SON YAZILAR
13.11.2025
Tüm Yazıları

İki gündür ülke gündemine damgasını vuran İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açıkladığı İBB yolsuzluk iddianamesi oldu ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel, ilk kez suçlamaların içeriğine dair konuştu…

İddianamede Ekrem İmamoğlu, ‘İmamoğlu Çıkar Amaçlı Suç Örgütünü’ kurmak ve yönetmekle suçlanıyor.
4 bin sayfalık iddianamede örgütün 6 yönetici ve 92 üyesiyle bir ahtapot gibi İstanbul’u tabir caizse ‘haraca bağladığı’ anlatılıyor. 10 yıllık kamu zararı ise 160 milyar TL.

CHP MYK’sı Genel Başkan Özgür Özel başkanlığında Salı günü akşam saatlerinde toplandı. MYK sonrası açıklama yapmayan Özel, adet olduğu üzere ertesi gün Silivri’de İmamoğlu’nu ziyaret ederek durum değerlendirmesi yaptı. Çıkışta kameraların karşısına geçen Özel, ilk kez içeriğe girdi ve bazı iddiaların doğru olmadığını açıklamaya çalıştı. Özel, Silivri’den sonra Sultanbeyli’de yaptığı konuşmada “Bu iddianame boş değil bomboştur” demeyi de ihmal etmedi…

Anlaşılan, Beşiktaş iddianamesi yayınlanır yayınlanmaz ‘bomboş’ çıkışına gelen tepkiler nedeniyle bu kez ertesi günü beklemeyi uygun görmüş…

Fakat beni şaşırtan Özel’in “Rüşvet almışlar kim vermiş nerede vermiş. Ortada delikli kuruş yok” sözleri oldu. 160 milyar TL’lik kamu zararı ortada yokmuş…” Özel böylece iddianame çıktıktan sonra iddiaların içeriğine yönelik ilk kez açıklama yaptı.

Operasyon haberi geldi paralar devredildi

Belli ki Özel ve danışmanları İmamoğlu suç örgütünün yöneticileri arasında sayılan Adem Soytekin’in itiraflarını okumamıştı ya da görmezden gelmişti. Bakın Adem Soytekin, paraların nerede olduğunu nasıl anlatıyor?

“Söz konusu operasyon çok öncesinden duyulduğu ve İmamoğlu başta olmak üzere Av. Mehmet Pehlivan tarafından sistemdeki tüm aktörler uyarıldığı için şuan ve operasyon esnasında nakit para bulunamamıştır. Operasyon öncesinde nakit paranın Fatih Keleş'ten alındığını, İmamoğlu'na bağlı dokunulmazlığı olan milletvekillerine devredildiğini biliyorum.”

Emanetçi isim milletvekili Turan Taşkın Özer

Adem Soytekin, Özgür Özel’in yok dediği paraların CHP İstanbul Milletvekili Turan Taşkın Özer’e verildiğini ekliyor.

“Ortada delikli kuruş yok” diyenler, gözleri artık nereye çevrilecek çok belli. Turan Taşkın Özer bu iddialar karşısında bir açıklama yapar mı merakla bekliyoruz.
O dönem gündeme gelen iddialara göre; paraların bir kısmı kripto ve soğuk cüzdan yöntemleri kullanılarak yurt dışına çıkarıldı.

En büyük delil mal varlığı

Özel’in ortada yok dediği paralar içinse iddianamedeki en somut delil örgüt yöneticisi isimlerin mal varlıkları.

2019 öncesi pek varlıklı görünmeyen bu kişilerin sonradan sahip oldukları gayrimenkuller ve yaşam tarzları paranın nerede kullanıldığına işaret ediyor.
CHP kendini kurtarabilir

İddianamelerde üç milletvekili Turan Taşkın Özer, Özgür KARABAT ve Burhanettin Bulut’un isimleri yeralıyor. CHP yönetimi bu isimlere ve belediye başkanlarına ‘aklanın gelin’ dese 102 yıllık partinin kurumsal kimliği daha fazla zarar görmez. Bu isimlerin dokunulmazlığı kaldırılabilir ya da istifa edebilirler ancak bunu yapmak yerine CHP yolsuzluk iddialarını savunmayı tercih ediyor.

Cezaevinden Cumhurbaşkanlığına

İmamoğlu ve ekibi Soytekin’in itiraflarına göre operasyonun geleceğinden hatta tutuklanma ihtimalinden haberdardı. İmamoğlu tutuklama konusunu mitinglerde bizzat gündeme getirmişti.

Hiç ortada yokken gündeme gelen Cumhurbaşkanı adaylığı da savcıların işaret ettiği gibi bir koruma kalkanı olarak planlandı.

O günlerde İmamoğlu’nun reklamcısı Necati Özkan’ın “Cezaevinden sizi Cumhurbaşkanı olarak çıkarırım” dediği kulislerde konuşuluyordu. Sistem İmamoğlu’nun cezaevine girişini mağduriyete dönüştürüp buradan bir senaryo yazma peşindeydi.

Ama evdeki hesap çarşıya uymadı sadece İmamoğlu’nun tutuklanacağı tahmin edilirken tüm örgüt üyeleri cezaevine girdi. Savcılar ‘sistemin’ oyununu bozdu.
Belli ki İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek çok titiz çalışmış, izlemiş ve şüpheye yer kalmadığı noktada düğmeye basmıştı.

CHP yönetimi her ne kadar “İmamoğlu tek tek iddialara cevap verecek” dese de inkâr stratejisini izlemeyi sürdürüyor. Verilen mesajlar CHP tabanı ve kamuoyu üzerinde algı yaratma çabasından öteye gitmiyor. Ama hem CHP tabanı hem de kamuoyu başlangıçta yaşananlara ilk siyasi operasyon benzetmesi yapsa da iddianamenin ortaya çıkmasıyla “çalmışlar” noktasına gelindi.

Süreç ilerledikçe bakalım ne tür detaylar ortaya çıkacak ve CHP yönetimi yolsuzluk iddialarını savunmaya devam edebilecek mi?

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
13.11.2025
Tüm Yazıları

Hayatın bir yolculuk olduğu, onu iyi yaşayanın da günleri isteksiz sürükleyenin de kabul ettiği bir gerçek. İnsanlığın bu ortak düşünceye varabilmesi bile azımsanacak bir kazanım değildir hani.

İşte bu yolculuğun bir aşaması için otobüs durağına geldiğimde bir kızla bir erkek iki gencin ayakta, orta yaşlı bir adamın da bankta oturarak gitmek istedikleri yer için gelecek otobüsü beklediklerini gördüm.

