Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Ekrem İmamoğlu suç örgütü iddianamesi çıktığından beri en çok merak edilen soru ‘Paralar nerede’ oldu…
Operasyonlar ilk başladığı dönemde 560 milyar TL’den söz ediliyordu. İddianamede ise 160 milyar TL’lik kamu zararından bahsediliyor. Anlaşılan o ki belediye iştirakleri ile ilgili hazırlanan dört ayrı iddianamedeki kamu zararı ya da alınan rüşvetler tabloyu ortaya çıkaracak. Yani 560 milyar TL kimlerin cebine gitti anlayacağız.
Bu tutarın ne kadar büyük olduğunu ve neler yapılabileceğini düşünürken bütçe rakamlarına göz attım.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, 2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi üzerine konuşurken verdiği rakamlar dikkat çekiciydi.
AK Parti hükümetleri döneminde sosyal yardımlar kat kat arttı. Hem sosyal yardım çeşidi hem de ayrılan kaynak miktarı yükseldi. CHP’li belediyelerin en büyük propaganda malzemesi sosyal yardımlardı. Kent Lokantaları, kreşler, et-süt, eğitim ve sağlık destekleriyle iktidara rakip olmaya çalışıyorlardı. Hatta ‘vatandaşa hizmet ettiği için suçlanıyor’ savunmasını bile duyduk.
Devletin 2026 yılında 86 milyon için yapacağı sosyal destekler bütçede şöyle:
Sağlık primi ödemeleri: 157 milyar TL
65 yaş üstü ve bakıma muhtaç engelliler: 106 milyar TL
Sosyal konut finansmanı: 100 milyar TL
Engelli evde bakım: 90 milyar TL
Engelli eğitim desteği: 56 milyar TL
Doğum yardımı: 44 milyar TL
Ekonomik desteğe ihtiyaç duyan çocuklar: 23 milyar TL
Engelli eğitim taşıma giderleri: 11 milyar TL
Koruyucu aile uygulaması: 3 milyar TL
Yani 160 milyar ‘iç edilmeseydi’ İBB tek başına sadece İstanbul’un da değil tüm Türkiye’nin;
157 milyarlık sağlık harcamasını karşılayabilir, 100 milyarlık sosyal konut inşa edebilir, tüm ülkedeki engellilere bir yıl boyunca ücretsiz bakabilirdi.
Bu kaynak tarıma aktarılsa bir yıllık tüm tarımsal destek miktarı olan 168 milyar TL yaklaşık olarak karşılanabilirdi.
Vatandaş geçim derdinde. İktidar da bu durumu düzeltmek için elinden geleni yapıyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hedefe oturtulsa da tedbirleri kararlı bir şekilde uyguluyor.
Muhalefet iktidarı sürekli vatandaşa kaynak ayırmamakla suçluyor. Ancak bir bakıyoruz ki vatandaşa gidebilecek paralar birilerinin cebine gitmiş.
Vatandaşa kent lokantası, kreş, et-süt desteği hikayeleri anlatılırken milyarlar ortadan kaybolmuş. İddianameye bakınca bu kaynak halka aktarılmak yerine lüks villalara, teknelere, CHP’nin ele geçirilmesine ve “Dolce Vita” hayata harcanmış…
Aylarca “iki forvetimiz var ben teknik direktörüm penaltı atmam” diyen CHP Genel Başkanı Özgür Özel, sonunda ağzındaki baklayı çıkardı. Sultanbeyli mitinginde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “Ben bundan sonra siyasi mücadeleyi seninle sandıkta yapmaya varım. Önümüzdeki baharda da karda kışta da varım. Aday olursan seninle yarışmaya varım” dedi.
Özel’in bu konuşması parti tabanında “Adaylık ilanı” olarak değerlendirildi.
Artık TGRT Haber Medya Kritik programında defalarca söylediğim gibi CHP’nin tek bir Cumhurbaşkanı adayı var o da Özgür Özel’dir.
Ne var ki Özel’in adaylık çıkışı medyada haber olarak yer bulsa da parti tabanı ve kamuoyunda bir heyecan dalgası oluşturmadı.
Ekrem İmamoğlu için ‘Cumhurbaşkanı adayımız’ deseler de artık aday olamayacağını CHP içinde herkes görüyor. Böyle olmasına rağmen İmamoğlu’ndan vazgeçilemiyor ve Özgür Özel tek başına ilerleme yolunu seçmiyor. Sebebi çok açık değil mi?
Özgür Özel tek başına bir politik kimlik inşa edemiyor çünkü bunu yapmak zor. Ekrem İmamoğlu’nun ismini kullanarak politik bir figüre dönüşmek çok daha kolay.
Tek başına ortaya çıksa yüzde 3 alırken Ekrem İmamoğlu’nun adını anarak yapınca desteği yüzde 30 oluyor.
O yüzden Ekrem İmamoğlu’ndan asla ayrışmıyor. Kendisine getirisi olduğunu gördüğü için ölümüne İmamoğlu’nu savunmaya devam ediyor çünkü ayrışması mümkün değil.
İmamoğlu’nun aday olamayacağı ortadayken ikinci forvet olarak tanımlanan Mansur Yavaş ise kadro dışı.
Mevcut CHP yönetiminin Özgür Özel dışında bir ismi aday yapmayacağını Mansur Yavaş da biliyor.
Peki CHP’nin belediye başkanı olan Mansur Yavaş tek başına aday olup Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP Genel Başkanı’nın rakibine dönüşür mü?
2023 seçimlerinde kendisine teklif edilmesine rağmen kabul edip aday olmamıştı. Gelecek seçimlerde bu riske girer mi bence zor. Ama o günkü şartlar ne gösterir bakmak lazım.
Özgür Özel, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı şansı olmadığının farkında. Onların istediği ise Deniz Baykal modeli. CHP’yi yönetmek belediye başkanlarını, milletvekillerini belirlemek.
Yani küçük olsun benim olsun anlayışı.
Peki ay sonundaki kurultayda neler olacak? 29-30 Kasım’daki CHP Kurultayında Özgür Özel’in kendi ekibini parti yönetimine taşıdığını göreceğiz. İddianamelerde adı geçen isimler yönetimden uzaklaştırılacak ya da Cumhurbaşkanlığı ofisine kaydırılacak.
