Tüketilen zamanın neresinde duruyoruz? İş, okul, aile, eş…?
Biz, metropol insanları her sabah, güneşin bile uyanmadığı saatlerde bilinmezliğe yol alıyoruz. Hedefimiz üretmek. Kimi zaman akla, kimi zaman ruha, kimi zaman banka hesaplarına üretiyoruz.
BİR ŞEYLERE DÖNÜŞMEK
Servisler, metrolar, metrobüsler, otobüsler… Hep bir koşuşturma var. Ancak amaç her zaman aynı:
Bir günü verimli şekilde tüketmek.
Peki ya insanlar? Onlar tüketilen zamanın neresinde durur?
Bir plazanın içinde geçen saatlerin, insan ruhuna ne yaptığını çok az kişi sorgular. Zaman, yavaşça avuçlarımızın arasından kayıp giderken, biz farkında bile olmadan bir şeylere dönüşürüz:
Mesela bir performans raporu, bir hedef, bir istatistik...
Yaşamın kendisi ise sıradan bir rutin içinde eriyip gider.
SIRADAN BİR ÇARKIN DİŞLİSİ...
İnsan, hayatta kalmaya programlanmış bir varlıktır, ancak ne zaman yaşamayı unuttuk?
Plazaların soğuk duvarları arasında ruhlarımızı sıkıştıran bu hayat, gerçekten bizim seçtiğimiz bir hayat mı? Yoksa günün birinde, daha anlamlı bir yaşam arayışını, bırakıp sıradan bir çarkın dişlisi olmayı mı kabullendik?
MODERN DÜNYANIN KARMAŞASI
Belki de insan en çok, kendine ayıramadığı zamanlarda kaybolur. Bu unutkanlığımız hayatta kalma mücadelesindendir. Şimdiye kadar iyi kötü eleştiri yaptım ama ya çözüm?
Modern dünyanın karmaşasından sıyrılıp sadeleşmek denenebilir.
Hayat, bizim onu hatırladığımız kadar vardır. Ve unutmayalım ki yaşamak, sadece nefes almak değil, o nefesin içinde kendimizi bulabilmektir...
“İnsanı varlık yapan ne kadar değer varsa, hepsi üzerimden alındı. Ben bir hiç kaldım. Hayata dair pek umudum kalmadı. Kendimi insan olarak bile görmüyorum artık.”
Bu sözler kamuoyunda, Türkiye’nin gündemine oturan ve insanlığı sorgulatan Yenidoğan Çetesi olarak adlandırılan ancak sıfatını hak etmeyen bir oluşumun elebaşı olan Fırat Sarı’nın sözleri…
HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?
Hiç düşündünüz mü, ne zaman hissetmeyi bıraktık?
Artık şiddet, savaş, trajedi gibi kavramlar yalnızca bir haber başlığı, birkaç saniyelik bir görüntü ya da sosyal medya akışında bir kaydırmadan ibaret…
BİLGİ BOMBARDIMANI BİZİ ELE GEÇİRDİ
Bu kadar duyarsızlık bizi nasıl ele geçirdi? Belki de cevabı, her gün üzerimize yağan bilgi bombardımanında saklıdır.
Her şeyden haberdar olmanın bizi daha bilinçli bireyler yapacağını düşündük. Oysa o kadar çok trajediye tanık olduk ki.
Beynimiz, ruhumuzu korumak için kendini kapattı.
DEĞİŞİMLER ZAMAN ALIR
Belki çözüm, yeniden hissetmeye cesaret etmekte yatıyordur.
Hayatı bir koşuşturmaca içinde tüketmek yerine, bazen durup düşünmek, anlamaya çalışmak…
Büyük değişimler belki zaman alır ama her şey bir yerden başlar.
Ve o başlangıç, belki de bugündür.
Günümüzün toplumsal dinamiklerinde yadsınamaz bir gerçek var: İlişkilerdeki sınırların belirsiz hale gelmesi… Ya da buna kendi tabirimle ‘androidleşerek kolonileşen ve güncellemesi olmayan bir azınlık’ da diyebilirim.
Peki, bu sadece bir nesil eleştirisi mi, yoksa daha derin bir sorunun yansıması mı?
YAZILI OLMAYAN KURALLAR
Yazılı olan kurallara zaten fırsat buldukça uyulmazken, yazılı olmayan ahlaki değer ve kurallar özellikle Z kuşağı diye adlandırılan genç beyinler tarafından tamamen ‘yok’ hükmünde.
Modern çağda bireysellik o kadar yüceltildi ki, kişi kendi haklılıklarını kanıtlamak uğruna, başkalarının alanlarını işgal etmeyi ‘hak’ saydı.
Bu noktada benliğindeki Mavi Vatan’ı korumak isteyen empatik Y kuşağı ve bireyci Z kuşağı arasında çıkan çatışma, X kuşağının seyri altında süregeliyor…
KENDİNİ KANITLAMA KÜLTÜRÜ
Özellikle sosyal medyada gördüğümüz ‘kendini kanıtlama kültürü’ insanlar arasındaki ilişkileri daha da yıpratıyor. Herkes haklı, herkes üstün… Ama gerçekte herkes yalnız.
Ben bir ruh bilimci değilim. Yalnızca gözlemleyerek hayatımı kolaylaştırmaya, kanıtladığım deneyimlerimi kelimelere dökerek başkalarının hayatını kolaylaştırmayı arzulayan sıradan bir editörüm.
TABLO KARANLIK DEĞİL
Tüm bu tablo karamsar gibi görünse de, çözüm aslında çok basit: Gerçekten dinlemek ve anlamaya çalışmak.
Çünkü hiçbir nesil, kendi başına ortaya çıkmaz. Her nesil, bir öncekinden miras aldığı değerleri öldürür ya da yaşatır.
Yazmayı hep sevdim. Her şeyi hep merak ettim. Çok kere yalpaladım. Bazen bu sebeple başım belaya girdi ama vazgeçmedim.
Mevzu mücadele de değildi. Merak etmenin neresinde yanlış olduğunun merakıydı…
Kendimizle kavga ederken bize cevap veren bir illegal zeka patlak verdi. Yapay zeka!
Etik mi? Bilemiyorum…
Günümüzde yapay zeka (YZ) teknolojileri, gazetecilikte yenilikçi çözümler sunarken bazı etik ve mesleki tartışmaları da beraberinde getiriyor. Haberlerin doğruluğu, hız ve erişilebilirlik açısından sunduğu katkılar yadsınamaz.
Fakat editörlük ve içerik üretiminde yapay zekanın kullanılması, gazetecilik etiği, insan kaynağı ve işin doğasına dair karmaşık soruları doğuruyor.
Gazeteciliğin ruhunu korurken yapay zekadan yararlanmak, bu teknolojinin sektöre katkısını en verimli şekilde kullanmayı sağlayacaktır. Bu dengeyi kurabilmek, gazeteciliğin güvenilirliğini ve kalitesini koruyarak teknolojik gelişimden faydalanmanın anahtarı olabilir.
90’lar nesli bilirler. 2000’lerin başında rock’tan sonra rap müzik popüler kültüre dönüştü.
Sagopa Kajmer ve Ceza’nın rekabetini iyi hatırlarız. Birbirinden çok farklı tarzlarıyla müzik sahnesini sallayan bu iki sanatçı, dönemin gençleri üzerinde derin izler bıraktı.
Bir tarafta realist bir bakış açısıyla güçlenen Ceza, diğer tarafta ise karamsarlığın ve içsel hesaplaşmaların şairi Sagopa Kajmer.
Ben, o yıllarda pesimist olanın tarafındaydım. Ceza’nın yeteneği tartışılmazdı. Ancak onun enerjik, mücadeleci tavrı, benim ve benim gibilerin ruhuna dokunmuyordu.
Sagopa Kajmer ise başka bir şey vaat ediyordu; melankolik ama gerçekçi sözlerle iç dünyamıza yöneliyordu. O, karanlığın içinde kaybolmadan yürümeyi bilen bir yol gösterici gibiydi.
Bu sanrılar ve anılar, aradan 15 yıl geçmesine rağmen, bugün hala canlı.
Şimdi bana fikirlerimi yazma imkanı verildiğinde, “Neden o dönemi ve bu etkileri kaleme almıyorum?” diye düşündüm. O günlerin müziği sadece bir eğlence değil, kendimizi keşfetmenin ve dış dünyayı anlamanın da bir yoluydu.
Sagopa Kajmer’in sözleri bir nesil için hala bir gösterici niteliğinde.
Bu yüzden onun parçalarından alıntı ile kapanış yapayım;
“Giy, ateşten gömlekleri, bir bir yansın üzerin ve dahi.
Kır, topraktan çömlekleri zaten tedirgin halim (ve dahi).
Bir, benimdir bendim ve bir kendim ortadayım.
Bitmez derdim, bu hal beni yer, bitirir bildim.”
Siz de işin içinden çıkamıyor musunuz? Bir gazeteci olarak ben de…
Son üç ayı baz alırsak; Küçük Narin’in acı kaybı, Fatih surlarında canavar bir hisle kafa kesip ve ardından intihar eden genç, Van Gölü kıyısında cansız bedeni bulunan Rojin, 12 bebeği katleden katil Yenidoğan Çetesi ve tüm Türkiye’yi hüzne boğan, 5 kahramanı şehit verdiğimiz TUSAŞ’taki hain terör saldırısı…
DUYARSIZLAŞMA SENDROMU
Toplum olarak her gün farklı bir gündeme uyanıyoruz. Ancak verdiğimiz tepkiler giderek azalıyor. Buna duyarsızlaşma sendromu da diyebiliriz.
Peki hata nerde ya da çözüm ne?
Belki de bu duyarsızlık, bir savunma mekanizmasıdır. Günbegün artan kötü haberler karşısında, ruhumuzu koruyabilmek adına hislerimizi bastırmak zorunda kalıyoruz.
İYİLEŞME UMUDUMUZ VAR
Ancak fark etmeden toplumsal dayanışma ruhumuzu zedeliyor.
Her olaya insanî bir perspektiften yaklaşmak ve empati kurmak önemli. Bize uzak gibi görünen acılar, aslında bizden çok da uzakta değil. Yaşananların her biri toplumun ortak yarası. Birey olarak bu yaraları hissettiğimiz sürece birlikte iyileşme umudumuz var.
Duyarsızlaşmak yerine duygularımıza sahip mi çıksak…