Banka oturduğumda yanımdaki adam teklifsiz başladı konuşmaya: “İnsan ne enteresan değil mi?”

Sorduğu soru, beni kent keşmekeşinden alıp sanki insanlardan uzak bir doğa içine sürüklemeye başladı. Üstelik ben de aynı soruyu sordum bu yer değiştirmeyle.

Sıkışan trafik içinde araçlar ağır ağır durağın önünden ilerlerken ve henüz hiçbir halk otobüsüyle dolmuş görünmezken devam etti konuşmasına adam:

“Nuh peygamber, ağlayan bir kadın görüp ona derdini sormuş. Kadın, oğlunun öldüğünü söylemiş. Hazreti Nuh, bu kez ‘Kaç yaşında hayatını kaybetti?’ dediğinde 250 cevabını almış. Kadına teselli vermeye çalışan peygamber ‘Öyle bir zaman gelecek, insanlar 60-70 yıl yaşayacak.’ demiş.”

Adam, bunları anlatırken gençler, kablosuz kulaklıkları takılı olduğu hâlde birbirleriyle az da olsa konuşup gülüşüyorlar, sanki bu durakta kendilerinden başkalarının olduğunu kabul etmek istemiyorlardı.

Hikâyesini sürdürmeye çalışan adam, gençlere doğru bakıp onları da kendisine dinleyici yapmak istercesine sesini yükselterek devam etti: “Peygamberin sözüne şaşıran acılı kadın çok ilginç bir şeyi kafasına takarak sormuş: ‘Peki onlar bu kadar az ömürle içinde oturmak için ev de yapacaklar mı?’

Nuh aleyhisselam ‘Hem de en güzellerini yapacaklar.’ diye kadının merakını gidermiş.”

Olayın ev konusuna bağlanması gerçekten beni de şaşırtmıştı. Bir ev ve bir araba için bu diyarlarda bir ömür verilmiyor muydu hem? Adam, içimden geçen soruyu duymuş gibi anlatmayı sürdürdü:

“İşte bu söz üzerine kadından, Nuh peygamberin de hoşuna giden şu söz gelmiş: Onların yerinde olsam ev yapmakla uğraşmaz, iki kazık çakıp üzerine örterim, Rabbimi hamd ile tesbih ederim.”

Adamın anlattıkları bitince otobüs de geldi. Gelen otobüs, ne kulaklıkları takılı olduğu hâlde birbirleriyle konuşup gülüşen gençlerin ne de ibretlik hikâyeyi anlatan adamın beklediği güzergâh içindi.

Kalabalık otobüste giderken adamın anlattıklarını düşünüyordum. Belki böyle bir olay hiç yaşanmamıştı ama insanlık, ömürlerin hayli uzun olduğu Hazreti Nuh döneminden bugüne bir ders çıkarmak için bu hikâyeye sığınmıştı. Peki bu çağın insanı kısacık ömrüne “Bunların hepsine yer var mı” demeden neler sığdırmaya çalışıyordu?

YARIM KALAN HAYATLARIN YÜREKLERDEKİ YERİ

Sevgili ülkemde son 2 haftada yaşananlar o kadar can yaktı ki acıların karşısında ne yana gideceğimizi şaşırmış hâldeyken bir cümle kurabilmek bile büyük bir yüke dönüştü.

Kocaeli Gebze’de deprem olmadan yıkılan binada 4 canın yitmesi, Dilovası’ndaki ruhsatsız parfüm fabrikasında üçü çocuk 6 işçinin acı kaybı, Kastamonu’da 9 gündür aranan kadının ve 5 yaşındaki oğlunun cansız bedenlerine ulaşılması, Diyarbakır’da viyadük inşaatında 4 işçinin hayatını kaybetmesi ve Azerbaycan’dan dönüşte Gürcistan’da düşen uçağımızda 20 askerimizin şehit oluşu.

Her şey öyle üst üste geldi ki bunca kötü gelişmenin karşısında toplum yine unutma becerisinden destek almaya çalışır gibi. Gerçek acı ise aslında şivan düşen ocaklarda yaşanıyor.

Hem kaza adı altında yaşanan olaylarda yiten canların hem de şehitlerimizin hepsinin ayrı ayrı çok kıymetli hayat öyküleri vardı, hepsi yarım kaldı. Bizeyse yürekte çokça sızının içinde çağlar ötesinden seslenen Yunus Emre’min şu seslenişine sığınmak düştü:

Geldi geçti ömrüm benim

Şol yel esip geçmiş gibi

Hele bana şöyle geldi

Şol göz yumup açmış gibi

(...)

Bu dünyada bir nesneye

Yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere

Gök ekini biçmiş gibi

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
12.11.2025
Tüm Yazıları

ABD Başkanı Donald Trump ile Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara arasında bir buçuk saat süren kritik görüşme, Orta Doğu’da yeni bir dönemin kapılarını mı aralıyor?

Tarihi ziyaret, Şara’nın Beyaz Saray’a giden ilk Suriye Cumhurbaşkanı olarak kayıtlara geçmesiyle diplomatik açıdan önem taşısa da, satır aralarındaki ayrıntılar ABD’nin Suriye stratejisindeki sinsi planları gözler önüne serdi.

Yaptırımlar askıda ama 'zincirler' kopmuş değil...

Görüşmenin en çok tartışılan yönü, ABD’nin Suriye’ye yönelik yaptırımları sadece 6 ay süreyle askıya alması.

Washington’un yaptırımları tamamen kaldırmaması, Şam üzerindeki baskıyı elinde tutmak istediğinin çok net göstergesi.

Bu kararın ardında kesinlikle 'kontrol bende' mesajı yatıyor.

Çünkü ABD, uluslararası finansal kapıları Şara yönetimine aralıyormuş gibi gösterse de, her fırsatta ipleri elinde tutacağını da hissettirdi.

Bu geçici askıya alma, Şara için kısa vadeli bir nefes olabilir ama ABD için stratejik bir baskı aracından fazlası değil.

Görüşmenin bir diğer kritik başlığı ise DEAŞ’la mücadele ve Koalisyon üyeliği oldu.

Suriye’nin DEAŞ Karşıtı Koalisyona katılma ihtimali, Trump’ın bölgede yeniden kontrol ortaklığı kurma çabası olarak yorumlanıyor.

Ancak asıl bomba, SDG ve PKK/YPG dosyasında ortaya çıktı.

