Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Tarih, yürüdüğümüz bu yeryüzünde biriktirdiğimiz hikâyelerden ibarettir. Her çağın, kendi hikâyesini kaydetme biçimi vardır. Mağara duvarlarından kil tabletlere, oradan matbaaya ve nihayetinde ışık hızında hareket eden bitlere... Peki, bu son çağın hikâyesi hangi dilde yazılıyor ve daha önemlisi, hangi kültürel hafızanın süzgecinden geçiyor?
Yapay zekâ; fikri mülkiyetin, emeğin ve hatta duyguların dahi birer veri kümesine indirgendiği bu kuantum çağının en büyük mimarı. Bugün, silikon vadilerinden yayılan devasa dil modelleri (LLM'ler), yeryüzündeki neredeyse tüm bilgiyi yutuyor, sindiriyor ve yeniden üretiyor. Ancak teknoloji, asla tarafsız bir ayna değildir; o, onu inşa edenin dilini, tarihini ve dünya görüşünü yansıtan, yaratıcısının genetik kodunu taşır.
İşte mesele tam da burada düğümleniyor. İngilizce ve Batı merkezli veri havuzlarında eğitilen bu küresel zekâlar, bize sundukları her cevapta, her içerikte, her kararda; bizim olmayana dair bir bakış açısını sessizce kodluyor. Bir algoritma, Karacaoğlan’ın şiirini çevirebilir, ancak o şiirin makamını ve hüzün tonunu ne kadar anlayabilir? Yüzlerce yıllık bir Anadolu fıkrasını okuyabilir, ama o fıkradaki ince alay ve alt metni ne kadar hissedebilir?
Eğer dijital varoluşumuzu tamamen, bizim kültürel ruhumuzdan ve resmi hafızamızdan yoksun makinelere emanet edersek, karşı karşıya kaldığımız tehlike, basit bir tercüme hatasından çok daha derindir. Bu, düşünce biçimimizin, tepkilerimizin ve hatta ulusal hafızamızın dahi, yavaş yavaş "görünmez bir sömürgeleşme" ile yeniden formatlanması riskidir. Bilinçaltımız, konuştuğu dilin aksanını değil, arkasındaki kültürel algoritmanın dayatmasını benimsemeye başlar.
Devletin Dil Hamlesi Milli Bir Görevdir
Daha önceki yazımızda altını çizdiğimiz "Geleceğin Kodu Türkçe Yazılıyor" tezi, bugün artık sadece bir temenni değil, bir ulusal eylem planıdır. Çünkü bu idealin gerçeğe dönüşmesi için, sadece bireysel çabalar yetmez; devletin, dilimizi ve kültürel kodumuzu taşıyacak bir teknolojik kalkan inşa etmesi gerekir.
Bu bağlamda atılan somut adımlar, bu direnişin başladığını gösteriyor. TÜBİTAK BİLGEM bünyesinde Türkiye'nin Büyük Dil Modeli Projesi'nin geliştirilmesi, bu alandaki dışa bağımlılığı azaltma yönündeki en önemli resmi hamledir. Ayrıca Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın, sektörel ihtiyaçlara cevap verecek yerli ve özgün modellerin inşası için hibe destekleri veriyor olması, bu konunun sadece akademik bir tartışma değil, stratejik bir devlet politikası olduğunu netleştirmektedir. Bu destekler, Türkçenin zenginliğini ve kültürel bağlamını özümseyen yapay zekâ sistemlerinin sektöre yayılması hedefini taşır.
Gerçekten derinlikli düşünebilen bir Türkçe yapay zekâ inşa etmek için, sadece teknolojiye değil, aynı zamanda temiz, etik ve yüksek kaliteli veri mirasımızın seferber edilmesine ihtiyacımız var. Bu, bir medeniyetin tüm resmi, akademik ve kültürel hafızasının dijital çağa aktarılması demektir.
Bu çağda bir dili yaşatmak, sadece o dilde şiir yazmaktan değil; o dilde düşünen, sorgulayan ve yeni değerler ortaya koyan bir yapay zekâ zeminini oluşturmaktan geçiyor. Türkçe, sadece bir iletişim aracı değil, bin yıllık bir medeniyetin kodudur. Ve o kodun korunması, yarına bırakılacak en büyük mirastır.
Hafızamızı kodlayan, dilimizi diri tutan bir gelecek dileğiyle...
Haftaya tekrar görüşmek üzere, hoşça kalın.
...Evrim Akın ile Asena Keskinci arasında yaşanan şiddet olayları gündeme düştü. Henüz 7 yaşındayken Evrim Akın’dan şiddet gördüğünü iddia eden Asena Keskinci’ye destek veren isimler de oldu. Bizim konuşmamız gereken konu ise sette çocukların fiziksel ve psikolojik olarak nasıl korunması gerektiği. Evrim Akın ile Asena Keskinci olayında kim kiminle beraber değil de iddia edilen şiddetin üzerine gidilmeli.
Sette şiddet İddiaları var ama biz daha çok magazin tarafını konuşur olduk. Kim ne demiş, kim kiminle sevgiliymiş gibi konuların yerine setlerdeki çocukların güvenliği var mı? Sorusu gündem olmalı.
Asena Keskinci, küçük yaşlarda sette fiziksel şiddete maruz kaldığını öne sürüyor. Bu iddialarda kim haklı kim doğru söylüyor araştırılmadan yargıya varmak doğru değil. Ancak şiddet hafife alınmamalı, göz ardı edilmemeli ve kesinlikle araştırılmalıdır.
Türkiye’de Çocuk Oyuncular: Türkiye’de çocuk oyuncular uzun yıllardır ekranda yer alıyor. Ama asıl sorun şu: Setler yetişkinler için bile yorucu, stresli, olabilirken çocuklar için neden daha yüksek standartlar uygulanmıyor?
Yaşanan şiddet olayı neden çocuk oyuncu büyüdükten sonra ortaya çıkıyor mesela? Niye kimse konuşmadı, dur demedi? Belki de dedi ve işinden oldu bilemeyiz. Ama bu konunun üzerine gidilmeli ve setlerdeki denetimler çoğaltılmalı.
Uzun çalışma saatleri iş disiplini adı altında çocuklar üzerinde baskı kurmamalı. Aslında dikkat çekilmesi gereken konuda bu. Evrim Akın çocuk programı sunuyor umarım bu olayın üstüne gidilir ya aklanır ya da cezasını alır.
