SON YAZILAR
06.11.2025
Tüm Yazıları

Dünya yeni bir döneme giriyor. Güç dengeleri değişiyor, ticaret rotaları yeniden çiziliyor, değerler sistemi bile dönüşüyor. Soğuk Savaş sonrası “küreselleşme mucizesi” olarak adlandırılan dönem, artık yerini korumacı, rekabetçi ve çoğu zaman içe kapanan bir dünya düzenine bırakıyor. Devletler yeniden sahnede; ancak bu sefer “her şeye karışan” değil, stratejik alanlarda yönlendiren ve rekabeti güçlendiren devletler fark yaratıyor. Türkiye için de mesele tam olarak burada başlıyor: Yeni dünyada nasıl bir yöntem geliştirmeliyiz?

Türkiye’nin önünde iki yol var. Birincisi, geçmişte defalarca denediğimiz korumacı ve devletçi reflekslere geri dönmek. İkincisi ise liberal aklın rehberliğinde, piyasa mekanizmasını güçlendiren, girişim özgürlüğünü savunan ve devleti akılcı sınırlar içinde yeniden tanımlayan bir yol çizmek. Bu ikinci yol, zor ama sürdürülebilir olandır. Çünkü dünya artık “büyüklüğe” değil, esnekliğe ve öngörülebilirliğe değer veriyor.

Devletin görevi artık üretmek değil, üretimi kolaylaştırmak olmalı. Hukukun üstünlüğü, yatırım güvenliği ve serbest rekabet, modern bir ekonominin temel direkleridir. Türkiye’nin önceliği, bireyin girişim gücünü açığa çıkaracak, yeniliği cezalandırmayan bir sistem kurmaktır. Bugün bir gencin teknoloji girişimi için harcadığı enerjinin yarısını bürokrasiye değil, inovasyona harcayabilmesi gerekiyor. Liberal kalkınmanın özü tam da budur: Devlet çekildikçe, birey büyür; birey büyüdükçe, ülke kalkınır.

Yeni dünya düzeninde dış politika da ekonomiyle iç içedir. Türkiye artık sadece doğu ile batı arasında bir köprü değil, fikir ve ticaret üretiminde merkez olma potansiyeline sahiptir. Bunun yolu, yeni serbest ticaret anlaşmalarıyla küresel pazarlarla entegrasyonu artırmaktan, Türk Devletleri Teşkilatı ve Afrika gibi yükselen bölgelerle güçlü ekonomik bağlar kurmaktan geçer. Ticaret duvarları örmek yerine köprüler kurmak, Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.

Ancak tüm bunların gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin önce özgürlüğe güvenmesi gerekiyor. Özgürlük yalnızca bir fikir değil, ekonomik verimliliğin de temelidir. Fikirlerin, sermayenin ve ticaretin özgürce dolaştığı bir ülke, kalıcı refah üretir. Kısıtlama ve denetim üzerine kurulu sistemler kısa vadede istikrar sağlayabilir, ama uzun vadede durgunluk yaratır. Türkiye, yeni yüzyılda “devleti büyütmek” yerine bireyi güçlendirmeyi tercih etmelidir.

Dünyada yeni bir soğuk savaş ihtimali konuşulurken, Türkiye’nin bu karmaşık ortamda taraf olmaktan çok, bağımsız karar alabilen, ticaretle diplomasi üretebilen bir ülke kimliğini koruması gerekir. Bu, ne Batı’ya teslimiyet ne de Doğu’ya yöneliştir. Bu, Türkiye’nin kendi potansiyeline, kendi insanına ve kendi girişim gücüne inanmasıdır.

Küresel sistem değişiyor, ama başarı hâlâ aynı temele dayanıyor: özgür birey, şeffaf devlet ve rekabetçi ekonomi. Türkiye bu üçlüyü yeniden tesis ederse, yalnızca bu dönemi atlatmakla kalmaz, yeni dünya düzeninin şekillendirici ülkelerinden biri haline gelir.
Çünkü asıl mesele, değişen dünyada yön aramak değil, özgürlükten korkmamaktır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
06.11.2025
Tüm Yazıları

Milli İstihbarat Teşkilatı birkaç gün önce “İngiliz Kemal” olarak bilinen ünlü ajan Ahmet Esat Tomruk‘la ilgili belgeyi internet sitesi üzerinden paylaştı.

85 yıl sonra ortaya çıkan belge, gündemin kargaşası içinde unutuldu gitti. Gelişme, tarih meraklılarıyla istihbarat sevdalılarının ötesine pek de ulaşamadı.

MİT’in sitesinin Özel Koleksiyon bölümünde paylaşılan ve kurumun önceki adı Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti (MAH) isminin geçtiği 1940 tarihli belgede Tomruk’un güven veren biri olmadığı belirtiliyordu. Hâlbuki “İngiliz Kemal” Milli Mücadele yıllarındaki çalışmalarıyla Türk Ordusu’na büyük katkılar sağladığı kabul edilen bir isimdi.

Teşkilatın “İngiliz Kemal”le ilgili bu tespitinde artık kurumdaki Milli Şef İsmet İnönü kadrosunun etkisi mi görülür yoksa ünlü casusun hayatındaki değişimi gözlemleyen, tamamen tarafsız bir istihbarattan mı kaynağını almıştır, işte konu burada çetrefilleşiyor.

Belge, 1940 tarihini gösterince dönemin adeta bir “cadı kazanı” oluşu tekrar hatırlandı. “Acaba ileride o dönemle ilgili açıklanması beklenen diğer belgeler de paylaşılır mı?” sorusu da akıllara geldi.

O yılların en önemli olaylarından biri de şair, yazar ve gazeteci Sabahattin Ali’nin öldürülmesidir. Peki bu olayı neden MİT’le yan yana getirdik? Ali’nin, pasaport verilmediği için ülkeden yurt dışına yasa dışı yollardan çıkmaya çalışırken Bulgaristan sınırında öldürüldüğünü biliyoruz.

Yazarın katili olarak ortaya çıkan ve silah hırsızlığı nedeniyle ordudan ihraç edilen Ali Ertekin isimli güven vermeyen tipse cinayeti “milli hislerle” işlediğini öne sürüyordu. Ertekin, idamla yargılanmasına karşın 4 yıllık bir hapis cezası aldı ancak kısa sürede cezaevinden çıktı.

Üzerinden 77 yıl geçmesine karşın hâlâ sır perdesi aralanmayan Sabahattin Ali cinayetinde katil olarak ortaya çıkan Ertekin’in MİT mensubu olduğu da iddia edildi.

2012 yılında CHP’nin o gün henüz 2 yıllık lideri olan Kemal Kılıçdaroğlu “Sabahattin Ali’yi, CHP öldürdü.” diyerek önemli bir çıkış yapmıştı. O dönem bu söz, siyaset kargaşası içinde yorumlanırken cinayetin nasıl işlendiğine dair muğlaklık yine giderilememişti.

MİT, “İngiliz Kemal” raporunu açıkladığı gibi bir gün de Sabahattin Ali raporunu açıklarsa iddia edildiği gibi usta yazarın işkencede mi öldürüldüğü, yoksa Ali Ertekin’in anlattığı gibi mi katledildiği de aydınlanacak.

Ne dersiniz, o istihbarat raporu açıklandığında mezar yeri bile olmayan ancak sevgili kızı Filiz Ali’nin Istranca Dağları’nda yaptırdığı ve onun en güzel şiirinde geçen “Benim meskenim dağlardır.” mısrasının hüznünü bir nebze olsun dindirir mi?

MARMARAY’DA ÜZÜCÜ OLAY VE O 3 KELİME

Geçenlerde Marmaray’da trene yetişmeye çalışırken bir ablanın “Kartla yüklemeyi bilmiyorum, yardımcı olur musunuz?” sözüyle karşılaştım. O tam da bunları söylerken bir tren sesi de geliyordu. Belli ki ben bu treni kaçıracak, yetişmem gereken işe gecikecektim. Tercih hakkımı ablanın ricasından yana kullanarak seyahat kartına yükleme yapmasına yardımcı oldum. Sonunda çoğunluğun artık neredeyse hiç kullanmadığı 3 kelimelik cümleyle bir teşekkür aldım: Allah razı olsun.

Ne de güzeldi bu teşekkür. İstasyona çıktığımda treni bir hayli bekledim ama az önce kaçırdığımı sandığım trenin karşı raylardan geçtiğini öğrendim. Beklediğim tarafta neredeyse 2 saattir hiçbir tren geçmemişti. Şüphelendiğim olay ne yazık ki doğru çıktı ve yine bir kişi kendini raylara bırakarak canına kıymıştı.

O gün pek çok kişi yetişmesi gereken yere zamanında gidemediği için şikayetçi görünüyordu. Bir can gitmişti ve haberler yaşı için 26 diyordu. Bu “üzücü olay” diye resmî açıklamayla bildirilen durumların sadece yıl içindeki sayısını kaç kişi merak ediyordu? Peki bu acı karara bir insan nasıl varıyor, yaşama sevinçleri nasıl da böyle gencecik yaşlarda tükeniyordu?

Hayat, “Allah razı olsun” ile “Yazık olmuş, hay Allah!” cümleleri arasında işte böyle geçiyordu. İnsansa ne kendi yaşadıklarına ne de başka hayatlara karşı takkesini önüne koyup pek de düşünmüyordu! Daha önce Boğaz Köprüsü’nde benzer olayla karşılaşanlar “Hadi kardeşim atlayacaksan atla, geç kalıyoruz!” dememiş miydi hem? “Kent insanıdır, ne yapsa yeridir.” deyip geçmeyin, şimdilerde bu duyarsızlık Anadolu’yu da bir örümcek ağı gibi sarmaya başlamış durumda.

“Ahir zamandır, bu da insanın imtihanıdır.” denebilir. Dağların, taşların üstlenmeye yanaşmadığı bu imtihanı insan sırtlayınca mı böyle olmuştu yoksa?

Dünyanın hesabının görüleceği yerde “Keşke bir dere kenarında taş olsaydım.” diye hayıflanmaya sebep olacak şeyler günden güne artarken yaşama sevinci toplamak ve onu azaltmadan devam etmek hiç de kolay değil. Âşık Garip gibi İşte geldim gidiyorum / Şen kalasın Halep şehri deyip belki de her yerde aynı şeylerle karşılaşma ihtimalini göz ardı edip hicretten medet umacağız. Ama birtakım kötü gelişmelerden kaçsak da onlar varlığını devam ettirecek. İşte imtihanın zorluğu da burada.

Asat Halet Çelebi’den bir şiirle:

(…)

bu âlemlerden

uykum geliyor

(…)

uyanık yollar yürüyorum

uykuda yollar yürüyorum

uykuda insanlar görüyorum

niçin gördüğümü bilemiyorum

(…)

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
05.11.2025
Tüm Yazıları

6 Şubat depremlerinde yaşadığımız yıkım yüreğimizi dağladı binlerce insanımızı kaybettik. 11 ilde yaşanan acıları tüm ülke paylaştı, yaraları sarmak için 86 milyon tek yürek oldu.

İlk günler hepimiz elimizden geleni yapmaya çalıştık. Kimi koşarak arama kurtarma için bölgeye gitti, kimi gıda yardımı gönderdi, kimi evlerini açıp depremzede kardeşlerimiz evinde misafir etti.

İlk günlerde herkes yardıma koşarken günün sonunda 11 ilde acıları sarma görevi devlete düştü.

Aradan geçen 2 yılın ardından bölgeye defalarca gittim yapılanları yerinde gördüm. Dünkü Hatay ziyaretinde Avrupa’dan Güney Amerika’ya kadar dünyanın farklı bölgelerinden gelen yabancı basın mensupları da bizimleydi. Türkiye’nin ‘inşa ve ihya’ konusundaki tecrübesini kendilerine aktarmasını istediler Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’u tebrik ederken..

Bakan Murat Kurum’la Hatay’ın yeniden ayağa kaldırılmış sokaklarını dolaştık tek tek. Hataylıların, sokaktaki vatandaşın Bakan Kurum’a nasıl sarıldıklarını, duydukları güveni nasıl gösterdiklerini ve hiçbir engelle karşılaşmadan dialog kurabildiklerine yakından tanıklık ettik.

Hatay’ın sembolü Atatürk Caddesi, Uzun Çarşısı, Habib-i Neccar Camii ve tarihi Hatay Meclis binası artık neredeyse tamamlanmış durumda. Yılbaşında kentin merkezinde yaşamın eski canlılığıyla başladığını yeniden göreceğiz belliki…

Saatte 23 günde 550 daire

Hedef yıl sonuna kadar 453 bin konutu teslim etmek. Bölgede yapılanları anlatan Bakan Murat Kurum, sohbetimizde 2 yılda kırılan rekoru paylaştı:

“11 ilimizde 174 ayrı alanda, 3 bin 481 şantiyede 200 bin işçi, emekçi kardeşimiz bu mücadeleyi veriyor. Şu toplantı sürecinde 23 konutu bitirip teslim ediyoruz. Günde 550, saatte 23 konut bu bakış açısıyla yapılıp tamamlanıyor. Asrın inşaat seferberliğinde sona yaklaşmış son düzlüğe girmiş durumdayız” dedi.

Deprem bölgesinin tümüne baktığımızda pek çok şehirde aslında çalışmaların sonuna gelindiğini görüyoruz. Bakan Kurum’a göre artık ‘tünelin ucunda ışık göründü’.

Kasım ayı itibariyle deprem bölgesinde inşa edilen konutların yüzde 70’i tamamlandı yani her 3 depremzededen 2’si evine kavuştu.

Diğer illere göre Hatay’da yaşanan gecikmenin ise rezerv alanların belirlenmesi ve vatandaşların itirazlarından kaynaklandığı bilgisi paylaşıldı. Mahkeme süreçlerinin tamamlanmasıyla Hatay’daki inşa faaliyetleri hızlandı.

Bakan Murat Kurum, Ak Parti iktidarları boyunca geçen 23 yılda 1 milyon 750 bin konutun vatandaşlara teslim edildiğini kayda geçirdi. Oluşan bu tecrübe şimdi

inşa edilecek 500 bin yeni sosyal konutla sosyal devlet anlayışına farklı bir noktaya taşıyacak.

Kiralar 5 bin liraya düştü

Hatay’da sadece bakanlıklar değil Hatay Valiliği ve Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı hizmetler de ön planda. Vatandaşa doğrudan dokunan Valilik ve belediye parti ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlara hizmet veriyor. Ak Partili Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Öntürk, cami, kilise, havra, cemevi ayırt etmeden her ibadethaneyi yeniden inşa ettiklerini anlattı. Öntürk, bir dönem artan kiralık ev rakamlarının yeni konutların teslimiyle birlikte bazı bölgelerde 5 bin liraya kadar düştüğünü söylese de bu rakamlar konutlar teslim edildikçe yeniden artacaktır.

Hatay’daki tüm partilerden yerel yöneticilerle birlikte hareket ettiklerini anlatan Öntürk, “Siyasi olarak tam bir uyum içindeyiz” diye konuştu.

Hatay Valisi Mustafa Masatlı ise bölge halkının gönlünde taht kurmuş isimlerden. Kamu yatırımlarının koordine edilmesinden engelliler, çocuklar ve kadınlara özel sosyal projelere kadar dokunmadığı alan kalmamış..

“Muhalefet maketini bile yapamaz”

Günün siyasi yorumu ise Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman’dan geldi. Yapılan hizmetler için Hataylılar adına Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Bakan Murat Kurum’a teşekkür eden Yayman, “Muhalefet bu hizmetlerin maketini bile yapamaz” diye konuştu.

Konteynırlar Gazze yolcusu

Bakan Murat Kurum, Türkiye’nin edindiği bu tecrübeyi şimdi Suriye ve Gazze’nin yeniden inşasında kullanabileceğini anlattı. Deprem bölgesinde artık kullanılmayan binlerce konteynırın Gazze’ye gönderilebileceğini söyleyen Kurum, Suriye ve Gazze halkının yaralarının sarılması için hazırlıklarını tamamladıklarını bu konuda siyasi talimat beklediklerini vurguladı.

Deprem bölgesinden ayrılırken devletin yaraları sarmak için tüm imkanlarını seferber ettiğine bir kez daha tanıklık ettim. Asrın felaketinin el birliğiyle ‘Asrın İnşasına’ dönüştüğü Hatay’a veda ederken 453 bininci son konutun teslim edileceği 27 Aralık 2025’te yeniden görüşmek üzere Hataylılarla vedalaştık..

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
05.11.2025
Tüm Yazıları

Avrupa Birliği’nde yeni bir tartışma patlak verdi.

Pandemi döneminde hepimizin çantasında, arabasında yer alan el dezenfektanları şimdi büyük bir sağlık krizinin odağında.

Yapılan değerlendirmelerde, dezenfektanların en temel bileşeni olan etanolün (etil alkol) kanser riskini artırabileceği iddia edildi.

Bu sebeple AB ülkelerinde önümüzdeki günlerde dezenfektanların raflardan tamamen kaldırılması söz konusu.

Peki bir dönem hayat kurtarıcı olan bu ürünler nasıl oldu da sağlık tehdidi haline geldi?

Bazı uzmanlara göre mesele, doğrudan etanol değil. Asıl risk, üretim sürecinde ortaya çıkan 'asetaldehit' isimli yan ürün.

Bilim insanları asetaldehitin DNA’ya bağlanarak genetik hasara ve kansere yol açabileceğini belirtiyor.

Üstelik bu maddeye sürekli maruz kalmanın, gebelik komplikasyonları gibi ciddi sonuçlara neden olabileceği de öne sürülüyor.

HİJYEN Mİ, SAĞLIK RİSKİ Mİ?

Uzmanlar alkol bazlı dezenfektanların yılda 16 milyon enfeksiyonu önlediğini belirtirken, şu sıralar aynı ürünlerin kanser riski ile anılıyor olması büyük bir kafa karışıklığı oluşturuyor.

Etanol içeren ürünlerin kaldırılması halinde hastaneler, ameliyathaneler başta olmak üzere okullar ve kamu alanları gibi yerlerde hijyen zincirinin kırılması kaçınılmaz olacak.

Uzmanlar, bu durumun enfeksiyon hastalıklarında artış, grip ve solunum yolu virüslerinin yayılması ve hatta gıda kaynaklı salgınlar gibi sonuçlar doğurabileceği uyarısında bulunuyor.

Hepimiz hatırlıyoruz… Pandemi döneminde sürekli dezenfektan kullanan ellerimizin kuruduğunu, tahriş olduğunu, egzamaya döndüğünü….

Dermatologlar, etanolün uzun süreli kullanımının deri bariyerini zayıflattığını ve alerjik reaksiyonları tetiklediğini bir kez daha hatırlatıyor.

Bir yanda enfeksiyonları önleyen bir kalkan, diğer yanda kanser riski taşıyan bir formül…

AB’nin bu konuda alacağı karar, sadece Avrupa’yı değil, dünyadaki temizlik alışkanlıklarını da kökten değiştirebilir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
04.11.2025
Tüm Yazıları

Bu topraklarda devlet kurmak kadar zor olan bir şey varsa, o da devleti korumaktır. Devleti korumak; sadece silahla, orduyla olmaz, salim bir akılla, güçlü bir iradeyle olur. Cumhur İttifakı işte bu iradenin tarihsel devamıdır: birinin ferasetiyle diğerinin dirayeti, birinin gönül diliyle diğerinin devlet aklı birleşmiştir.

Ama bu çağın en ucuz alışkanlığı, hazmedemediklerine saldırmaktır. Oysa başarıyı, güzel olan değerleri takdir etmek büyük bir erdemdir.

Sosyal medyada fikir üretmek yerine “düşmanlık tohumları” ekmek için adeta birileri yarışıyor. Bunun onlarca nedeni sayılabilir, ama bunun temelinde en çok karakter boşluğu var. Bazıları, kendi boşluğunu, başkasına saldırarak doldurmaya çalışıyor.

Erdem ve hikmette yarışanlar ise çağın bu boşluğunu kendilerini ortaya koyarak dolduruyorlar. Bahçeli’nin sessiz kararlılığıyla Erdoğan’ın dirençli liderliği, tam da bu hikmetli, erdemli duruşun çağına ayna tutan temsilleridir.İşte bu duruş, boş sözlerin karşısında dimdik duran devletin sükûnetidir.

Ancak ne yazık ki şu anda da bu karakter boşluğunu doldurmaya çalışanlar devrede:

Bir taraf diyor ki: “Bu ittifak çıkar için kuruldu.”

Oysa çıkar, kısa vadede bir menfaat; ama ittifak, uzun vadede bir emanettir.

Erdoğan’ın siyaseti, tarihi, siyasi bir duruşun içinden süzülerek gelmiş bir halk direncidir; Bahçeli’ninki ise, Türk devlet geleneğinin derin aklıdır. İkisi bir araya geldiğinde, devlet ve hükûmet kendi dengesini bulmuştur. Biri çağları aşan aklın; diğeri direncin, iradenin vücut bulmuş halidir. Bu iki güç bu kadar uyumlu olmasa, millet de yönünü kaybederdi.

Cumhur İttifakı’na saldırmak, aslında Türk milletinin tarihsel refleksine saldırmaktır. Çünkü bu ittifak, Osmanlı’nın çöküşünden sonra Cumhuriyet’in inşasında süregelen o “devlet aklının sürekliliği” ilkesinin güncel adıdır.

Tarihsel olarak bakarsak, Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçen her dönemde bir “denge kurucu” akıl vardır. Bahçeli, o aklın soğukkanlı tarafını temsil eder; Erdoğan, onun yürüyen tarafını.

Bu birliktelik aynı zamanda bir fikrin, bir felsefenin de temeline sıkıca bağlıdır.

Birlik, yaşamın en zor formudur.

Bir arada kalmak, aynı olmak değildir; aynı hedefe farklı yollardan yürümektir.

Bugün Cumhur İttifakı’na saldıranlar, bu farkı kavrayamadıkları için saldırıyorlar. Çünkü onlar, birliğin ruhunu, kendi zihinlerindeki dağınıklıkla ölçüyor. Oysa birlik, düşünsel bir konfor değil, bir sorumluluk hâlidir.

İttifak karşıtları, her defasında “otoriterlik”, “sessizlik”, “itaat” diyerek ironik bir özgürlük oyunu oynuyorlar. Fakat bilmezler ki özgürlük; yönsüzlük değil, yönünü bilerek yürümektir. Cumhur İttifakı bu yönü, tarihsel pusulasıyla bulmuştur.

Saldırmak kolaydır, anlamak zor. Anlamak sorumluluk ister, bilgi ister, yürek ister. Bugün Cumhur İttifakı’na saldıranlar, aslında kendi varoluşlarının boşluğuna saldırıyorlar.

Bahçeli’nin her susuşu bir metindir. O sessizliği anlamayanlar, siyaseti sadece bağırmak zannediyor. Erdoğan’ın her çıkışı ise bir derinliktir; çünkü “güç”, onun elinde gösteri değil, milletin sesi olmuştur.

İkisi de birer semboldür: Biri devletin vakarını, diğeri milletin kararlılığını taşır. Bu yüzden onlara saldırmak, milletin hem geçmişine hem geleceğine taş atmak gibidir.

Saldıranların çoğu, kendi zihinlerinin çerçevesinde takılıp kalıyor .Bahçeli “beka” dediğinde onlar “demode” diyorlar. Erdoğan “milletin iradesi” dediğinde onlar “popülizm” diye küçümsüyorlar.

Oysa tarih, tam da bu iki kelime üzerine kuruludur: beka ve irade. Bu iki kelimeyi anlamayanlar, devleti yorumlayamazlar; çünkü devlet, bir fikir değil, bir ruhtur.

Bugün Türkiye, küresel fırtınalar arasında büyük bir gemiyle yol alıyor. Bu geminin direği Erdoğan, yelkeni Bahçeli’dir. Farklı özellikleri olabilir; ama aynı rüzgârı taşıyorlar. Çünkü o rüzgâr, milletin nefesidir. Bu nefese saldıranlar, aslında kendi oksijenlerini kesiyorlar.

Siyaset bir günü kurtarmak değil, bir çağı kurmaktır.

Erdoğan ve Bahçeli bu çağın kurucu figürleridir. Belki anlaşılmaları için zaman geçmesi gerekir; çünkü büyük liderleri çağındakiler değil, gelecek kuşaklar anlar.

Cumhur İttifakı’na saldıranlar, aslında tarihin ilerleyişine saldırıyorlar.

Tarihi durduramazsınız.

Çünkü tarih, o iki elin tuttuğu sancakta dalgalanıyor.

Bir gün herkes susar; ama devletin sesi kalır.

İşte o ses, bugün Erdoğan’ın hitabında, Bahçeli’nin duruşunda yaşıyor.

Ve kim ne derse desin, bu birlik, bu milletin hem refleksi hem duasıdır.

O yüzden diyorum ki:

Cumhur İttifakı’na saldırmak, sadece siyasî bir tercih değildir; ahlâkî bir çöküştür.

Çünkü bu ittifak, insanın en kadim erdemini hatırlatır: vefa.

Vefaya saldıranlar, sonunda kendi sözlerinde yok olurlar.

Tarih onları da yazar elbette; ama küçük harflerle, dipnotlarda.

Çünkü büyük harflerle yazılanlar;

Birlik olanlardır,

Devlet kuranlardır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
03.11.2025
Tüm Yazıları

Bir Lezzet, Bir Miras, Bir Bayram

Gümüş gibi parlayan Boğaz’ın sularında bir gölge bulunur; rüzgâr döner, akıntı yön değiştirir ama o hep orada. Ne hamsidir ne palamut; o, İstanbul’un serin sularında doğan, şehrin yüzyıllardır koruduğu bir sır: Boğaziçi Lüferi.

İstanbul’un lezzet sofralarında olan bu eşsiz balık, şimdi bir bayramla taçlanıyor.

Boğaziçi Lüferi Bayramı

İstanbul Ticaret Odası’nın öncülüğünde, 29 Kasım’da Samatya’da Kocamustafapaşa Balıkçı Barınağı’nda kutlanacak olan bu bayram, bir gastronomi şöleni olmasının çok ötesinde, İstanbul’un kendine has lezzet hafızasına not düşülecek bir etkinlik olacak.

Çünkü bu balık, kültürel bir miras, bir yemekten öte bir kimlik; Boğaz’da pişen bir hikâye.

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde bahsettiği o efsane lezzet, yüzyıllar sonra coğrafi işaretle yasal koruma altına alınarak yeniden taçlandı. TÜRKPATENT’in 2024 Ocak ayında verdiği tescil, Boğaziçi Lüferi’ni İstanbul’un ve tüm Türkiye’nin gastronomi mirası haline getiriyor.

Bir balıktan fazlası

“Boğaziçi Lüferi, İstanbul lezzet kültürünün yaşayan bir simgesi olan bir balık. Osmanlı döneminde saray sofralarının vazgeçilmezi olmuş, halk arasında ‘Boğazın Sultanı’ unvanını almış” diyen İTO Başkan Yardımcısı Ahmet Özer’in sözleri bu balığa yüklenen anlamı derinleştiriyor: Gerçekten de öyle…

Sözlerinin devamında Ahmet Özer, İTO’nun 2018 yılında kurduğu İstanbul Coğrafi İşaret Konsorsiyumu ile lüferin yanında “İstanbul Lakerdası” gibi diğer geleneksel lezzetleri de geleceğe taşımayı hedeflediklerini belirtiyor. Çünkü bir kentin mutfak hafızası, malzemeleriyle ve o malzemeyi koruma iradesiyle yaşar.

Lezzetin Okulu: Mutfak Sanatları Akademisi (MSA)

Bu hikâyede bir diğer önemli paydaş da Mutfak Sanatları Akademisi (MSA). Kurum Direktörü Sitare Baras da aynen Ahmet Özer gibi lüferin “kültürel bir miras” olduğunu vurguluyor. MSA, geleceğin şeflerine lüferin hikâyesini bir değer olarak aktaracak.

Lüfer, işte bu nedenle bir eğitim meselesidir de. Çocuğun mutfakta öğrendiği ilk balık tarifinden, şefin menüsüne giren en rafine tabaklara kadar uzanan bir kültürel zincir. MSA ve İTO iş birliğiyle yürütülen Boğaziçi Lüferi Tarif Kitabı ve podcast serisi de bu kültürü belgelemeye hazırlanıyor.

Boğazın kokusunda bir bayram

Etkinlik günü yaklaştıkça, Samatya’nın sabahları daha anlamlı hale gelmeye başladı gözümde. O gün Kocamustafapaşa Balıkçı Barınağı’nda, ağlardan çıkan taze lüferlerin ışıltısı bir tören gibi karşılanacak. Bu kez balıkçıların sevinciyle şeflerin sanatı aynı sofrada buluşacak.

İTO’nun www.bogaziciluferi.com sitesiyle dijitalde de hayat bulan bu markalaşma çabası, İstanbul’un denizle olan bağını yeniden kuruyor.

Bir şehrin lezzet vicdanı

“Boğaziçi Lüferi ayrı bir tat, ayrı bir zevk” diyen İstanbul İl Tarım Müdürü Suat Parıldar da bir gerçeğin altını çiziyor: “Her balık lüfer değildir. Çünkü Boğaziçi Lüferi, yalnızca Eylül’den Ocak ortasına kadar en yağlı ve en lezzetli döneminde çıkar. Çünkü Boğaz’ın akıntısında yetiştiği için eti sıkı ve yağı dengelidir.”

O yüzden bir tabak lüfer, aslında İstanbul’un mevsimleriyle yapılan bir anlaşma sayılır

Bir sofra, bir hafıza

Lüfer, İstanbul’u lezzete doyuran bir balık. Saray sofralarından balık restoran masalarına, Boğaz kıyısındaki sandallardan Galata lokantalarına kadar uzanan bir lezzet yolculuğudur o. Her ısırıkta biraz deniz, biraz tarih ve biraz da sabır var. Çünkü iyi bir lüfer, doğru zamanda tutulur, doğru ateşte pişer ve doğru sofrada yenir.

Lüferin kenti “İstanbul”

İstanbul Ticaret Odası’nın vizyonuyla başlayan bu hareket, aslında bir gastronomi projesinden çok daha fazlası. Bu şehirde artık lezzet de tescilleniyor. Boğaziçi Lüferi, bir balıktan bir markaya, bir markadan bir mirasa dönüşüyor.

Ve belki de en güzeli,

Boğaz’ın rüzgârı hâlâ aynı: Kokladığınızda mis gibi deniz, baktığınızda mavi, tattığınızda ise İstanbul. 29 Kasım’da Samatya’da kutlanacak Boğaziçi Lüferi Bayramı, işte bu üç duyguyu aynı tabakta birleştirecek.

Özetle, o gün İstanbul, bir kez daha kendi tadını Boğaziçi lüferiyle hatırlatacak.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
03.11.2025
Tüm Yazıları

İnsanlık, var olduğu günden beri hatırlayarak yol alıyor. Evet, mağara duvarlarında çizilen ve günümüze kadar gelen resimlerden dijital bulutlardaki verilere kadar… Her çağ, kendi hafızasını kendi zaman, mekân ve teknolojik dönüşümüne göre başka biçimlerde inşa etti. Kimimiz taşa kazıdık, kimimiz kâğıda; bugünse silikon çiplerden görünmez veri tünellerine kadar iz bırakmaya devam ediyoruz…
Bilinen en eski çağdan bu zamana kadar soru aynı kaldı: Ne kadarını hatırlıyoruz, ne kadarını sadece depoluyoruz?

Günümüzde bilgi değil, veri bolluğunda yaşıyoruz. Fakat hafıza dediğimiz şey, sadece saklama kabiliyeti değil artık anlam üretme iradesidir. Bilgisayarlar bizim için her şeyi kaydediyor, ama yalnızca insan, bu kaydın içindeki hikâyeyi anlayıp kavrayabiliyor. Çünkü hafıza, bir “yer” değil, bir yön’dür! Yani bilinen en eski çağlardan, bugüne ve geleceğe uzanan bir bilinç çizgisi…

Tarihin derinliklerine etraflıca baktığımızda bunu net bir şekilde görebiliriz. Bir Osmanlı hattatının elindeki kalem, yalnızca mürekkebi değil, bir medeniyetin hafızasını taşırdı. Her harf, hem dua hem bilgi hem de estetik açıdan bir benzeri olmayan muhteşem bir sanat eseriydi. Bugün de aynı çizginin dijital uzantılarını üretmeye çalışıyoruz: Kod satırlarında, algoritmalarda, yapay zekâ modellerinde...

Bir şeye dikkatlerinizi çekmek isterim ki eğer bir toplum kendi kelimelerini, kendi hafızasını unutursa, başkalarının verisini ezberleyen “teknolojik sömürge”ye dönüşebilir.

Bu yüzden “dijital hafızamız” bu saatten sonra bir milli güvenlik meselesi halini almış, sınırlarımız kadar önemli bir konudur.
Bir milletin geçmişiyle kurduğu bağ, geleceğe yön verecek dijital altyapılardan bile daha stratejiktir. Bu sözlerimi bugün anlamamakta ısrar edenler yarın ‘keşke’ demek zorunda kalacaktır. Çünkü söz konusu veri merkezleri sadece bilgiyi değil, kimlik bilgilerimizi de depoluyor.

Kendi hafızasını dışarıya emanet eden bir toplum, yarın kendi hikâyesini başkalarının sunucularında aramak zorunda kalır. Ve işte burada, gençlere büyük sorumluluklar düşüyor. Yapay zekâ, bulut sistemleri, dijital arşivler… Bunların hepsi yeni bir hafıza biçimi oluşturuyor. Bugün bulut sistemlerinde saklanan bir insanlık arşivimiz var. Türkiye’de de bu anlamda sessiz bir kültürel hareketi büyütecek olan siz gençlersiniz… Ancak esas meselenin, veriyi anlam’a dönüştürmek olduğunu aklınızdan lütfen çıkartmayın! Zira insanlık, hatırladığı kadar insan kalacaktır. Hafızayı diri tutan şey, bilginin niceliği değil; anlamın devamlılığıdır. Bu sebeple genç araştırmacıların, bu toprakların hikâyesini sadece arşivlemekle değil, anlamlandırmakla yükümlü olduğunu akıllarından çıkartmamasını ümit ediyorum.
Çünkü hafıza, geleceğe devredilen bir emanettir. Teknolojinin değil, insan vicdanının korumasında olması gerekir. Kendi geçmişini anlamadan geleceği planlayan her uygarlığın, dijital bir yankıya dönüşmemesi mümkün değildir. Bu sebeple geçmişiyle bağ kurabilen her toplum olmalıyız...

Unutmanın hızına karşı, hatırlamanın ahlakını yeniden inşa etmek zorundasınız gençler. Ve insanlığın hafızası, hiçbir bulut sistemine sığmaz o hafıza direk olarak insanın kalbinin içinde gömülüdür. Selam olsun, hatırlamayı unutmayanlara.

Haftaya tekrar buluşmak üzere hoşça kalın…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
02.11.2025
Tüm Yazıları

Galatasaray, Trabzon karşısında bitiriciğini konuşturamadı. Her iki takımında net pozisyonları direğe isabet eden şutları vardı. Maçın birden fazla kırılma anı olasa da bir türlü kırılmadı ve mücadeleden gol sesi çıkmadı. Galatasaray’ın eksikleri Trabzon’u motive etti. Fatih Tekke, Galatasaray’ı çok iyi analiz etmiş. Oyuncuların dağımı, yerinde baskılarla oyunu kilitledi. Net olarak 90 dakika mücadele eden bir Trabzon vardı. Özellikle Trabzon’da Ouali ve Pina’nın performansları çok iyiydi.

Konsantrasyon kaybı

Okan Buruk ve öğrencilerin akıllarında Ajax maçının olduğu bariz belliydi. Trabzon maçına yeterince konsantre olamamışlar. Galatasaray’da mücadeleye odaklanan Lemina ve Uğurcan dışında başka oyuncu göremedim. Lemina stoper oynamasına rağmen orta sahaya da destek vermeye çalıştı. Rakibin önemli atakları kesti. Hücum hattı da ise Barış, Sane ve Yunus hangimiz daha kötüyüz yarışına girmiş gibiydiler. Sane’nin savunma yönü artı kazandırsa da hücumda etkili olamadı. İkinci yarının son anlarına doğru kıpırdadı.

Yedek kulübesi düştü

Davinson ve İlkay’ın sakat olması yedek kulübesinin kalitesini de ciddi anlamda düşürüyor. Mesela Ahmed Kutucu’nun oyuna neden girdiğine anlam vermedim. Ayağında hala top tutamayan, heyecan yapan bir futbol olabilir mi? Mecburi bir değişiklik dışında Kutucu sahada olmamalı! Hasta olan Jakobs, fedakarlık yaparak kadroya girdi ve son 15 dakika elinden geleni yaptı…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
31.10.2025
Tüm Yazıları

Reyting rekortmeni dizilerde bölüm başı başrol oyuncularının aldıkları ücretler magazin gündemine oturdu. Ancak kadın oyuncularının erkek oyunculara oranla daha düşük ücret alması tartışmalara sebep oldu. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada kadın oyuncular, erkek oyunculara oranla daha düşük ücret alıyor.

En yüksek ücreti 4,5 milyon TL ile Kenan İmirzalıoğlu alırken, en düşük ücret ise 2,5 milyon TL ile Mert Ramazan Demir’in oldu. Kadın oyuncularda ise en yüksek ücret 2,5 milyon TL ile Afra Saraçoğlu’nun oldu.

Bunun sebebi olarak ise tarihten günümüze sinema sektöründe erkek egemenliği olması gösteriliyor. Sinema ve televizyon sektörü uzun süre boyunca erkek yapımcılar, yönetmenler ve başroller tarafından yönetildi.

Bazı araştırmalar ise erkeklerin ücret pazarlığında daha agresif müzakere ettiklerini, istedikleri ücretleri almak için pazarlığa oturduklarını, kadınların ise daha az talepkâr davrandıklarını gösteriyor. Bu da zamanla maaş farkını büyütebiliyor.

Kadın ve erkek oyuncuların aldıkları ücret farkları sadece Türkiye’de farklı değil. Hollywood’da Jennifer Lawrence, Natalie Portman, Scarlett Johansson gibi oyuncular da bu farkı açıkça dile getirdi.

Konu hakkında en sert tepki dünyaca ünlü oyuncu Jennifer Lawrence oldu. Lawrence 2015’te erkek rol arkadaşlarından %30 daha az ücret aldığını açıklamış ve durumu oldukça sert bir şekilde eleştirmişti.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
30.10.2025
Tüm Yazıları

Sudan’ın ihanete uğramış coğrafyasında bir kez daha tarihin en karanlık döngülerinden biri işliyor. 1885’te “Mehdî Devleti”yle başlayan, 1898 Omdurman’la, 1956 bağımsızlığıyla, darbelerle ve iç savaşlarla örülmüş toplumsal yara; bugün Darfur’un köylerinde, El-Faşir’in sokaklarında, çadırlarda ve yaralı hastane koridorlarında kan ve açlığın kurak gerçeğine dönüşüyor. Bu, yalnızca bir ülkenin çöküşü değil: bölgesel aktörlerin, bölgesel çıkarların ve uluslararası sakat denklemlerin insanlık suçlarıyla ortaklaşa üretildiği bir trajedidir.

Son haftalarda El-Faşir’de yaşananlar, kuşatmanın ve sistematik saldırıların bir keşfi değil; uluslararası hakikatin, uyuyan mekanizmaların ve bölgesel aktörlerin niyetlerinin açığa çıkışıdır. Bir yılın, iki yıla yakın bir zamanın üzerine inşa edilmiş kuşatma ve saldırılar, kentin hayat damarlarını kesecek şekilde örüldü; gıda, su, iletişim ve sağlık hizmetleri sistematik biçimde engellendi. Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri, El-Faşir’e dair “etnik temelli aşırı şiddet”, “toplu infaz iddiaları” ve “insani felaket” uyarıları yapıyor. Bu uyarılar, yalnızca korku söylemi değil: insanların açlıktan, susuzluktan, yaralılara ulaşamamanın acısından yok olması tehlikesinin yüksek bir gerçeğidir.

Bu şiddetin arkasında yalnızca Sudan’daki yerel güç mücadeleleri yok. Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF) ile Sudan Silahlı Kuvvetleri arasındaki çatışma, bölgesel güç odaklarının jeopolitik hesaplarıyla besleniyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin RSF’ye yönelik ticari, lojistik ve zaman zaman silah iddialarıyla ilişkilendirilen desteği; İsrail’in bölgesel açmazları ve normalleşme politikalarının sahadaki yansımaları; tüm bunlar çatışmanın süregelmesinde ve şiddetin tırmanmasında rol oynuyor. Bu destekler, militan grupları “devlet içi devlet”e dönüştürerek siviller üstünde uygulanan baskıyı kurumsallaştırdı. Bir aktörün başka bir coğrafyada “stratejik çıkar” elde etmek adına yerel aktörleri güçlendirmesi, tarihte örnekleri görülen bir taktiktir; ama bedeli daima sivil halkın masum kanı oluyor.

El-Faşir’in düşmesine tanık olanlar, yalnızca bir şehir değişikliği görmüyorlar: burası aynı zamanda sistematik saldırıların, zorla göç ettirmenin, aylar süren ablukanın ve etnik hedeflemenin merkezi hâline geliyor. Uydu görüntüleri, saha raporları ve üniversite araştırma laboratuvarlarının tespitleri, şehir çevresinde kitlesel mezar alanlarına, yakılan mahallelere ve toplu göç yollarına işaret ediyor. Yale gibi kurumların analizleri, gözle görülür deliller sunuyor; OHCHR ve uluslararası insan hakları örgütlerinin çağrıları ise belirli bölgelerde “etnik temelli şiddet” ve “sistematik insan hakları ihlalleri” iddialarını doğruluyor. Bu iddialar, soyut akademik tespitler değildir; hayatları, bedenleri ve aileleri yok olan insanların sesi, belgelenmiş görüntüler ve uydu izleriyle teyit ediliyor.

Kuşatma altındaki bir kentte açlığın, susuzluğun, sağlık hizmetlerinin çöküşünün ve iletişimin kesilmesinin sonucu; sadece fizikken ölmek değildir. İnsan onurunun, toplumun kendine olan inancının, hukuka ve devlete dair güvenin erozyona uğramasıdır. Eğer uluslararası aktörler ve bölgesel güçler bu döngüyü kırmazsa; halkların sabrı tükenir, meşruiyet krizleri büyür ve sivil eylemler hukukî sınırların ötesine taşar. Bu sadece Sudan için değil, bölge için de bir kırılma demektir: İnsanlar, devletlerinin veya uluslararası kurumların güvencesi yerine kendi insani reflekslerini uygulamaya başlayabilir; bu da kontrol edilemez insani müdahalelere ve sınır ötesi kitlesel hareketlere zemin hazırlar.

İsrail ve BAE gibi aktörlerin bölgesel politikalarıyla Sudan’daki aktörleri ilişkilendirmek, yalnızca suçlamadan ibaret bir komplo teorisi değildir; bu ilişkiler, zaman içinde mali, askeri ve siyasi kanallarla belgelenmiş ve tartışılmıştır. Bu tür dış müdahaleler, sahadaki güç dengesini bozarken, sivillerin güvenliğini feda eden yapıları güçlendirir. Uluslararası camianın görevi, bu ilişkilere dair şeffaf soruşturmalar yürütmek, sorumluları uluslararası hukuka göre hesap verebilir kılmaktır. Aksi takdirde, sahada yaşananlar “yerel trajedi” olmaktan çıkar ve küresel vicdanı sarsan bir düzeneğin parçası haline gelir.

PEKİ NE YAPILMALI?

Öncelikle, acil ve koşulsuz insani erişim sağlanmalı; kuşatma kaldırılmalı ve insani koridorlar güvence altına alınmalıdır. İkincisi, BM ve insan hakları mekanizmaları hızlı, bağımsız ve etkili soruşturmalar yürütmeli; tespit edilen ihlaller uluslararası ceza hukukuna taşınmalıdır. Üçüncüsü, bölgesel aktörlerin savaşı körükleyen müdahaleleri uluslararası denetime açılmalı; finansal, lojistik ve askeri destek zincirleri derhal incelenmelidir. Bu adımlar atılmadığı müddetçe, Darfur’un çığlığı yalnızca bir bölgesel acı olmayacak; bizlere dünyanın nasıl parçalanabileceğinin bir örneğini gösterecektir.

Son söz: İnsan hayatı, devlet çıkarlarının alınıp satıldığı bir pazaryeri değildir. El-Faşir’in sokaklarında kaybolan her bir çocuk, her bir yaşlı, her bir kadın ve her bir aile; bizim insanlık sınavımızdır. Eğer dünya sustuğu, diplomasi geciktiği ve çıkar hesapları insan haklarını gömdüğü sürece; bu kara sayfa daha da kalınlaşır. Sudan’a, Darfur’a ve El-Faşir’e sessiz kalmak, insanlığın kendisine ihanetidir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş