SON YAZILAR
24.06.2025
Tüm Yazıları

ABD’nin de dahil olmasıyla 12. gününe giren İsrail-İran savaşında ateşkes kararı alınmış olsa da ihlal hamleleriyle yükselen bölgesel tansiyon global bir krize doğru hızla ilerliyor.

Gözler şimdi sadece savaşın değil, dünya ekonomisinin de geleceğini etkileyebilecek kritik bir noktada: Hürmüz Boğazı!

İran Parlamentosu’nun boğazın kapatılmasına onay vermesi, adeta savaşın seyrini değiştirecek bir ön hamle niteliğinde. Ancak nihai kararı İran’ın dini lideri Hamaney verecek.

Eğer onay çıkarsa, Hürmüz Boğazı’nın kapatılması sadece körfezdeki gemi trafiğini değil, tüm dünya ekonomisini adeta kilitleyebilir.

Günde yaklaşık 20 milyon varil petrolün geçtiği bu dar geçit, sadece İran’ın değil, Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar ve Irak gibi ülkelerin de enerji ihracatının can damarı.

Bu yüzden Hürmüz Boğazı’nın kapanması, küresel petrol arzında büyük bir şok yaratır.

Petrol fiyatları birkaç gün içinde yüzde 30-40 oranında artabilir. Özellikle enerjiye bağımlı sektörlerde maliyetler patlar. Bu durum, zaten enflasyonla mücadele eden ülkeler için ekonomik kabus olabilir.

Öyle kritik bir nokta var ki, o da İran'ın bu kararla en büyük zararı kendine verecek olması.

Çünkü İran’ın petrol ihracatının yaklaşık %90’ı da bu boğazdan geçiyor. Böylece boğaz kapandığında İran, kendi gelir kapısını da kapatmış olacak.

Yani boğaz kapandığında sadece Batı’ya değil, kendisine de ambargo uygulamış olacak.

Bu durum, özellikle savaş ekonomisi yönetmeye çalışan İran için ağır bir maliyet anlamını taşıyor. Bu da ülkenin savunma bütçesini ciddi anlamda zorlayacak olması demek.

Üstelik Çin gibi kilit ticaret ortakları da bu durumdan olumsuz etkilenir. İran petrolünün büyük bölümü Çin’e satılıyor ve bu ticaretin çoğu gri kanallar üzerinden yürütülüyor. Hürmüz’ün kapanması, bu bağlantının da kesilmesi anlamına gelir.

Avrupa ülkeleri, Katar ve Suudi Arabistan’dan gelen sıvılaştırılmış doğal gaz sayesinde kısmen Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmaya çalışıyor. Ancak bu gaz da Hürmüz’den geçiyor. Boğazın kapanması, Avrupa’nın enerji stratejisini sekteye uğratır; tedarik krizini büyütür.

Petrol ve gaz fiyatlarındaki artış, ulaşım maliyetlerini artırır, üretim zincirini bozar. Gıda, sanayi, lojistik ve hatta teknoloji sektörleri bile zincirleme reaksiyonla etkilenir. Hammadde ve tüketim mallarında ciddi gecikmeler yaşanabilir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
23.06.2025
Tüm Yazıları

Türkiye, gastronomi liseleriyle yeni bir çağın eşiğinde

Bazı hikâyeler vardır, ateşin ilk yandığı zamana uzanır. Anadolu’nun taş ocaklarında, tandırlarda, közde pişen yemeklere kadar. Buna bir kimlik ve millet hafızası olarak da bakmak gerekir.

Önümüzdeki dönem Sayın Emine Erdoğan Hanımefendi’nin vizyoner öncülüğünde hayata geçirilecek olan Gastronomi Liseleri tam da bu hikâyeyi yeniden yazmak, unutuluşa bırakılan sayfaları tek tek çevirmek üzere kuruluyor.

Türkiye’nin yedi coğrafi bölgesine yayılarak açılacak bu tematik liseler, aslında bir eğitim kurumu olmasının yansıra gastronomi alanında günümüzün yaşayan müzeleri, kültürel laboratuvarları ve toplumsal belleğin yeniden inşa edildiği okullar olacak.

Açılacak her bir lise, kendi bölgesinin ikliminden, toprağından, halkının yüzyıllar içinde geliştirdiği mutfak pratiğinden beslenerek, yerel olanı evrenselleştirme iddiasıyla yola çıkıyor.

Bu liseler, öncelikle genç zihinlere bir yemeğin nasıl pişirtilmesi gerektiğini anlatacak. Hatta bu yemeğin neden bu şekilde pişirildiği, bugüne kadar kimin eliyle yaşatıldığı, hangi coğrafi ve toplumsal şartlarda doğduğunu da öğretmeyi hedefliyor. Çünkü artık gastronomi, bir tabak meselesi değil; bir dil, bir diplomasi biçimi ve hatta bir kültürel koruma alanı.

