Dün sabah İzmir’de yaşananları, kimi kalemler yine kolaycılıkla “kahpe bir terör saldırısı” klişesine sıkıştıracak. Oysa 08:54’te Balçova’daki polis merkezinin önünde yaşanan, öfkesini kontrol edemeyen bir çocuğun rastgele sıktığı kurşunlardan ibaret değildi. Bu, soğuk bir aklın önceden planladığı, sahnelenmiş bir operasyondu. İlk perdesi oynandı; mesaj açıktı: “En korunaklı kalenizde bile size saldırabiliriz.”
Burada üzerinde durmamız gereken nokta, 16 yaşında bir gencin tetiğe basması değil; o tetiği yönlendiren iradenin sergilediği profesyonel soğukkanlılıktır. O irade, bir bedeni kullanarak karşımıza çıktı. Bize, çocuk yaştaki bir piyonun eliyle, “Size ulaşamayacağımız hiçbir yer yok” demek istedi.
Şimdi herkesin dilinde aynı cümle: “Daha çocuktu.” Ama büyüyemeden çürüyenlere çocuk denmez. Balçova’da eline bir demir yığını alıp etrafa saçma kusan bu gencin, aslında kendi boşluğunu doldurmaya çalışan bir zavallıdan farkı yoktu. Hayatının son anında mağaralarda yankılanan o tanıdık sloganı geveledi: “Allah-u ekber.”
Ne kadar yeni! Ne kadar orijinal! Sanki daha önce hiç duymamışız gibi… Çöldeki sakallı abilerinden ezberlediği dersin kötü bir tekrarıydı. Onlar da aynı sloganı haykırarak insanların başını kesiyor, kendilerini Tanrı’nın sigortalı elemanı sanıyorlardı. Bu genç de onların çırağıydı sadece. Fotokopiyle çoğaltılmış bir katil.
Sanıyordu ki evrenin sırrını çözmüş, Allah’ın yeryüzündeki postacısı olmuş. Oysa hormonları çıldırmış, beyni ucuz sloganlarla yıkanmış, ruhu asfalta yapışmış bir ergen sadece. Elindeki demir parçasına sığınıp, ödünç alınmış bir öfkeyle, kiralık bir cesaretle mücahitçilik oynadı.
Sonra da karşımıza şu cümle çıktı: “Suça sürüklenmiş çocuk.” Bu ifade, gerçekle dalga geçmekten başka bir işe yaramıyor. Kimse kimseyi bir yere sürüklemez. İnsan ya yürür ya da olduğu yerde çürür. O yürümeyi seçmedi; tetiği çekmeyi seçti. Kendi iradesizliğinin faturasını şehit ettiği polislere, ucuz silaha, kiralık slogana kesti.
Bu hikâyede ne bir isyan var, ne bir trajedi. Sadece kötü yazılmış bir senaryonun vasat bir oyuncusu var. Üç kuruşluk bir ideolojiye ruhunu satmış bir piyon. Ve şimdi bazıları çıkıp ona “mağdur” diyecek. Oysa mağdur olan, bu ülkenin çocuklarını korumak için sabah göreve çıkan polislerdi.
Görmemiz gereken, bir gencin tetiğe basması değil; o tetiği ona verdirten, o sloganı ezberleten, o beyni sistemli şekilde zehirleyen mekanizmadır. Terör örgütleri, insanlığın en ağır suçunu işliyor: çocuklukları çalıyorlar. Daha oyun çağında olması gerekenleri birer ölüm makinesine dönüştürüyorlar. Çocukların eline kalem verecek yaşta silah veriyor, defterine yazacağı hayalleri kanlı bir sahneye çeviriyorlar.
Ve biz her defasında sadece tetiğe basan genci görüyoruz. Oysa asıl mesele, arka planda işleyen “fotokopi makinesi”dir. Her gün aynı kalıptan yeni piyonlar üretiyor. Ve biz fotokopinin eline tutuşturulan silaha bakarken, makinenin kendisini gözden kaçırıyoruz.
Ortadoğu’nun karanlık örgütleri yıllardır aynı yöntemi kullanıyor. Afganistan’da başlayan beyin yıkama, Irak’ta, Suriye’de ve şimdi Türkiye’de benzer sahneleri doğurdu. Çocuk bedenine yüklenen ucuz slogan, her seferinde aynı sonucu veriyor: Ölüm.
Bu gencin hikâyesi, yalnızca bireysel bir çürüme değil; küresel bir organizasyonun ürünü. Kimin elinden tuttuğunu, kimin cebine harçlık bıraktığını, kimin kulağına slogan fısıldadığını bilmeden, olayı “ergen öfkesi” diye küçültmek, gerçeği gizlemek olur.
Şimdi önümüzde ağır bir soru duruyor: Bu fotokopi makinelerini nasıl durduracağız? Bu örgütler, sadece silah ve ideolojiyle değil, aynı zamanda boşluklarla besleniyor. Ailesinden koparılmış, aidiyet duygusu elinden alınmış, kimlik krizi yaşayan gençleri kolayca avlıyorlar. Onlara “yücelik” vaat ediyorlar; karşılığında ölümün tiyatrosuna sürüyorlar.
Devletin görevi, bu boşlukları kapatmaktır. Toplumun görevi, bu gençleri sahiplenmektir. Eğitimden kültüre, aileden medyaya kadar her alanda çocuklarımızın zihnini ve ruhunu koruyacak mekanizmalar kurmadıkça, yeni fotokopiler çıkmaya devam edecek.
Çünkü terör sadece bombayla, kurşunla değil; fikirle, ideolojiyle, sloganla da saldırır. Ve en korunaklı kalelerimizi, en zayıf yerimizden –çocuklarımızın zihninden– delmeye çalışır.
Bir gün yine benzer bir saldırı olduğunda, sadece tetiği çeken genci değil, onun arkasındaki makineyi görmeliyiz. Asıl mücadele, işte o makineyi durdurmakla mümkündür. Aksi halde en güvenli kalelerimizde bile aynı yüzlerle, aynı sloganlarla, aynı ölümlerle karşılaşmaya devam edeceğiz.