Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Gökyüzüne bak, belki hayatın Wi-Fi’sini bulursun
İstanbul’da yaşayan herkesin ortak bir yalanı vardır: Yıldız yok abi.
Kardeşim, yıldız var. Hem de tonla var. Sen bakmıyorsun, mesele bu.
Koca şehri ışıkla boğmuşuz; neon tabelalar, durmadan yanıp sönen reklam panoları, sahte yıldız gibi yanıp sönen drone şovları… Onların arasında gökyüzü elbette silikleşiyor. Ama bilimsel gerçek şu: yıldızlar hep orada. Hiçbir yere gitmiyorlar, sana küsüp taşınmıyorlar. Sen sadece bakmayı unutuyorsun.
Şehirden kaçanların klasik sahnesini bilirsiniz. Adam yıllarca Levent’te plaza, Kadıköy’de apartman arasında yaşamış. Bir gün “Ben bıktım” deyip Ayvalık’a yerleşiyor. İlk gece bahçeye çıkıyor, kafayı kaldırıyor ve BAM! Yıldız seli. Hemen başlıyor:
— Abi İstanbul’da hiç yıldız yoktu ya!
Yokmuydu gerçekten? Vardı ama sen kafanı kaldırmaya fırsat bulamıyordun. Başını ancak telefondan kaldırıyordun, o da zaten yine ekrana bakmak için.
Kırsalda gökyüzü daha parlak görünür, çünkü ışık kirliliği daha az. Evet, ama asıl sıkıntı, bilimsel değil, tamamen felsefi:
Biz artık yukarı bakmayı unuttuk.
Bazen düşünüyorum, gökyüzüyle en son ne zaman göz göze geldik? İnsanlık tarihinde gökyüzü bizim ilk Netfliximizdi. İnsan mağarada ateşin başına oturup yıldızlara bakıyordu, hikayeler uyduruyordu, mitolojiler doğuyordu. Orion diye bir avcı mı varmış, Akrep diye bir takımyıldız mı… Hepsi göğe bakmanın yan ürünüydü.
Şimdi göğe bakan var mı? Yok. Başımız hep aşağıda. Metroda telefon, otobüste telefon, yürürken telefon. Yani yıldızları göremiyoruz çünkü “yukarı bakmak” diye bir fiili sözlüğümüzden sildik. Gökyüzüne değil, ekrana gömülmüş durumdayız. Ekran süresi diye bir gerçeğimiz var artık.
O yüzden taşraya taşınınca gökyüzü mucize gibi geliyor. Aslında mucize falan değil, hep oradaydı.
Modern insan küçüklüğünü hissetmek istemiyor. Tam tersine, her şeyin merkezinde kendini görmek istiyor. Ego tavana vurmuş. Bu yüzden göğe bakmayı bırakıyoruz. Yıldızların bize hatırlattığı o basit gerçeği duymak istemiyoruz: Sen evrende nokta bile değilsin.
Bence yıldız görmek bir çeşit felsefe pratiği. Göğe bakmak aslında düşünmek demek. Telefon ekranı sana sürekli tüketilecek içerik sunar; gökyüzü ise sana sonsuz boşluk sunar. O boşluk, beynine yer açar. Düşünceler dolar, taşar. Yıldızları görememek, aslında kendimizi görememek. Çünkü yıldız sana sürekli şunu söylüyor: Ben milyarlarca yıl önce doğdum, hala buradayım. Senin derdin ne kadar önemsiz, bir düşün.
Ama biz ne yapıyoruz? Ev kredisinin faiziyle uğraşıyoruz. Dün story atmayı unuttuk diye moral bozuyoruz. Gökyüzü sinema perdesi büyüklüğünde bir ders veriyor, biz telefon ekranı büyüklüğünde dünyaya sıkışıyoruz.
İstanbul’da yıldız görememek aslında bahaneden ibaret. İstesen görürsün. Gece üçte çık, köprü üstünde yürü, Boğazın üstünde bile bir sürü yıldız yakalarsın. Ama mesele yıldızı görmek değil; mesele kafayı kaldırmak.
Yani yıldız meselesi aslında insanın kendi bakış açısı meselesi. Sen yukarı bakmayı bilmiyorsan, Ardahana da taşınsan, Alaska’ya gitsen de, yine göremezsin. Çünkü yıldızların önündeki gerçek engel ışık kirliliği değil, senin kayıtsızlığın.
Yukarı bak, dünya küçülür! insan yıldızları ne kadar çok görürse, o kadar alçak gönüllü olur. Çünkü yukarı bakınca dünya küçülüyor. Senin derdin de küçülüyor. Komşu arabayı değiştirdi, benimki eski kaldı diye canını sıkamıyorsun mesela. Çünkü gökyüzü sana Senin araban da, komşunun arabası da bir gün hurdalık olacak, ama ben buradayım diyor.
Bu yüzden belki de yıldızsız şehir hayatı bizi daha bencil, daha gergin yapıyor. Kendi kafesimize hapsoluyoruz.
Yukarı bakmayı hatırladığında, hem gökyüzünü hem de kendini görüyorsun. Bu, insanın hayatta yapabileceği en ucuz terapi. Bedava, limit yok, kota yok, 7/24 açık bir tuval.
Yıldızlar hep orada. Sen kafanı kaldırmadığın sürece, sanki hiç yokmuş gibi. Belki de hayatın sırrı bu!
Yıldızları görmek istiyorsan önce bakmayı öğren.
Yıldızların gizemi ışıkta değil, bizim bakamayışımızda...