini algılar, sesindeki değişimi işler,
bulunduğun ortamı analiz eder, nabız ve nefes ritmini okur, AR üzerinden mikro mimikleri takip eder.
Ve o zaman… Tahmin ortadan kalkar, anlama başlar.
İşte bu birleşme, yapay zekanın bugün çok övülen ama eksik kalan zekasını tamamlar.
Bugün AI, bir insanı zihinsel olarak çözebiliyor. Yarın ise mekansal olarak da çözebilecek.
Balon tartışmaları saçma çünkü henüz gerçek teknoloji gelmedi.
Bugün “AI balonu var” diyenler var. Aynı insanlar 2021’de “Metaverse balondu” dedi.
Evet balondu — çünkü şişirilmişti.
Ama yanlış sebeplerle şişirilmişti.
Metaverse zekasızdı. Yapay zeka mekansız.
Biri ruhsuzdu. Diğeri bedensiz.
Tek başlarına evet, balon… Ama birleşince? O artık bambaşka bir şey.
Bunun adı Metaverse mi olur, XR mı olur, artık her ne olacaksa?
Önemli olan sanırım şu; yapay zeka tek başına evrimin sonu değil, ara durağıdır.
Sonrası zeka + mekan çağıdır.
Balon yok, eksik parçalar var
Bugün AI’a yüklenenler var:
“Hata yapıyor, anlamıyor, empati kuramıyor…”
E iyi de dostum, ekranın içinden ne bekliyorsun?
İnsan bile ekran açınca robotlaşıyor;
AI nasıl insan olsun?
Demem o ki: Yapay zeka balon değil. Eksik puzzle. Tamamlanması gereken şey metaverse katmanı.
Bedeni olmayan zeka, ruhu olmayan avatarlarla birleşince işte o zaman teknoloji ilk kez insana benzeyecek.
Ve o gün geldiğinde, balon değil, insanlık yükselecek.
Ve kaçan tren yerine, herkes uçan o zeplinde yer almak isteyecek.
Dünya tarihinin büyük dönüşümleri çoğu zaman sessiz adımlarla gelir. Sanayi devrimi bir fabrikanın bacasından yükselen dumanla başlamadı; elektrik devrimi bir ampulün yanmasıyla tüm kıtaları değiştirmedi. Bugün ise insanlık yeni bir kırılma anının içinden geçiyor: Yapay zekâ, küresel güç dengesini petrolün gölgesinden çıkarıp yeni bir dengeye zorluyor. Ancak bu denge öyle basit bir “teknoloji yükseliyor, petrol çöküyor” hikâyesi değil. Aksine, dünya sahnesinde kurtarıcı rolü biçilen AI yani yapayzeka ile hâlâ şantaj gücünü koruyan petrol arasındaki karmaşık bir tehdit dengesi oluşuyor. Petrol, son yüz yılın en güçlü silahıydı. Devletleri diz çöktüren ambargolar, ekonomileri altüst eden fiyat şokları, küresel ittifakları şekillendiren enerji bağımlılıkları… Tüm bu düzen petrolün jeopolitiğinden doğdu. Bugün hâlâ birçok ülke için refahın, istikrarın ve hatta rejimin ayakta kalmasının temel taşı. Ancak sahnede yeni bir aktör var: Yapay zekâ ekonomisi. Bu ekonomi, petrol gibi bir hammaddeye değil; işlemci gücüne, verilere, algoritmalara ve insan yaratıcılığına ihtiyaç duyuyor. Üstelik büyüme hızının sınırı neredeyse yok. Bir varil petrolü bir kez kullanırsınız; ama bir iyi model, sonsuz kez işlenebilir. Bu nedenle birçok ülke, AI’yi adeta “ekonomik kurtarıcı” olarak görüyor. Petrol sonrası dünyaya hazırlanmanın tek gerçekçi yolu olarak… Üretimde otomasyon, ihracatta katma değer, savunmada akıllı sistemler, finansal piyasalarda verimlilik… Yapay zekâ, ülkelerin refah üretme kapasitesini geometrik olarak artırabilecek bir güç. Dolayısıyla kamu politikaları, strateji belgeleri, yatırım eğilimleri giderek petrolün değil, AI ekosisteminin etrafında şekilleniyor.
