Poyraz esen bir günde, dalgalı denizin ortasında durmaya çalıştınız mı hiç? Suyun sizi sürüklemeye çalıştığını, ama ayaklarınızı sağlam basarsanız akışa teslim olmadan orada kalabileceğinizi fark ettiniz mi?
Bugünün dünyası tam olarak böyle…
Telefon ekranlarımızdan akan haberler, bitmeyen bildirimler, yetişilmesi gereken iş listeleri, hayatı bir yarış pistine çeviriyor. Herkes bir yerlere koşuyor ama çoğu zaman nereye koştuğunu bile bilmiyor.
Durmak, bu çağda belki de en radikal eylem. Çünkü durduğunuzda, fark etmeye başlıyorsunuz. Kalbinizin ritmini, rüzgârın yüzünüze değmesini, kahvenin kokusunu, bir dostun cümlesindeki sıcaklığı… Yavaş yaşamak, hayatın görünmez ayrıntılarını yeniden görme sanatı gibi sanki.
Toplum, “vakit nakittir” diye fısıldıyor kulağımıza. Oysa vakit, para gibi harcanıp yerine konulabilen bir şey değil. O, bir daha gelmeyecek anların toplamı. Yavaşlamak, zamanı boşa harcamak değil, tam aksi ânı hissetmek.
Elbette yavaş yaşamak, hiçbir şey yapmadan oturmak demek değil. Bu, bir seçim. Hangi işe “evet”, hangi davete “hayır” diyeceğinizi bilmek… Bir ekrana bakarken değil, gökyüzüne bakarken nefes almak… Modern dünyanın hız tuzağına kapılmamak için bilinçli bir çaba göstermek.
Cesaret istiyor, çünkü çoğu insan hâlâ “ne kadar meşgulsen, o kadar önemlisin” yanılgısıyla yaşıyor. Ama gerçek değer, ne kadar hızlı olduğunuzda değil, ne kadar anlamlı yaşadığınızda saklı.
Ve belki de hayatın en büyük sırrı şu: Yavaşladığınızda, aslında hiçbir şey kaçırmazsınız. Aksine, daha çok görür, daha çok hisseder, daha çok yaşarsınız.