...Almanya’dan İstanbul’a tatil için gelen Böcek ailesinin zehirlenerek hayatını kaybetmesi tüm Türkiye’yi sarstı.
Kokoreç, midye, lokum… Başlangıçta gıda zehirlenmesi olarak düşünülse de olayın seyri hızla değişti.
Otelde yapılan yetkisiz ilaçlama, kullanılan kimyasal maddeler ve iki farklı ilacın havalandırmadan odaya sızmış olabileceği ihtimali, soruşturmayı bambaşka bir noktaya taşıdı.
Ortaköy’de yemek yenilen kafe sahibi, midyeci, kokoreççi, lokum satıcısı derken… Liste uzadı, tutuklamalar ardı ardına geldi.
Otel personeli ve ilaçlama şirketi çalışanlarının da gözaltına alınmasıyla tablo daha da ağırlaşırken Adli Tıp raporu gerçeği ortaya koymuş oldu.
Raporda, ailenin gıdadan zehirlenmesinin düşük ihtimal olduğu vurgulanarak kimyasal madde zehirlenmesine işaret edildi.
Böcek ailesinin yediği yemeklerden alınan örneklerde de herhangi olumsuz bir madde tespit edilmedi.
Dört bir yanda evlerde, otellerde, restoranlarda, kafelerde denetimsiz kimyasal kullanımının adeta kol gezdiği acı bir gerçek.
Soluduğumuz hava bile güvenli değil baksanıza!
Tam da bu olayın yankıları sürerken, pek çok farklı yerlerden peş peşe zehirlenme vakaları geldi.
Tavukta, pastırmada, sokak lezzetlerinde… Her gün yeni bir gıda zehirlenmesi haberleri…
Ama en ilginci Türk kahvesi zehirlenmesi oldu.
Beyoğlu’ndaki bir kafede Türk kahvesi içtikten sonra fenalaşan bir kişi hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Sebebi, mutfakta kullanılan şişelere koyulan bulaşık deterjanıyla yanlışlıkla kahve yapılması.
Söz konusu olan ‘alt tarafı bir yorgunluk kahvesi’ değil artık.
‘Bir fincanda zehir var mı?’ diye düşünmek zorunda kaldığımız bir dönemdeyiz.
Vatandaş artık kime, neye güvenecek?
Gıda güvenliği ve kimyasal denetim yeterli değilse, halkın nefes aldığı yerler bile kontrolsüzse kimse kendini güvende hissedemez.
Böcek ailesinin hayatını kaybetmesi ve beraberinde ortaya çıkan zehirlenme vakalarının ardından gıda güvenliği için yeni kararlar alındı.
Sokak satıcıları ve işletme sahiplerine yapılacak denetimlerin artırılması kararlaştırılırken, hijyen ve gıda güvenliği eğitimlerinin zorunlu hale getirilmesi, son kullanma tarihi geçmiş ürün satan işletmelere sert yaptırımlar uygulanması gibi adımlar atıldı.
Umarız bu zehirlenme vakaları son olur… Ama ya olmazsa?
İşte asıl tedirgin eden ‘Sıradaki ne olacak?’ korkusu.
...Ankara’nın Çankaya ilçesindeki Kızılay yönünü gösteren tabelaya iki eliyle tutunup ayaklarını da yerden kesen biri, bu hâliyle fotoğraf çektirip sosyal medya hesabından paylaşınca ortaya bir tabela akımı çıktı ki günlerdir ülke gündeminde kendisine hatırı sayılır bir yer buldu.

Fotoğraf çektirmek isteyenler tabelanın olduğu yere akın edip bunu akıma çevirirken çıkan hırgürde bir kişi düşerek iki kişi de bıçaklı kavga sırasında yaralandı. Yaşanan çılgınlıkta hem Kızılay tabelası hem de onun üzerindeki tabelalar da tabela olmaktan çıktı, üzerine yazılar yazıldı, notlar düşüldü. Özellikle Kızılay tabelası, tabela olduğuna bin pişman hâle gelip çalınma ve zarar verilme sonucu 3 kez yenilendi. Ankara Büyükşehir Belediyesi de devreye girip tabelanın altına bir barfiks demirini kaynak yaptı.
Ankara’daki bu akım, İstanbul, İzmir ve Sivas’ta da kendisini gösterdi. Tabelaya asılıp gülümseyenler, fotoğraf çektirip paylaşımı da yapınca muzaffer bir komutan edasıyla günü kapattı. Bir sonraki akıma kadar rahat bir nefes aldı.

En sonunda Kızılay tabelasının çevresinde hiçbir hak talebinde bulunmayan ve herhangi bir haksızlığa da karşı çıkmayan bir toplumsal hareket oluşmasına, yaptığı paylaşımla istemeden neden olan hanım kızımız, tabelanın kırılmasına da tepki göstererek “Rezil ettiler akımı, abarttılar, gerek yoktu.” dedi.
Akımlar devam ederken Kızılay’dan birçok insan geldi geçti. Kimi geldiği uzak bir Anadolu kentinden başkent hastanesinde şifa aramaya, kimi kazandığı bir kamu sınavının zorlu mülakatına yetişmeye, kimi de bir izdivacın kapısını aralamak niyetiyle bir görüşmeye gitmeye çalışıyordu. Onlar ne sosyal medyada bir paylaşım nedeni oldular ne de bir haber konusu!
Başka kentlerimize de yayılan Kızılay’daki tabela oyunu gelişip serpilirken belki de başkentte kırık bir kalp sahibi kendi köşesinde hüzünleniyordu. Ya da bir başkası, büyük umutlarla geldiği kentten sılasına dönüş için Güvenpark’ın oralarda tam da “Türk, öğün, çalış, güven” yazısının önünde bir yol parası için hiç tanımadığı insanlardan yardım istiyordu kim bilir?
Sosyal medya paylaşımı için bir kesim tabelalara iki koluyla gövdesini asarken Ankara’da da ülkenin bugününü ve geleceğini ilgilendiren pek çok konu konuşuluyor, karara varılıyor, gerekli imzalar da atılınca resmiyet kazanıyor, haberler de bunlar üzerinden şekilleniyordu.