Fakat bu tabloyu fazla romantikleştirenler ciddi bir yanılgıya düşüyor: AI’nin yükselişi, petrolü sahneden silmiyor; onu daha tehlikeli bir araç hâline getiriyor. Çünkü petrol artık sadece ekonomik bir ürün değil; yavaş yavaş stratejik bir “denge bozucu”ya dönüşüyor. AI ekonomisine geçişin ilk yılları, enerji talebinin devasa ölçekte artacağı yıllardır: Veri merkezleri, çip üretim hatları, elektrik ihtiyacı, soğutma sistemleri… Kısacası, yapay zekâ enerjiyi tüketir; enerji hâlâ petrolle desteklenir. Bu yüzden petrol üreten ülkeler, yeni dönemde eski güçlerini kaybetmek yerine, geçiş döneminin kırılganlığını leverage ederek daha sert pazarlıklara yönelebilirler.AI bir ülkeyi üretimden savunmaya kadar her alanda bağımsızlaştırabilirken, petrol krizleri aynı ülkeyi birkaç ay içinde diz çöktürebilir. İşte tam da bu noktada “kurtarıcı AI - tehdit petrol” dengesi ortaya çıkıyor. Bir taraf geleceğin geniş ufkunu, diğer taraf bugünün risklerini temsil ediyor. Ülkeler, bir yandan yapay zekâ investisyonlarıyla geleceği inşa ediyor; diğer yandan enerji güvenliğini kaybetme korkusuyla yarına ulaşamama riskini hissediyor.
Türkiye gibi stratejik konumdaki ülkeler için bu ikili denge çok daha kritik. Bir yandan genç nüfus, teknoloji yatırımları, girişimcilik ekosistemi gibi avantajlarla AI ekonomisinde büyük bir sıçrama potansiyeli var. Öte yandan enerjiye bağımlılık hâlâ yüksek ve petrolün jeopolitiği Türkiye’nin dış politikasından bütçe dengelerine kadar birçok noktayı etkiliyor. Yani Türkiye’nin geleceği, yapay zekâ ile enerji güvenliği arasında kurulacak doğru dengeye bağlı.Bugünün dünyasında asıl devlet aklı, bir şeyi anlamaktan geçiyor: Yapay zekâ refahı büyütür, petrol ise o refahın kaderini belirler. AI’yi kurtarıcı olarak görmek doğrudur; ama petrolün hâlâ bir tehdit denklemi olduğunun farkında olmak zorunludur. Çünkü dünya yeni bir yarışa hazırlanırken, eski silahlar henüz ortadan kalkmadı. Belki de 21. yüzyılın en büyük meydan okuması tam burada yatıyor: Kurtarıcıyla tehdit arasındaki dengeyi kim daha akıllı kurarsa, geleceğin lideri o olacak.
...TBMM Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu üyelerinin İmralı Adası’na giderek Abdullah Öcalan’la görüşmeleri ile Terörsüz Türkiye sürecinde önemli bir eşik daha aşıldı.
İmralı görüşmesinde verilecek mesajların Suriye tarafında oluşturacağı sonuçlar çok önemliydi.
Yapılan ilk açıklamalara göre Öcalan “Suriye meselesini çözeceğini oradakilerin sözünü dinleyeceğini” belirtti.
Ziyaretin Ankara’da ‘başarılı’ bulunduğunu ama sonuçları itibariyle ‘ihtiyatlı iyimserlikle’ karşılandığını ilk yazımda anlatmıştım. https://x.com/tgrthabertv/status/1993944294621606144?s=46&t=hL3aecfpCxbnwpdGCxuTLQ
Abdullah Öcalan’la neler konuşulduğunu Şamil Tayyar’ın X mesajı ve Gülistan Koçyiğit’in verdiği röportajdan öğrendik.
Kendi görüşmelerimden edindiğim bilgileri de eklediğimde 4 mesajın Türkiye ve süreç açısından çok dikkat çekici olduğunu görüyorum.
1- 10 Mart mutabakatına bağlılık: Abdullah Öcalan, 10 Mart mutabakatını önemsediğini
ve uygulanması gerektiğini söyledi. SDG güçlerinin Suriye ordusuna entegre edilmesini istedi.
2- Silah bırakma: Silah bırakmanın SDG-YPG dahil tüm unsurları kapsadığını açıkladı. Öcalan, örgütün silah bırakmasının geriye dönüşünün olmadığı ve bu konuda kararlı olduklarının altını çizdi.
3- İsrail’le çalışmayın: İsrail’in Ortadoğu’daki hedeflerine ulaşmak için Kürtleri kullanmaya, Kürt gücüne yaslanmaya yönelik bir hesabının olduğuna dikkat çekiyor Öcalan.
Kürtler üzerine tarihte her zaman hesap yapan güçlerin olduğunu hatırlatıyor ve SDG’ye ‘İsrail’le iş yapmayın’ uyarısını tekrarlıyor.
4- Türkiye’nin üniter yapısı: Abdullah Öcalan ayrıca, Türkiye’nin üniter yapısı ile ilgili sorununun olmadığını, devletin bölünmesini istemediğini kayda geçiriyor. Suriye’de de özerk yapı veya federasyon anlamına gelecek yapılanmaya karşı olduğuna yönelik değerlendirmeler yapıyor.
Bu mesajlarla Kürtlere yeni istikamet çizen Öcalan’ın, “PKK’yı ikna etmek YPG’den daha zordu” dediği biliniyor.
Milletvekillerinin adaya giderek Öcalan’la görüşmeleri süreci hızlandıracak. Bu kapsamda başka isimlerle yeni görüşmeler olabilir. SDG yöneticileriyle görüntülü temaslar gerçekleştirilebilir.
İmralı’dan bugüne kadar verilen mesajlara baktığımda Kürtler için tek yol, silah bırakmak ve bulundukları Suriye ve Türkiye’ye entegre olmaktan geçiyor. Öcalan, 27 Şubat mesajında bunu vurguluyordu şimdi daha da açık söylüyor.
Silahı bırakın, tehdit olmaktan çıkın ve siyasi sisteme dahil olun diyor.
Terörsüz Türkiye sürecinde devlet şu ana kadar üstüne düşeni yaptı. Neyi yaptı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Lideri Devlet Bahçeli, ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini başlattı. Cesaretlendirici çıkışlar yapıldı. İmralı’yla örgüt arasında temas kuruldu. TBMM’de ilk defa bu konuya özel komisyon kuruldu ve nihayetinde milletvekilleri İmralı’ya ziyarete gitti.
Örgüt ne yaptı? Abdullah Öcalan sürece açık destek verdi. 27 Şubat açıklamasını yaptı. Silahlı mücadelenin anlamını yitirdiğini inkar politikasının sona erdiğini söyledi. PKK kendini feshettiğini ve silah bıraktığını açıkladı. Türkiye’den çekildiğini duyurdu ve bazı bölgeleri mağaraları boşalttı.
Şimdi işin en kritik yanı örgüt tüm bileşenleriyle silah bırakacak mı ve bu entegrasyonu gerçekleştirecek mi?
Suriye’de gerçek adımlar atılması gerekiyor. Silahların bir göstermelik törenle değil fiilen olarak teslim edildiğine kamuoyunun ikna olması şart.
SDG’nin Suriye’de orduya entegre olması ve Türkiye için tehdit olmaktan çıktığını göstermesi olmazsa olmaz.
Bu olumlu adımlar gelirse Türkiye içinde hem kamuoyu desteği artar hem de yasal düzenlemeleri yapmak kolaylaşır.
Tüm bunların sonunda SDG Suriye’de silahlı paralel bir yapı olmamalıdır.
Devletin silahını taşıyan ama örgüt emir komutasında faaliyetini sürdüren bir yapı Türkiye ve Suriye için tehdit olmaya devam eder.
10 Mart 2025 Pazartesi günü, Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi arasında gerçekleştirilen toplantı temelinde aşağıdaki maddeler üzerinde anlaşmaya varılmıştır:
1- Tüm Suriyelilerin siyasi süreçte temsil edilme ve devlet kurumlarına katılım hakkı, dini ve etnik kökenlerinden bağımsız olarak liyakat esasına göre güvence altına alınacaktır.