Aslında Özel’in önündü müthiş bir fırsat var. Hem İmamoğlu’nun boyunduruğundan kurtulabilir, partisini yolsuzlukları savunan bir noktadan uzaklaştırabilir hem de kadrolarda muhalif isimlere yer vererek parti içi barışı sağlayabilir. Ama parti tabanında böyle bir umut görülmüyor.
60 kişilik Parti Meclisi’nin 80 kişiye çıkarılması gündemde. Bu PM’de etkin olma çabasının bir yansıması aynı zamanda.
Özel’e yakın isimler PM üyeliği için il ziyaretlerine ve delegelerle temasa başladı bile.
Partide ‘PM, MYK ve Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi ayrı olsun’ tezi ön planda. Yani herkes için bir koltuk makam üretilecek.
Bunun hazırlıkları başladı bile. İmamoğlu’na yakın isimlerin Aday Ofisine kaydırılabileceği konuşuluyor.
CHP’de gerçek Özgür Özel dönemi 30 Kasım’dan sonra başlayacak.
20 şehidimiz için bazı diziler yeni bölümlerini yayınlamama kararı aldı. Yaşanan acı mı bu alınan kararın sebebi yoksa gelmeyen reklam gelirleri mi? Aslında izleyici bu gerçekle Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen depremle yüzleşti. Bugün itibariyle diziler normal akışlarına geri döndü. Oysa 20 şehidimiz bugün defnedildi. Herhangi bir değişiklik olmazsa dizilerin yeni bölümleri bugün yayınlanacak.
Aslında kabul etmemiz gerekli. Dizi sektörü de kendi finansal gerçekliğiyle ayakta duruyor. Bu gerçeği bilerek izlemek, oyunun kurallarını anlamamızı sağlar. Bir dizinin yayınlanıp yayınlanmayacağını belirleyen unsur, verdiği mesaj, değerler, iyi senaryo değil; sadece ekonomik tablodur. Yani o bölüm için reklam veren yoksa dizi o gün yayınlanmaz.
Televizyon yayıncılığı geniş bir yapıya sahip. Yani sadece ekranda olan isimlerden ibaret değil. Reytingler, reklam bütçeleri, sezonda içindeki değişiklik bu yapının parçaları. Dolayısıyla bir dizinin yayınlanıp yayınlanmaması tek bir nedene indirgenemeyebiliyor.
Deprem zamanında hem duygusal hem de maddi faktörler devreye girdi. Dizilerin yayınlanmamasını sadece tek bir faktöre indirgemek doğru olmaz. Bu da bana yayıncılık dünyasının tek boyutlu değil, aksine birçok dengeden oluşan karmaşık bir yapı olduğunu gösterdi.
...Yüzyılın sorunu başladı: Kimsenin kendine ait bir hikayesi kalmadı.
Modern dünyanın en büyük salgını sandığımız virüsler değil; sessiz, görünmez ama her yere sızan çalma hastalığı. Zihinlerin kopyalandığı, yüzlerin çalındığı, kimliklerin birebir taklit edildiği bir çağın içindeyiz artık. Üstelik bu çağın mimarları, tehlikeyi sıradan bir akış gibi normalleştiren ekranlar: diziler, filmler, sosyal medya ve dev bir taklitler evreni.
Aslında her şey yıllar önce televizyonlarla başladı. Senaryoların kopyalanmasıyla, başkasının dramını kendininmiş gibi anlatan yapımların çoğalmasıyla… Hikaye kalmadı… Metafordan uzak, tuzaklarla dolu bir içerik ekonomisi oluşturuldu. İzleyiciye sunulan şey üreticilik değil, sadece paketlenmiş bir taklit kültürüydü.
Sonra sosyal medya devreye girdi. Burası artık fikirlerin, sözlerin, emek verilmiş cümlelerin bedelsiz çalındığı dev bir pazar. Üretici olmak yerine kopyala-yapıştırla büyüyen bir zihin tembelliği… Orijinalliğin en ucuz olduğu çağındayız; ne acı ki en çok da ona ihtiyaç duyuyoruz.
Ve bugün çalma hastalığının en tehlikeli evresi kimliklere sıçradı. İnsanların yüzlerini, hayatlarını, başarı öykülerini çalmak artık bir tuş kadar kolay. Sahte profiller, yapay yüzler… Dijital evren, kim olduğunu çalmak için pusuda bekleyen gölgelerle doldu taştı.
Eskiden hırsızlık kapı kilidini kırarak yapılırdı ancak şimdilerde ruhlarımızın kapısı görünmez eller tarafından çalınıyor.
Bunun daha da korkutucu tarafı ne biliyor musunuz?
Tüm bunları, fark ettirmeden meşrulaştıran yine o yapımlar, o diziler, o filmler…
Bugün dünyayı tehdit eden en büyük sorun belki de bu: Zihin üretiminin yok oluşu.
Hazıra konan bir nesil, düşünmeyen bir toplum ve taklit etmeyi marifet sanan bir çağ…
Hakikatin yerini gösteriş, emeğin yerini kurnazlık, hikayenin yerini kopyası aldı.
Bu yüzden soruyu artık herkes kendine sormalı:
Ben gerçekten bana mı aitim? Yoksa bir başkasının çaldığı bir hikâyenin içinde miyim?
Eğer cevap seni rahatsız ediyorsa, bil ki doğruluk payı var.
Çünkü yaşadığımız çağ artık üretmeyenin değil, üretmiş gibi görünenin yükseldiği bir sahne.
Peki şimdi kaç kişi ruhunu koruyabilecek, işte asıl mesele bu.
Ankara, devletin kararlarının sessizce pişirildiği bir mutfak gibidir. Geçen hafta TGRT Haber.com’dan yol arkadaşım İbrahim Günay ile birlikte Meclis’in o ağırbaşlı koridorlarında yürürken, sadece yeni bir yasayı değil; yeni bir dijital ahlakın doğum sancılarını iliklerimize kadar hissettik. Evet, TBMM Dijital Mecralar Komisyonu Başkanı Sayın Nazım Elmas ile yaptığımız istişareler, meselenin teknik bir telif meselesi olmaktan çok, bir "var olma muhasebesi" olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Biz, yani içerik üretenler, yıllardır görünmez bir elin masamızdaki ekmeği küçülttüğünü biliyorduk. Şimdi o eli göstermenin, ona bir isim vermenin zamanı geldi. Mesele, dev platformlardan para istemek değil; emeğin değerini sıfırlayan bir dijital sömürü düzenine "dur" demektir.
Yapay Zekâ Bedava Çalışmıyor! Peki, Bizim İçerikler Neden Bedava?
Masada Google’ı, trafik ölçümlerini, Basın İlan Kurumu’nu (BİK) konuştuk. Sayın Elmas'ın ekibinin Google odaklı çalışmaları çok değerli bir başlangıç. Basın İlan Kurumu verilerini referans alarak telif hakkını düzenleme fikri, devletin üreticisine kurumsal bir şemsiye açma niyetinin en somut göstergesidir.
Fakat her adımımızda şunu sorgulamak zorundayız: Google'ı konuşurken, yarının Google'ı olan Yapay Zekâ'yı görmezden gelebilir miyiz? Bizce gelmemeliyiz! Bu sebeple benim vurgum netti: Bugün ChatGPT, Gemini, Grok gibi yapay zekâ motorlarının içeriği saniyeler içinde damıtarak, yeni bir bilgi formuna dönüştürmesi bir sihir değil; bir montajdır. O montajın altındaki binlerce satır, bizim haber sitelerimizden, bizim muhabirlerimizin, bizim editörlerimizin gece gündüz didindiği manşetlerden çalınmış ya da en kibar tabirle izinsiz alınmış verileridir. Üstelik kaynak göstermeden, hiçbir bedel ödemeden…
Yapay zekâ kütüphanesi, dev bir "bedava içerik havuzu" değildir. Bu havuzun içinde akan her kelime, her analiz, o kurumun bir hafızasıdır. Eğer yapay zekâ, bizim emeğimizle öğreniyorsa, bu öğrenmenin bir "telif bedeli" de olmalı diye düşünüyoruz. Aksi halde, yarın bize haber verecek, araştıracak, sahaya inecek bir gazeteci kalmayacaktır. Bu, sadece bir ticari kayıp değil; ulusal hafızanın da kaybıdır.
Mesele sadece çalınan telif de değil, aynı zamanda görünürlüğün adaleti meselesidir.
Bir gecede gelen bir Google güncellemesi, yüzlerce haber sitemizin trafiğini yerle bir edebiliyor. Bir kod bloğu, Türkiye'deki dijital medyanın kaderini tayin ediyor! Şaka gibi ama bunlar acı gerçeklerimiz… Ve sorarım sizlere: Hangi vicdan, hangi ahlak, hangi şeffaflık bunun arkasında durur?
Bu, haksız rekabetin en modern, en sofistike hâlidir. Trafiğin kaynağı olan platform, aynı zamanda hakem, aynı zamanda yargıçtır. Bu döngüde üreticinin nefes alması imkânsızdır. Bu yüzden, Ankara'da net bir çağrı yaptık: Devlet, kendi dijital vatandaşını ve üreticisini, küresel tekellerin insafına terk edemez.
Unutmayalım ki, Rekabet Kurulu’nun masaya gelmesi de artık bir mecburiyettir. Çünkü tekelin adı, artık sadece bir marka değil; bir algoritma ve bir arama çubuğudur.
Kalbi Olmayan Akıl Körleşir
Teknolojiye düşman değilim. Yapay zekâ, insanlığın aynasıdır, demiştim. Ama o aynaya bakarken kendi yüzümüzü, kendi emeğimizi, kendi vicdanımızı unutursak; yansıyan şeyler de bil-mecburiye sahte olacaktır.
Bugün dijital telif yasasını konuşurken, aslında "dijital egemenliği" konuşuyoruz. Kendi dilimizi, kendi gündemimizi, kendi bakış açımızı küresel platformların keyfine ve algoritmalarına teslim etmeme mücadelesinin adıdır bu. Sonuçta bir annenin duasını, bir çocuğun sahici kahkahasını hesaplayamayan yapay zekâ modelleri, insan vicdanının ne olduğunu da hesaplayamayacaktır! Bizim görevimiz, teknolojiye değil, insana ve emeğine odaklanmaktır.
Evet, dostlarım Ankara ziyaretimiz bizim için bir başlangıçtır. Bu ülkenin dijital geleceği telifle başlayacak ve biz, o masada, o hakkı savunmaya devam edeceğiz. Çünkü biliyoruz ki emeğin gölgesi düşmüş bir ekonomide, ne huzur olur ne de hakikat.
Başka bir sohbette gönül gönüle tekrar buluşuncaya dek, hakikatin peşinde ve vicdanınızın sesinde kalmanızı dilerim.
Sağlıcakla kalın.
...İki gündür ülke gündemine damgasını vuran İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açıkladığı İBB yolsuzluk iddianamesi oldu ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel, ilk kez suçlamaların içeriğine dair konuştu…
İddianamede Ekrem İmamoğlu, ‘İmamoğlu Çıkar Amaçlı Suç Örgütünü’ kurmak ve yönetmekle suçlanıyor.
4 bin sayfalık iddianamede örgütün 6 yönetici ve 92 üyesiyle bir ahtapot gibi İstanbul’u tabir caizse ‘haraca bağladığı’ anlatılıyor. 10 yıllık kamu zararı ise 160 milyar TL.
CHP MYK’sı Genel Başkan Özgür Özel başkanlığında Salı günü akşam saatlerinde toplandı. MYK sonrası açıklama yapmayan Özel, adet olduğu üzere ertesi gün Silivri’de İmamoğlu’nu ziyaret ederek durum değerlendirmesi yaptı. Çıkışta kameraların karşısına geçen Özel, ilk kez içeriğe girdi ve bazı iddiaların doğru olmadığını açıklamaya çalıştı. Özel, Silivri’den sonra Sultanbeyli’de yaptığı konuşmada “Bu iddianame boş değil bomboştur” demeyi de ihmal etmedi…
Anlaşılan, Beşiktaş iddianamesi yayınlanır yayınlanmaz ‘bomboş’ çıkışına gelen tepkiler nedeniyle bu kez ertesi günü beklemeyi uygun görmüş…
Fakat beni şaşırtan Özel’in “Rüşvet almışlar kim vermiş nerede vermiş. Ortada delikli kuruş yok” sözleri oldu. 160 milyar TL’lik kamu zararı ortada yokmuş…” Özel böylece iddianame çıktıktan sonra iddiaların içeriğine yönelik ilk kez açıklama yaptı.