Çeşitli çağrı ve “hodri meydan” çıkışları yine ülkenin bildik politik görüntüsünü yansıtırken Almanya’dan tatil için Türkiye’ye gelen 4 kişilik gurbetçi bir ailenin Fatih’teki bir otelde kalmaları yürek yakan bir faciaya yol açacaktı. Ailenin yok oluşunda en büyük şüphe, işletmenin, tahtakuruları için yaptığı ilaçlama olarak görülürken o acı soru da akıllara geliyordu: Bu aile Almanya’da olsa bu felaketi yaşayacaklar mıydı?
Yaşananlar, önümüze tek bir tabela çıkarıyor, onun da üzerinde “Köprüden Önce Son Çıkış” yazıyor. Peki bunca can yakan gündemin içinde gittikçe neşesini kaybedenler, belki de hayata tutunma çabasını artırmak adına küçük şeylerden mutluluk devşirmeye çalışırken ihtiyaç olan tabelayı kaçırmadan o yöne sapabilecek mi?
MAHALLELİ DİKİŞ TUTTURANLARDAN RAHATSIZ
Aydın Söke’de gece saatlerinde yükselen dikiş makinesi sesi, bir vatandaşı rahatsız etmiş, hemen bir afiş hazırlatıp mahalleye asmış. Afişte kötü bir anlatımla şunlar yazıyor:
“Senar Sokak civarı bütün gece dikiş makinesi kullanan var. Ses ve çıkarmış olduğu seslerden ötürü rahatsızlık vermektedir. Bulunduğu takdirde idari para cezasına çarptırılacaktır.”

Mahallenin muhtarı da bu dikiş makinesi sesinden rahatsız olan vatandaşın şikayetini sahiplenerek sosyal medya hesabından durumu aktarmış ve şöyle bir uyarıda bulunmuş: “Unutmayalım ki hepimiz aynı mahallede yaşıyoruz. Gece saatlerinde sessizliği korumak, komşuluk hakkının en önemli gereğidir. 22.00-07.00 saatleri arasında yüksek ses çıkaran cihazların kullanımından kaçınalım.”
Nereden bakılırsa dört dörtlük bir haber konusu ama olayın üzerinden birkaç hafta geçmesine karşın ince detayın peşine düşen henüz çıkmış değil!
Ortada bir dikiş makinesi ve bundan çıktığı düşünülen ses varsa Çernişevski’nin iki ciltlik “Nasıl Yapmalı” romanını ve eserin başkarakteri atölye sahibi Vera Pavlovna’yı hatırlamamak olmaz.
Romanda şöyle bir cümle geçer: “Yaşamanın en önemli elemanı emektir, bunun için gerçeğin de en önemli işareti meşgaledir, faaliyettir.”
İşte şimdi bu güzel söz üzerinden Söke’deki olaya el atarsak belki bir çıkış yolu buluruz!
Aydın ilimizin Söke ilçesinin Senar Sokak Muhtarı ve sokağın aziz sakinleri! O dikiş makinesinden yükselen ses, belki hayırlı bir eylemin yansımasıdır.
Ev ekonomisini ayakta tutmaya çalışan bir hanım abla pekâlâ bu dikişi tutturmuş olabilir. Hem sokaktan yükselen dikiş makinesi sesleri, sarhoş naralarından, eşlerinin şiddetine maruz kalan kadınların seslerinden ve mahalle mahalle gezerek açık camlarından dışarıya müzik kusan magandaların çıkardığı kakofoniden çok daha anlamlı değil midir?
Alınan bir biçki-dikiş siparişi belki bir öğrenciye harçlık olarak dönecek belki de bir mutfağa sıcak ekmek olarak girecektir. Bırakınız şu kentlilerin vurdumduymaz “Rahatsız oluyoruz.” yakınmasını!
O dikiş makinesini bulup çalıştıranın derdini öğreniniz, belki de o makine sesi mahalledeki tüm hanımların kurtuluşu olacaktır. Böylece bireysel yerine kolektif bir üretimin de kapısı aralanabilir. Bunun için de geniş bir atölyeye ihtiyaç duyulabilir. İşte burada da muhtara ve diğer yerel yöneticilere pek çok iş düşebilir. Afiş asıp ses peşine düşüldüyse bu ihtimal de düşünülse hiç de fena olmaz gibi!
Rüştü Onur’dan:
Ben salata satayım
Şair Leyla Sokağı'nda
Sen gene koş
Bez fabrikasındaki
Tezgahının başına
Ölüm içimde
Ölüm dışımda
Ölüm talihsiz aşımda
Ölüm kuru başımda
Teselli benim gözyaşımda
...
Siyasette bazı cümleler vardır; bir liderin ağzından çıkar ama muhatabı sadece siyasi aktörler değildir. O cümle, toplumun tarihsel hafızasına, devlet aklının en derin koridorlarına ve ülkenin geleceğini belirleyecek stratejik hesaplara bir işaret olarak düşer. Devlet Bahçeli’nin son dönemde kurduğu şu söz de tam olarak böyle bir cümledir:
“Kimse gitmezse ben birkaç arkadaşımla beraber İmralı’ya giderim.”
Abdullah Öcalan’ın geçmişteki eylemlerinin Türkiye’ye ağır faturalar çıkardığı, savunduğu ideolojik çizginin hem güvenlik hem toplumsal bütünlük açısından ciddi riskler doğurduğu açıktır. Bu nedenle Öcalan’ın fikri hattına inanmamak, onu meşru bir aktör olarak görmemek son derece anlaşılır ve doğaldır. Ancak Bahçeli’nin sözünün kıymeti tam da bu noktada ortaya çıkıyor: Bir düşünceye karşı olmak, o düşüncenin temsilcisiyle konuşmayı gereksiz kılmaz.
Bahçeli’nin sözleri, aslında Türk devlet geleneğinin en eski kuralına işaret ediyor:
“Meseleyi anlamadan çözemezsin.”
Bu, bir kabulleniş veya onaylama değildir; meseleye vakıf olmanın, konuşarak bilgi edinmenin ve süreci kontrol altında tutmanın gereğidir. Bir sorunla savaşırken, o sorunun üretildiği merkezle temas kurmak; sahayı, motivasyonları, olası kırılma noktalarını bilmek gerçekçi devlet yönetiminin vazgeçilmezidir. Bahçeli’nin çıkışı, ideolojik bir tercih değil, devlet aklının tarihsel refleksidir. Bugün Türkiye’nin siyaseti sosyal medya, kutuplaşma ve sloganlarla şekillenirken bir liderin “Ben giderim” demesi aslında çok önemli bir mesaj veriyor:
Cesaret siyasetin değil, devlet yöneticiliğinin gereğidir.