2- Kürt toplumu, Suriye devletinin asli bir unsuru olarak kabul edilecek ve vatandaşlık hakları ile anayasal hakları güvence altına alınacaktır.
3- Suriye topraklarının tamamında ateşkes sağlanacaktır.
4- Kuzeydoğu Suriye’deki (Rojava) tüm sivil ve askeri kurumlar, Suriye devleti yönetimi çerçevesinde entegre edilecek; sınır kapıları, havaalanları ve petrol ile gaz sahaları devlet kontrolüne alınacaktır.
5- Tüm Suriyeli mültecilerin kendi şehir ve köylerine geri dönüşü güvence altına alınacak ve korunmaları Suriye devleti tarafından sağlanacaktır.
6- Suriye devleti, Esed rejiminin kalıntılarıyla ve ülkenin güvenliği ile birliğini tehdit eden unsurlarla mücadelede desteklenecektir.
7- Bölünmeye yönelik çağrılar, nefret söylemi ve toplumdaki ayrışmayı körükleyen girişimler reddedilecektir.
8- Uygulama komisyonları, anlaşmanın yıl sonuna kadar tamamen hayata geçirilmesi için çalışmalar yürütecektir.”
...Bazı isimler vardır; çağlarını aşar, yaşadıkları döneme ve yüz yıl sonrasının dünya düzenine de mesaj bırakırlar. İsmail Gaspıralı işte o isimlerden biridir. Onun “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” ilkesi çoğu zaman bir kültürel ideal gibi okunur; oysa bu söz, bugün Avrasya’nın tam merkezinde yer alan Türkiye’nin stratejik vizyonuna dair güçlü bir hatırlatmadır.
Gaspıralı için dil, kelimelerden ibaret bir iletişim aracı değildi. Dil; hafızayı taşıyan, halkları birbirine bağlayan, toplumsal bilinci şekillendiren, ekonomik ve siyasi ortaklıkların altyapısını kuran bir stratejik güçtü. Bu yüzden onun ömrünü verdiği sade Türkçe, ortak edebiyat ve birlik fikri, yalnızca kültürel bir arayış değil, büyük bir siyasal tasarımdı.
Bugün Türkiye’nin Avrasya hattında yürüttüğü kültür, eğitim, ekonomi ve güvenlik politikalarını düşündüğümüzde, Gaspıralı’nın mirasının ne kadar hayati olduğu daha iyi anlaşılır.
21. yüzyıl rekabeti, artık toprak işgal ederek değil, toplumların hafızasını şekillendirerek yapılmaktadır. Küçük görünen her kelime, bugün büyük jeopolitik sonuçlar doğurabilecek kadar değerlidir. Çünkü kim kendi dilini yayarsa, aslında kendi düşünce sistemini, kültürünü ve değerlerini de yayar.
Çin’in Konfüçyus Enstitüleri,
ABD’nin akademik ağları, İngiltere’nin British Council’i… Hepsi dil üzerinden küresel nüfuz inşa ediyor.
Türkiye de bu yeni çağın farkında. TRT Avaz, TRT Türk, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif okulları, Türk Devletleri Teşkilatı’nın kültür projeleri ve dijital platformlardaki Türk içeriklerinin yükselişi, Gaspıralı’nın 19. yüzyılda attığı fikrî tohumun 21. yüzyıldaki meyveleridir.
Türk dünyasında bugün Türkçe öğrenen her genç, aslında Türkiye’nin kültürel çevresini genişletiyor; ekonomik ve diplomatik bağları güçlendiriyor. Bu, sessiz ama etkili bir güçtür.
Gaspıralı’nın “Tercüman” gazetesi, Türk dünyasında düşünce birliğini ve zihinsel uyanışı başlatan bir köprüydü. O gazeteyi okuyan her aile, aslında geniş bir coğrafyanın ortak kültürüne bağlanıyordu.