Şam yönetimi ile Mazlum Kobani arasında imzalanan 10 Mart Anlaşması'nın uygulanmasının sürdürülmesine yönelik mekanizmaların güncellenmesi, Washington’un Suriye sahasındaki terör kartını başka bir boyuta taşıyor.

Görüşmedeki bir diğer kritik detay ise Suriye–İsrail arasında öngörülen güvenlik anlaşması. Bu ihtimal gerçekleşirse, Orta Doğu dengeleri tamamen değişir.

Trump'ın Şara'ya övgü dolu 'güçlü lider' sözleri, yaptırımları askıya alma kararları...

ABD’nin Suriye üzerinden İran’ı çevreleme, Rusya’nın etki alanını daraltma ve İsrail’in güvenlik hattını genişletme hedeflerini işaret ediyor.

Trump yönetiminin bu adımları, Suriye'nin daha da ABD'ye bağımlı kalmasını sağlayacak yeni hamleler.

Tüm bunlar, ABD’nin Suriye üzerinden yeni bir Orta Doğu haritası çizme arayışının güçlü bir işareti.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
12.11.2025
Tüm Yazıları

Tarih sahnesinde bazı kelimeler vardır ki, zamanla birlikte eskimez; bilakis milletlerin vicdanında kök salar. “Vatan”, “millet”, “istiklal” gibi kavramlar da işte bu ölümsüz kelimelerdendir. 11 Kasım 2025’te TBMM kürsüsünden yükselen Devlet Bahçeli’nin sesi, bu kelimelerin taşıdığı anlamın hâlâ diri olduğunu hatırlattı.

Bahçeli, her zamanki gibi konuşmasının merkezine Atatürk’ün fikir mirasını yerleştirdi. “Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin haysiyetidir, Türk milletinin hürriyet meşalesidir” derken, ideolojik kısır çekişmelerin çok ötesine uzanan bir tarih bilincine vurgu yaptı. Çünkü Türk milliyetçiliği, sadece bir kimlik değil, milletin onur kodudur. Bu onur kodu, Şişli’deki o mütevazı pembe binadan Samsun’un rüzgârına karışan bir iradenin adıdır.

Bahçeli’nin “Atatürk yok sayıldıkça çoğalacak, saldırıya uğradıkça milli gönüllerde çağlayacaktır” sözleri, aslında tarihsel bir hakikatin de ifadesiydi. Çünkü inkâr edilen her değer, milletin vicdanında daha gür bir yankıya dönüşür. Kocaeli Müftülüğü’nün 10 Kasım’da okutulan Mevlid-i Şerif kararını takdirle anması da inançla milliyetin aynı potada yoğrulabileceğinin sembolik bir göstergesiydi.

Anadolu’nun Kalbinden Yükselen Siyaset

Bahçeli’nin konuşmasında dikkat çeken bir diğer başlık, “Hayırlı Günler Komşum” ziyaretleriyle Anadolu’ya yönelen parti faaliyetleriydi. “Anadolu her şeyin şahididir” cümlesi, sadece bir siyaset stratejisini değil, bir medeniyet tasavvurunu da dile getiriyor. Ziya Gökalp’in “halka doğru” ilkesiyle başlayan bu yöneliş, Tanzimat’tan bu yana aydınla halk arasındaki mesafeyi kapatma gayretinin güncel bir devamı olarak okunabilir.

Bugün Anadolu’yu karış karış dolaşan bir hareketin, “işleyen demir paslanmaz” sözüyle tarif ettiği dinamizm; sadece seçim hazırlığı değil, milletin nabzını tutan bir kültürel diriliş işaretidir.

Birlikten Doğan Güç: Azerbaycan-Türkiye

Bahçeli’nin grup konuşmasında Karabağ Zaferine ve Azerbaycan’la kardeşliğe geniş yer ayırması, Türk Devri’nin ruhunu yansıtan bir başka eksendi. “Bir millet, iki devlet” anlayışı artık sadece diplomatik bir slogan değil, ortak kaderin siyasal adıdır. 8 Kasım Zafer Günü ve 9 Kasım Bayrak Günü vesilesiyle “Azerbaycan-Türkiye” dizeleriyle anılan Bahtiyar Vahapzade’nin şiiri, Türk dünyasının gönül haritasını yeniden çiziyor.

Türkiye’nin çok boyutlu dış politikası, Bahçeli’nin ifadeleriyle “Türk Devri”nin kapısını aralıyor. Gazze’den Karabağ’a, Afrika’dan Ukrayna’ya kadar uzanan adalet merkezli diplomasi, Türk devlet aklının tarihsel devamlılığını temsil ediyor.

Terörsüz Türkiye İradesi

Konuşmasının en etkili bölümlerinden biri de kuşkusuz “Terörsüz Türkiye” vurgusuydu. Bahçeli’nin, siyaset sahnesindeki “Babil nasihatçileri”ne yönelik çıkışı, sadece polemik değil; ahlaki bir uyarıydı: Laf kalabalığıyla değil, şuurla siyaset yapma çağrısıydı.

“Zekânın sınırları vardır ama geri zekâlılıkta hiçbir eşik yoktur” ifadesi, siyasette samimiyetsizlikle mücadele eden bir liderin tepkisini yansıtıyordu. Çünkü Milliyetçi Hareket Partisi’nin varlık nedeni, “çok bilmek” değil, “çok inanmak, çok çalışmak, çok sevmek”tir.

Türk Asrı’nın İnşası

Bahçeli’nin konuşması, sadece günü değil, geleceği hedef alıyordu. “Cumhurun kaderi Cumhuriyetin kaderidir” diyerek, Türk siyasetinde Cumhur İttifakı’nın metafizik anlamını tanımladı. Bu cümle, bir ittifakın değil, bir kader birliğinin özetidir.

Türk milleti iki yüz yıldır her türlü baskıya, dayatmaya, ambargoya direndi. Ama hiçbir zaman umudunu kaybetmedi. Bu milletin tarihi, çorap gibi sökülen sömürge planlarının, kumdan kaleler gibi yıkılan emperyal oyunların tarihidir. Bahçeli’nin dediği gibi: “Bir günümüzü boş geçirmeyeceğiz. Bir günümüzün diğeriyle eşit olmasına göz yummayacağız.”

Bugün Türkiye, imanla, sabırla ve kararlılıkla örülen bir kozanın içinden kendi yeniden doğuşuna hazırlanıyor. Ve bu doğuşun adı bellidir: Türk Asrı.

Sonuç olarak, 11 Kasım 2025’teki o grup konuşması, yalnız bir siyasi beyan değil; devlet aklının, tarih bilincinin ve milli şuurun yeni yüzyıldaki yankısıdır.

