Sessiz Kırılma: El-Faşir, Darfur ve İsrail-BAE İttifakının Sudan’daki Soykırım Tehdidi

GİRİŞ:
2025-10-30
saat ikonu 12:22
|
GÜNCELLEME:
2025-10-30
saat ikonu 12:22

’ın ihanete uğramış coğrafyasında bir kez daha tarihin en karanlık döngülerinden biri işliyor. 1885’te “Mehdî Devleti”yle başlayan, 1898 Omdurman’la, 1956 bağımsızlığıyla, darbelerle ve iç savaşlarla örülmüş toplumsal yara; bugün Darfur’un köylerinde, El-Faşir’in sokaklarında, çadırlarda ve yaralı hastane koridorlarında kan ve açlığın kurak gerçeğine dönüşüyor. Bu, yalnızca bir ülkenin çöküşü değil: bölgesel aktörlerin, bölgesel çıkarların ve uluslararası sakat denklemlerin insanlık suçlarıyla ortaklaşa üretildiği bir trajedidir.

Son haftalarda El-Faşir’de yaşananlar, kuşatmanın ve sistematik saldırıların bir keşfi değil; uluslararası hakikatin, uyuyan mekanizmaların ve bölgesel aktörlerin niyetlerinin açığa çıkışıdır. Bir yılın, iki yıla yakın bir zamanın üzerine inşa edilmiş kuşatma ve saldırılar, kentin hayat damarlarını kesecek şekilde örüldü; gıda, su, iletişim ve sağlık hizmetleri sistematik biçimde engellendi. Birleşmiş Milletler ve örgütleri, El-Faşir’e dair “etnik temelli aşırı şiddet”, “toplu infaz iddiaları” ve “insani felaket” uyarıları yapıyor. Bu uyarılar, yalnızca korku söylemi değil: insanların açlıktan, susuzluktan, yaralılara ulaşamamanın acısından yok olması tehlikesinin yüksek bir gerçeğidir.

Bu şiddetin arkasında yalnızca Sudan’daki yerel güç mücadeleleri yok. Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF) ile Sudan Silahlı Kuvvetleri arasındaki çatışma, bölgesel güç odaklarının jeopolitik hesaplarıyla besleniyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin RSF’ye yönelik ticari, lojistik ve zaman zaman silah iddialarıyla ilişkilendirilen desteği; İsrail’in bölgesel açmazları ve normalleşme politikalarının sahadaki yansımaları; tüm bunlar çatışmanın süregelmesinde ve şiddetin tırmanmasında rol oynuyor. Bu destekler, militan grupları “devlet içi devlet”e dönüştürerek siviller üstünde uygulanan baskıyı kurumsallaştırdı. Bir aktörün başka bir coğrafyada “stratejik çıkar” elde etmek adına yerel aktörleri güçlendirmesi, tarihte örnekleri görülen bir taktiktir; ama bedeli daima sivil halkın masum kanı oluyor.

El-Faşir’in düşmesine tanık olanlar, yalnızca bir şehir değişikliği görmüyorlar: burası aynı zamanda sistematik saldırıların, zorla göç ettirmenin, aylar süren ablukanın ve etnik hedeflemenin merkezi hâline geliyor. Uydu görüntüleri, saha raporları ve üniversite araştırma laboratuvarlarının tespitleri, şehir çevresinde kitlesel mezar alanlarına, yakılan mahallelere ve toplu göç yollarına işaret ediyor. Yale gibi kurumların analizleri, gözle görülür deliller sunuyor; OHCHR ve uluslararası insan hakları örgütlerinin çağrıları ise belirli bölgelerde “etnik temelli şiddet” ve “sistematik insan hakları ihlalleri” iddialarını doğruluyor. Bu iddialar, soyut akademik tespitler değildir; hayatları, bedenleri ve aileleri yok olan insanların sesi, belgelenmiş görüntüler ve uydu izleriyle teyit ediliyor.

Kuşatma altındaki bir kentte açlığın, susuzluğun, sağlık hizmetlerinin çöküşünün ve iletişimin kesilmesinin sonucu; sadece fizikken ölmek değildir. İnsan onurunun, toplumun kendine olan inancının, hukuka ve devlete dair güvenin erozyona uğramasıdır. Eğer uluslararası aktörler ve bölgesel güçler bu döngüyü kırmazsa; halkların sabrı tükenir, meşruiyet krizleri büyür ve sivil eylemler hukukî sınırların ötesine taşar. Bu sadece Sudan için değil, bölge için de bir kırılma demektir: İnsanlar, devletlerinin veya uluslararası kurumların güvencesi yerine kendi insani reflekslerini uygulamaya başlayabilir; bu da kontrol edilemez insani müdahalelere ve sınır ötesi kitlesel hareketlere zemin hazırlar.

İsrail ve BAE gibi aktörlerin bölgesel politikalarıyla Sudan’daki aktörleri ilişkilendirmek, yalnızca suçlamadan ibaret bir komplo teorisi değildir; bu ilişkiler, zaman içinde mali, askeri ve siyasi kanallarla belgelenmiş ve tartışılmıştır. Bu tür dış müdahaleler, sahadaki güç dengesini bozarken, sivillerin güvenliğini feda eden yapıları güçlendirir. Uluslararası camianın görevi, bu ilişkilere dair şeffaf soruşturmalar yürütmek, sorumluları uluslararası hukuka göre hesap verebilir kılmaktır. Aksi takdirde, sahada yaşananlar “yerel trajedi” olmaktan çıkar ve küresel vicdanı sarsan bir düzeneğin parçası haline gelir.

PEKİ NE YAPILMALI?

Öncelikle, acil ve koşulsuz insani erişim sağlanmalı; kuşatma kaldırılmalı ve insani koridorlar güvence altına alınmalıdır. İkincisi, BM ve insan hakları mekanizmaları hızlı, bağımsız ve etkili soruşturmalar yürütmeli; tespit edilen ihlaller uluslararası ceza hukukuna taşınmalıdır. Üçüncüsü, bölgesel aktörlerin savaşı körükleyen müdahaleleri uluslararası denetime açılmalı; finansal, lojistik ve askeri destek zincirleri derhal incelenmelidir. Bu adımlar atılmadığı müddetçe, Darfur’un çığlığı yalnızca bir bölgesel acı olmayacak; bizlere dünyanın nasıl parçalanabileceğinin bir örneğini gösterecektir.

Son söz: İnsan hayatı, devlet çıkarlarının alınıp satıldığı bir pazaryeri değildir. El-Faşir’in sokaklarında kaybolan her bir çocuk, her bir yaşlı, her bir kadın ve her bir aile; bizim insanlık sınavımızdır. Eğer dünya sustuğu, diplomasi geciktiği ve çıkar hesapları insan haklarını gömdüğü sürece; bu kara sayfa daha da kalınlaşır. Sudan’a, Darfur’a ve El-Faşir’e sessiz kalmak, insanlığın kendisine ihanetidir.