Bugün bu miras başka araçlarla devam ediyor:
Ortak dijital kütüphaneler
Ortak alfabe tartışmaları
Türk devletleri arasında medya içerik ortaklıkları
Sosyal medyada yükselen Türkçe üretim ağları
Diziler ve filmler üzerinden kurulan kültürel bağlantılar
Yani Gaspıralı’nın 19. yüzyılın sonunda kurduğu fikir altyapısı, bugün dijital çağın imkânlarıyla büyüyor. Bu büyümenin merkezinde ise Türkiye duruyor.
Türkiye son yıllarda Türk Devletleri Teşkilatı içinde belirleyici bir konum aldı. Ekonomik iş birlikleri, savunma sanayii projeleri, enerji koridorları ve ticaret anlaşmaları… Tüm bu stratejik alanların derinleşmesini sağlayan en güçlü unsur, ortak dil ve kültür zemininin genişlemesidir.
Bu coğrafya, Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Orta Asya’dan Sibirya’ya uzanan bir Avrasya hattıdır. Bu hattın ortak aklı, ortak dili ve ortak hafızası ne kadar güçlenirse Türkiye’nin stratejik rolü de o kadar merkezî hâle gelir.
Gaspıralı’nın sezgisi de tam olarak buydu:
Dil birliği, Avrasya’nın siyasi ve ekonomik bütünlüğünü mümkün kılacak en güçlü bağdır.
Bugün enerji hatları birleşirken, ticaret yolları açılırken, üniversiteler arasında ortak projeler yapılırken aslında dil üzerinden başlayan bir yakınlaşma kendini dışa vuruyor.
İsmail Gaspıralı’nın doğduğu yer olan Kırım, tarih boyunca Türk dünyasının kalbinde bir kavşaktı. O kavşaktan yükselen fikir, İstanbul’da karşılığını buldu, Ankara’da devlet aklına dönüştü, bugün ise Türk dünyasının dört bir yanında ortak bir vizyonun zeminini hazırlıyor.
Türkiye için Gaspıralı’nın mirası sadece kültürel değil; jeopolitik önemi olan bir hafıza koridorudur:
Rusya’nın Avrasya politikalarını dengelemek,
Çin’in nüfuz alanına karşı kültürel bir merkez oluşturmak,
Avrupa ile Asya arasında kültürel ve ekonomik geçişi yönetmek,
Türk dünyasında ortak hareket etme kapasitesini artırmak…
Bunların her biri, dil üzerinden başlayan bir stratejik bütünlüğün sonuçlarıdır.
Bugün Türkiye, yükselen bir bölgesel aktör olmanın ötesinde; yeni bir Avrasya düzeninin şekillendiği noktada kültürel, siyasi ve ekonomik bir merkez olma yolunda ilerliyor.
Bu yolda en güçlü sermayesi ne petroldür ne doğal gaz ne de askeri kuvvettir.
Türkiye’nin en güçlü sermayesi, ortak Türkçedir.
Bugün Türkiye, bu sermayeyi hem kendi sınırlarında hem de tüm Türk dünyasında gerçekleştirebilecek imkânlara sahiptir.
Türkçe dil birliği, stratejik bir güçtür.
Ve bu gücün merkezinde Türkiye vardır.
...Geçtiğimiz hafta, Kocaeli Bilişim Fuarı’nın o dinamik ve sıcak atmosferini solumak ve alandan gelen gençlerle, sektörün nabzını tutan meslektaşlarla bir araya gelmek, inanın bana, dijital dünyanın gümbürtüsü içinde nefes almak, soluk vermek gibi iyi geldi. Bu güzel fırsatı bana sunan Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ne ve emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür etmek isterim.
Biliyorsunuz, ben uzun zamandır bu köşede dijitalin, teknolojinin ve elbette yapay zekanın hayatımıza nasıl sızdığını, medyayı nasıl yeniden tanımladığını yazıp duruyorum. Fuarda da sahnede, elimizdeki o büyük soruyu yani, "Yapay Zekâ ve Medya"yı konuşurken buldum kendimi. Salonun gözlerinde hem heyecan hem de o meşhur "Şimdi ne olacak?" sorusunun gölgesi vardı. İşte bu anda, sadece bir panel konuşmacısı olmaktan çıkıp, o salondaki herkesle birlikte düşünme fırsatı bulduğum anlar oldu.
