Toplumsal kabulleniş mi, kişisel vazgeçiş mi?

GİRİŞ:
2025-10-12
saat ikonu 11:50
|
GÜNCELLEME:
2025-10-12
saat ikonu 13:23

Toplumların zamanla sessizleştiği anlar vardır. Kimi zaman bu sessizlik, olgun bir kabullenişin değil, tekrarlanan umutsuzlukların mirasıdır.

Bir düşünce, bir kimlik, bir yaşam biçimi defalarca yanlış anlaşıldığında, sonunda insanlar anlatmaktan vazgeçer.

Anlaşılmamak, bir süre sonra ‘zaten anlatılsa da değişmez’ duygusuna dönüşür.

Bu durum yalnız bireylerin değil, toplumun da ruh hâlini yansıtır: Kabullenilmiş çaresizlik…

ÇEŞİTLİLİĞİN ARMONİSİ

Bir ülkenin insanları, yıllar boyunca önyargılarla, kalıplaşmış fikirlerle, birbirini dinlemeyen seslerle karşılaştığında,
zamanla tepki verme refleksini kaybeder.

Bir noktadan sonra ne yanıt verir, ne tartışır…

Bugün de böyle bir sessizliğin içindeyiz belki. Birinin kıyafetine, inancına, görünüşüne ya da konuşma biçimine bakarak nasıl biri olduğuna karar veriyoruz.

Oysa toplum dediğimiz yapı, tek tip bir düşüncenin değil, çeşitliliğin sesinden doğan bir armoni. Bu armoni bozulduğunda, sessizlik yayılır, kabullenmekten kaçınılır hâle gelinir.

KALABALIKLARIN ARASINDAKİ YALNIZLAR

Kabullenilmiş çaresizlik, görünürde sükûnettir ama aslında içten içe bir yorgunluğun işaretidir.

İnsanlar, ‘düzelmez’ diyerek geri çekilir, insanlar metropollerdeki kalabalıklar içinde yalnızlaşır.

Oysa değişim, dışarıda bir dokunuşta değil, içeride bir fark edişten başlar. Toplumun her kesimi, kendini ifade edebilme cesaretini yeniden kazanmadıkça, hiçbir değişim tam anlamıyla mümkün olamaz.

Belki de bu sessizlik hâlinden çıkış, büyük söylemlerle değil, küçük davranışlarla başlar.

Birinin kim olduğuna değil, nasıl bir kalbe sahip olduğuna bakabilmekle. Kelimeler yerine anlamı, görünüş yerine özü fark edebilmekle.

Ve en önemlisi, farklılıkların bizi bölen değil, tamamlayan yanlar olduğunu hatırlamakla.

Çünkü bazen bir toplumun en büyük direnişi, nazik kalabilme cesaretidir.