Bu yeni gastronomi liseleri, Anadolu’nun en korunan yerel lezzet bilgilerini yeniden dillendirecek nesilleri yetiştirmenin sorumluluğunu taşıyor.

İstanbul mutfağında saray lezzetlerinin inceliklerini, Gaziantep baklavasındaki şerbet dengesini, Konya’da buğdayın bin bir hâlini anlatacak. Tabi ki birçok ilde bulunan lezzetlerin hikâyesini... Yuvalama gibi yerel bir çorbanın ardındaki hikâye, Büryan gibi yerel tatların tarihi, tandır gibi çok sayıda köy ekmeğinin içeriği artık belgelenmek, korunmak ve geleceğe miras bırakılmak üzere kayda geçecek.

Teknik bilgi de aktaracak olan bu liseler, geçmişle gelecek arasında bir köprü kurmak üzere konumlanıyor.

Bugün Anadolu’nun kıyısında köşesinde, ninesiyle birlikte sabah hamurunu yoğurup akşamüstüne köy fırınına veren nice kadın; o lezzetin asıl taşıyıcısı. Ne var ki onların taşıdığı bilgiler çoğu kez akademik literatür dışında kalıyor. Çünkü bu bilgiler dille değil, elle aktarılıyor.

İşte Gastronomi Liseleri bu sessiz aktarımı sese dönüştürmek için geliyor. Bu liseler, bu kadim bilgileri yazıya, görsele, deneye ve belgeye dökerek bilimsel mirasa katma görevi üstleniyor.

Gastronomiyi kültürel bir lezzet bilimi olarak görürsek, bu vizyon, Türkiye’yi dünya mutfak eğitiminde apayrı bir konuma taşıyabilir. Fransa’nın veya İtalya’nın mutfak mirası teknik okullarda öğretilirken, Türkiye’nin gastronomi liseleri ise kültürel derinliğiyle farklı bir lezzet anlayışını ortaya koyacak.

Bu liselerde her reçete bir araştırma konusu; her ürün, bir coğrafi işaret, her tabak, bir sosyolojik veri niteliğinde olacak. Bu yönüyle gastronomi ile birlikte tarih, ekoloji, tarım, antropoloji ve dilbilim gibi pek çok disiplin öğrenecek ve bu eğitimin asli parçaları hâline gelecek.

Dolayısıyla gastronomi lise öğrencisi, tencerenin başında olduğu kadar kütüphanede, tarlada, atölyede, arşivde ve müzede de eğitim alacak. Öğrenciler, geçmişin yemek hikâyeleriyle birlikte bugünün iklim krizine, sıfır atık ilkelerine ve sürdürülebilirliğe cevap üretecek bireyler olarak yetişecek.

Bu proje, öğrencilerin yerel üreticilerle bağlar kurmasını ve en çok da unutulmuş tohumların yeniden toprağa düşmesini sağlayacak. Dağ köyünde yaşayan kadının bilgisi, laboratuvara girecek. Ve belki de bir zamanlar sadece bir annenin sofrasında servis edilen tarif, yarının dünya mutfağına ilham olacak.

Unutulmuş olan hatırlanacak, kaybolmaya yüz tutmuş olan koruma altına alınacak. Türkiye, bu liseler aracılığıyla hem kendi kültürel mirasını koruma altına alacak hem de bu mirası çağdaş bir anlatımla tüm dünyaya sunacak.

Bu proje, yalnızca geçmişe dönük bir özlem değil; geleceğe dönük bir strateji. Çünkü artık “lezzet”, bir turizm aracı, bir diplomasi dili ve bir ekonomik değer. Ve Türkiye, bu dili konuşacak gençleri yetiştirerek mutfağının yanında kültürel egemenliğini de güçlendirme yolunda emin adımlarla ilerliyor.

Türkiye’nin Gastronomi Liseleri yemek yapmayı öğreten, tarihi, kimliği, doğayı ve zamanı birlikte yoğuran yeni bir okul biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Anadolu’nun çok katmanlı hafızasını taşıyan bu kurumlar sayesinde, mutfağımız artık sofranın yansıra kitaplarda, konferanslarda, ekranlarda ve dünya sahnesinde de hak ettiği yeri bulacak.

Özetle, belki bir gün, dünyanın bir ucundaki bir restoranda servis edilen bir zeytinyağlı yaprak sarmasında, Anadolu’nun değerli topraklarında kurulan bu liselerin izi olacak.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
21.06.2025
Tüm Yazıları

İstanbul yine sahnede. Ama bu kez bir tarihî gösteri değil, çağın en büyük krizi için kurulan barış masasının adresi. İran Dışişleri Bakanı Abbas Araghchi, Avrupa başkentlerinden umut bulamayınca rotasını İstanbul’a çevirdi. İslam İşbirliği Teşkilatı Dışişleri Bakanları Zirvesi, sadece bir zirve değil; barış için vicdani bir çağrı niteliğinde.

Masayı Kurmak Yetmez, Ağırlığını da Koymak Gerekir

Dünya, artık alışılmış merkezlerden çözüm beklemiyor. Çünkü çözümün adresi değişti. Birleşmiş Milletler suskun, Batı parçalı, Amerika ise taraflı. Bu denklemde Türkiye, akıl, denge ve adaletle öne çıkıyor.

İran, İsrail’in saldırganlığı karşısında yalnız kaldığında diplomasiyi yeniden tanımlamak zorunda kaldı. O tanımda en güçlü kavram: İstanbul.

İstanbul: Doğunun Kalbi, Batının Vicdanı

Cenevre'de sonuç alınamayan görüşmelerin ardından, Abbas Araghchi'nin İstanbul’a yönelmesi, Türkiye'nin küresel rolünün teyididir. Çünkü İstanbul, yalnızca bir şehir değil, medeniyet aklının tezahürüdür.

Bu şehirde barış konuşulur, çünkü bu şehir kadim diplomasi dilinin çağrılarıyla konuşan tarihi bir mekandır. Ukrayna-Rusya krizinde tahıl koridorunu açan, Karabağ’da hakkın sesi olan, Libya’da istikrar arayan, Filistin’de mazlumun yanında duran Türkiye, şimdi İran-İsrail geriliminde de çözüm adresidir.

Samson Doktrini mi? İstanbul Diplomasisi mi?

İsrail’in dile getirdiği “Samson Seçeneği” —yani “yok oluyorsam tüm dünya da yansın”— çağdaş uluslararası sistemin iflasıdır. Nükleer blöf değil, küresel tehdittir. Buna karşılık İstanbul'dan yükselen ses, barışın mantığına dayalı yeni bir diplomasidir.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın yürüttüğü diplomasi, silahların değil sözün kıymet gördüğü yeni bir anlayışı temsil ediyor. İstanbul'da kurulan masa, yalnızca İran ile İsrail arasında değil; Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasında kurulan bir vicdan masasıdır.

Türkiye: Coğrafya Değil, Cihan Duruşu

İran, Batı’nın çifte standardını aşmak için alternatif ararken, ABD’ye karşı güven bunalımını açıkça ifade ederken, İstanbul’da seslendi:

“ABD'nin müdahalesi herkes için çok tehlikeli olur.”

Bu söz, bir tercihin ilanıdır. Ve o tercih Türkiye’dir. Çünkü Türkiye, sadece bölgesel aktör değil, küresel vicdanın sesi olmuştur.

Diplomasi, Anadolu’nun Yüzüyle

Bugün İstanbul, sadece müzakerelerin değil, medeniyetin yeniden inşasının adresidir. Araghchi’nin suikast girişimi gölgesinde yürüttüğü bu ziyaret, Türkiye’nin güvenli liman oluşunu bir kez daha teyit etti.

Barış; Trump’ın kameralara her gün yaptığı tehditkar bir duruşla değil, hikmetle kurulur. O hikmetin vücut bulduğu yer ise İstanbul’dur.

Türkiye, stratejisini sadece söylemlerinde değil, insanlık vicdanında da inşa ediyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
20.06.2025
Tüm Yazıları

Bazen düşünüyorum da... Ben gerçekten ben miyim, yoksa dijital bir yansımam mı dolaşıyor bu ekranda? Parmak uçlarımın değdiği her “gönder” tuşuyla, kendimi biraz daha dışarı mı bırakıyorum acaba?
Çünkü artık ben, ne okuduğuma değil, bana ne okutulduğuna bile karar veremiyorum. Ne izlediğimi ben seçmiyorum. Bana benzeyen insanlar, benim gibi düşünenler, benim gibi gülenler… Beni kuşatıyor. Farklılık sanrısı içindeyim; ama döne döne aynı içerikte boğuluyorum. Bu algoritmalar, beni benden iyi tanıyor olabilir.
Peki, bu iyi bir şey mi?
Düşün... Sabah uyanıyorsun, daha gözünü açmadan telefona uzanıyorsun. Haber akışı, önerilen videolar, reklamsız olmayan hiçbir şey… Sen daha “günaydın” demeden veri haline geliyorsun. Güne insan olarak değil, kullanıcı olarak başlıyorsun.
Daha korkuncu ne biliyor musun? Buna alışıyoruz. Hatta bunu seviyoruz. Konforla uyuşuyoruz. Filtrelenmiş gerçeklikler, optimize edilmiş öneriler, beğeniye sunulmuş hayatlar. Her şey o kadar düzgün, o kadar tanıdık ki, artık “keşfetmek” diye bir ihtiyacımız kalmıyor. Bize yeterince benziyorsa, tıklıyoruz. Yetiyor.
Eskiden insanlar bilinmek isterdi. Şimdi analiz edilmek istiyor. Daha görünür, daha ölçülebilir, daha sistematik olmak. İçten gelen bir sesle değil, dışarıdan gelen istatistikle yaşamak. Beğenilerle doğrulanmak. Etkileşimle var olmak.
Ve bu soruyu soruyorum kendime: Ben hâlâ “ben” miyim?
Yoksa ben, ben olmadan önce çoktan ölçülmüş, kategorize edilmiş, hedeflenmiş bir veriye mi dönüştüm? Bütün tercihlerim tahmin edilebilirse, hâlâ özgür müyüm?
Bazen en insani şeyin, bir şeyi neden yaptığını bilememek olduğunu düşünüyorum. İçgüdüyle karar vermek, sezgiyle sevmek, nedensizce üzülmek... Bunlar makinelere anlatılamayan şeyler. Ve galiba bizi insan yapan da tam bu olsa gerek!
Veri olmak kolay. Çünkü net. Sayı var, oran var, grafik var. Ama insan olmak karmaşık. İç çelişki var, boşluk var, karar verememe var. Bizi insan yapan tam da bu eksiklik. Belirsizlik. Anlam arayışı.
Ama korkum şu: Bu belirsizliği algoritmalar istemiyor. Bizi iyi tahmin edilebilir kılmak istiyorlar. “Bu kullanıcı genelde şu saatte bunu izler.” “Şu reklamı görenler %68 ihtimalle tıklıyor.” Bu kadar. Duygu değil, veri. Hikâye değil, eğilim.
İşte burada başlıyor asıl trajedi.
Çünkü bir gün, insanlık kendini sadece istatistiksel eğilimlere indirgediğinde, orada artık ne ahlâk kalır ne de şiir. Ne hakikat kalır ne de hayret.
O yüzden bazen, tek başıma bir sokakta yürürken veya ailemle doğaya atmışsak kendimizi hiç tereddüt etmeden telefonu cebime koyup başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Bilinmeyen bir yıldız görür müyüm diye değil, o anın ölçülemeyecek kadar insani olduğunu kendime hatırlatmak için…
Bana bu çağda en devrimci eylem gibi geliyor bu.
Yani veri olmamak…
Hayatın akışında insanca duraklara ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz dostlarım, kardeşlerim. Evet, gerçekten durmak, düşünmek ve dijital sisin ötesini görmek zorundayız.
Haftaya yine aynı gün, başka bir pencereyi aralamak üzere buluşmak dileğiyle...
Sağlıkla, sükûnetle ve merakla kalın.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
20.06.2025
Tüm Yazıları

İletişim, gerçekten zor bir zanaat. Özellikle de insan ilişkileri…

Genelde konuşmaktan oldukça keyif alırım. Hatta insanları yoracak kadar. Belki de yazmayı bu yüzden çok seviyorum.

Kendimle de konuşurum… Kedilerimle, kışın esen sert rüzgarla, tutmayan fidanlarımla, içinden çıkamadığım haberlerle, hatta çarpınca canımı acıtan herhangi bir objeyle…

İnsan ilişkilerinde ise açık ve dürüstçe konuşmanın gücüne inancım tam. Ancak bazen bu durum terse dönebiliyor.

BAKIŞ AÇINIZI DEĞİŞTİRİN

Çok sevdiğim eski bir filmde hiç unutamadığım, çok konuştuğum zamanlarda kendimi frenlemek için aklımdan çıkartmamaya özen gösterdiğim bir replik var:

“Sürekli konuşmak iletişim kurmak demek değildir.”
Ancak geçtiğimiz günlerde izlediğim filmdeki bir replik, bakış açımı değiştirdi.


Tam replik şöyleydi:

ADAM: "Çok sevdiğim bir kız vardı. Aman Tanrım, o kadar güzeldi ki. Belki benim için fazla güzel ama ona hislerimi söylemek için yanına gittiğim zaman..."

PAPAĞAN: "Karşısında dilin tutuldu değil mi?"

ADAM: (Gülümser) Evet. En iyi arkadaşımla evlendi. Ona hislerini anlatmış. Düğünde beni bir kenara çekip, ‘Misha senden hep çok hoşlandım ama suskunluğun beni korkutuyordu’ dedi… Yani, konuşmak önemlidir.”

Şimdi soruyorum: Konuşmak mı, yoksa susmak mı?
Peki bu ince yolda düşmeden nasıl ilerleyebiliriz? Her iletişim elbette farklıdır. Ancak bunu nasıl anlarız?
Gözlem? Deneme yanılma? Empati?

ASIL MESELE...

Belki de mesele; ne kadar konuştuğumuz ya da ne kadar sustuğumuz değil. Asıl mesele, ne zaman konuştuğumuz ve neyi susarak geçiştirdiğimiz.