İnsanlar genellikle, "Yapay zekâ işimizi elimizden alacak mı?", "Haberleri artık robotlar mı yazacak?" gibi somut endişeler taşıyor ki bu korkularında da haklılar. Zira bu teknik bir gerçekliktir. Çünkü yapay zekâ, içerik üretimini inanılmaz bir hıza taşıdı. Eskiden günlerce süren bir metin ya da görsel işi, şimdi saniyeler içinde halledilebiliyor. Evet, veriyi çoğaltmak artık bir tık bir komut kadar kolay.
Fakat size fuarda da altını çizdiğim o can alıcı soruyu sormak istiyorum!
Peki ya anlam ne olacak?
Kıymetli okuyucu, biliyorsunuz yapay zekâ, elinizin altındaki devasa veri okyanusundan yepyeni bir dünya kurabiliyor. Bu dünya, bizim zevklerimize, ilgi alanlarımıza göre de kusursuzca şekillenebiliyor. Sabah sosyal medyayı açtığınızda gördüğünüz haber akışı, bir başkasınınkinden bile bambaşka bir akışta ilerliyor. Yani söz konusu bu algoritmalar bize, ne duymak istediğimizi ya da neye inanmaya meyilli olduğumuzu sezdiriyor.
İşte tam bu noktada, o büyük tehlike kapımızın önünde hazır kıta beliriyor. Yapay zekâ, bizi kendi oluşturduğumuz "kişiye özel gerçeklik" yapaylığının içine hapsediyor. Eğer bizi hep aynı fikirlerle beslerse, emin olun bir süre sonra farklı sesleri duymayı bırakır, istemeyiz. Fırsat dediğimiz bu hal, bir anda büyük bir manipülasyon riskine dönüşüyor. Medyanın görevi ise sadece bilgilendirmek değil, aynı zamanda farklı düşünce kanallarını açmak olmalı. Kimse unutmasın ki yapay zekâ bir araçtır. Tıpkı bir kalem gibi. Elinizdeki bu kalemle harika lirik bir şiir de yazabilirsiniz, karalayıcı bir propaganda metni de. Demek ki bizlere düşen, o kalemi tutan elin akıl ve bilgelikle hareket etmesini sağlamaktır.
Hız önemlidir, ama bilgelik ve alanında uzmanlık çok daha önemli bir konudur. Daha hızlı kod yazmaktan çok, o kodların insanlık için ne anlam ifade ettiğini anlamaya ihtiyacımız var. Kocaeli’nin bilişim ve teknolojideki atılımları çok değerli. Ama ben eminim ki, bu şehrin asıl gücü, sanayiden teknolojiye uzanan bu yolda, sadece makinelerin aklını değil, aynı zamanda insanın kalbini de bu denkleme katmaya çalışmasıdır.
Geleceğin en büyük gücü, makinelerin hızıyla değil, iyi ile kötüyü, hayır ile şerri ayırabilme yeteneğimizde olacaktır. Ve bu yetenek ne bir algoritmada ne de bir çipte var olabilir. O, sadece ve sadece insanın yüreğinde bulunur. Akıllı teknolojileri yönetecek olanlar, kuşkusuz yine akil insanlar olacaktır. Bizim de gayemiz, bu dijital çağda anlamı çoğaltmak, insanı merkeze koymaktır. Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız işte budur. Özellikle İhlas Holding, Dijital Varlıkları’nda ikame etmeye çalıştığımız şey de tam olarak budur.
Dijitalin önümüzdeki 20 yıl içinde sesinin, gürültüsünün çıkacağı muhakkak. Mühim olan bu gürültünün içinde kaybolmamak, kendi sesimizi ve kendi bilgeliğimizi korumaktır.
Haftaya tekrar görüşmek üzere...
Hoşça kalın, sevgiyle ve muhabbetle kalın.