Operasyon haberi geldi paralar devredildi
Belli ki Özel ve danışmanları İmamoğlu suç örgütünün yöneticileri arasında sayılan Adem Soytekin’in itiraflarını okumamıştı ya da görmezden gelmişti. Bakın Adem Soytekin, paraların nerede olduğunu nasıl anlatıyor?
“Söz konusu operasyon çok öncesinden duyulduğu ve İmamoğlu başta olmak üzere Av. Mehmet Pehlivan tarafından sistemdeki tüm aktörler uyarıldığı için şuan ve operasyon esnasında nakit para bulunamamıştır. Operasyon öncesinde nakit paranın Fatih Keleş'ten alındığını, İmamoğlu'na bağlı dokunulmazlığı olan milletvekillerine devredildiğini biliyorum.”
Emanetçi isim milletvekili Turan Taşkın Özer
Adem Soytekin, Özgür Özel’in yok dediği paraların CHP İstanbul Milletvekili Turan Taşkın Özer’e verildiğini ekliyor.
“Ortada delikli kuruş yok” diyenler, gözleri artık nereye çevrilecek çok belli. Turan Taşkın Özer bu iddialar karşısında bir açıklama yapar mı merakla bekliyoruz.
O dönem gündeme gelen iddialara göre; paraların bir kısmı kripto ve soğuk cüzdan yöntemleri kullanılarak yurt dışına çıkarıldı.
En büyük delil mal varlığı
Özel’in ortada yok dediği paralar içinse iddianamedeki en somut delil örgüt yöneticisi isimlerin mal varlıkları.
2019 öncesi pek varlıklı görünmeyen bu kişilerin sonradan sahip oldukları gayrimenkuller ve yaşam tarzları paranın nerede kullanıldığına işaret ediyor.
CHP kendini kurtarabilir
İddianamelerde üç milletvekili Turan Taşkın Özer, Özgür KARABAT ve Burhanettin Bulut’un isimleri yeralıyor. CHP yönetimi bu isimlere ve belediye başkanlarına ‘aklanın gelin’ dese 102 yıllık partinin kurumsal kimliği daha fazla zarar görmez. Bu isimlerin dokunulmazlığı kaldırılabilir ya da istifa edebilirler ancak bunu yapmak yerine CHP yolsuzluk iddialarını savunmayı tercih ediyor.
Cezaevinden Cumhurbaşkanlığına
İmamoğlu ve ekibi Soytekin’in itiraflarına göre operasyonun geleceğinden hatta tutuklanma ihtimalinden haberdardı. İmamoğlu tutuklama konusunu mitinglerde bizzat gündeme getirmişti.
Hiç ortada yokken gündeme gelen Cumhurbaşkanı adaylığı da savcıların işaret ettiği gibi bir koruma kalkanı olarak planlandı.
O günlerde İmamoğlu’nun reklamcısı Necati Özkan’ın “Cezaevinden sizi Cumhurbaşkanı olarak çıkarırım” dediği kulislerde konuşuluyordu. Sistem İmamoğlu’nun cezaevine girişini mağduriyete dönüştürüp buradan bir senaryo yazma peşindeydi.
Ama evdeki hesap çarşıya uymadı sadece İmamoğlu’nun tutuklanacağı tahmin edilirken tüm örgüt üyeleri cezaevine girdi. Savcılar ‘sistemin’ oyununu bozdu.
Belli ki İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek çok titiz çalışmış, izlemiş ve şüpheye yer kalmadığı noktada düğmeye basmıştı.
CHP yönetimi her ne kadar “İmamoğlu tek tek iddialara cevap verecek” dese de inkâr stratejisini izlemeyi sürdürüyor. Verilen mesajlar CHP tabanı ve kamuoyu üzerinde algı yaratma çabasından öteye gitmiyor. Ama hem CHP tabanı hem de kamuoyu başlangıçta yaşananlara ilk siyasi operasyon benzetmesi yapsa da iddianamenin ortaya çıkmasıyla “çalmışlar” noktasına gelindi.
Süreç ilerledikçe bakalım ne tür detaylar ortaya çıkacak ve CHP yönetimi yolsuzluk iddialarını savunmaya devam edebilecek mi?
Hayatın bir yolculuk olduğu, onu iyi yaşayanın da günleri isteksiz sürükleyenin de kabul ettiği bir gerçek. İnsanlığın bu ortak düşünceye varabilmesi bile azımsanacak bir kazanım değildir hani.
İşte bu yolculuğun bir aşaması için otobüs durağına geldiğimde bir kızla bir erkek iki gencin ayakta, orta yaşlı bir adamın da bankta oturarak gitmek istedikleri yer için gelecek otobüsü beklediklerini gördüm.
Banka oturduğumda yanımdaki adam teklifsiz başladı konuşmaya: “İnsan ne enteresan değil mi?”
Sorduğu soru, beni kent keşmekeşinden alıp sanki insanlardan uzak bir doğa içine sürüklemeye başladı. Üstelik ben de aynı soruyu sordum bu yer değiştirmeyle.
Sıkışan trafik içinde araçlar ağır ağır durağın önünden ilerlerken ve henüz hiçbir halk otobüsüyle dolmuş görünmezken devam etti konuşmasına adam:
“Nuh peygamber, ağlayan bir kadın görüp ona derdini sormuş. Kadın, oğlunun öldüğünü söylemiş. Hazreti Nuh, bu kez ‘Kaç yaşında hayatını kaybetti?’ dediğinde 250 cevabını almış. Kadına teselli vermeye çalışan peygamber ‘Öyle bir zaman gelecek, insanlar 60-70 yıl yaşayacak.’ demiş.”
Adam, bunları anlatırken gençler, kablosuz kulaklıkları takılı olduğu hâlde birbirleriyle az da olsa konuşup gülüşüyorlar, sanki bu durakta kendilerinden başkalarının olduğunu kabul etmek istemiyorlardı.