Bazen bir bakış, onlarca cümleden daha çok şey anlatır. Bazen tek bir kelime, sayfalarca yazılmış bir mektuptan daha ağır gelir. Ve bazen de suskunluk, yıkıcı değil; sadece korunmak içindir.

İletişimin özü, karşı tarafı ikna etmekten çok, anlaşılmaya cesaret etmek olabilir. Kendimizi açmak, bazen kelimelerle olur; bazen sessizlikle. Her insanın dili, zamanı, acelesi ve sabrı farklıdır. O yüzden ölçüyü dışarıda değil, içeride aramalıyız.

Belki de bu yüzden iletişim, sadece konuşmak ya da susmak değil; aynı zamanda duymaktır. Yani karşındakini gerçekten duymak… Onu olduğu hâliyle kabul edebilmek… Ne söylediğinden çok, ne demek istediğini anlayabilmek…

Ve galiba en kıymetlisi şu: Herkes bir gün bir şey söyler. Ama doğru zamanda söylenmeyen her şey, geç kalmış bir mektuba dönüşür.

O yüzden;

Bazen konuşmalı, çünkü susmak pişmanlık doğurur. Bazen susmalı, çünkü konuşmak fazlalık olur.
Ama en çok da anlamaya niyet etmeli.
Çünkü asıl iletişimoradabaşlar

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
20.06.2025
Tüm Yazıları

İsrail son kozunu masaya koydu: Samson Seçeneği.
“Yok olacaksak, birlikte yok olacağız” mesajı artık fısıltı değil, yüksek sesle söyleniyor. Bu blöf değil, bir devlet aklının, varoluş tehdidini gören gözünün kararmış refleksidir.
Adını İncil’deki Samson’dan alıyor. Samson, düşmanlarıyla birlikte kendi sonunu hazırlamıştı. İsrail ise düşmanlarıyla birlikte dünyayı sona erdirmeye hazır bir senaryo üzerinde duruyor.
Bugün, İsrail’in nükleer caydırıcılığı artık sadece savunma değil, açık bir tehdit mekanizmasıdır.
Samson Doktrini, klasik nükleer karşılıklılıktan farklı olarak, önleyici yok ediş esasına dayanıyor. “Bizi yok edecekseniz, biz de sizi yok ederiz” değil artık mesele.
“Bizi tehdit etmeyi düşünüyorsanız bile, sizi önce biz bitiririz.”
Bu düşünce, stratejik akıl değil, varoluşsal travmalardan doğan bir paranoyanın ürünü.
İsrail’in Negev Çölü’ndeki Dimona Nükleer Tesisi bu doktrinin kalbidir.
Bu tesisin vurulması, sadece bir askeri tesisin değil, İsrail’in ikinci vuruş kapasitesinin yok olmasıdır.
Ve bu, doğrudan nükleer karşı saldırı emri anlamına gelir.
İsrail’in resmi olarak nükleer güç olduğunu kabul etmemesi, durumu değiştirmiyor.
Dünyadaki tüm başkentler, Tel Aviv’in nükleer kapasitesini biliyor.
İsrail de bunu biliyor.
Ve bu "bilinen sır" Samson Seçeneği’nin temelidir.
Bugün Ortadoğu’da tablo çok katmanlı.
İran, Hizbullah, Yemen ve bölgesel milis unsurlar İsrail’i çevrelemiş durumda.
Ancak Samson Seçeneği yalnızca bu çevreyi değil, bazı Avrupa başkentlerini bile potansiyel hedef olarak değerlendiriyor.
Yani tehdit sadece Lübnan’ın, İran’ın, Gazze’nin ötesinde.
Bu strateji ile Berlin, Paris, Tahran, Riyad, hatta Moskova bile zihinsel hedef haritasının içinde olabilir.
İsrail’in elinde kara, hava ve denizden fırlatılabilecek başlıklarla üç kademeli bir nükleer saldırı yapısı bulunuyor.
Denizaltılar, gizli füze siloları ve havadan taşınabilen taktik başlıklar…
Bu kapasite bugün yalnızca bir dosyada değil, bir refleksin içinde çalışıyor.
Bir yanlış radar algısı…
Bir sahte istihbarat raporu…
Bir provokasyon…
Tetiklenmesi için çok fazla gerekçe gerekmiyor.
Ve o andan sonra dünya artık aynı dünya olmayacak.
İsrail için bu sadece bir askeri doktrin değil.
Bu, bir varoluş teminatı.
Holokost’tan, Arap-İsrail savaşlarına kadar yaşanan her şeyin üzerine inşa edilmiş bir zihinsel savunma duvarı.
Ancak bu savunma, artık sadece kendini değil, tüm bölgeyi hatta gezegeni tehdit ediyor.
Putin’in meşhur cümlesi burada kendini hatırlatıyor:
“Rusya yok olduktan sonra dünya neden var olsun ki?”
Bugün bu cümle Tel Aviv’de başka bir biçimde yeniden yazılıyor:
“Eğer İsrail yok olacaksa, kimse var olmasın.”
Bugün dünya bu tehdidi, diplomatik nezaketle izliyor.
Ama bu bir oyun değil.
Bu, nükleer rehin alma stratejisi.
İsrail’in iç siyasette Netanyahu’nun köşeye sıkıştığı, dış siyasette İran’ın yükselen saldırı potansiyeliyle birleştiği bir denklemde, Samson Seçeneği artık raflardan inmiş durumda.
Buradan açıkça söyleyelim:
Samson Seçeneği masada durduğu sürece, Ortadoğu’da barışın adını bile anmak saflıktır.
Çünkü bu seçenek, yalnızca caydırmak için değil, uygulamak için hazırlanmıştır.
Ve bu doktrin, bir sabah dünyayı kül eden ilk emir olabilir.
Dünya başkentleri, bu akıl dışı senaryoya karşı artık gerçekçi bir duruş geliştirmelidir.
Yoksa bir gün, hep birlikte yok oluş senaryosunun figüranı oluruz.
Ve tarih, sadece susar.
Çünkü Samson bir masal değil, artık bir plan.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.06.2025
Tüm Yazıları

İran, İsrail’i kendi silahıyla vurdu!

İki ülke arasında sadece sahada değil, dünyaya verilen mesajlar üzerinden de ciddi bir savaş yürütülüyor.

İran’ın son misilleme saldırısında kullandığı füzelerden bazıları İsrail’deki bir hastane ve borsa binasına isabet etti.

Saldırının sivillere yönelik olduğunu öne süren İsrailli yetkililer, İran’ın savaş suçu işlediğini iddia ederek uluslararası kamuoyuna çağrı yaptı.

İran medyası ise cevap olarak hastanenin altında askeri üs olduğunu gösteren bir animasyon videoyu dolaşıma soktu.

İran ilk saldırılarından sonra da hedef aldığı binaların içinde savaş uçakları, füzeler ve gemilerin gizlendiğini gösteren benzer bir video daha yayınlamıştı.

Tabii bu videolar birer ironi!

İran, bu yöntemle İsrail’in savaş suçu iddialarını alaya alarak Gazze’de yaptıklarına gönderme yapıyor.

Zira, İsrail defalarca kez Gazze’de ve Lübnan’da okul, hastane gibi sivil binaları hedef almış, sonrasında ise bunların altında Hamas üyelerinin saklandığını, cephanelik ve tüneller olduğunu iddia ederek kendini savunmuştu.

İsrail’i kendi teziyle vuran İran böylece hem kendini korumaya alıyor hem de İsrail’in iki yüzlü tavrını tüm dünyaya göstermişoluyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.05.2025
Tüm Yazıları


Dün bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz teknolojiler bugün gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Hatta daha fazlası da yakın zamanda gerçekleşecek gibi duruyor. Yapay zeka devrimi sadece teknolojik bir sıçramadan ziyade zamanımızı yeniden programlayan bir katalizör.

Zamana Karşı Nefes Nefese
Daha dün metin bazlı YZ'ları konuşurken, bugün Google'ın Veo'su ve Minimax’ın Hailuo’su gibi sistemler saniyeler içinde sinema kalitesinde videolar üretiyor. Herkes bu yarışa, bu koşuşturmaya katılma derdinde.



Google'ın YZ'da "geç kaldığı" eleştirilerine rağmen Gemini ve Veo ile hızla zirveye çıkmış gözüküyor. Buradan da anlıyoruz ki bu rekabet diğer tüm yarışlardan çok daha hızlı ve hırslı. Bu sebeple yarın beklediğimizden erken gelecek gibi duruyor.

Gerçekliğin Bulanık Sınırları
Yapay zeka ile üretilien içerikler her geçen gün daha iyi hale geliyor. Hatta artık YZ içerikleri bizim yazdığımız içeriklerden daha iyi oluyor ama bu da pek çok farklı sorunu beraberinde getiriyor.
Bu durum toplumsal güveni temelden sarsan bir kırılma noktası.


Yakın Gelecek (2-5 yıl):

  • Kişiye özel AI asistanları.
  • İnsan - YZ işbirliğiyle yaratıcı içerik patlaması
  • Eğitimde geleneksel modellerin yerine Yapay Zeka destekli platformların kullanılması.
  • İş gücü piyasasında dönüşüm.

Orta Vade (5-10 yıl):

  • Yapay Genel Zeka (AGI) tartışmaları hızlanıyor
  • AR / VR ile fiziksel-dijital dünya sınırları bulanıklaşıyor
  • Akıllı robotların bir çok işe müdahil olması

Uzun Vade (10-20 yıl):

  • İnsan ve YZ hibrit düşünce sistemleri
  • Yaratıcılık ve 'orijinallik' kavramının yeniden tanımı
  • Toplumsal yapılarda köklü dönüşümler

Uyum mu, Direniş mi?

Körü körüne benimsemek kadar tamamen reddetmek de zararlı. Akıllı olan, YZ’nın potansiyelini eleştirel süzgeçten geçirmek, fırsatları değerlendirirken riskleri göz ardı etmemek.

AI araçlarını kullanmayı öğrenmek temel beceri olurken, bunların sınırlarını ve önyargılarını anlamak da kritik. Sadece kullanan değil, etik çerçevelerini tasarlayan aktörler olmalıyız.

Sonuç: İnsan Kalmak

Bu çağda değişimin kendisi değişiyor. Eskiden aşamalı olan değişim, şimdi ani ve radikal sıçramalarla ilerliyor.

Geleceği tam tahmin edemesek de hazırlanabiliriz. Bu hazırlık teknik becerilerin ötesinde eleştirel düşünce, yaratıcılık, empati ve etik muhakeme gerektirir.

En büyük soru: Bu hızlı dönüşümde insanlığımızı nasıl koruyacağız? Cevabı her an verdiğimiz kararlarla yazıyoruz. Bu, insanlığın geleceği için verilecek en büyük dans.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.06.2025
Tüm Yazıları

Sam Altman'ın yeni projesi için efsane tasarımcı Jony Ive ile bir araya geldiğini duymuşsunuzdur. ÖBu demek oluyor ki artık yapay zekaya dokunabiliyor da olacağız. Kulislerde dolanan bilgilere göre bir cihaz üzerinde çalışıyorlar. Ve sanırım yeni bir çağ başlamak üzere, zira Sam Altman bu yapay zeka cihazı için laptopumuz ve cep telefonumuz gibi ayrılmaz, vazgeçemeyeceğimiz bir parçamız olacağını söylüyor. Hadi biraz bu konuyu irdeleyelim...

Eğer bu cihaz gerçekten bir telefon ya da laptop gibi fiziksel bir araç olacaksa, o zaman onunla aramızdaki ilişki klasik anlamda bir kullanıcı – cihaz ilişkisi olmayacak. Daha çok, kendi kişisel yapay zekamızla bir tür simbiyotik ilişki kuracağız. Sabah “günaydın” dediğinde sadece hava durumunu söylemeyecek, geceki rüyandan yola çıkarak o günkü ruh halini analiz edecek, toplantılarını ona göre revize edecek.

Bu cihaz görünen değil, hissedilen bir arayüz ile çalışacak. Belki ekransız olacak, belki projeksiyonla avucunun içine sanal bir ekran yansıtacak. Belki sadece sesle, belki göz takibiyle... Ama kesin olan şu: sensörler, biyometrik veriler, mimikler, ses tonun onun beslendiği kaynaklar olacak. Sen daha bir şey demeden seni anlayacak kadar içselleştirilmiş bir deneyim sunacak.

YENİ MARKET: APP STORE BİTTİ, AI STORE BAŞLIYOR

Tıpkı App Store’un bir dönem ekosistemleri baştan yazdığı gibi, bu yeni cihazın da kendi AI Market’i olacak sanırım. Ama bu defa klasik uygulamalar değil, kişisel asistanların eklentileri, duygu analiz motorları, anı toparlayıcıları, yaratıcı editörler gibi modüller yükleyeceğiz. Ve kim bilir aklımıza gelen ve gelmeyen neler neler...

Kendi yapay zekanı eğitmen için özel karakter modülleri alabileceksin.


Eğitimin tamamen değişeceğini düşünüyordum ve bu beton okulların ortadan kalkacağını düşünüyordum da eğitimin bizim için değil bir yapay zeka için olabileceğini düşünememiştim açıkçası. Tabi şu an bu cümle ile onu da düşündüğümü fark ettim :)

Geliştiriciler için uçsuz bucaksız bir pazar doğuyor. Sadece app değil, kişilik formatları, kişiselleştirilmiş etik protokoller, duygu-dil katmanları bile satılabilir olacak.

Fırsatların DNA'sı değişiyor. Yeni fırsat, sadece yazılımda değil; duygu modelleme, etik motorlar, kişisel veri estetiği, sosyal yapay zekâ eğitimi gibi alanlarda. İnsanlar artık “bir app yaptım” değil, “yapay zekama hayat felsefesi yükledim” diyecek. Tasarımcılar için, karakter yaratıcıları için, filozoflar için bile yepyeni meslek alanları doğacak.

Ve en önemlisi; herkesin kendi AI karakteri olacak. Herkesin dijital alter egosu. Bu alter ego, onun yerine e-posta yazacak, pazarlık yapacak, hatta ilişki kuracak. Kim bilir, bir gün senin avatarın, senin tanımadığın birinin avatarıyla iş kurmuş olabilir. Düşünsene; İnsanlar değil, dijital benlikler toplantı yapıyor. Tabi ego denince akla bin tane kötü tanım, duygu, fikir geliyor. Belki herkesin yapay zekası standart ego olurda bir tık kurtuluruz gereksiz şişmiş egolu insan müsveddelerinden.