Bu söz, popüler olandan değil, gerekli olandan yana tavır almanın cümlesidir.
Bahçeli’nin geçmişteki sert tutumlarına rağmen bugün bu kapıyı aralaması, Türkiye’de çözümün, konuşmanın ve bilgi akışının önemini yeniden hatırlatıyor. Türkiye’nin yakın tarihinde birçok örnek var: 1960’larda Ortadoğu’daki örgütlerle, 80’lerde farklı radikal yapılarla, 90’larda devlet dışı aktörlerle temaslar hep oldu. Amaç meşruiyet kazandırmak değil, oyunu sahada değil masada yönetebilmekti. Bahçeli’nin çıkışı da tam olarak bu geleneğin içinden geliyor.
Bu sözün anlamı şudur:
“Devlet, iletişim kurduğu için küçülmez; aksine güçlenir.”
Bir aktörle görüşmek, onu onaylamak değildir; onu kontrol edilebilir kılmanın, bilgi akışını sağlamanın ve devletin stratejik üstünlüğünü korumanın yoludur. Bir toplumun olgunluğunun ölçüsü, sadece sevdiği ve katıldığı fikirlere değil, nefret ettiği düşünceye karşı da nasıl davrandığıyla belirlenir. Bahçeli’nin cümlesi bu açıdan da önemlidir:
Bir devlet adamı, duyguyla değil, akılla konuşur.
Öcalan’ın fikirlerine karşı olmak başka; Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bir konuda bilgi edinmek, süreci yönetmek, yeni kırılmaları engellemek başka şeydir. Bahçeli’nin çıkışı aynı zamanda şunu gösteriyor:
Türkiye, kendi iç meselelerinde aktörleri dışlayarak değil, yüzleşerek yol alabilir.
Bu ülkenin en büyük problemlerinden biri, konuşulması gereken şeylerin tabu haline gelmesidir. Oysa gerçek devlet adamlığı bazen en zor konuşmaları yapmayı gerektirir.
Bahçeli’nin çıkışı ne Öcalan’ı aklamakta ne de geçmişte yaşanan acıları unutturmaktadır. Ama Türkiye’ye şunu hatırlatmaktadır:
Devlet, gerekirse herkesin gitmekten korktuğu yere gider. Dahası Sorunu kaynağında anlamak zayıflık değil güçtür ve konuşmak, meşruiyet kazandırmaz; yönetme kapasitesini artırır.Tabi en önemli tarafıda barış, güvenlik ve istikrar cesaret ister.
Türkiye’nin en kritik meselelerinde atılan her cesur adım gibi, bu tartışma da ülkenin hem siyasi hem toplumsal olgunluğunu sınayan bir eşiktir. Bence bu yüzden, Bahçeli’nin sözü sadece güncel siyasetin bir repliği değil; Türkiye’nin geleceğine dair stratejik bir kapının aralanmasıdır.
...Cumhuriyet Halk Partisi’nin 38. olağan kurultayı Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu ikilisinin Kemal Kılıçdaroğlu’nu devirmesiyle sonuçlanmıştı.
Delege iradesinin maddi menfaat karşılığında etkilendiği iddiasıyla açılan ve kamuoyunda ‘mutlak butlan’ davası olarak bilinen kurultay iptal davası ise Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından reddedildi. Tartışmalar aylarca sürdü. Mutlak butlan çıkacak mı çıkmayacak mı? Mahkemenin red kararı ile birlikte bu tartışmaların da son bulduğunu düşünmüştük. Ama bitmemiş!
Davacı Lütfü Savaş ve avukatı Onur Yusuf Üregen, usulden verilen ret kararının iptali için Ankara Bölge Adliye Mahkemesine başvurdu.
CHP’den İstinafa erken ‘mutlak butlan’ başvurusu
Fakat bu sırada istinaf mahkemesine başvuranın sadece Lütfü Savaş olmadığı CHP’nin de itiraz ettiği ortaya çıktı.
Genel Merkezin istinafa ‘süresi dolmadan’ erken cevap vermesi dikkat çekti. Geçtiğimiz pazartesi günü CHP’nin Avukatları Çağlar Çağlayan ve Can Keysan, istinaf mahkemesine üç sayfalık itiraz dilekçesi sundu. Aslında süre 29 Kasım kurultayından sonra, 1 Aralık’ta doluyor.
Genel merkez savunmasında devam eden ceza davasının mutlak butlanı etkilemeyeceğini iddia ediyor. Yani ceza davasından rüşvet verildiği yönünde ceza çıksa bile bu durumun mutlak butlan oluşturmayacağını savunuyorlar…
Mahkemeden aksi yönde, genel merkezin istemediği bir karar da çıkabilir. Genel merkez bu riski neden almış olabilir? Kurultaydan önce verilen dilekçedeki özgüvenin nedeni açıkçası anlaşılamadı….Üstelik bir önceki savunmalarının aynısını yapmış durumdalar. Tekrarı niteliğinde ve yeni bir savunma yapmadılar…
(İstinaf) Ankara Bölge Adliye Mahkemesi’ne hitaben yazılan dilekçede Lütfü Savaş’ın itirazının reddedilmesi de talep edildi.
Dilekçede 42. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin verdiği, “iptal davasının aktif husumet yokluğu nedeniyle reddine ve konusuz kaldığına dair karar hukuken isabetlidir” denildi.
Kurultay öncesi istinaftan karar çıkabilir mi?
CHP’nin yaptığı bu itiraz 29-30 Kasım’daki CHP Olağan Kurultayı’na on gün kala istinaf mahkemesinden karar çıkma ihtimalini gündeme getirdi.
Bu durum “CHP’nin mutlak butlan riski devam ediyor” yorumlarına sebep oldu.
Kurultay öncesi çağrı heyeti atanır mı?
İtiraz dilekçesini ilginç bir şekilde CHP yönetimi kamuoyuyla paylaşmadı. Hukuki süreç gizlilik içinde yürütüldü. Bu durum kurultaya on gün kala CHP’nin mutlak butlan mücadelesinin sürdüğünü ortaya çıkardı.
Ankara kulislerinde konuşulansa mahkemenin kurultay öncesi CHP’ye çağrı heyeti atama ihtimali.
CHP’nin mutlak butlan ihtimaline karşı tıpkı 42. Asliye Hukuk Mahkemesi ile olduğu gibi istinafla da temasa geçmiş olabileceği ihtimali değerlendiriliyor.
İmralı'ya gitmek konusunda renk vermeyn CHP, attığı her adımı iktidarla pazarlık konusu yapmayı istiyor. Belediye başkanları tutuksuz yargılansın biz de İmralı’ya gidelim gibi.
İstinaf başvurusunun aynı döneme denk gelmesi ilginç değil mi?
@@@@@@@@@@
CHP’de vekillerin ‘yolsuzluk’ isyanı
CHP’li çok sayıda milletvekili İBB ve Beşiktaş iddianamelerinin ortaya çıkmasının ardından yolsuzluk iddialarından duydukları rahatsızlığı bir mektupla Genel Başkan Özgür Özel’e aktardı.
“Yolsuzluk iddialarına cevap veremiyoruz”
CHP’li vekiller hem kamuoyunda hem de saha çalışmalarında ısrarla sorulan yolsuzluk iddialarına cevap vermekte zorlandıklarını hatırlattı.
“ATATÜRK’ün kurduğu CHP’yi temizleyin”
Kendilerini CHP’nin kuruluş felsefesi ve ilkelerine bağlı milletvekilleri olarak tanımlayan imzacılar, Özgür Özel’den Atatürk’ün kurduğu Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’ni temizlemesini istediler.
Mektup ‘ihanet’ girişimi
CHP yönetimi mektubu ‘ihanet girişimi’ olarak değerlendiriyor. İmzacı vekillerin Kemal Kılıçdaroğlu’na yakın isimlerden olması mektubun ciddiye alınma ihtimalini ortadan kaldırıyor.
Aylar sonra ‘Kral çıplak’ deme cesaretini gösteren 10 vekil için disiplin ve ihraç sürecini işletir mi göreceğiz.
Parti içi muhalefet ilk defa Özgür Özel’e karşı imzalı mektup göndererek harekete geçti
Bu durum CHP içinden yeni bir siyasi parti sonucunu doğurur mu takip edeceğiz Ancak kurultaya sayılı günler kala parti içi heyecanın yükseldiği ortada.
Bahçeli tavır koydu
Komisyon İmralı’ya gidiyor
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli‘nin, “İmralı’ya kimse gitmiyorsa biz gideriz” çıkışının ardından Ankara’da İmralı trafiği hızlandı.
Bahçeli’nin el yükselten açıklamaları sonrası Terörsüz Türkiye Komisyonu, İmralı‘ya gitme konusunu Cuma günü görüşecek ve muhtemelen Abdullah Öcalan’la görüşecek heyet belirlenecek.
Öcalan’la görüşme yaşananlar hatırlandığında ‘kulak tırmalasa’ bile gelinen aşamada Türkiye’nin geleceği için doğru adımdır.
Suriye’den PYD konusunda endişeleri ortadan kaldıran olumlu haberler gelirken komisyonun bu adımı atması süreci hızlandırabilir.
Ankara’da gözler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugün AK Parti grubunda vereceği mesajlara çevrildi.
...İstanbul’un bir otel odasında, üç ile altı yaşındaki iki kardeşin sessizleştiği, bir annenin gözlerindeki ışığın söndüğü an… Bu ülkenin vicdanı, işte o dakikada yarıldı aslında. Her şey “gıda zehirlenmesi şüphesi” ile başladı; fakat geriye bıraktığı şey sadece bir şüphe değil, bir ülkenin içini kemiren büyük bir soru işaretiydi.
Biz gerçekten güvende miyiz?
Böcek ailesi Almanya’dan bir haftalık tatile gelmişti. 11 Kasım’da Ortaköy’de farklı işletmelerde yemek yediler. 12 Kasım’da mide bulantısı ve kusma şikâyetiyle hastaneye gittiler, tedavi sonrası taburcu oldular. 13 Kasım gecesi aile tekrar fenalaştı, ambulans çağrıldı, hastaneye kaldırıldılar. Anne ve iki çocuk kurtarılamadı. Baba hâlâ yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyor. Geçen günde aynı otelde kalan iki turistin daha zehirlenme şüphesiyle hastaneye kaldırıldığı ortaya çıktı.
Akıl dayanır mı buna?
Bir tatil, bir aile ve üç cenaze…
Töhmetin en kolay adresi: Sokak Lezzetleri
Haber yayılır yayılmaz hemen toplumun alışıldık refleksi devreye giriyor.
“Demek midye!”, “Kesin sokak kokoreci!”, “Açıkta satılan her şey tehlikeli!”
Oysa bu yaklaşım hem bilimsel değil hem de vicdansızlığa kapı aralıyor. Çünkü bir ülkenin gastronomik hafızasını, küçük esnafın emeğini, sokağın lezzet kültürünü tek bir şüpheyle karalamak bence doğru değil.
Türkiye’de binlerce esnaf, her gün yüzbinlerce kişiye hijyen kurallarına uygun bir şekilde yemek hazırlıyor. Düzenli denetimlerden geçen, ehliyetli, standartlara uygun çalışan işletmeleri bir gecede suçlu ilan etmek, adaletsizliğin en kolay yolu.
Fakat aynı zamanda şu gerçeği de saklamamak gerekir: İhmali olan kim varsa ve kim olursa olsun, hesap vermeli.
İnsan hayatının hiçbir şekilde bedeli olamaz; bir kâğıt imzası, bir denetim eksikliği, bir tedbirsizlik üç cana mal olmuşsa, bunun üstü hiçbir gerekçeyle örtülemez.
Ancak gerçekten ne olduğunu bilmeliyiz
Bu nedenle yapılması gereken şey, hemen suçlu ilan etmek değil; bilimsel verinin peşine düşmek.
– Aile hangi gıdaları tüketti?
– Zehirlenme hangi maddeden kaynaklandı?
– Otelde hijyen ve diğer koşullar nasıldı?
– İlk tedavi zamanında ve doğru şekilde verildi mi?
– Ölen çocukların ve annenin mide içeriği, kan değerleri, toksikolojik raporları ne gösteriyor?