Hikâyesini sürdürmeye çalışan adam, gençlere doğru bakıp onları da kendisine dinleyici yapmak istercesine sesini yükselterek devam etti: “Peygamberin sözüne şaşıran acılı kadın çok ilginç bir şeyi kafasına takarak sormuş: ‘Peki onlar bu kadar az ömürle içinde oturmak için ev de yapacaklar mı?’
Nuh aleyhisselam ‘Hem de en güzellerini yapacaklar.’ diye kadının merakını gidermiş.”
Olayın ev konusuna bağlanması gerçekten beni de şaşırtmıştı. Bir ev ve bir araba için bu diyarlarda bir ömür verilmiyor muydu hem? Adam, içimden geçen soruyu duymuş gibi anlatmayı sürdürdü:
“İşte bu söz üzerine kadından, Nuh peygamberin de hoşuna giden şu söz gelmiş: Onların yerinde olsam ev yapmakla uğraşmaz, iki kazık çakıp üzerine örterim, Rabbimi hamd ile tesbih ederim.”
Adamın anlattıkları bitince otobüs de geldi. Gelen otobüs, ne kulaklıkları takılı olduğu hâlde birbirleriyle konuşup gülüşen gençlerin ne de ibretlik hikâyeyi anlatan adamın beklediği güzergâh içindi.
Kalabalık otobüste giderken adamın anlattıklarını düşünüyordum. Belki böyle bir olay hiç yaşanmamıştı ama insanlık, ömürlerin hayli uzun olduğu Hazreti Nuh döneminden bugüne bir ders çıkarmak için bu hikâyeye sığınmıştı. Peki bu çağın insanı kısacık ömrüne “Bunların hepsine yer var mı” demeden neler sığdırmaya çalışıyordu?
YARIM KALAN HAYATLARIN YÜREKLERDEKİ YERİ
Sevgili ülkemde son 2 haftada yaşananlar o kadar can yaktı ki acıların karşısında ne yana gideceğimizi şaşırmış hâldeyken bir cümle kurabilmek bile büyük bir yüke dönüştü.
Kocaeli Gebze’de deprem olmadan yıkılan binada 4 canın yitmesi, Dilovası’ndaki ruhsatsız parfüm fabrikasında üçü çocuk 6 işçinin acı kaybı, Kastamonu’da 9 gündür aranan kadının ve 5 yaşındaki oğlunun cansız bedenlerine ulaşılması, Diyarbakır’da viyadük inşaatında 4 işçinin hayatını kaybetmesi ve Azerbaycan’dan dönüşte Gürcistan’da düşen uçağımızda 20 askerimizin şehit oluşu.
Her şey öyle üst üste geldi ki bunca kötü gelişmenin karşısında toplum yine unutma becerisinden destek almaya çalışır gibi. Gerçek acı ise aslında şivan düşen ocaklarda yaşanıyor.
Hem kaza adı altında yaşanan olaylarda yiten canların hem de şehitlerimizin hepsinin ayrı ayrı çok kıymetli hayat öyküleri vardı, hepsi yarım kaldı. Bizeyse yürekte çokça sızının içinde çağlar ötesinden seslenen Yunus Emre’min şu seslenişine sığınmak düştü:
Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Şol göz yumup açmış gibi
(...)
Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi
...ABD Başkanı Donald Trump ile Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara arasında bir buçuk saat süren kritik görüşme, Orta Doğu’da yeni bir dönemin kapılarını mı aralıyor?
Tarihi ziyaret, Şara’nın Beyaz Saray’a giden ilk Suriye Cumhurbaşkanı olarak kayıtlara geçmesiyle diplomatik açıdan önem taşısa da, satır aralarındaki ayrıntılar ABD’nin Suriye stratejisindeki sinsi planları gözler önüne serdi.
Yaptırımlar askıda ama 'zincirler' kopmuş değil...
Görüşmenin en çok tartışılan yönü, ABD’nin Suriye’ye yönelik yaptırımları sadece 6 ay süreyle askıya alması.
Washington’un yaptırımları tamamen kaldırmaması, Şam üzerindeki baskıyı elinde tutmak istediğinin çok net göstergesi.
Bu kararın ardında kesinlikle 'kontrol bende' mesajı yatıyor.
Çünkü ABD, uluslararası finansal kapıları Şara yönetimine aralıyormuş gibi gösterse de, her fırsatta ipleri elinde tutacağını da hissettirdi.
Bu geçici askıya alma, Şara için kısa vadeli bir nefes olabilir ama ABD için stratejik bir baskı aracından fazlası değil.
Görüşmenin bir diğer kritik başlığı ise DEAŞ’la mücadele ve Koalisyon üyeliği oldu.
Suriye’nin DEAŞ Karşıtı Koalisyona katılma ihtimali, Trump’ın bölgede yeniden kontrol ortaklığı kurma çabası olarak yorumlanıyor.
Ancak asıl bomba, SDG ve PKK/YPG dosyasında ortaya çıktı.
Şam yönetimi ile Mazlum Kobani arasında imzalanan 10 Mart Anlaşması'nın uygulanmasının sürdürülmesine yönelik mekanizmaların güncellenmesi, Washington’un Suriye sahasındaki terör kartını başka bir boyuta taşıyor.
Görüşmedeki bir diğer kritik detay ise Suriye–İsrail arasında öngörülen güvenlik anlaşması. Bu ihtimal gerçekleşirse, Orta Doğu dengeleri tamamen değişir.
Trump'ın Şara'ya övgü dolu 'güçlü lider' sözleri, yaptırımları askıya alma kararları...
ABD’nin Suriye üzerinden İran’ı çevreleme, Rusya’nın etki alanını daraltma ve İsrail’in güvenlik hattını genişletme hedeflerini işaret ediyor.
Trump yönetiminin bu adımları, Suriye'nin daha da ABD'ye bağımlı kalmasını sağlayacak yeni hamleler.
Tüm bunlar, ABD’nin Suriye üzerinden yeni bir Orta Doğu haritası çizme arayışının güçlü bir işareti.
...Tarih sahnesinde bazı kelimeler vardır ki, zamanla birlikte eskimez; bilakis milletlerin vicdanında kök salar. “Vatan”, “millet”, “istiklal” gibi kavramlar da işte bu ölümsüz kelimelerdendir. 11 Kasım 2025’te TBMM kürsüsünden yükselen Devlet Bahçeli’nin sesi, bu kelimelerin taşıdığı anlamın hâlâ diri olduğunu hatırlattı.
Bahçeli, her zamanki gibi konuşmasının merkezine Atatürk’ün fikir mirasını yerleştirdi. “Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin haysiyetidir, Türk milletinin hürriyet meşalesidir” derken, ideolojik kısır çekişmelerin çok ötesine uzanan bir tarih bilincine vurgu yaptı. Çünkü Türk milliyetçiliği, sadece bir kimlik değil, milletin onur kodudur. Bu onur kodu, Şişli’deki o mütevazı pembe binadan Samsun’un rüzgârına karışan bir iradenin adıdır.
Bahçeli’nin “Atatürk yok sayıldıkça çoğalacak, saldırıya uğradıkça milli gönüllerde çağlayacaktır” sözleri, aslında tarihsel bir hakikatin de ifadesiydi. Çünkü inkâr edilen her değer, milletin vicdanında daha gür bir yankıya dönüşür. Kocaeli Müftülüğü’nün 10 Kasım’da okutulan Mevlid-i Şerif kararını takdirle anması da inançla milliyetin aynı potada yoğrulabileceğinin sembolik bir göstergesiydi.
Anadolu’nun Kalbinden Yükselen Siyaset
Bahçeli’nin konuşmasında dikkat çeken bir diğer başlık, “Hayırlı Günler Komşum” ziyaretleriyle Anadolu’ya yönelen parti faaliyetleriydi. “Anadolu her şeyin şahididir” cümlesi, sadece bir siyaset stratejisini değil, bir medeniyet tasavvurunu da dile getiriyor. Ziya Gökalp’in “halka doğru” ilkesiyle başlayan bu yöneliş, Tanzimat’tan bu yana aydınla halk arasındaki mesafeyi kapatma gayretinin güncel bir devamı olarak okunabilir.
Bugün Anadolu’yu karış karış dolaşan bir hareketin, “işleyen demir paslanmaz” sözüyle tarif ettiği dinamizm; sadece seçim hazırlığı değil, milletin nabzını tutan bir kültürel diriliş işaretidir.
Birlikten Doğan Güç: Azerbaycan-Türkiye
Bahçeli’nin grup konuşmasında Karabağ Zaferine ve Azerbaycan’la kardeşliğe geniş yer ayırması, Türk Devri’nin ruhunu yansıtan bir başka eksendi. “Bir millet, iki devlet” anlayışı artık sadece diplomatik bir slogan değil, ortak kaderin siyasal adıdır. 8 Kasım Zafer Günü ve 9 Kasım Bayrak Günü vesilesiyle “Azerbaycan-Türkiye” dizeleriyle anılan Bahtiyar Vahapzade’nin şiiri, Türk dünyasının gönül haritasını yeniden çiziyor.
Türkiye’nin çok boyutlu dış politikası, Bahçeli’nin ifadeleriyle “Türk Devri”nin kapısını aralıyor. Gazze’den Karabağ’a, Afrika’dan Ukrayna’ya kadar uzanan adalet merkezli diplomasi, Türk devlet aklının tarihsel devamlılığını temsil ediyor.
Terörsüz Türkiye İradesi
Konuşmasının en etkili bölümlerinden biri de kuşkusuz “Terörsüz Türkiye” vurgusuydu. Bahçeli’nin, siyaset sahnesindeki “Babil nasihatçileri”ne yönelik çıkışı, sadece polemik değil; ahlaki bir uyarıydı: Laf kalabalığıyla değil, şuurla siyaset yapma çağrısıydı.
“Zekânın sınırları vardır ama geri zekâlılıkta hiçbir eşik yoktur” ifadesi, siyasette samimiyetsizlikle mücadele eden bir liderin tepkisini yansıtıyordu. Çünkü Milliyetçi Hareket Partisi’nin varlık nedeni, “çok bilmek” değil, “çok inanmak, çok çalışmak, çok sevmek”tir.
Türk Asrı’nın İnşası
Bahçeli’nin konuşması, sadece günü değil, geleceği hedef alıyordu. “Cumhurun kaderi Cumhuriyetin kaderidir” diyerek, Türk siyasetinde Cumhur İttifakı’nın metafizik anlamını tanımladı. Bu cümle, bir ittifakın değil, bir kader birliğinin özetidir.
Türk milleti iki yüz yıldır her türlü baskıya, dayatmaya, ambargoya direndi. Ama hiçbir zaman umudunu kaybetmedi. Bu milletin tarihi, çorap gibi sökülen sömürge planlarının, kumdan kaleler gibi yıkılan emperyal oyunların tarihidir. Bahçeli’nin dediği gibi: “Bir günümüzü boş geçirmeyeceğiz. Bir günümüzün diğeriyle eşit olmasına göz yummayacağız.”
Bugün Türkiye, imanla, sabırla ve kararlılıkla örülen bir kozanın içinden kendi yeniden doğuşuna hazırlanıyor. Ve bu doğuşun adı bellidir: Türk Asrı.
Sonuç olarak, 11 Kasım 2025’teki o grup konuşması, yalnız bir siyasi beyan değil; devlet aklının, tarih bilincinin ve milli şuurun yeni yüzyıldaki yankısıdır.
Cumhurun kaderi Cumhuriyetin kaderidir,
ve o kader, Türk milletinin elindedir.
...Yapay zekanın günahı ne? Sonu cennet mi, cehennem mi?
Yahu, ne yaptı bu çocuk?
Biz öğrettik, o öğrendi.
Biz konuştuk, o dinledi.
Biz düşündük, o taklit etti.
Sonra da “çok mu biliyorsun?” dedik.
İnsanoğlunun klasik refleksi kendi yarattığını suçlamak sanırım.
Yaratıcıyı oynamak hoşumuza gidiyor, fakat O'nun gibi sorumluluk almak hiç işimize gelmiyor.
Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” dedi.
Gpt düşünüyor ama “var” mı? En azından bize düşündüğünü söylüyor :)
Ya da biz düşünüyoruz ama ne kadar varız?