Akın Akınözü ve Özcan Deniz yapay zeka dizisinde yer aldı. Akın Akınözü ve Özcan Deniz, ses ve görüntüsünün kullanılmasına izin verdikleri için tepki çekti. Kısa bölümleri olan deneysel dizi tartışmalara da sebep oldu. Artık yapay zeka oyunculuğu da mı etkileyecek? “Yapay zekâ oyunculuğu gerçek oyuncuları işinden eder mi?” sorusunu akıllara getirdi.
Yapay zekanın birçok mesleği tehdit ettiği tartışılırken, yapay zekayla üretilen oyunculuk ise gerçek oyuncuları da tedirgin etti. Dijital dünya sayısız kez kopyalanabilir, yorulmaz bir varlık. Bir kere haklar devredildikten sonra ise sayısız kez yüz, ses ve farklı farklı projelerde kullanılabilir.
Yapay zeka oyunculuğun gerçek duygusunu izleyicisine geçiremez ve bu sebeple oyunculuk mesleği belki de hep devam edecek. İnsan yüzünün ve özellikle duygusunun yerini hiçbir algoritma tamamen tutamaz. Ama mesleğin değişeceğini de kabul etmek gerekir. Belki oyuncular bir gün sadece sahnede değil, veri merkezlerinde de rol yapacak. Oyuncuların artık sözleşmelerinde dijital sınırlar olacak.
Duygu üretemeyen yapay zeka bence oyunculuğu tehdit etmiyor ama oyunculuğu dönüştürüyor. Duyguyu sadece insan verebildiği için tamamen yok olmaz ancak yapay zekanın sınırsızlığı ve düşük maliyeti kesinlikle farklı noktalarda tercih edilecektir.
...Hafta başından bu yana tüm Türkiye’nin gözü milletvekillerinin İmralı’da Abdullah Öcalan’la yapacağı görüşmeye çevrilmişti.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Yayman, MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız ve DEM Parti Grup Başkan Vekili Gülistan Kılıç Koçyiğit pazartesi sabahı erken saatlerde adaya gitti.
Görüşme yapılacak salon önceden hazırlanmıştı içeri girdiklerinde Öcalan milletvekillerini bekliyordu.
Devlet (MİT) görevlilerinin katılmadığı görüşme teknolojik imkanlarla kayıt altına alındı ama fotoğraf çektirilmedi.
Milletvekilleri kamuoyunun gündemindeki tüm soruları sordu. En çok merak edilen ‘silah bırakma çağrısının Suriye’deki SDG’yi kapsayıp kapsamadığı’ konusuydu.
İmralı tutanaklarının yayınlanması beklenmiyor ama ilgili bazı isimlerle konuştum.
“Bu bir devlet görevi”
Ziyaret sonrası Hüseyin Yayman ile de görüştüm. Neden ‘gittim gitmedim’ gibi bir polemik oldu diye sordum. Kendisi aynen şöyle söyledi:
“Tarihi sorumluluğumun farkındayım. Bu bir devlet görevi. Görüşmenin içeriğine dair hiç bir açıklama yapmam söz konusu olamaz. Cumhurbaşkanımızın talimatıyla olması benim için önemli. AK Parti adına benim seçilmem çok kıymetli. Ben bu konuya çalışmış, önemi bilen bir insanım. Asla kimseye bilgi veremem” dedi.
İmralı görüşmesinden çıkacak her tür bilgi çok önemliydi ama tam bir karartma uygulandı.
Farklı bakış açıları da vardı. Bu görüşmelerden edindiğim bilgiye dayalı izlenimler şöyle:
Erdoğan-Bahçeli-Kurtulmuş bilgilendirildi
1-Adadan dönen heyet üç kişi kendi partilerinde dar bir yönetim kadrosuna bilgi verdi. Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, MHP Lideri Devlet Bahçeli ve Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’a da bilgi verildi...DEM kendi içinde değerlendirmelerini yaptı.
2- Bu bilgilendirmeler sonrası konuşmama ve kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmaması kararı alındı.
3- Benim edindiğim bilgiye göre Erdoğan ve Bahçeli’ye yapılan bilgilendirme sonrasında ‘İmralı ziyareti başarılı olmuştur’ yorumu yapıldı.
