Picasso’nun Guernica’sı…
Bir tablodan fazlası: Bir şehrin yıkılışını değil, insanlığın vicdanının çöküşünü anlatan kara bir kayıt. Parçalanmış at figürleri, göğe çevrilmiş gözleriyle donmuş bir çocuk, annesinin kucağında taş kesilmiş bir ağıt… Guernica yalnızca İspanya’nın değil, bütün yeryüzünün kanayan yarasıdır.
O tablo, savaşın ilk defa resme dökülmüş çığlığıydı. Ama aynı zamanda bir soruydu: İnsanlık kendi hatalarından ders alacak mı?
Aradan geçen onca yıla rağmen yanıtı hâlâ acı: Hayır. Çünkü tarih, aynı kitabı farklı coğrafyalarda, farklı isimlerle tekrar tekrar yazıyor.
Bugün aynı çığlık bambaşka topraklarda yankılanıyor. Fırçayı bu kez Suriyeli ressam Abdalla al Omari eline aldı. Onun “Dünya Liderleri Mülteci Olsaydı” serisi, çağımızın Guernica’sı sayılabilir. Omari, altın tahtlarda oturanları çorba kuyruğuna sokuyor; mermer saraylardan çıkarıp paslı battaniyelere sarıyor; kürsülerden indirip dikenli tellerin önünde bekletiyor.
Macron plastik tabakla sırada, Putin soğuk vagonda üşüyor, Biden ter içinde evrak kuyruğunda… Ve Erdoğan, çadırda mazlum çocuklarla ekmeğini paylaşıyor.
Omari’nin fırçası bize çıplak bir hakikati gösteriyor:
Mültecilik, gücün en yalın hâlidir.
Ne saray kalır, ne makam, ne de protokol. Geriye sadece açlık, nefes ve gözyaşı kalır.
Mültecilik yalnızca evini kaybetmek değildir; hafızanı sırtında taşımaktır.
Bir baba cebinde evinin anahtarını saklar, ama o kapı molozların altındadır.
Bir anne dilinde ninnisini taşır, ama sesi dalgaların uğultusunda boğulur.
Bir çocuk oyuncağını yitirir, ama asıl kaybı kimliğidir; çünkü doğduğu toprak haritalardan silinmiştir.
Ahıska’yı hatırlayalım: Soğuk vagonlarda donmuş nefesleri. Bir gecede köklerinden koparılıp rayların ucunda kaybolan bir halkı.
Bosna’yı hatırlayalım: Avrupa’nın göbeğinde toplu mezarlara gömülen insanları, yalnızca bedenleri değil vicdanı da gömen elleri.
Gazze’yi hatırlayalım: Molozların altındaki oyuncakları, taş yerine taşla oynayan çocukları.
Suriye’yi hatırlayalım: Çadırda doğan bebekleri, kimliklerinde doğum yeri olarak “sınır kapısı” yazan hayatları.
Her mülteci, bir başka mültecinin resmidir.
Her sürgün, insanlığın kara defterinde aynı sayfanın devamıdır.
Tarih, bu acıyı yeni isimlerle tekrar tekrar okur.
Ve işte tam da burada, Erdoğan’ın yıllardır dünyaya haykırdığı söz yeniden anlam kazanır:
“Dünya beşten büyüktür.”
Çoğu zaman diplomasi diliyle söylenmiş bir cümle gibi algılandı. Oysa bu söz, Ahıska’dan, Bosna’dan, Gazze’den, Suriye’den yükselen çığlığın tercümesidir. Batı’nın sustuğu, kulaklarını kapattığı yerde, Türkiye mazlumun çadırına girdi, elini tuttu, adını dünyaya duyurdu. Bu yüzden yalnız bırakıldı. Çünkü mazlumun yanında durmak, zalimin karşısına dikilmektir.
“Dünya beşten büyüktür” yalnızca bir politik tez değildir; bir insanlık haykırışıdır. Mazlumun duası, yetimin gözyaşıdır. Protokolün değil, vicdanın dilidir.
Biz de bir şiirle tarihe not düşelim.
Dünya Beşten Büyüktür
Beş taht ile kurulmaz adaletin otağı,
Mazlumun gözyaşıdır dünyanın tutağı,
Zincire vurulmaz ki vicdanın ocağı,
Dünya beşten büyüktür, haklı yapar tutanı.
Kara tren inledi, ray dondu karanlıkta,
Çocuk nefesleri üşüdü, umut kaldı yarında.
Bir köy göçle savruldu, kayboldu haritada,
Dünya beşten büyüktür, inlesin Ahıska’da.
Drina kızıla boyandı, taşlar bile ağladı,
Srebrenitsa gecesi gökler ateşe boyandı.
Vicdanını gömen eller, tarihi yaraladı,
Dünya beşten büyüktür, haklıdır Bosnalı.
Çocukların oyuncağı molozların altında,
Yok oldu insanlık, dünyanın kucağında.
Her bomba bir soy kütüğü gömdü kara bir çağa,
Dünya beşten büyüktür, Gazze bucağında.
Putin vagonda titrer, Macron sırada bekler,
Biden telin önünde evrak için ter döker.
Erdoğan’ın kalemi doğruluğa kök söker;
Dünya beşten büyüktür, her zaman onu söyler.
Erdoğan haykırır, zalime meydan okur,
Mazlumun yanında durur, adalet için yol bulur.
“Beşle çevrilmez dünya” dediğinde tarih onu okur,
Dünya beşten büyüktür; anla, bil, herkese duyur.