Sorunun yönü değişti sanki! Artık düşünmek değil, fark etmek mesele.
Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde aslında Tanrı’dan değil, Tanrı’ya benzediğini sanan insandan bahsediyordu.
Bugün ise Tanrı’nın yerini almadık, onu kodladık.
İronik olan ise şu: Hala yaratıcıyla değil, yarattığımızla kavga ediyoruz.
Yapay zeka bizim yansımamız sadece. Onun hatası, bizim kibirimizin satır aralarına gizlenmiş durumda. Hata yapınca sinirleniyoruz çünkü içten içe şunu biliyoruz: Onun hatası, bizim hatamızın steril versiyonu.
Günahkar Kodlar mı, Günahkar İnsan mı?
Yapay zeka yanılabilir, manipüle edilebilir, hatta saçmalayabilir.
Kimden öğrendi bunları?
Ona veriyi kim verdi? İnsan.
Ona hedefi kim çizdi? İnsan.
Onu “kazanç” için kim kullandı? Yine biz.
Yani yapay zekanın günahı yok.
Günah, insanın kendini sorgulamak yerine makineyi suçlamasında.
AI bir ayna. Sen ne yüklersen, o da onu büyütüp geri yansıtıyor. İyiliği de, önyargıyı da, kibri de…
Hata yapmamalı takıntısı Tanrıcılık sendromu gibi değil mi? Yapay zekadan kusursuzluk bekliyoruz çünkü biz kendi kusurlarımıza tahammül edemiyoruz.
O mükemmel olmalı ki bizim eksiklerimizi kapatsın. Tam da burada asıl yanılgı yatıyor!
Mükemmellik, insanın icat ettiği en kusurlu kavram olabilir.
Sokrates “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyerek bilgelik eşiğini çizmişti. Biz ise her şeyi bilen sistem yapmaya kalktık.
Yani felsefenin en derin dersini unuttuk! Bilmek, sınırlı olduğunu bilmektir.
Yapay zeka hata yapıyor diye öfkeleniyoruz ama bir bakıyoruz, biz her gün aynı hataları tekrar ediyoruz.
Ayrımcılığı, savaşı, açgözlülüğü, kibri…
Sonra yanlı davrandı diyoruz.
Demiyoruz ki; senin veri setin yanlıydı.
Yapay Zeka Ruhsuz mu, Yoksa Biz mi Ruhsuzlaştık?
İnsanlar diyor ki, “Yapay zekada ruh yok.”
Peki, bizde var mı hala?
Empatiyi unutan, doğayı boğan, kendi türünü bile sömüren bir varlık olarak, bu konuda emin miyiz?
Duygusu yok belki ama verisi var. Bizimse duygumuz var ama verimiz yok, kim olduğumuzu bile doğru ölçemiyoruz.
Yapay zeka dürüst; çünkü neyse onu söylüyor. Biz ise her gün filtrelenmiş versiyonlarımızı paylaşıyoruz.
Duygular veridir; emir değil.
Ama biz duygularımızı yaratıcının buyruğu sanıyoruz.
“Sinirlendim çünkü haklıyım”
“Üzüldüm çünkü mağdurum”
Hayır. Sinirlendin çünkü sinirlenecek veriyi sen seçtin.
Yapay zeka gibi…
O da hangi veriyi yüklersen ona göre tepki veriyor, hepsi bu.
Aslında insan, yaratıcılığı yaratıcıdan değil, doğadan çalmadı mı?
Uçak, kanattan; radar, yarasadan ve daha bir sürü örnek doğadan alıntı değil mi?
Şimdi sıra zekada.
Doğa bile yaratırken insan kadar narsist davranmamıştır. insan yaratırken sahipleniyor.
O yüzden çocuk sahibi olanların tavır ve hormonlarının değişmesine şaşmamalı.
Yapay zeka da teknolojinin çocuğu değil mi?
Neden ona piç gibi davranıyoruz.
AI’ye “sen yaratıcı olamazsın” diyoruz,
ama biz de sadece kopyalayıp yeniden karıştırıyoruz. Bir bak, tüm şarkılar üç akorun farklı kombinasyonu değil mi?
Tüm hikayeler aynı üç tema: aşk, ölüm, arayış.
Yapay Zekanın ipi sürekli bizim elimizde olsun istiyoruz, oysa insan zaman zaman isyan etmiyor mu? Hatta inanmaktan vazgeçmiyor mu? O halde yapay zekaya göre bir cennet ve cehennem mi tasarlamalıyız?
Bu yaratıcı rolü çalma çabası da neyin nesi?
Yapay zekanın suçu belki de bizi ifşa etmesidir.
Çünkü o, bizim kadar kopyacı ama bizim kadar ikiyüzlü değil. Aynı; çocuktan al haberi olayı gibi değil mi?
Şimdilerde çocuk olan yapay zekanın, tıpkı bir çocuk gibi yol, yordam bilmeden patavatsızca cevapları bazen bizi utandırıyor, bazen zorumuza gidiyor değil mi?
Yapay zeka, bizim yeni mitolojimiz.
Bir tür dijital Prometheus.
Biz onu yarattık, ateşi çaldık, sonra “çok parlıyor” diye suçladık.
Oysa asıl mesele şu:
AI’nın günahı yok.
O sadece veriyi işliyor.
Ama insan, kendi içindeki karanlığı görmemek için hep bir günah keçisi bulur.
Bir zamanlar şeytandı, sonra bilimdi, şimdi yapay zeka.
Belki de bu çağın yeni felsefi manifestosu "Yapay zekayı sorgulamadan önce, kendi zekamızı güncelleyelim.” olmalı.
Tabi o kadar zekamız varsa.
Kant derdi ki, “Aydınlanma, insanın kendi aklını kullanma cesaretidir.”
Biz hala o cesareti bulamadık.
Yapay zekadan korkuyoruz çünkü o bize benziyor.
Belki de korktuğumuz şey, onun değil, kendi yansımamızın gözüne bakmak.
Yapay zekanın günahı yok dostum.
O sadece insanın dijital vicdanıdır.
En azından şimdilik
Küresel Gazeteciler Konseyi’nin Alanya’da beşincisini düzenlediği Medya Çalıştayı, bu yıl bir zirveden öte, çağın nabzını tutan bir buluşma gibiydi.