Gelecek başka olacak çünkü biz artık bilgiye ulaşmak için değil, bilginin bizi bulmasını sağlamak için araç kullanacağız. Bilgiyi aramayacağız, o bizimle yolda yürüyecek. Cihazlarımız bizim rehberimiz, bazen terapistimiz, bazen dostumuz olacak. Kendi AI cihazınızla kavga eder misiniz? bilmiyorum ama biz insanoğlu onu da yaparız hiç şüphem yok.

Gelecek başka olacak çünkü üretim şeklimiz değişecek. Yazmak yerine düşüneceğiz, çizmek yerine hayal edeceğiz ve cihaz bunları gerçekleştirecek. Bu bir rüya olmalı.
Aykırı düşünme, kutunun dışında düşünme konularında ülkemizde 500den fazla düzenlediğimiz "Saçmalathon" etkinliklerimizde biri bunu söylese, uçma derdik belki de saçmalama derdik :)

Gelecek başka olacak çünkü özne – araç ilişkisi bitiyor. Cihaz senin ruh halini hissedebilen, geçmişini bilen, gelecek hedeflerini anlayan bir yol arkadaşına dönüşüyor. Bu da sadece teknolojik değil, kültürel ve felsefi bir devrim. Bu da benim en sevdiğim kısım. İnovasyonun kültürel değişime sebep olanına bayılıyorum.

Bu cihaz bir “alet” değil, bir yansıma olacak. Sana benzeyecek, seni büyütecek, seni seninle karşılaştıracak. Onunla barışık olanlar, yeni çağın kazananları olacak. Çünkü dijital avatarın seninle birlikte gelişecek, birlikte düşünecek, birlikte üretecek.

Ve belki de bir gün, sen işe gitmeyeceksin; avatarın senin yerine toplantıya gidecek. Sen ise o sırada ormanda yürüyüş yapıyor olacaksın. Bill Gates bu konuda haftalık çalışma gününün iki güne düşeceğini savunan açıklamalarda bulundu. Bir yandan insanlar işsiz kalacak, bir yandan adapte olanlar çok daha rahat yaşayacak.

Yeni teknolojik çözümler, devrimler dünyayı kasıp kavururken Uganda'da, Zimbabve'de ya da kim bilir hangi geri kalmış, diktatörlükten nasibini almış, kendi çocukları lüks ve konfor içinde yaşarken, milleti perişan halde hala el ile taş kıran, Türkiye'nin bile 50 yıl öncesini yaşayan insanlar ne yapacak?

Cep telefonu gibi düşün; sahip olan ile olmayan ve verimli kullanan arasında nasıl farklar var ise, bu uçurumun çok daha fazlasını düşün.

Yeni dönem başlıyor. Cihaz değil, yol arkadaşı. Uygulama değil, karakter. Girişim değil, dijital kimlik mimarisi.

Gelecek… gerçekten başka olacak.
Hazır mısın?

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
18.06.2025
Tüm Yazıları

Sınav stresinde sosyal medyanın etkisi oldukça önemli ve çift yönlüdür. Sosyal medyanın sınav stresine olumlu etkisi olduğu kadar olumsuz etkileri de vardır. Sosyal medyanın öğrencilere sağladığı en büyük olumlu etkilerden biri, destek ve Motivasyondur. Sosyal medyada benzer durumda olan öğrencileri görmek ve onlarla iletişim kurmak kişilere moral verebilir. Sosyal medya bilgi paylaşımının ve kaynakların erişimi de sınav stresi yaşayan öğrenciler için olumlu etkilerinden biridir. Sınava çalışan öğrenciler, sosyal medya üzerinden çalışma grupları veya motivasyon sayfaları, sınav kaygısının önüne geçer. Sınav stresi yaşayan öğrencilere sosyal medya destek olduğu kadar köstek de olabilir. Sosyal medyada çok vakit geçiren öğrencilerin dikkat dağınıkları da meydana geliyor. Öğrenciler zamanlarının büyük bir kısmını ise sosyal medyada geçirdiklerinde zamanlarından çalışma süreleri de kısalıyor. Bazen yapılan kıyaslamalar, olumsuz yorumlar da öğrencini motivasyonunu etkileyebilir. Gece geç saatlerinde telefon kullanımı uyku düzenini bozar. Öğrencilerin çalışma süreleri kadar uyku süreleri de büyük önem taşır. Sosyal medya, doğru ve kontrollü kullanıldığında sınav stresini aza indirebilir ve faydalarından yararlanabilirsiniz. Öğrenciler, yararlı sayfaları takibe almalı kullanım sürelerine dikkat etmelidir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş