Batı dünyası uzun yıllardır insan haklarını evrensel bir değer olarak sunuyor. Bildirgeler, sözleşmeler, mahkemeler… Kâğıt üzerinde kusursuz görünen bu düzenin, sahada nasıl yok sayıldığını ise her gün Filistin’de görüyoruz. Gazze’nin yıkılmış sokakları, Batı Şeria’nın kuşatılmış köyleri bize bir gerçeği hatırlatıyor: Batı için insan hakları, kendi çıkarlarıyla çelişmediği sürece hatırlanan bir slogandan ibarettir.
İsrail ve İnsan Onurunun Çöküşü
İsrail, yalnızca işgaliyle değil; insan onurunu zedeleyen uygulamalarıyla da gündeme geliyor. 2011’de İsrail’de yapılan bir akademik araştırma, üniversite öğrencilerinin önemli bir bölümünün “tanıdığı biriyle zorla cinsel ilişkiyi tecavüz olarak görmediğini” ortaya koydu. Bu sonuç, bireysel bir ahlak sorunu değil, toplumsal bir zihniyetin göstergesiydi.
Birleşmiş Milletler raporları ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık insan ticareti değerlendirmeleri, İsrail’de yabancı işçilerin sömürüldüğünü, özellikle tarım sektöründe çalışan göçmenlerin cinsel saldırıya uğradığını kayda geçiriyor. Bu tablo, münferit olayların ötesinde, sistemin insanlık karşıtı her duruma göz yumduğu bir düzeni işaret ediyor. Yani insanı, hak ettiği insanca yaşam hakkından mahrum etmek... Ve bunu sistemli devlet eliyle gerçekleştirmek ...
Soykırımın Sessiz Tanıkları
Bugün Gazze’de olanları başka türlü adlandırmak mümkün değil: Uluslararası hukukta tanımı yapılmış bir soykırım söz konusu. Kadınların, çocukların, sivillerin bilinçli şekilde hedef alınması, şehirlerin yeryüzünden silinmesi, uluslararası hukukun “insanlığa karşı suç” tanımına bire bir karşılık geliyor.
Ama Batı sessizdir. Bir yandan “insan hakları” söylemini sürdürürken, diğer yandan İsrail’in saldırılarını görmezden gelmektedir. İşte bu nedenle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2009 Davos Zirvesi’nde İsrail Cumhurbaşkanı’na söylediği söz hâlâ tarihin kaydıdır:
“Siz insan öldürmeyi çok iyi bilirsiniz.”
“İnsan Öldürmeyi Bilmek” Ne Demektir?
Bu cümle, sadece bir politik çıkış değil; tarihsel hafızaya kazınmış felsefi bir teşhistir. Çünkü “insan öldürmeyi bilmek”, yalnızca fiilî şiddeti değil; ölümün sistematik hale getirilmesini, devlet politikası düzeyine çıkarılmasını, hatta bir ustalık gibi sahiplenilmesini işaret eder.
Tarih boyunca zalimler hep öldürmeyi “bilirlerdi”: Roma arenalarında gladyatörlerin kanı üzerine kurulan seyirlik düzen, Orta Çağ’da engizisyon mahkemelerinin yakma cezaları, 20. yüzyılda Auschwitz’in fabrikaları… Hepsi, insan öldürmeyi bir “mekanizma” haline getirmenin örnekleriydi. Bugün Gazze’de olanlar da aynı zincirin son halkasıdır.
Ama öldürmeyi bilmek, aynı zamanda adaleti öldürmeyi, vicdanı susturmayı, hafızayı yok etmeyi bilmektir. Mevlânâ’nın, “Bir gönül yıkmak Kâbe’yi yıkmaktan beterdir” uyarısı bu yüzden evrenseldir. Pir Sultan Abdal’ın “Kul olayım kalem tutan ellere” dizeleri, yaşamın kalemle korunması gerektiğini söyler. Yunus Emre’nin “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” çağrısı, öldürmeye karşı yaşatmanın ilahisidir.
Batı’da da benzer sesler yükselmiştir. Albert Camus, insanın ahlaki pusulası olarak “Öldürmeyeceksin” ilkesini koyar. Hannah Arendt, kötülüğün sıradanlığını anlatırken, en korkunç suçların sessizlik ve kayıtsızlıkla mümkün olduğunu söyler. Simone Weil, “adalet, sevginin dünyevi biçimidir” diyerek yaşamayı kutsar.
İnsanlığın Vicdan Testi
Artık mesele yalnızca Filistin meselesi değildir; insanlığın vicdan testidir. Uluslararası hukuk mekanizmaları baskı altına alınsa da dünya kamuoyu sessiz kalmamalıdır. Çünkü sessizlik, mazlumların yarasını büyütürken, zalimlerin cesaretini artırır.
Bugün yapılması gereken; suçu işleyenlerin isimlerini kayda geçirmek, raporları dosyalarda bırakmayıp mahkeme salonlarına taşımak ve Batı’nın ikiyüzlülüğünü açıkça teşhir etmektir.
Yaşatmayı Bilmek
Gazze’den yükselen çığlık bize şunu hatırlatıyor: Eğer insan hakları gerçekten evrensel bir değer olacaksa, bunun en büyük sınavı Filistin’dir. Ve bu sınavda kaybetmek, yalnızca bir halkın değil, bütün insanlığın kaybı olacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarihe geçen sözü, bu bağlamda yalnızca bir öfke değil, çağların ötesinden gelen bir çağrıdır:
“Siz insan öldürmeyi çok iyi bilirsiniz.”
Aslında Erdoğan bu sözü söylerken yalnızca zalimin maharetini teşhir etmiyordu; insanlığı yaşatmanın yollarını arıyordu. Çünkü çok iyi biliyordu ki asıl mesele, dünyanın bu son düzleminde şudur:
Biz insanı yaşatmaya talibiz.
Çünkü biz, Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturuyla kök salan bir çınarın gölgesinde büyüdük. O çınarın köklerinde hikmet, gövdesinde sabır, dallarında merhamet, gölgesinde adalet vardır. Ve bugün tüm insanlığın unuttuğu bir hakikat vardır :
Bilinmelidir ki Doğu’nun çınarıyla Batı’nın meşesi, Kudüs’ün zeytin dallarıyla Amerika’nın göğe uzanan sekoyaları buluştuğunda hep aynı hakikati söyler:
Öldürmek, insanın en ilkel bilgisidir; yaşatmak ise insanlığın en yüce sanatıdır.