Bugün televizyon ekranlarında gördüğümüz diziler, toplumun ruhunu yansıtmaktan gitgide uzaklaşıyor. Birkaç yabancı yapımın birebir taklit edilmiş senaryosu, “Batı’ya benzeyelim” anlayışıyla kurgulanan süslü sahneler, Türk izleyicisine modernlik diye sunuluyor. Oysa bu sahte parıltının ardında koca bir boşluk var. Çünkü kökü bizden olmayan hiçbir hikâye, bizim hikâyemiz olamaz.
Bir zamanlar ekranlar, milletin vicdanını ve ruhunu taşıyordu. Hababam Sınıfı yalnızca bir okul hikâyesi değildi; arkadaşlığı, vefayı, öğretmen emeğini, aile sıcaklığını işleyen bir toplum aynasıydı. O filmde Adile Naşit’in kahkahasında güven vardı; Münir Özkul’un gözyaşında vicdan vardı. Cüneyt Arkın’ın adalet uğruna kılıç sallayışı, Kartal Tibet’in vakur duruşu, çocuklara cesaret aşılıyordu. Barış Manço’nun şarkıları, kültürümüzü genç kuşakların kalbine kazıyor, aileyi toplumun en sağlam kalesi olarak gösteriyordu.
Bugün ise ekranlarda bu sıcaklıktan eser yok. Hababam Sınıfı bir kuşağın vicdanını yoğurmuştu; bugünün dizileri ise bir kuşağın vicdanını tüketiyor. Eskiden “küçük insanların büyük hikâyeleri” anlatılırdı; şimdi “büyük dekorların küçük hikâyeleri” dönüyor. Daha çok bütçe, daha çok ışık, daha çok dekor var; ama ruh yok.
Oysa asıl kahramanlar ekranda yaratılmış yapay figürler değildir. Asıl kahramanlar, bu toplumu ayakta tutanlardır. Cephede nöbet tutan, sınırda vatan bekleyen, terörle mücadele eden, Afrin’de, Pençe-Kilit’te görev yapan Mehmetçiklerdir. Deprem enkazında sabaha kadar can kurtaran askerlerdir. Sel baskınında vatandaşı sırtında taşıyan jandarmadır. Pandemi günlerinde gece gündüz çalışan hemşiredir, doktordur. Sabahın köründe çocuğuna ekmek götürmek için yola düşen işçidir. Kar kış demeden köy köy dolaşan öğretmendir. Toplumu ayakta tutan, işte bu görünmez kahramanların alın teri ve fedakârlığıdır.
Tarihimizin büyük kahramanlık anekdotları, aslında bugün hâlâ bize yol gösteriyor. Çanakkale’de top mermisini sırtına alıp namluya süren Seyit Onbaşı, yalnızca bir asker değil; bir milletin iradesiydi. Sakarya’da, henüz lise sıralarından cepheye koşup şehit düşen gençler, yalnızca öğrenciler değil; vatanın geleceğiydi.
Bugün Mehmetçik aynı ruhla sınır hattında nöbet tutuyor; aynı ruhla afet bölgesinde can kurtarıyor.
Kültür cephesinde de aynı kahramanlık vardı. Barış Manço, “Halil İbrahim Sofrası”nda sadece şarkı söylemiyordu; bu millete paylaşmayı, gönül zenginliğini öğretiyordu. Münir Özkul, Hababam Sınıfı’nda “Okul yalnızca bilgi değil, vicdan da öğretmeli” dediğinde, bir toplumun eğitim felsefesini özetliyordu. Adile Naşit, masallarıyla yalnızca çocukları eğlendirmiyordu; güven duygusunu nesillerin kalbine işliyordu.
Bugün televizyon dizilerinde özendiğimiz yabancı kahramanların hiçbiri, bizim toplumumuzun gerçek kahramanlarını gölgeleyemez. Çünkü bu milletin tarihinde kahramanlık, süslü cümlelerle değil; alın teriyle, fedakârlıkla, gerektiğinde canını ortaya koymakla yazılmıştır.
Televizyonun kitleler üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, bu özenti üretimlerin toplumsal sonuçları tehlikelidir. Hababam Sınıfı’ndan öğrenilen şey, arkadaşını yarı yolda bırakmamak, öğretmenin emeğini anlamak, vicdanı kaybetmemekti. O filmler, topluma direnç kazandırıyor, aileyi merkeze alıyordu. Bugünün dizilerinde ise entrika, boş lüks hayatlar, yabancı özentisi ve kısa ömürlü ilişkiler öne çıkıyor. Bunun sonucunda genç kuşak, kendi kültüründen kopuyor; toplum ise kendi kahramanlarını unutuyor.
Türk dizilerinin yeniden milletin ruhuna dokunabilmesi için, önce kendi özünü keşfetmesi gerekiyor. Hababam Sınıfı gibi, bu toprakların değerlerini, mizahını, sıcaklığını ve vicdanını anlatan yapımlar üretmek gerekiyor. Çünkü bizim kahramanlarımız Hollywood’un maskeli figürleri değil; bu toprakların bağrından çıkan Mehmetçiklerdir. Ve unutmayalım: Toplumu ayakta tutan, ışıkların ardındaki sahte kahramanlar değil; alın teriyle, cesaretiyle, fedakârlığıyla yaşayan gerçek kahramanlardır.
Milletler kahramanlarıyla yaşar. Bizim kahramanlarımız Adile Naşit’in samimiyetiyle, Münir Özkul’un vakur sesiyle, Barış Manço’nun türküleriyle, Cüneyt Arkın’ın cesaretiyle hafızamızda, Mehmetçiğin nöbetiyle gerçeğimizde yaşamaya devam ediyor. Onları ekranlardan değil, hayatın tam ortasından tanıyan bir nesil, asla yıkılmaz.
Çağrım şudur: Yapımcılar, senaristler, yönetmenler… Reytingin peşinde koşarken özünüzü kaybetmeyin. Milletin kahramanlarını unutmayın. Yabancıya özenerek değil, kendi değerlerimizden beslenerek üretin. Çünkü bu milletin en büyük hikâyesi, Mehmetçiklerin destanıdır. Ve bu destanı anlatmak, sadece bir sanatsal tercih değil; aynı zamanda bir toplumsal sorumluluktur.