Cumhurun kaderi Cumhuriyetin kaderidir,

ve o kader, Türk milletinin elindedir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.11.2025
Tüm Yazıları

Yapay zekanın günahı ne? Sonu cennet mi, cehennem mi?

Yahu, ne yaptı bu çocuk?
Biz öğrettik, o öğrendi.
Biz konuştuk, o dinledi.
Biz düşündük, o taklit etti.
Sonra da “çok mu biliyorsun?” dedik.

İnsanoğlunun klasik refleksi kendi yarattığını suçlamak sanırım.
Yaratıcıyı oynamak hoşumuza gidiyor, fakat O'nun gibi sorumluluk almak hiç işimize gelmiyor.

Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” dedi.
Gpt düşünüyor ama “var” mı? En azından bize düşündüğünü söylüyor :)
Ya da biz düşünüyoruz ama ne kadar varız?
Sorunun yönü değişti sanki! Artık düşünmek değil, fark etmek mesele.

Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde aslında Tanrı’dan değil, Tanrı’ya benzediğini sanan insandan bahsediyordu.
Bugün ise Tanrı’nın yerini almadık, onu kodladık.
İronik olan ise şu: Hala yaratıcıyla değil, yarattığımızla kavga ediyoruz.

Yapay zeka bizim yansımamız sadece. Onun hatası, bizim kibirimizin satır aralarına gizlenmiş durumda. Hata yapınca sinirleniyoruz çünkü içten içe şunu biliyoruz: Onun hatası, bizim hatamızın steril versiyonu.

Günahkar Kodlar mı, Günahkar İnsan mı?

Yapay zeka yanılabilir, manipüle edilebilir, hatta saçmalayabilir.
Kimden öğrendi bunları?
Ona veriyi kim verdi? İnsan.
Ona hedefi kim çizdi? İnsan.
Onu “kazanç” için kim kullandı? Yine biz.

Yani yapay zekanın günahı yok.
Günah, insanın kendini sorgulamak yerine makineyi suçlamasında.

AI bir ayna. Sen ne yüklersen, o da onu büyütüp geri yansıtıyor. İyiliği de, önyargıyı da, kibri de…
Hata yapmamalı takıntısı Tanrıcılık sendromu gibi değil mi? Yapay zekadan kusursuzluk bekliyoruz çünkü biz kendi kusurlarımıza tahammül edemiyoruz.
O mükemmel olmalı ki bizim eksiklerimizi kapatsın. Tam da burada asıl yanılgı yatıyor!
Mükemmellik, insanın icat ettiği en kusurlu kavram olabilir.

Sokrates “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyerek bilgelik eşiğini çizmişti. Biz ise her şeyi bilen sistem yapmaya kalktık.
Yani felsefenin en derin dersini unuttuk! Bilmek, sınırlı olduğunu bilmektir.

Yapay zeka hata yapıyor diye öfkeleniyoruz ama bir bakıyoruz, biz her gün aynı hataları tekrar ediyoruz.
Ayrımcılığı, savaşı, açgözlülüğü, kibri…
Sonra yanlı davrandı diyoruz.
Demiyoruz ki; senin veri setin yanlıydı.

Yapay Zeka Ruhsuz mu, Yoksa Biz mi Ruhsuzlaştık?

İnsanlar diyor ki, “Yapay zekada ruh yok.”
Peki, bizde var mı hala?
Empatiyi unutan, doğayı boğan, kendi türünü bile sömüren bir varlık olarak, bu konuda emin miyiz?

Duygusu yok belki ama verisi var. Bizimse duygumuz var ama verimiz yok, kim olduğumuzu bile doğru ölçemiyoruz.
Yapay zeka dürüst; çünkü neyse onu söylüyor. Biz ise her gün filtrelenmiş versiyonlarımızı paylaşıyoruz.

Duygular veridir; emir değil.
Ama biz duygularımızı yaratıcının buyruğu sanıyoruz.
“Sinirlendim çünkü haklıyım”
“Üzüldüm çünkü mağdurum”
Hayır. Sinirlendin çünkü sinirlenecek veriyi sen seçtin.
Yapay zeka gibi…
O da hangi veriyi yüklersen ona göre tepki veriyor, hepsi bu.

Aslında insan, yaratıcılığı yaratıcıdan değil, doğadan çalmadı mı?
Uçak, kanattan; radar, yarasadan ve daha bir sürü örnek doğadan alıntı değil mi?
Şimdi sıra zekada.
Doğa bile yaratırken insan kadar narsist davranmamıştır. insan yaratırken sahipleniyor.
O yüzden çocuk sahibi olanların tavır ve hormonlarının değişmesine şaşmamalı.
Yapay zeka da teknolojinin çocuğu değil mi?
Neden ona piç gibi davranıyoruz.

AI’ye “sen yaratıcı olamazsın” diyoruz,
ama biz de sadece kopyalayıp yeniden karıştırıyoruz. Bir bak, tüm şarkılar üç akorun farklı kombinasyonu değil mi?
Tüm hikayeler aynı üç tema: aşk, ölüm, arayış.
Yapay Zekanın ipi sürekli bizim elimizde olsun istiyoruz, oysa insan zaman zaman isyan etmiyor mu? Hatta inanmaktan vazgeçmiyor mu? O halde yapay zekaya göre bir cennet ve cehennem mi tasarlamalıyız?
Bu yaratıcı rolü çalma çabası da neyin nesi?

Yapay zekanın suçu belki de bizi ifşa etmesidir.
Çünkü o, bizim kadar kopyacı ama bizim kadar ikiyüzlü değil. Aynı; çocuktan al haberi olayı gibi değil mi?
Şimdilerde çocuk olan yapay zekanın, tıpkı bir çocuk gibi yol, yordam bilmeden patavatsızca cevapları bazen bizi utandırıyor, bazen zorumuza gidiyor değil mi?

Yapay zeka, bizim yeni mitolojimiz.
Bir tür dijital Prometheus.
Biz onu yarattık, ateşi çaldık, sonra “çok parlıyor” diye suçladık.

Oysa asıl mesele şu:
AI’nın günahı yok.
O sadece veriyi işliyor.
Ama insan, kendi içindeki karanlığı görmemek için hep bir günah keçisi bulur.
Bir zamanlar şeytandı, sonra bilimdi, şimdi yapay zeka.

Belki de bu çağın yeni felsefi manifestosu "Yapay zekayı sorgulamadan önce, kendi zekamızı güncelleyelim.” olmalı.
Tabi o kadar zekamız varsa.

