“Tekrar merhaba!”

GİRİŞ:
2024-10-23
saat ikonu 09:14
|
GÜNCELLEME:
2024-10-23
saat ikonu 09:14

Neden tekrar?

Uzunca bir akademik molanın ardından yıllar sonra tekrar ilk yazımı yazıyorum…

Değişik bir sakinlik hissiyle dokunuyorum harflere…

Sanki yıllar önce arasına bir ayraç koyup, öylece masamda bırakıp gittiğim, şimdi üstünü kaplayan tozdan kapağına parmağımla “beni yıka” yazabildiğim bir kitapla, birbirimize attığımız Yeşilçam tadında hasret dolu bir bakış gibi…

“Ne yazsam?” diye şöyle bir oturup düşününce; akademik kariyer serüvenine daldığım on iki yılda aklımda, fikrimde, dilimde, bilgimde, görgümde, dışımda, içimde, ailemde, çevremde, sevdiklerimde sevmediklerimde, dünyada, dünyamda en önemlisi de ülkemde…

Ne çok şey değişmiş…

Ben ne çok değişmişim…

Bunları düşünürken kapıldığım ruh haliyle, biraz ilk yazının da hatrına sığınıp “rüzgarı hiç bozmamaya” karar verdim. 

Zaten çok iyi biliyorum ki;

derdiyle dertlendiğim kem talihli yetim anadolu gelini gibi kaderin elinde savrulan garip ülkemin ahvaline dilimin bir ucuyla değip, tek kelamlık söze başladıktan sonra; ne bir daha “adalardan bir yar gelecek bizlere” ne de “sazlar çalınacak çamlıcanın bahçelerinde…”

Bi kez -mim, -mem, memleket deyince; “Bismillah” deyip 

başlayacağız nasılsa;

“gez oğlum, vatanına göz dikeni ez oğlum…”

O yüzden “bozmadan” hem siz, 

hem de ben, şu ilk yazı hatırına kulaklıkları takıp i, son bir kez daha sesi açalım az biraz…

Fonda da Orhan Baba çalıversin;

“Hatasız kul olmaz…”

Vallahi ne yalan söyleyeyim efendim sahiden çok özlemişim…

Kalemle parmaklarıma kramplar girip avuçlarımın terinden kağıttaki mürekkebin dağıldığı, memleket derdimi döktüğüm satırlar karalamayı da…

On olmasa da altı yedi parmakla klavye başında iki saat içeriğiyle, (simetri hastalığım yüzünden) bir saat de harfiyle, kenar boşluğuyla, virgülüyle, noktasıyla uğraştığım sayfalar sonunda “farklı kaydedip” gazeteye e-mail yollamayı da…

Bazı zamanlar yazılarım bitince, arkama yaslanıp “ulan aslında vallahi şu yazdıklarımı götürüp okullarda, üniversitelerde ders diye okutmak lazım da neyse…” diyerek bazen kendimle  gurur duyup, bazen de satırlarıma “olmamış” diye kafa sallamayı da…

Bildiğiniz özlemişim…

Böyle de söyleyince sanki yıllardır tek kelime yazmıyormuşum gibi oldu farkındayım…

Ama aslında ben son on yıldır daha çok yazıyorum.

Çünkü;

(nasıl içten dilediysem artık,

yukarıda söylediğim şey gerçek oldu)

10 yıldır hakikaten yazdıklarımı üniversitelerde ders olarak okutuyor, konferanslarda, eğitimlerde, enstitülerde anlatıyorum. 

Ama “böyle” yazmak…

Sadece…

Öylece…

Yazmak…

Ve salt yazı olarak ardında eser bırakmak…

Garip şey…

Yaradan katından akıl almaz bir sırla örülüp ikram edilmiş gibi insanoğluna…

Sanki gönderdiği “ilk emir” koca bir bütün olarak sunulmuş; yazmak ise “sır bozulmasın diye söylenmeyen” emrin diğer yarısı olmuş gibi…

Geçmişi an’a, gideni kalana, susanı konuşana, gizliyi aşikara, insanı aleme, alemi insana, ses’i sus’a, umum’u husus’a bağlayan, cansız, ruhsuz ama “yaşayan” tek kelimeyle “garip” bir şey…

Üstelik sözlük anlamıyla “garip…”

Okunmazsa tozlu bir kitap içinde “kimsesiz garip…”

Okuyana “dokunmazsa” da “manasız garip…”

Bizzat ölüm gibi, hayat gibi, kader gibi garip…

İnsan ve onun bir şeylere yazı yazması…

Neden sırlı olduğu ise yaradanın herkeste ayrı ayrı yarattığı ve her yarattığına ayrı yazdığı şeyde gizli:

Her insanda olan,

iki kaşın üstünde bir karış “alın” ve o alındaki 

“alın yazısı…”

***

Evet…

Yıllar sonra “tekrar merhaba” deyişimin

“ilk noktasını” koyayım…

Buraya kadar siyasete, dünyaya, memleket meselesine ucundan bile dokunmadan;

biraz içimi döktüren, okuyana biraz tefekkür, belki hafiften “kafasını dağıtıp” tebessüm ettiren güzel bir başlangıç olduğunu düşünüp;

siyasete, topluma, eğitime, tarihe, kültüre, vatana, millete ve geleceğe aynı yerden ama farklı sesten söz, göz, fikir olma fırsatı sağlayan, birlikte yazmaktan mutluluk duyduğum ve samimiyetle “merhaba” dediğim kadim meslektaşlarımın olduğu TGRT HABER ailesine teşekkür ederek veda edecek ve en sevdiğim türküyü size armağan edip, “sesini açın” haftaya kadar tadını çıkarın diyerek bitirecektim…

Ta ki; üç beş satır önce yazdığım; “kafa dağıtmak”  deyimine gözüm, elim, aklım, vicdanım, “insanlığım”takılana kadar…

Gazze’deki “kafası” paramparça olmuş minicik bebeklerin, surlardan annesinin ayağının dibine kesik “kafası” atılan gencecik bahar yüzlü meleklerin, komşusunun “kafasını” hedef alıp tek yumrukla canına kıyacak kadar birbirine tahammülü kalmayan, canileşen, hiç yoluna hayatını kaybeden gencecik yiğitlerin görüntüleri gözümün önünde, sevdiklerinin, ana- babalarının feryatları, acı çığlıkları kulaklarımın içinde dönüp durana kadar…

Ruhumda çalan müziği de kapattım işte!

Gele gele içine düşe geldiğimiz bu çağda akıl ve vicdan sahibi bir “insan” için “umursamadan kulaklık takma” süresi ancak bu kadar…

O zaman şimdi de gerçek dünyaya…

-Tekrar merhaba!

Madem önümüzdeki hafta artık “gerçek dünyayı” yazacağız…

Son söz olarak bari en sevdiğim türküyü armağan edeyim…

Zaten o bile siyasetin acımasız değirmeninde “sosyal medya çerezi” oldu, gençlerin “dm”kutularında geyik malzemesi olarak dönüyor…

Oysa ne güzel türküydü rahmetli:

“İki keklik bir kayada ötüyor. Aman aman ötüyor. Ötmede keklik derdim bana yetiyor…”

“Dert” demişken…

/// 

Güzel ülkemde “siyasetin siyaset üstü olduğu” 

bir dönem yaşıyoruz. 

MHP Genel Başkanı Sn. Devlet Bahçeli’nin tarihe şerh niteliğindeki meclis konuşması, konuşmasının içeriğindeki “dünya siyasi sahnesinde eşi benzeri görülmemiş davet” çok hassas okunmalı.

Öyle ki; durumun “dengeler” nezdinde en efektif okumasını MHP’liler yaptı. 

Her Salı grup toplantısı ardından Sn. Bahçeli’nin konuşmasından onlarca cümlesini ayrı ayrı gönderiler halinde sosyal medya hesaplarında paylaşan önemli MHP’li isimlerin neredeyse hiç biri konuşmanın “aponun meclise davet edildiği” bölümünü paylaşmadı.

Azımsanmayacak bir çoğunluk ise konuşmanın hiçbir bölümünü paylaşmadı. 

Bu “sessizlik” önemli…

Sayın Bahçeli’nin aylar önce;

“Türkiye’de önümüzdeki süreçte çok şey değişecektir. 

İnşallah Türkiye değişmez!” demeci ardından;

•TBMM açılışında meclis binasına papatyalı ortam kokusu sıkılmış gibi bir havanın hakim olmasıyla birlikte siyasi kutuplar arası temkinli ancak sempatik ılımlı düzeyde söylemler…

•Birden çok gerekçeyle “anayasa değişikliği” argümanını “anayasal değişiklik gerekliliği” mesajı olarak erkin iletişim dinamikleriyle, toplumsal refleksleri ve ideolojik dengeleri stabil tutarak normalize etmenin önündeki siyasi ve toplumsal kanaat önderleri ve ofansif agresif çıkışları…

•Sokakta konuluşur hale gelen; Türkiye açısından İsrail tehditi…

•Ekonomik komplikasyonların rahatsız ediciliği…

•Siyaset arenasındaki “devlet-hükümet-sistem-lider” döngüsünde “takvim ve zaman” öznesinin yaklaşan ve kaçınılmaz etkisi…

•Toplum - birey zemininde siyasetten münezzeh, genel depresif ve huzur arayışının hakim olduğu ruh hali…

En önemlisi ise “sessizlik…”

Eteklerdeki taşların, ellerdeki taşlardan,

henüz söylenmeyenlerin, 

mikrofonlarda konuşulanlardan,

hesaplanmayanların, hesaplananlardan çok olduğu bir sessizlik…

Ancak bu bir bilinçli sessizlik…

Son tahlilde bilenler bilir ki; 

Sessizlik masumdur:

Yanlış fikre ruh üflenmedikçe…

Hırkaya sarılı taze ekmek gibidir, nimettir, 

“Zamanında” sofraya konulup küflenmedikçe…

“Allah kimsenin ekmeğini küflendirmesin…!”