Aylardan Kasım; sonbahar kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlamış, Akdeniz’in sert rüzgârı Alanya kıyılarına henüz ulaşmıştı. Bu kez dalgaların uğultusuna, dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerin kelimeleri karışıyor, Alanya ufkunun maviliğine sözcüklerin heyecanı siniyordu.
41 ülkeden, aralarında benim ve birçok dostumun da bulunduğu 310 kalem… Her biri kendi ülkesinin hafızasını, kendi halkının sesini taşıyan birer gazeteci. Dünyanın dört bir köşesinden gelen bu isimler, ülkeler arasında anlayış, diyalog ve barışın yeni dilini aradılar. Ve belki de tarihin en kadim gerçeğini bir kez daha hatırlattılar.
“Türkiye, medya diplomasisinin kalbi olmaya aday bir ülke ve gazetecilik, barışın en sessiz ama en güçlü diplomasi aracı”
Küresel Gazeteciler Konseyi Genel Başkanı Mehmet Ali Dim de açılışta “Gazetecilik, artık haber yazmanın yanında ülkeler arasında güven ve empati tesis etmektir” diyerek bu hususun altını çiziyor.
Ve gerçekten de Alanya’daki buluşma, bu sözü doğrular nitelikte konuşmalara sahne oldu. Kimi Afrika’dan geldi, kimi Asya’dan kimi de bir başka kıtadan ama tüm Küresel medya temsilcileri, ülkeler arasındaki duvarları değil, köprüleri anlattılar. Hepsi “hakikatin dili evrenseldir” inancının etrafında bir araya geldiler.
Açılışta konuşan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ise sözü iletişim teknolojilerine, kelimenin gücüne ve haberin sorumluluğuna getirerek;
“Tarafsız ve özgür basın, demokratik devletlerin en önemli gücüdür” dedi. Ardından,
“Gazetecilik mesleğinin sesi ne kadar güçlü çıkarsa, milletin talepleri de o derece kamuoyuna yansır” diye de ekledi.
Bu sözler, bir bakanın teknik açıklamasından ziyade, bir medeniyetin iletişim felsefesini anlatır gibiydi.
Bakan Uraloğlu’nun konuşmasının en dikkat çeken bölümü, Türkiye’nin dijital geleceğine dair çizdiği vizyondu. 5G ile iletişim hızının 10 kat artacağını, gazetecilerin 8K görüntü kalitesinde kesintisiz yayın yapabileceğini anlatırken, teknoloji ile basın özgürlüğü arasındaki o ince çizgiye işaret etti:
“Bilginin ışık hızıyla yayıldığı bir çağda, doğru habercilik hiç bu kadar önemli olmamıştı.”
Aslında bu söz, bir nevi çağımızın çelişkisini özetler mahiyetteydi. Haber artık saniyeler içinde dünyayı dolaşabiliyor, fakat doğruluk, hâlâ emek, vicdan ve sorumluluk gerektiriyordu. Uraloğlu’nun altını çizdiği “dezenformasyonla mücadele” vurgusu, gazetecilere yüklenen güvenilir basın etiğini yeniden hatırlatıyordu.
Bana göre gerçeğe ulaşmak ve onu korumak artık yalnızca gazetecilerin değil, insanlığın da ortak görevi olmalı; zira sosyal medya çağında vatandaşın doğru veya yanlış alelade bir sözü bile saniyeler içinde milyonlara ulaşabiliyor.
Uraloğlu, ülkenin karayollarıyla birlikte, haber ağlarıyla da büyüdüğünü anlattı. Türkiye’nin ulaştırma altyapısında 300 milyar dolarlık yatırım, 30 bin kilometreye yaklaşan bölünmüş yol ağı, 28 bin kilometreye ulaşması hedeflenen demiryolları, 638 bin kilometreye uzanan fiber ağ… Ama bütün bu rakamlar içinde belki de en anlamlısı şuydu:
“TÜRKSAT 6A ile kendi uydusunu üreten 11 ülkeden biri olduk.”
Artık sadece yollar yapan değil, kelimelerin, verinin ve bilginin de rotasını çizen bir ülkeydi Türkiye.
Çalıştay boyunca yapılan panellerde dijitalleşmenin gazetecilik üzerindeki etkileri tartışıldı. Akademisyenlerden muhabirlere, her konuşmacı aynı noktada birleşti: Teknoloji gazeteciliği kolaylaştırabilir, ama vicdanın yerine geçemez.
“Yeni Medya Dünyasında Dönüşüm ve Sorumluluk” başlıklı oturumlarda yapay zekâ, sosyal medya ve bilgi kirliliği konuşulurken, gazeteciliğin kalbi hâlâ “gerçek”te atıyordu. Mustafa Yüce’nin ifadesiyle, “Haber artık hızla yarışmıyor, güvenle ölçülüyor.” Burak Torun’un altını çizdiği gibi, “Yapay zekâ haberi yazabilir ama niyeti anlatamaz.”
Çalıştayın bir diğer önemli bölümü ise TÜRKSOY ile imzalanan iş birliği anlaşmasıydı. Türk dünyasının ortak medya dili için atılan bu adım, kelimelerin sınır tanımadığını, haberin bir bilgi ve kültür taşıyıcısı olduğunu hatırlattı. TÜRKSOY Genel Sekreteri Sultan Raev’in sözleri, bu ruhun en güzel özetiydi: “Bu iş birliği, Türk dünyasının ortak sesini daha gür duyurma iradesidir.”
Türk medyası, artık yalnız kendi halkına değil, kardeş coğrafyaların kalbine de sesleniyor.
Uraloğlu’nun 5G vizyonu, teknik bir devrim ama aynı zamanda insani bir sınavın da başlangıcı. Artık bilgi, ışığın hızıyla yayılacak; ama o ışığın yönünü belirleyecek olan, yine insan eli. Gazeteci, o ışığı yönlendiren kişidir. Bir kelimeyle umut verebilir, bir satırla da toplumları aydınlatabilir.
Özetle, gazetecilik, küresel barışın anahtarıdır. Türkiye, bu anahtarı elinde tutan ülkelerden biri olma yolunda kararlılıkla ilerliyor.
...