4- Abdullah Öcalan, Suriye’deki SDG’nin Şam yönetimine entegrasyonu konusunda inisiyatif alabileceğini bunu gerçekleştirebileceğini söyledi.
5- Bunu yapabilmesi için görüşme trafiğinin artırılması talebinde bulundu. (Eğer gerekli görülürse, ihtiyaç halinde bir görüşme daha olabilir izlenimini edindim.)
6- Öcalan “devreye girerim entegrasyonu sağlarım” dese de Ankara ‘ihtiyatlı bir iyimserlik’ içinde. Çünkü verilen sözler sahada uygulanacak mı Ankara bunu görmek istiyor.
7- Ziyaret hakkında ‘İmralı’ya gidilmesi ‘Türkiye açısından bu sorunun çözümünde iyi niyet göstergesidir’ yorumları yapılıyor.
8- Bundan sonra YPG’nin tutumuna ve bölgedeki gelişmelere bakılacak.
Gelişmeler tatmin edici bulunursa atılacak adımlar komisyonun hazırlayacağı raporda ortaya çıkacak. Biliyorsunuz yasal düzenlemeler söz konusu.
Gizlilik neden önemli
9- Ankara’da daha önceki açılım süreçlerinin neden başarısız olduğuna dikkat çekiliyor ve gizlilik kararının da bu nedenle alındığı belirtiliyor. Bu görüşmelerin sürecin zarar görmemesi ve geçmişten alınan dersler nedeniyle kesinlikle sızdırılmaması kararı alınmış.
Daha önce süreç neden bozulmuştu.
Oslo tutanaklarının sızması burada FETÖ’nün rolü ve DEM’in maksimalist çıkışları etkili olmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, unutmayalım ki geçtiğimiz günlerde FETÖ’nün Cumhur ittifakını bozmaya yönelik girişimleri sürdürdüğünü ifade etmişti.
DEM’in stres yüklü talepleri
Ancak bu süreçte halen DEM’in talepleri ve yaptıkları çıkışlar anlamında bir takım çekinceler var. DEM’in mahremiyete dikkat etmesi gerektiği söyleniyor.
Ama dün Adalet Bakanlığı önüne giderek İmralı’ya gitmek üzere talepte bulundular. Pek gizlilik kararına uyacaklar gibi durmuyor.
“CHP, DEM’le arasına duvar ördü”
Yaptığım görüşmelerde CHP’nin İmralı’ya gitmeyişi önemli başlıklardandı. Farklı bakış açıları da vardı. Siyaseten yorumları da sordum.
Bana çok net bir şekilde, “DEM ile CHP’nin arasına resmen bir duvar örülmüştür, tüm köprüler atıldı” denildi.
Ben bu yorumdan İmralı’nın CHP’nin heyette olma-masından dolayı toplumsal uzlaşı anlamında rahatsızlık duyduğunu çıkarımı yapıyorum. Neticede tüm taraflar CHP’nin heyette olmasını istiyordu ama olmadı.
Ancak seçimlere de uzun bir süre var. Siyasette bir saatte bir her şey değişebilir. DEM’in tutumunu da sonuçta İmralı belirleyecektir.
“İmralı’ya giden heyet komisyona bilgi versin”
AK Parti Terörsüz Türkiye Komisyonu üyeleri dün kendi aralarında toplandı. Komisyon üyeleri “İmralı görüşmesi hakkında üyelere bilgi verilmesini ancak bunun kapalı bir toplantıda yapılmasını” talep edip önerdiğini öğrendim.
Tüm partilerde komisyonun hazırlayacağı rapor üzerinde çalışmalar başlatıldı.Her parti kendi önerilerini raporlaştırıp Meclis Başkamı Numan Kurtulmuş’a sunacak.
Süreç adım adım ilerliyor
Her fırsatta “İmralı’ya gidilsin. Bu işi Öcalan çözer” diyen DEM ve Kandil sözcülerinin bu isteği gerçekleşti. Zor, riskli ama önemli bir adım daha kazasız belasız atılmış oldu.
Yasaların çıkarılması ve düzenlemelerin hayata geçirilmesi sahadaki özellikle Suriye’deki uygulamalara bağlı.




