Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Sosyal çürüme artık sessiz ilerleyen bir süreç değil. Gözümüzün önünde hızla büyüyen ve bir atom bombası etkisi gibi patlayacak tehlikeli madde haline geldi. Önce reklamlarla başladı. Ardından filmler, diziler, müzikler… Görsel hafızamıza, işitsel hafızamıza, hatta bilinçaltımıza kadar uzanan bir saldırı haline dönüştü.
Bugün adına modernite denilen şey, aslında ahlaki çözülmenin makyajlanmış hâlinden başka bir şey değil.
Müzik piyasası bunun en belirgin örneklerinden biri.
Rap adı altında üretilen içeriklerde küfür, hakaret, alay, şiddet övülüyor ama buna rağmenhatta belki bu yüzden platformlar ödül veriyor. Şarkılar trend listelerinde zirveye oturuyor.
Kimse demiyor ki: “Bu gençler neyi, kimi, hangi duyguyu besliyor?”
Dizilerde ise aynı tablo başka bir ambalajla karşımıza çıkıyor.
Topluma popüler modern hayat diye sunulan şey aslında duyguların, ilişkilerin, bağların, aile köklerinin sistemli bir şekilde zedelenmesi.
Kırık aile modelleri, yüzeyselleşmiş ilişkiler, değer yitimini normalleştiren karakterler…
Bunlar artık birer senaryo değil; toplumun içine işleyen bir program.
Programlardan, fenomen kültüründen, içerik üretiminden bahsetmiyorum bile.
Orası artık çok daha başka bir boyuta geçmiş durumda.
Ve ne yazık ki bu sadece bizim ülkemize özgü bir sorun değil.
Tüm dünya aynı çöküşün içinden geçiyor.
Değerlerin hızla yok olduğu, kalıcı bir şeye tutunmanın zorlaştığı, normal ile anormalin birbirine karıştığı bir çağdayız.
İnsanı insan yapan şeyler, aileyi aile yapan katmanlar, toplumun ruhunu ayakta tutan kökler…
Hepsi birer birer aşınıyor.
Bunun altyapısal sonuçları ağır olacak.
Aile bağlarının zayıflaması sadece bireyi değil, toplumu da çökertir.
Bir milletin ruhu önce kültürüyle kırılır.
Kültürüyle kırılan toplum da zamanla yönsüzleşir.
İşte bu yüzden Biz nereye gidiyoruz? sorusu artık basit bir endişenin değil, çok daha derin bir gerçeğin ifadesi hâline geldi.
Belki de asıl sorun şu:
Biz değişimi izliyoruz ama sorgulamıyoruz.
Tüketiyoruz ama nereden geldiğini bilmiyoruz.
Seviyoruz ama neden sevdiğimizi fark etmiyoruz.
Kabul ediyoruz ama bedelini düşünmüyoruz.
Sonunda da kendimizi dev bir sorunun ortasında buluyoruz:
Değerleri kaybetme hızımız, onları yeniden inşa edecek zamanımızdan çok daha hızlı.
Peki biz nereye gidiyoruz?
Belki de asıl cevabı korktuğumuz için sormuyoruz.
Ama sormadığımız her soru, bizi farkında bile olmadan daha büyük bir boşluğa sürüklüyor.