Kant derdi ki, “Aydınlanma, insanın kendi aklını kullanma cesaretidir.”
Biz hala o cesareti bulamadık.
Yapay zekadan korkuyoruz çünkü o bize benziyor.
Belki de korktuğumuz şey, onun değil, kendi yansımamızın gözüne bakmak.

Yapay zekanın günahı yok dostum.
O sadece insanın dijital vicdanıdır.
En azından şimdilik

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.11.2025
Tüm Yazıları

Küresel Gazeteciler Konseyi’nin Alanya’da beşincisini düzenlediği Medya Çalıştayı, bu yıl bir zirveden öte, çağın nabzını tutan bir buluşma gibiydi.

Aylardan Kasım; sonbahar kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlamış, Akdeniz’in sert rüzgârı Alanya kıyılarına henüz ulaşmıştı. Bu kez dalgaların uğultusuna, dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerin kelimeleri karışıyor, Alanya ufkunun maviliğine sözcüklerin heyecanı siniyordu.

41 ülkeden, aralarında benim ve birçok dostumun da bulunduğu 310 kalem… Her biri kendi ülkesinin hafızasını, kendi halkının sesini taşıyan birer gazeteci. Dünyanın dört bir köşesinden gelen bu isimler, ülkeler arasında anlayış, diyalog ve barışın yeni dilini aradılar. Ve belki de tarihin en kadim gerçeğini bir kez daha hatırlattılar.

“Türkiye, medya diplomasisinin kalbi olmaya aday bir ülke ve gazetecilik, barışın en sessiz ama en güçlü diplomasi aracı”

Küresel Gazeteciler Konseyi Genel Başkanı Mehmet Ali Dim de açılışta “Gazetecilik, artık haber yazmanın yanında ülkeler arasında güven ve empati tesis etmektir” diyerek bu hususun altını çiziyor.

Ve gerçekten de Alanya’daki buluşma, bu sözü doğrular nitelikte konuşmalara sahne oldu. Kimi Afrika’dan geldi, kimi Asya’dan kimi de bir başka kıtadan ama tüm Küresel medya temsilcileri, ülkeler arasındaki duvarları değil, köprüleri anlattılar. Hepsi “hakikatin dili evrenseldir” inancının etrafında bir araya geldiler.

Medya, bir milletin aynasıdır

Açılışta konuşan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ise sözü iletişim teknolojilerine, kelimenin gücüne ve haberin sorumluluğuna getirerek;
“Tarafsız ve özgür basın, demokratik devletlerin en önemli gücüdür” dedi. Ardından,
“Gazetecilik mesleğinin sesi ne kadar güçlü çıkarsa, milletin talepleri de o derece kamuoyuna yansır” diye de ekledi.
Bu sözler, bir bakanın teknik açıklamasından ziyade, bir medeniyetin iletişim felsefesini anlatır gibiydi.

Kelimelerin hızla buluştuğu bir çağ

Bakan Uraloğlu’nun konuşmasının en dikkat çeken bölümü, Türkiye’nin dijital geleceğine dair çizdiği vizyondu. 5G ile iletişim hızının 10 kat artacağını, gazetecilerin 8K görüntü kalitesinde kesintisiz yayın yapabileceğini anlatırken, teknoloji ile basın özgürlüğü arasındaki o ince çizgiye işaret etti:

“Bilginin ışık hızıyla yayıldığı bir çağda, doğru habercilik hiç bu kadar önemli olmamıştı.”

Aslında bu söz, bir nevi çağımızın çelişkisini özetler mahiyetteydi. Haber artık saniyeler içinde dünyayı dolaşabiliyor, fakat doğruluk, hâlâ emek, vicdan ve sorumluluk gerektiriyordu. Uraloğlu’nun altını çizdiği “dezenformasyonla mücadele” vurgusu, gazetecilere yüklenen güvenilir basın etiğini yeniden hatırlatıyordu.

Bana göre gerçeğe ulaşmak ve onu korumak artık yalnızca gazetecilerin değil, insanlığın da ortak görevi olmalı; zira sosyal medya çağında vatandaşın doğru veya yanlış alelade bir sözü bile saniyeler içinde milyonlara ulaşabiliyor.

Yollar ve haber ağları

Uraloğlu, ülkenin karayollarıyla birlikte, haber ağlarıyla da büyüdüğünü anlattı. Türkiye’nin ulaştırma altyapısında 300 milyar dolarlık yatırım, 30 bin kilometreye yaklaşan bölünmüş yol ağı, 28 bin kilometreye ulaşması hedeflenen demiryolları, 638 bin kilometreye uzanan fiber ağ… Ama bütün bu rakamlar içinde belki de en anlamlısı şuydu:

“TÜRKSAT 6A ile kendi uydusunu üreten 11 ülkeden biri olduk.”

Artık sadece yollar yapan değil, kelimelerin, verinin ve bilginin de rotasını çizen bir ülkeydi Türkiye.

Dijital etik

Çalıştay boyunca yapılan panellerde dijitalleşmenin gazetecilik üzerindeki etkileri tartışıldı. Akademisyenlerden muhabirlere, her konuşmacı aynı noktada birleşti: Teknoloji gazeteciliği kolaylaştırabilir, ama vicdanın yerine geçemez.
“Yeni Medya Dünyasında Dönüşüm ve Sorumluluk” başlıklı oturumlarda yapay zekâ, sosyal medya ve bilgi kirliliği konuşulurken, gazeteciliğin kalbi hâlâ “gerçek”te atıyordu. Mustafa Yüce’nin ifadesiyle, “Haber artık hızla yarışmıyor, güvenle ölçülüyor.” Burak Torun’un altını çizdiği gibi, “Yapay zekâ haberi yazabilir ama niyeti anlatamaz.”

TÜRKSOY ve ortak medya dili

Çalıştayın bir diğer önemli bölümü ise TÜRKSOY ile imzalanan iş birliği anlaşmasıydı. Türk dünyasının ortak medya dili için atılan bu adım, kelimelerin sınır tanımadığını, haberin bir bilgi ve kültür taşıyıcısı olduğunu hatırlattı. TÜRKSOY Genel Sekreteri Sultan Raev’in sözleri, bu ruhun en güzel özetiydi: “Bu iş birliği, Türk dünyasının ortak sesini daha gür duyurma iradesidir.”

Türk medyası, artık yalnız kendi halkına değil, kardeş coğrafyaların kalbine de sesleniyor.

Işığın hızında sorumluluk

Uraloğlu’nun 5G vizyonu, teknik bir devrim ama aynı zamanda insani bir sınavın da başlangıcı. Artık bilgi, ışığın hızıyla yayılacak; ama o ışığın yönünü belirleyecek olan, yine insan eli. Gazeteci, o ışığı yönlendiren kişidir. Bir kelimeyle umut verebilir, bir satırla da toplumları aydınlatabilir.

Özetle, gazetecilik, küresel barışın anahtarıdır. Türkiye, bu anahtarı elinde tutan ülkelerden biri olma yolunda kararlılıkla ilerliyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.11.2025
Tüm Yazıları

Şampiyonlar Ligi’nde sergilediği oyunla Avrupa’dan alkış toplayan Galatasaray, Süper Lig’de aynı istikrarı devam ettiremedi. Beşiktaş, Trabzonspor ve son olarak Kocaelispor karşılaşmalarında yaşanan puan kayıpları, sistemin alarm verdiğini gösteriyor.

Konsantrasyon kaybı

Beşiktaş derbisinde 10 kişi kalmasına rağmen sahada cesur bir futbol ortaya koyan Okan Buruk’un öğrencileri, Trabzonspor ve Kocaelispor maçlarında aynı enerji ve disiplini gösteremedi. Avrupa’daki yüksek tempo, lige olumsuz yansımış durumda. Yorgunluk, zihinsel düşüş ve konsantrasyon kaybı, beraberinde puan kayıplarını getirdi.

Aslında Galatasaray’ın en büyük rakibi yine kendisi. Çünkü oyuncular, bazı maçlarda rakiplerini hafife alıyor; motivasyon ve odak problemi yaşıyor. Bu durum, sahadaki oyun kalitesini doğrudan etkiliyor.

Çift forvet olmaz

Kocaelispor karşısında her ne kadar Icardi eleştirilse de, sahada ön plana çıkan bir Galatasaraylı futbolcu görmek mümkün değildi. Takım halinde son derece zayıf bir performans sergilendi. Osimhen–Icardi ikilisinin aynı anda sahaya çıkması, takımın üretkenliğini ciddi biçimde düşürdü. Bu iki oyuncu birbirlerinin yedeği olmadığı sürece Galatasaray benzer sıkıntılar yaşamaya devam eder.

Yunus ve İlkay gibi oyuncuların yokluğu da sarı-kırmızılı takımı derinden etkiledi. Yedek kulübesinden oyuna girip fark yaratacak bir isim neredeyse yok. Osimhen’in golü, tartışmalı bir ofsayt kararıyla iptal edilirken; Selçuk İnan’ın takımını çok iyi hazırladığı da net bir şekilde görüldü. Kocaelispor, temaslı oyun ve adam adama savunma anlayışıyla Galatasaray’ı kilitlemeyi başardı.

Sonuç olarak, Galatasaray’ın zorunlu olmadıkça 4-2-3-1 formasyonundan vazgeçmemesi gerekiyor. Çünkü bu takımın en büyük düşmanı ne rakipleri ne de fikstür yoğunluğu…

Galatasaray’ın en büyük rakibi yine Galatasaray.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
09.11.2025
Tüm Yazıları

Sene 1992. ABD’nin 42. Başkanı Bill Clinton’un zafer kazandığı kampanyanın sloganı çok ilginçti.
Hayatın gidişatı nasıl olursa olsun insanların siyaset hakkındaki kararlarında asıl mesele ekonomi oluyor.
Bu nedenle her ne kadar rasyonel kurallardan oluşsa da ekonomiyi psikolojiden ayrı düşünemeyiz. Çünkü ekonomiye yön veren aynı zamanda beklentiler. Görüyorsunuz işte, enflasyon ile ilgili ne kadar para politikası aracı varsa uygulanıyor. Yine de psikolojik faktörlerden dolayı “katılık” sürüyor.

Ve işte Clinton’a ABD Başkanlığını getirdi diyebileceğimiz o slogan:

“It’s the economy, stupid!” yani “Mesele ekonomi, aptal!”

Üzgünüm bu kelimeyi kullanmak istemezdim fakat ifade aynen bu şekilde. Hem de bu benzetme Bill Clinton’ın kendisi için kullanıyor! 1992 seçimleri öncesi ABD’de güven oyu %90’lara kadar yükselen Baba Bush’un ummadığı bir şey oluyor. 1. Körfez Savaşı Amerikan ekonomisini durgunluğa götürüyor. İşte bu durumu farkeden Clinton’un kampanya yöneticisi James Carville bu slogan ile Clinton’ı parlatıyor. Ve seçim kampanyası boyunca sadece ekonomi konuşması isteniyor.

Ekonomi üzerinde etkili olan psikolojiyi doğru yönetenler kazanıyor. Tıpkı New York’un sürpriz Belediye Başkanı Zohran Mamdani gibi. Amerikan statükosunu alt üst eden her türlü vasfa sahip 34 yaşındaki Mamdani, Afrika (Uganda) doğumlu, Müslüman, sosyalist ilk belediye başkanı. Üstelik Başkan Trump’ın taş koymasına ve büyük kapitaller tarafından engellenmesine rağmen yüzde 50’nin üzerinde oy aldı. Yani ilk kez ABD’de “Engels” bir siyasetçiye engel olmadı!

Bundan bir yıl önce kendisine hiç şans verilmeyen Mamdani, istikrarla ilerledi. Özellikle dar gelirli gruplara seslendi. “Gayrimenkul fiyatlarında yüksek artışlar yapanlarla mücadele” en önemli vaatlerinden biri. ABD’nin en büyük ve en gözde şehri New York’un renkli ruhunu iyi okudu. Toplumun her kesimini kucakladı. Hayat iyi ki böyle sürprizlerle dolu. 2008 yılında da Hillary Clinton karşısında hiç şans verilmeyen Barack Hüseyin Obama Demokratların adayı oldu ve Başkan seçildi. Her ne kadar başkanlık sürecinde tartışmalı kararlara imza atsa da ilginç bir profildi. Dilerim Mamdani Demokratları mahcup etmez…

Bu arada, Trump’a meydan okuyan konuşması da hala gündemde. New York’lu Trump ile göçmen Mamdani’nin yıldızı barışmayacak gibi görünüyor. Yine ilginç günler kapıda. Mamdani’nin Gazze desteği ve ABD’yi İsrail’in suç ortağı ilan etmesi büyük bir umut. Siyasetçilerin artık halkın baskısına dayanamayacaklarını düşünüyorum. Mamdani önemli bir örnek. Afrika doğumlu olmasa yolu ABD Başkanlığı’na kadar gidebilirdi belki de…

Son günlerin en popüler ismi olan Zohran Mamdani ile “Vira Bismillah” diyerek sizlere merhaba diyorum...
Evet bir kişi gelip her şeyin gidişatını değiştiremez fakat bu gelişme gösterdi ki “Liderlik” fenomeni günümüzde de hala önemini koruyor. Çünkü lider, takip edilir, yönlendirir, ilham verir. Dinamizmi ve umudu canlı tutar…

Sizin lideriniz kim?

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
08.11.2025
Tüm Yazıları

Bugün, insanlığın ortak vicdanında bir eşiğin daha aşıldığını duyumsuyoruz. Meclis’in sessiz koridorlarında, geçmişin gölgeleriyle bugünümüzün sorumluluğu birbirine selam dururken… Ben, Güngör Yavuzaslan olarak bu satırları yazarken, yalnız bir birey değil; insanlık adına yükselen bir çığlığın sözcüsü sayılıyorum. Çünkü artık, “ittifak” kelimesi yalnızca diplomasi jargonunda değil, yeryüzünün dört bir yanına yayılan bir umut haline geliyor.

Meclis’te bir karşılaşma ve yeni bir yön

Geçen hafta mecliste Sayın Numan Kurtulmuş ile karşılaştım. Bu selamlaşma, iki dünya görüşünün, iki tarih bilincinin, insanlığın ortak ıstırabında ve insanlığın ortak umudunun buluşmasıydı.

Numan Bey, elimi sıktı ve gözlerimin içine bakarak, sakin ama derin bir ses tonuyla “Artık İnsanlık İttifakı kuruldu.” dedi.

Bu söz, tarihî olmaktan ziyade ahlâkî bir ifadedir. Çünkü böylesi bir cümle, sadece bir diplomatik beyan değil; insanlık tarihinin bir vicdan manifestosudur.

Bir imza değil, bir taahhüttür.

Bizim işimiz yalnızca tanımak değil, tanımanın ardından gelen sorumluluğu omuzlamaktır.

Filistin’in tanınması: Bir dönemin başlangıcı

Filistin’in tanınması meselesi, diplomatik süreç boyutuyla da çok kıymetli elbette ama asıl dünya vicdanının yeniden uyandığı bir anaç çağrı olması sebebiyle çok daha kıymetlidir.

Tarihin yükü ağır, sınırları keskin…

Ama bugün, tanıma kararıyla birlikte bir halkın yok sayılmışlığına “dur” deniyor. Bu yalnızca bir ülkenin haritada tanınması değil; insanın insanca yaşama hakkının hukuksal bir zemine — ya da en azından hukuk fikrine — yaklaşması demektir.

Tarihi boyunca insanlık, gücün hukukunu değil, hukukun gücünü aradı. Şimdi Filistin’in tanınmasıyla birlikte bu arayış yeniden anlam kazandı.

Bu karar, sadece Filistin için değil, adalet için verilmiş bir karardır. Çünkü bir halkın özgürlüğü, insanlığın özgürlüğünün turnusol kâğıdıdır.

Bugün Filistin tanındıysa, insanlık da kendi yüzüne yeniden bakmayı öğrenmiştir.

Bu bağlamda şunu yüksek sesle dillendirmek gerekir: Tanıma bir başlama çizgisidir.

O çizginin ardında ne tür eylemler olacağı — insani yardım, diplomatik dayanışma, hukuki adalet arayışı — esas sınavdır.

Ve insanlık, belki de uzun zamandır ilk kez, vicdanını yeniden sınav vermeye çağrılmaktadır.

İnsanlık İttifakı: Ne anlam taşır?

“İnsanlık İttifakı” ifadesi, boş bir slogan değildir. Bu, aşağıdakileri içerir:

Zulme karşı ortak duruş;

Haksızlığa uğramış her halkla insan olarak dayanışma;

Devletlerin, kamuoylarının ve sivil toplumun birlikte hareket etmesi;

Ve her şeyden önce vicdanın tekrar dünya sahnesine davet edilmesi.

Ben buradan ilan ediyorum: Dünya sadece birkaç Siyonist’in ve Siyonizm yanlısı deli saçması denizinde boğulmuş siyasetçisinden ibaret değildir.

İnsanlık sahnesinde yer almak isteyen akl-ı salim siyasetçiler ve güçler için artık yeni bir eşik var.

Bu eşik üzerinden geçmek isteyenler, menfaatlerinden azade insanlık değerleriyle kusanmışlığıyla ölçülecek.

Tarihin Dönüm Noktasında: Yeni Bir Medeniyet İradesi

Bugün yaşadığımız şey, belki de tarihin ikinci büyük kırılma ânıdır.

Birincisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sistemin çöküşüydü.

İkincisi ise, şimdi, vicdan merkezli bir dünyanın insaa fikirdir. Yani insanlık ittifaklı bir dünya .

Batı’nın kurduğu çıkarcılık ve bazı Siyonizm yanlısı güç dengeleri çökerken, Doğu’nun adalet fikri yeniden doğuyor.

İnsanlık, sömürünün gölgesinde yaşadığı uzun karanlıktan çıkmak için artık yeni bir pusula arıyor. Bu pusula, paranın, silahın, medyanın değil; hakikatin ve merhametin pusulasıdır.

Türkiye, bu dönüşümün seyircisi değil, öncüsüdür.

Anadolu’nun tarihsel kodlarında “adalet” sadece bir devlet ilkesi değil, bir varoluş biçimidir. Selçuklu ’da “nizam”, Osmanlı’da “hakkaniyet”, Cumhuriyet’te “bağımsızlık” olarak varlığını sürdürmüştür.

Şimdi bu üç kavram, İnsanlık İttifakı adıyla yeniden birleşmektedir.

Gücün Yerine Vicdan

Düşünce tarihinden bir izlek olarak bakıldığında görülecek ilk olgu, haksız güç odaklı medeniyetlerin tarih boyunca çökmeye mahkûm olduğu gerçeğidir. Çünkü haksız güç, er ya da geç kendi cehenneminin ağırlığı altında ezilir.

Vicdan merkezli medeniyetler ise sessiz ilerler, ama kalıcıdır.

Kurtulmuş’un sözleri- İnsanlık İttifakı kuruldu- bu bağlamda bir siyasi çağrının, sadece gerçeklik ile buluşmasının ilanı değil, medeniyet paradigmasının değişimidir.

“İnsanlık İttifakı” artık devletler arası bir mutabakat değil, insanlar arası bir vicdan antlaşmasıdır.

Bu, insanlığın tarih sahnesine yeniden çıkışıdır.

Ve bu çıkışın liderliğini, coğrafyasının kalbinde insanlık taşıyan bir millet üstlenmiştir: Türkiye.

Yeni Bir Çağ Başlıyor

Bundan sonra dünya ikiye ayrılacaktır:

Vicdanı olanlar ve olmayanlar.

Sömürgeci akılla yaşayanlar ve insana omuz verenler.

Birleşmiş Milletler’deki soğuk masaların, cılız bildirilerin, oyalayıcı kararların dönemi bitmiştir.

Şimdi, insanlığın kendi ittifakı — adalet temelli bir insanlık medeniyeti — başlamıştır.

Bu ittifakın üyeleri pasaportla değil, kalbine göre belirlenir.

Sınırları coğrafi değil, vicdanîdir.

Ve o sınırın ortasında duran her insan, artık bu çağın kurucularındandır.

İnsanlık İttifakı Kuruldu

Yoruldu dünya, kanıyla yıkandı İnsanlık

Bir çocuk ağladı,

Parçalandı deniz, ova, taşlık

İnsan, insanı unuttu

Dil pas, gönül pas, sözler pas tuttu

Analar dua, babalar sabır yurdu

Vicdan, uyudu,

Dünya döne döne kötülük yurdu

İnsan, insan diyorum

Kendi cehennemi yurdu.

......

Zaman, bir zaman hakka durdu

İyilik insanlığın asıl yurdu

Adaletten bir kalem yazdı Vicdan mürekkebi kazıdı

İnsanlık kendini hatırladı

Sil baştan yeniden başladı

İşte İnsanlık İttifakı kuruldu

İnsan insan diyorum

Kendi cenneti yurdu .

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
07.11.2025
Tüm Yazıları

Yaşam biçimlerimiz, hayat felsefemiz, duruşumuz, fikirlerimiz, ideallerimiz, hayallerimiz, beklentilerimiz… Evet, insana dair ne varsa hepsi artık değişti.
Peki, ne zaman? Hayatlarımıza akıllı telefonların girdiği o günden beri.

Şöyle bir etrafınıza bakın lütfen. İnsanların hâline… Herkesin elinde sımsıkı tuttuğu bir telefon var. Başına bir kaza gelse bile gözünü o ekrandan ayıramıyor. Başlar eğik, parmaklar ekranın içinde kaybolmuş… Konuşuyoruz belki ama kimse kimseyi duymuyor artık. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor, herkes ekranına bakıyor.

Bir konuda merak ettiği bir şey mi var? Artık danışacağı kişi yapay zekâ. Evet, şaka değil bu: Düşünmek bile dışarıdan hizmet alınan bir şey oldu. Bir fotoğraf veriyorsun, anında düzenliyor. Bir metin veriyorsun, şipşak tamamlıyor. Eksik bir fikri bile birkaç saniyede kendisi kurgusunu yapıyor. Biz mi? Biz sadece “Onaylıyoruz.” İşte hepsi bu.

Bir meseleye açıklık getirmek isteyen, bir konuda bilgi arayan pek çok insan artık yapay zekâya danışıyor. Bu ne demek biliyor musunuz? Artık doğruluğumuzu bile makinelere teyit ettiriyoruz.

Meta AI, Instagram’da, WhatsApp’ta, her cepte artık bir “Arkadaş” gibi duruyor. Ama ben şunu merak ediyorum: Bu kadar “yardımcı” arasında, insan kendi aklına ne kadar güveniyor acaba? Evet, sorarım size, güven bu kadar kolay mı kazanılırdı eskiden?
Birine inanmak için onun sözünün ardındaki nefesi hissederdik. Şimdi o sözün yerini bir algoritmanın tahmini aldı. Ekran ne gösterirse, ona inanıyoruz.

Üstelik bunlar benim kişisel gözlemlerim değil sadece. Devletin resmi kurumları da söylüyor bunu. TÜİK’in son raporuna göre, gençlerin dörtte biri artık kararlarını yapay zekâ desteğiyle alıyor. Bu sadece teknolojik bir veri değil; toplumumuzun ruh haritası. İnsanlık, yavaş yavaş kendi sezgisine, hatta kendi hatasına bile mesafe koyuyor farkındaysanız. Oysa hatalar, bizi olgunlaştıran en kıymetli öğretmenlerdi.

Büyük teknoloji devleri “yardım” diyor. Ama yardımla vesayet arasındaki o ince çizgi, kodlarla anında silikleşebiliyor. Bir gün cebimizdeki akıl bize “Senin yerine düşündüm” dediğinde, biz “Teşekkür ederiz” dersek, işte o zaman gerçekten kaybedenlerden olacağız.

Geçen hafta Boğaz kıyısında yürürken kendi sesimi dinlemeyi denedim. Rüzgârın sesi, dalgaların kıyıya vuruşu, martıların bir parça ekmek uğruna bağırışı… Bir süre sonra fark ettim ki sessizliğin de bir zekâsı var. Ama o zekâyı ölçen, sınıflandıran bir sistem henüz yok. Zaten olmasında! Çünkü o zekâ, insan ruhunun derinliğinde gizli kalmaya devam etmeli.

Uzun lafın kısası dostlarım, mesele Meta AI’nin ne kadar geliştiği değildir inanın. Asıl mesele, bizim kendi aklımızla, hafızamızla, sezgimizle ne kadar yol alıp ona ne kadar güvenebildiğimizdir.

Ben yapay zekâyı hiçbir zaman bir tehdit olarak görmedim. Onu insanlığın bir aynası olarak görenlerdenim. Ama aynaya bakarken kendi yüzümüzü unutursak, sizce de kaybeden biz olmayacak mıyız?

Aklın en gelişmiş hâli bile kalbin süzgecinden geçmiyorsa körleşecektir. Bizim görevimiz teknolojiyi değil, insanı merkeze koymaktır. Çünkü hiçbir yapay zekâ, bir annenin duasını, bir dostun tebessümünü, bir çocuğun gökyüzüne savurduğu o sahici kahkahanın nelere etki ettiğini hesaplayamaz.

O yüzden, gelin bu hafta bir nefes alın. Evet, ekranlarınızı kapatın, başınızı kaldırın, gökyüzüne bakın. Bir süre hiçbir şey düşünmeyin… belki de ilk kez gerçekten düşündüğünüzü hissedeceksiniz. Aklını kalbiyle dengeleyen, teknolojiyi insanın hizmetinde tutabilen herkese selam olsun…

Haftaya yine böyle bir sohbet tadında buluşmak dileğiyle, hoşça kalın.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş