Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Tarihin derinliklerinde devlet aklını belirleyen en önemli damar, istihbaratın damarında akan sırdır. Sır, sadece saklanan bir bilgi değil; milletin hafızası, geleceğe dair sezgisi, düşmanını ve dostunu ayırt etme kudretidir. Bu yüzden istihbarat kurumları, sıradan bürokratik yapılar değil; adeta milletlerin ruh atlasını çizen kurumlardır.
Türkiye’nin Millî İstihbarat Teşkilatı ile İsrail’in MOSSAD’ı kıyaslandığında çoğu analist bütçe, operasyon kapasitesi ve saha yöntemleri üzerinden değerlendirme yapar. Oysa asıl mesele, bu kurumların hangi medeniyet kodlarından beslendiğidir. Çünkü bir kurumun kaderini, aldığı emirler değil; beslendiği kültür belirler.
MOSSAD’ın dayanağı teolojik bir zorunluluktur. Yahudiliğin dağınık hafızası, sürgünlerin acısı ve “varlığını koruma” refleksi, istihbaratı kutsal bir ödev haline getirmiştir. Bu nedenle Mossad’ın her operasyonu sadece bir güvenlik hamlesi değil; varoluşsal bir ritüel gibidir. Hedefini ortadan kaldırmak, bir ulusun hayatta kalma güdüsünü tatmin etmektir.
MİT’in kökleri ise bambaşka bir çizgiye yaslanır. Türk devlet geleneğinde istihbarat, erenlerin sezgisi, alperenlerin feraseti, akıncıların gözü olmuştur. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’de “Devleti ayakta tutan akıldır, aklı ayakta tutan bilgidir” sözleri, bu anlayışın özünü gösterir. MİT’in kurumsal kimliği de bu mirasın günümüzdeki karşılığıdır.
MİT’in ambleminde yer alan defne yaprakları da tesadüf değildir; barışı, yani Türk devlet aklının nihai ufkunu temsil eder. Yunus Emre’nin “Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı” dizesi, halk irfanındaki bu yaklaşımı yansıtır. Mossad ölüm üzerinden varlık inşa ederken, MİT hayatı koruyarak gücünü gösterir. Mossad için başarı hedefi ortadan kaldırmaksa; MİT için hedefi ülkesine getirip adalete teslim etmektir. Bu fark, iki medeniyetin dünya görüşünü özetler.
Bugün istihbarat savaşlarının en sert yaşandığı coğrafya, Türkiye’nin tam ortasındadır. Orta Doğu bir satranç tahtası değil; derin tarihsel hafızaların çarpışma alanıdır. Türkiye bu oyunda sadece bir oyuncu değil; oyunu kuran bir medeniyetin mirasçısıdır. Kaşgarlı Mahmud’un Divânü Lügati’t-Türk’te aktardığı gibi, Türk adı “düzeni korumak” anlamına gelir. MİT’in varlığı, bu kadim misyonun güncel yüzüdür.
Gazze’deki Sumud direnişi, sadece bir halkın toprakla bağını koruma çabası değil; aynı zamanda istihbarat savaşlarının en çıplak hâlidir. Bölgedeki çatışmalar teknik üstünlüğü ve kuvvet kullanımını ön plana çıkarırken, Filistin halkının vicdandan doğan direnci hiçbir operasyonel kabiliyetle tamamen bastırılamadı. Türkiye burada insani diplomasi, sahadaki bağlantılar ve diplomatik çabalarla farklı bir yerde durdu: Kan akıtmak değil, köprü kurmak; enkaz altındaki sesi duyurmak ve insani koridorlar için alan açmak.
Orta Doğu’daki istihbarat mücadeleleri, sadece düşman belirleme değil; aynı zamanda halkların acılarını, umutlarını ve tarihî hafızalarını okumayı gerektirir. Sumud, bu bağlamda bir mucizedir: direnişin, inancın ve umudun adıdır. Gazze’de bir annenin ekmeğini paylaştığı ellerde, bir çocuğun enkazdan yükselen çığlığında, meydanlarda adalet diye haykıran kalplerde aynı anlamı taşır.
Hakikat
İstihbaratın başarısı, sadece düşmanı alt etmek değil; millete özgüven aşılamaktır. MİT, son yıllarda yurtdışına uzanan operasyonları ve yürüttüğü istihbarat diplomasisiyle bu özgüveni yeniden inşa etti. Türkiye, kendi evlatlarını koruyan, masumunu savunan ve bölgesel istikrar için sahada aktif olan bir istihbarat ekolüne sahip olduğunu gösterdi.
MİT’in varlığı “devlet-millet özdeşliği”nin en somut göstergesidir. Mossad’ın gücü korkuya ve paraya yaslanırken, MİT’in gücü gönüllü aidiyet ve kadim hafızaya dayanır. Yahudiler için casusluk bir “kutsal metin” ise, Türkler için “emanet”tir. Emaneti korumak, kutsal metinden daha büyük bir sorumluluk yükler. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye nasihatinde söylediği “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, MİT’in aklında hâlâ yankılanmaktadır.
Sonuç
MİT’in her operasyonu, sadece bir devlet refleksi değil; bir medeniyet iddiasıdır. Ve bu iddia, Türk milletinin bin yıllık devlet geleneğinden süzülerek gelen bir hakikati fısıldar: Güç, sırf gücün kendisi için değil; düzen, adalet ve barış için vardır.