– Otelde aynı dönemde zehirlenen iki turistin durumu olayla ilişkili mi? vs…
Bu soruların cevapları hakikate giden yolun temel taşları
Çünkü bazen mesele bir tabak yemek değildir. Bazen otelin şartları, bazen içme suyu, bazen de gecikmiş bir sağlık müdahalesi tabloyu ağırlaştırabilir.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma da bu nedenle çok yönlü ilerliyor. Gerçeğe ihtiyaç var. Gerçeğin olmadığı yerde ya suçlular korunur ya masumlar haksız yere damgalanır.
Türkiye’de “Gıda Güvenliği”
Çaba var, yetersizlik de var. Şu soruyu kendimize cesurca sormalıyız: Türkiye’de gıda güvenliğine gereken önem veriliyor mu? Bu soruya ne tamamen “evet” diyebiliriz, ne de “hayır”. Çünkü sistem var, ama her zaman yeterince işlemiyor. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın düzenli denetimleri, ihbar hatları, zaman zaman açıklanan hileli gıda listeleri… Bunlar iyi niyetli ve gerekli adımlar.
Fakat Böcek ailesi örneğinde olduğu gibi ölümle sonuçlanan vakalar hâlâ yaşanıyor. Demek ki önleyici mekanizmalar, cezalandırıcı sistemi beklemeden çalışmalı; tehlike daha oluşmadan durdurulmalı.
Dünya bu sorunu nasıl görüyor?
Bu trajedi tek Türkiye'nin sorunu değil; dünya genelinde büyük bir kriz. BM verilerine göre her yıl 420 bin kişi, bunun 125 bini 5 yaş altı çocuk, güvensiz gıda nedeniyle hayatını kaybediyor. Düşük ve orta gelirli ülkelerde kayıp 95 milyar dolarlık üretkenlik anlamına geliyor. WHO ve FAO, ülkeleri gıda güvenliğini bir sağlık meselesi olarak görmenin dışında, bir kamu güvenliği ve insan hakkı sorunu olarak ele almaya çağırıyor.
Bu rakamlar gösteriyor ki mesele birkaç işletmenin hatası değil; tüm sistemlerin birlikte ele alınmasını gerektiren büyük bir zincir.
Asıl zor olan dengeyi korumak
Bizim yapmamız gereken şey ise aslında çok basit ama bir o kadar da zor: Dengeyi korumak. Bir yandan sokakta alın teriyle çalışan, tamamen kurallara uygun üretim yapan esnafı korumak; diğer yandan da ihmali olanların “küçük bir hata” diyerek aradan sıyrılmasına asla izin vermemek…
Bu ülkenin gastronomi kültürü, büyük restoranlarla birlikle sokak lezzetlerinden, aile işletmelerinden, emekçi tezgâhlardan besleniyor. Ama aynı ülkenin geleceği, çocukların kaybedildiği bir gecede kararıyorsa, bu kültürün hiçbir önemi kalmaz.
Sonuç olarak
Bir tabakta ihmal, denetimsizlik ve umursamazlık zehir taşır. O zehir, bazen üç canı alır; bazen toplumun güven duygusunu yok eder, bazen de yıllarca sürecek bir travma bırakır. Biz hem esnafı hem tüketiciyi hem de geleceğimizi korumak istiyorsak, önce şu gerçeği kabul edeceğiz:
“İnsan hayatı çok değerli ve onun için önlem almak zorundayız”
Bir gastronomi yazarı olarak hakikat ortaya çıkana kadar soracağız ve takip edeceğiz. Çünkü bir ailenin gülüşünü geri getiremesek de başkalarının bu duruma düşmesini engelleyebiliriz.
...Dünyanın, her büyük kırılmadan önce kendine özgü bir sessizliği vardır. Tarihçiler bu sessizliği çoğu zaman “fırtına öncesi” diye tarif eder; diplomatlar ise “stratejik belirsizlik”. Bugün yaşadığımız atmosfer ise bu iki kavramın tam ortasında: Görünürde bir savaş yok, fakat tüm küresel güçler gelecekteki bir savaşın gölgesinde pozisyon alıyor. Donald Trump’ın “Nükleer denemeler yapacağız” cümlesi işte bu gölgenin içinden yükselen yeni bir alarm sesi oldu.
Trump’ın açıklaması bir rastlantı değil; yıllara yayılan sinyallerin devamı niteliğinde. “Bir numaralı nükleer güç biziz… Rusya ikinci sırada… Çin üçüncü sırada…” sözleri, yalnızca bir güç gösterisi değil, ABD’nin nükleer mimarisini yeniden dizayn etme iradesinin açık ilanıydı. Bu söylem, Amerika’nın 1945’ten bu yana yürüttüğü büyük stratejinin yani nükleer üstünlükle barışı sağlama iddiasının, yeni bir evreye geçtiğini gösteriyor.
B61-12: Sessiz ama derin bir mesaj
ABD’nin modernize ettiği B61-12 nükleer bombası, yalnızca “yeni bir silah” tır ve aynı zamanda uluslararası siyasete verilmiş kodlu bir mesajdır. Bu bombanın güdüm özelliklerinin test edilmesi, nükleer savaşın bile “cerrahi hassasiyetle” yürütülebileceği iddiasına dayanıyor. Bu iddia, Soğuk Savaş’ın kaba güç mantığından tamamen farklıdır; çünkü artık caydırıcılık sayısal otoritenin ötesine geçerek doğruluk oranına, entegrasyona ve hız kapasitesine bağlanmıştır.
Testin Nevada Çölü’nde yapılmış olması, Washington’un uluslararası antlaşmaların içindeki “kritik eşik” boşluklarını kullanma ısrarının bir göstergesi. Bu testlerde kullanılan plütonyum miktarı zincirleme reaksiyonu başlatmayacak kadar az; ama mesajı büyük:
“İstersek yeniden başlatabiliriz.”
ABD’nin 27 kez yaptığı bu “kritik eşikteki testler”, Rusya ve Çin’in benzer faaliyetleriyle birlikte ele alındığında, aslında nükleer gerilimin yeni bir türünü ortaya koyuyor:
Sessiz nükleer yarış.
Avrupa’nın psikolojisi değişiyor:
1980’lerin “Nükleersiz Avrupa” hayali bugün yerini “nükleer caydırıcılık olmadan Avrupa güvende değil” düşüncesine bırakmış durumda. Ukrayna Savaşı’nın yıpratıcı etkisi, Baltık hattındaki kırılganlık, Rusya’nın hibrit savaş kapasitesinin yayılması ve ABD’nin Avrupa güvenliğine ilişkin dönem dönem belirsizleşen tutumu, kıtada yeni bir ruh hali doğurdu:
Korku merkezli güvenlik doktrini.
Almanya’nın Büchel Üssü’ndeki yaklaşık 20 adet B61-12 bombası “sembolik” deniyor ama gerçekte bu sembolün stratejik değeri büyük. NATO’nun nükleer paylaşım mekanizması, Avrupa’nın kaderini doğrudan Washington’un kararlarına bağlıyor. İşte bugün sorulan en kritik soru da bu:
ABD, Avrupa’daki nükleer depoları ateşlerse dünya neyle karşılaşır?
Bu soru bir ihtimale değil, psikolojik bir eşik geçişine işaret ediyor. Çünkü hem Almanya hem Polonya hem de Litvanya’da kamuoyu, nükleer caydırıcılığa tarihte hiç olmadığı kadar sıcak bakıyor. Bu kabulleniş, liderleri daha sert pozisyonlara yöneltebilir; nükleer eşikte duran her ülke, diğerini daha meşru görmeye başlayabilir.
Nükleer testleri yeniden başlatmanın anlamı:
Trump’ın yeni stratejisi, basit bir bakışla bir askeri plan olarak görülebilir; ama aslında küresel düzeni yeniden biçimlendiren politik bir hamledir. ABD’nin F-35 uçaklarını B61-12’ye entegre etmesi NATO açısından devrimsel bir adım. Çünkü bu entegrasyon sayesinde savaşın doğası değişiyor:
Artık konvansiyonel bir saldırı ile nükleer saldırı arasındaki çizgi, havada bir pilotun vereceği saniyelik bir karara kadar indi.
Testlerin “başarılı uçuş testi” olarak duyurulmasının nedeni de tam burada gizli:
ABD, müttefiklerine “hazırım” mesajı verirken, rakiplerine “karar anında tereddüt etmeyeceğim” uyarısını gönderiyor. Bu, klasik nükleer doktrinin yeniden tanımlanmasıdır.
Dünyanın suskunluğu: En büyük tehlike
İtalya Cumhurbaşkanı Mattarella’nın “nükleer imalar kabul edilemez” sözleri Avrupa’da yükselen nadir etik seslerden biri. Fakat bu ses, küresel koroda oldukça yalnız. Çünkü büyük güçler—ABD, Rusya, Çin—nükleer sessizlik içinde birbirini tartıyor. Herkesin beklediği şey aynı:
“Önce kim eşikten bir adım ileri gidecek?”
Bu sorunun anlamı, nükleer testlerin teknik ayrıntılarından çok daha önemli. Çünkü tarihte hiçbir nükleer yarışın “kazanan” ı olmadı; yalnızca daha derin, daha kalıcı korkular doğurdu.
Bugün yaşadığımız dönem, tarihin bize okuttuğu bir hakikati yeniden hatırlatıyor:
Nükleer silahlar, maruz kalan ülkelerle birlikte bütün insanlığın kaderini belirler. Bir liderin bastığı düğme, insanlığı ve uygarlığın devamını da etkiler.
Dünya yeni bir eşikte duruyor; bu eşik, stratejik ve insanlığın vicdani sınırı. Ve bu sınır, her testle, her açıklamayla, her “caydırıcılık” söylemiyle biraz daha aşınıyor.
Bugünün en büyük sorusu şudur:
Güç gösterisi ile mi insanlık dizayn edilecek yoksa insanlık kendi aklını ve vicdanını yeniden mi hatırlayacak?
Bu soruya verilecek cevap, geleceğin tarih kitaplarının ilk cümlesini belirleyecek:
Herkes sustu !
...Ekrem İmamoğlu suç örgütü iddianamesi çıktığından beri en çok merak edilen soru ‘Paralar nerede’ oldu…
Operasyonlar ilk başladığı dönemde 560 milyar TL’den söz ediliyordu. İddianamede ise 160 milyar TL’lik kamu zararından bahsediliyor. Anlaşılan o ki belediye iştirakleri ile ilgili hazırlanan dört ayrı iddianamedeki kamu zararı ya da alınan rüşvetler tabloyu ortaya çıkaracak. Yani 560 milyar TL kimlerin cebine gitti anlayacağız.
Bu tutarın ne kadar büyük olduğunu ve neler yapılabileceğini düşünürken bütçe rakamlarına göz attım.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, 2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi üzerine konuşurken verdiği rakamlar dikkat çekiciydi.
AK Parti hükümetleri döneminde sosyal yardımlar kat kat arttı. Hem sosyal yardım çeşidi hem de ayrılan kaynak miktarı yükseldi. CHP’li belediyelerin en büyük propaganda malzemesi sosyal yardımlardı. Kent Lokantaları, kreşler, et-süt, eğitim ve sağlık destekleriyle iktidara rakip olmaya çalışıyorlardı. Hatta ‘vatandaşa hizmet ettiği için suçlanıyor’ savunmasını bile duyduk.
Devletin 2026 yılında 86 milyon için yapacağı sosyal destekler bütçede şöyle:
Sağlık primi ödemeleri: 157 milyar TL
65 yaş üstü ve bakıma muhtaç engelliler: 106 milyar TL
Sosyal konut finansmanı: 100 milyar TL
Engelli evde bakım: 90 milyar TL
Engelli eğitim desteği: 56 milyar TL
Doğum yardımı: 44 milyar TL
Ekonomik desteğe ihtiyaç duyan çocuklar: 23 milyar TL
Engelli eğitim taşıma giderleri: 11 milyar TL
Koruyucu aile uygulaması: 3 milyar TL
Yani 160 milyar ‘iç edilmeseydi’ İBB tek başına sadece İstanbul’un da değil tüm Türkiye’nin;
157 milyarlık sağlık harcamasını karşılayabilir, 100 milyarlık sosyal konut inşa edebilir, tüm ülkedeki engellilere bir yıl boyunca ücretsiz bakabilirdi.
Bu kaynak tarıma aktarılsa bir yıllık tüm tarımsal destek miktarı olan 168 milyar TL yaklaşık olarak karşılanabilirdi.
Vatandaş geçim derdinde. İktidar da bu durumu düzeltmek için elinden geleni yapıyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hedefe oturtulsa da tedbirleri kararlı bir şekilde uyguluyor.
Muhalefet iktidarı sürekli vatandaşa kaynak ayırmamakla suçluyor. Ancak bir bakıyoruz ki vatandaşa gidebilecek paralar birilerinin cebine gitmiş.
Vatandaşa kent lokantası, kreş, et-süt desteği hikayeleri anlatılırken milyarlar ortadan kaybolmuş. İddianameye bakınca bu kaynak halka aktarılmak yerine lüks villalara, teknelere, CHP’nin ele geçirilmesine ve “Dolce Vita” hayata harcanmış…
Aylarca “iki forvetimiz var ben teknik direktörüm penaltı atmam” diyen CHP Genel Başkanı Özgür Özel, sonunda ağzındaki baklayı çıkardı. Sultanbeyli mitinginde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “Ben bundan sonra siyasi mücadeleyi seninle sandıkta yapmaya varım. Önümüzdeki baharda da karda kışta da varım. Aday olursan seninle yarışmaya varım” dedi.
Özel’in bu konuşması parti tabanında “Adaylık ilanı” olarak değerlendirildi.
Artık TGRT Haber Medya Kritik programında defalarca söylediğim gibi CHP’nin tek bir Cumhurbaşkanı adayı var o da Özgür Özel’dir.
Ne var ki Özel’in adaylık çıkışı medyada haber olarak yer bulsa da parti tabanı ve kamuoyunda bir heyecan dalgası oluşturmadı.
Ekrem İmamoğlu için ‘Cumhurbaşkanı adayımız’ deseler de artık aday olamayacağını CHP içinde herkes görüyor. Böyle olmasına rağmen İmamoğlu’ndan vazgeçilemiyor ve Özgür Özel tek başına ilerleme yolunu seçmiyor. Sebebi çok açık değil mi?
Özgür Özel tek başına bir politik kimlik inşa edemiyor çünkü bunu yapmak zor. Ekrem İmamoğlu’nun ismini kullanarak politik bir figüre dönüşmek çok daha kolay.
Tek başına ortaya çıksa yüzde 3 alırken Ekrem İmamoğlu’nun adını anarak yapınca desteği yüzde 30 oluyor.
O yüzden Ekrem İmamoğlu’ndan asla ayrışmıyor. Kendisine getirisi olduğunu gördüğü için ölümüne İmamoğlu’nu savunmaya devam ediyor çünkü ayrışması mümkün değil.
İmamoğlu’nun aday olamayacağı ortadayken ikinci forvet olarak tanımlanan Mansur Yavaş ise kadro dışı.
Mevcut CHP yönetiminin Özgür Özel dışında bir ismi aday yapmayacağını Mansur Yavaş da biliyor.
Peki CHP’nin belediye başkanı olan Mansur Yavaş tek başına aday olup Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP Genel Başkanı’nın rakibine dönüşür mü?
2023 seçimlerinde kendisine teklif edilmesine rağmen kabul edip aday olmamıştı. Gelecek seçimlerde bu riske girer mi bence zor. Ama o günkü şartlar ne gösterir bakmak lazım.
Özgür Özel, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı şansı olmadığının farkında. Onların istediği ise Deniz Baykal modeli. CHP’yi yönetmek belediye başkanlarını, milletvekillerini belirlemek.
Yani küçük olsun benim olsun anlayışı.
Peki ay sonundaki kurultayda neler olacak? 29-30 Kasım’daki CHP Kurultayında Özgür Özel’in kendi ekibini parti yönetimine taşıdığını göreceğiz. İddianamelerde adı geçen isimler yönetimden uzaklaştırılacak ya da Cumhurbaşkanlığı ofisine kaydırılacak.
Aslında Özel’in önündü müthiş bir fırsat var. Hem İmamoğlu’nun boyunduruğundan kurtulabilir, partisini yolsuzlukları savunan bir noktadan uzaklaştırabilir hem de kadrolarda muhalif isimlere yer vererek parti içi barışı sağlayabilir. Ama parti tabanında böyle bir umut görülmüyor.
60 kişilik Parti Meclisi’nin 80 kişiye çıkarılması gündemde. Bu PM’de etkin olma çabasının bir yansıması aynı zamanda.
Özel’e yakın isimler PM üyeliği için il ziyaretlerine ve delegelerle temasa başladı bile.
Partide ‘PM, MYK ve Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi ayrı olsun’ tezi ön planda. Yani herkes için bir koltuk makam üretilecek.
Bunun hazırlıkları başladı bile. İmamoğlu’na yakın isimlerin Aday Ofisine kaydırılabileceği konuşuluyor.
CHP’de gerçek Özgür Özel dönemi 30 Kasım’dan sonra başlayacak.
20 şehidimiz için bazı diziler yeni bölümlerini yayınlamama kararı aldı. Yaşanan acı mı bu alınan kararın sebebi yoksa gelmeyen reklam gelirleri mi? Aslında izleyici bu gerçekle Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen depremle yüzleşti. Bugün itibariyle diziler normal akışlarına geri döndü. Oysa 20 şehidimiz bugün defnedildi. Herhangi bir değişiklik olmazsa dizilerin yeni bölümleri bugün yayınlanacak.
Aslında kabul etmemiz gerekli. Dizi sektörü de kendi finansal gerçekliğiyle ayakta duruyor. Bu gerçeği bilerek izlemek, oyunun kurallarını anlamamızı sağlar. Bir dizinin yayınlanıp yayınlanmayacağını belirleyen unsur, verdiği mesaj, değerler, iyi senaryo değil; sadece ekonomik tablodur. Yani o bölüm için reklam veren yoksa dizi o gün yayınlanmaz.
Televizyon yayıncılığı geniş bir yapıya sahip. Yani sadece ekranda olan isimlerden ibaret değil. Reytingler, reklam bütçeleri, sezonda içindeki değişiklik bu yapının parçaları. Dolayısıyla bir dizinin yayınlanıp yayınlanmaması tek bir nedene indirgenemeyebiliyor.
Deprem zamanında hem duygusal hem de maddi faktörler devreye girdi. Dizilerin yayınlanmamasını sadece tek bir faktöre indirgemek doğru olmaz. Bu da bana yayıncılık dünyasının tek boyutlu değil, aksine birçok dengeden oluşan karmaşık bir yapı olduğunu gösterdi.
...



