Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
İstanbul’un Mandacılık Mirası ve Sulak Alanların Sessiz Çığlığı
Geçen haftalarda Gastronometro’da “İstanbul’da Mandacılık” üzerine gerçekleştirilen kahvaltılı bir toplantı benim açımdan çok verimli oldu.
İstanbul’da mandacılık ciddi bir riskle karşı karşıya.
İstanbul’un kuzeyindeki sulak alanlar, manda sürüleri ve onların kültürel-ekolojik birlikteliği üzerine, Mimar ve kent aktivisti Kubilay Ercelep’in konuşması, çok yönlü bir hikâyeyi ve derin hafızaya sahip bir manzarayı hatırlattı bize.
Peki kimdir Kubilay Ercelep?
CLIMAVORE x Jameel at RCA, Manda Müşterekleri projesi kapsamında çalışmalarını sürdüren genç bir araştırmacı.
Bu buluşma vesilesiyle altını çizmek istediğim bir husus var. Gastronometro, bu etkinlikler sayesinde; düşüncenin, bilginin ve emeğin filizlendiği bereketli bir zemin kuruyor. Bu emeğin arkasında duran Birol Uluşan ile Nilhan Aras’ı ve görünmeyen tüm katkı sahiplerini gönülden kutluyorum.
Sulak alanlar ve biyoçeşitlilik
Ercelep’in konuşmasında belirttiği 70 km²’lik alan Terkos Gölü’nden Çiftalan Köyü'ne uzanan sulak alanlar, mandaların mera alanı olmasıyla birlikte aynı zamanda göçmen kuşlar ve diğer canlı türleri için de hayati bir yaşam mekânı. Bu alanlar, terk edilmiş maden ocaklarının suyla dolup gölete dönüşmesiyle post-endüstriyel bambaşka bir peyzaj kazanmış. Ercelep, bu dönüşümü kronolojik bir yaklaşımla ele alırken, bu manzaranın ekolojik olmasının yanında kültürel bir miras olduğunu da vurguluyor.
Sulak alanların ekolojik önemi bilimsel literatürde de net biçimde ortaya konuyor. Bu alanlar karbon deposu işlevi görüyor, su rejimini dengeliyor ve sel riskini azaltıyor.
Türkiye özelinde, bu tür alanların biyolojik çeşitliliğe katkısı ve ekonomik işlevleri (tarım, hayvancılık, rekreasyon) belgelenmiş durumda.
Manda İstanbul’un mutfağına sessiz bir katkı sağlıyor
Ercelep’in aktardığına göre, bugün İstanbul’un kuzeyinde tahmini 4.000 manda yaşıyor ve bu sürüler, sekiz köyde yoğunlaşmış. Bir zamanlar sahip olunan manda nüfusuyla kıyasla dramatik bir düşüş yaşandığını görüyoruz.
Mandacılık hâlâ yoğurt, kaymak ya da tatlı gibi geleneksel İstanbul mutfağı ürünleri için vazgeçilmez. Ne var ki, şehirle doğrudan bir tedarik zinciri hâlâ eksik: Ercelep’in çalışmasına göre günlük 3.000- 4.000 litre süt üretiliyor, ama şehir merkezine doğrudan ve düzenli bir süt akışı yok.
Mera alanlarının azalması, mandacıları yem bağımlılığına zorlayarak maliyetlerini artırıyor. Oysa yeterli otlatma alanı sağlanabilse, yem maliyetleri azalır; sürdürülebilirliği güçlenir ve mandacılık daha ekolojik bir döngüye kavuşabilir.
Koruma mı, yoksa dönüştürme mi?
Burada en büyük tehditlerden biri kentleşme. Ercelep, mega projelerin sulak alanları parçalayarak mandaların meralarını küçülttüğünü ve ekosistemi tehdit ettiğini söylüyor. Bu eleştirisi bence haklı temellere dayanıyor.
Bu alanlar biyolojik bir rezerv ve kültürel bir değer. Ercelep ve ekibinin saha çalışmaları, haritalama atölyeleri ve yerel görüşmeler sayesinde, mandaların mekânsal dağılımı, meraların yeri ve yerel süt ürünleri pazarının konumu gibi somut veriler ortaya koyuyor. Bu haritalar, aynı zamanda İstanbul’un gıda kuşağıyla su altyapısı arasındaki tarihi ilişkileri de belgeleyerek, sulak alanların kent, gıda ve kültür stratejilerinin parçası olarak görülmesi gerektiğini de gösteriyor.
Mandacılık için gerekli stratejiler
Ercelep’in iki önerisi var
1-Ekonomik Sürdürülebilirlik: Manda sütü ürünlerinin yerelleştirilmesi ve ticarileştirilmesiyle mandacı topluluklara gelir sağlamak, böylece geleneksel bilgiyi ve pratiği desteklemek.
2-Koruma ve Paydaş Katılımı: Sulak alanlara bölgesel, ulusal ya da uluslararası düzeyde koruma statüsü kazandırmak; ekosistemin geleceği için paydaşlarla (yerel halk, yönetimler, koruma kurumları) iş birliği inşa etmek.
Bu stratejiler, İstanbul’un Gıda Stratejisi ile uyumlu biçimde ele alınırsa, mandacı topluluklar ile sulak alan ekolojisi arasında bir “müşterek meralar” vizyonu inşa edilebilir.
Peki, neden önemli bu mandacılık?
Mandacılık, aslında basit bir hayvancılık faaliyeti değil. Suyla, doğayla, insanla iç içe geçmiş çok katmanlı bir pratiği temsil ediyor. Ercelep’in konuşmasında dikkat çektiği husus, İstanbul’un kuzey sulak alanları, boş araziler gibi görünse de hatırlamamız gereken bir geçmişin, korumamız gereken ekolojik ve kültürel mirasın bir parçası.
Mandalar, su kuşları, göletler, eski meralar… Hepsi birer nottur; kaybolurlarsa, İstanbul’un suskun bir senfonisi yarım kalmış olur.
Özetle, bugün bu alanları korumak, biyolojik çeşitliliğe hizmet etmekle kalmaz; gelecek kuşaklara da “hafıza mekânları” bırakmak demektir.
