Suriye’nin kuzeydoğusunda 10 Mart’ta imzalanan mutabakat, kâğıt üzerinde entegrasyon vaat ediyordu. Ancak Şam’ın tüm ülkenin tek ve bütün olması direnci, SDG’nin adem-i merkeziyetçilik ısrarı adı altında özerk- bağımsız bölge oyunu ve bölgesel aktörlerin başta İsrail ve İran sahadaki hamleleri, masadaki imzayı uygulanamaz duruma getirdi. Paris’ten Haseke’ye, Fırat’ın kıyısından Ankara’nın sınır hattına uzanan bu gerilimde, kırılma noktaları her an yeni bir çatışmayı doğurabilir.
Suriye’nin kuzeydoğusunda bugün yaşananlar, diplomatik metinlerin soğuk satırlarından çok, sınır kasabalarının dar sokaklarında, aşiret çadırlarının ağır kahve kokusunda ve beton bloklarla çevrili kontrol noktalarının gerilimli sessizliğinde okunuyor. 10 Mart’ta imzalanan Şam–SDG mutabakatı, kâğıt üzerinde “ENTEGRASYON” başlığıyla atılmış bir adım gibi görünse de, sahada bu metin çoktan farklı ellerde yeniden yazılıyor. Şam, devletin merkezî omurgasını gevşetmemek için adımlarını ölçerek atarken; SDG tüm hareketlerini hem de Rakka ile Deyr ez-Zor’un aşiretlerinin bir kısmını da yanına alarak pazarlık masasını büyütmenin yollarını arıyor. Masanın iki ucunda oturan bu aktörler, aynı cümleleri farklı sözlüklerle okuyor; bu yüzden anlaşma maddeleri artık hukuki bir çerçeveden çıkıp, güç dengelerinin ham maddesine, yani sahada kimin nerede ve ne kadar söz sahibi olacağına dair bir bilek güreşine dönüşmüş durumda. Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan da masadaki imzalar değil, bu bilek güreşinin hangi noktada kırılacağı ve TÜRKİYE'nin sahada atacağı adımlar olacak.
Mutabakat, idari düzenlemelerden güvenlik entegrasyonuna, siyasi temsil yol haritasından yerel yönetimlerin yetkilendirilmesine kadar kritik başlıklar içeriyordu. Ancak Şam yönetimi, bu başlıkların özellikle “adem-i merkeziyetçilik” maddesi üzerinden başka bölgelerde de benzer talepleri tetikleyebileceğinin farkında. Güneydeki Dürzilerden sahil hattındaki Alevilere kadar pek çok kesimin “aynı modeli biz de isteriz” diyebileceği gerçeği, Şam’ı her adımda daha temkinli olmaya itiyor.Süveyda'dan yaşananlar aslında Suriye'nin özeti.Devlet yoksunluğu ve bunu fırsata çeviren etnik-mezhepsel vekiller. Siyasi çözüm için masada olan bu dosya, aynı zamanda ülkenin bütünlüğü açısından risk hesabı gerektiriyor.
SDG ise sahada ve uluslararası platformlarda iki kanatlı bir strateji yürütüyor. Bir yanda Nisan sonunda yapılan “Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı” ile Kürt siyasi hareketlerini aynı çatı altına toplama hamlesi; diğer yanda Rakka ve Deyr ez-Zor’da aşiret liderleriyle yürütülen temaslar. Mazlum Abdi’nin bu görüşmelerde verdiği mesaj netti: “Yeni dönemde Arap aşiretleri de söz sahibi olacak.” Bu sadece bir ittifakın ötesinde, Şam karşısında toplumsal tabanı genişletme taktiği.Petrolden pay vaadi ve AŞİRET ÇADIRINDA kurulan ülke pazarlığı..
8 Ağustos’ta Haseke’de yapılan “Kuzey ve Doğu Suriye Bileşenleri Konferansı” ise SDG’nin vitrin siyaseti açısından önemliydi. Arap, Kürt, Türkmen, Süryani, Ermeni, Alevi, Hristiyan temsilciler bir araya getirildi. Her ne kadar bu katılım temsil olarak göstermelik isede önemli olan vitrin idi. Dürzi ve Alevi dini liderlerin telekonferansla katılması, “mezhepsel çeşitlilik” mesajını güçlendirdi. Ancak salondaki boşluklar ve askeri unsurların fazlalığı, içeride beklenen etkiyi yaratamadı. Bu toplantı, Şam’ın Paris görüşmelerinden çekilme kararını tetikledi. Çünkü SDG’nin konferansta YPG ve YPJ’nin silah bırakmayacağı yönündeki mesajı, Şam için kırmızı çizgiyi aşmak anlamına geliyordu.
Şam yönetimi, “Suriye’nin meseleleri Şam’da konuşulur” diyerek Fransa arabuluculuğundaki görüşmelere kapıyı kapattı. Bu, sadece mekân tartışması değildi; aynı zamanda meşruiyetin nerede ve kimler üzerinden tanımlanacağına dair bir güç mücadelesiydi. SDG için Paris, uluslararası destek ve görünürlük demekti; Şam içinse bu, egemenlik alanını uluslararasılaştırma riskiydi.
En kritik tartışma, SDG’nin askeri yapısının “BLOK HALİNDE” Suriye ordusuna katılması talebinde düğümleniyor. Şam, bunu parça parça ve kendi güvenlik mimarisine uygun şekilde yapmak istiyor. Şam Suriye Milli Ordusunun yeni orduya katılımında olduğu gibi yeni güvenlik mimarisinde bir entegrasyon istiyor.SDG ise anayasaya bağlı bir güvence olmadan silah bırakmayacağını ilan etmiş durumda. Bu karşılıklı güvensizlik, mutabakatın en kırılgan noktasını oluşturuyor.SDG kendi bölgesinde bir PEŞMERGE unsuru olarak kalmak ve kentleri, petrolü, barajları, tarım arazilerini kontrolünde istiyor. Sınır kapılarında ise ikili ortak model talep ediliyor.
Ankara, bu süreci iki ayrı pencereden okuyor. Birincisi güvenlik penceresi: YPG/SDG’nin silah bırakmaması ihtimali, Türkiye için sınır hattında “bekleme” değil, “hazır ol” durumunu zorunlu kılıyor. Bu yüzden olası askeri harekat seçeneği, sahada hep masada duran bir kart olarak tutuluyor. İkincisi ise diplomasi penceresi: Şam ile normalleşme olasılığı, özellikle Şam hattında Türkiye’ye yeni manevra alanı açabilecek bir kart. Ankara, bu iki pencereyi aynı anda açık tutarak hem sahada denge hem de masada baskı kurmayı hedefliyor. Bu ikili yaklaşım, Şam–SDG hattında yaşanacak her tıkanmanın Türkiye sahasında yeniden anlam kazanmasına yol açıyor.Türkiye ile Suriye arasında yapılan savunma anlaşması ve Türk Dışişleri bakanı Hakan Fidan'ın son açıklamaları SDG ve arkasındaki güç odaklarına net bir mesaj ''Suriye'yi böldürmeyeceğiz''
Bu denklemin sadece Şam, SDG ve Türkiye ile sınırlı olmadığı da açık. ABD, SDG’nin sahadaki en önemli dış destekçisi olarak, entegrasyon sürecinde “güvenlik garantörü” rolü üstleniyor. Fransa ise Paris görüşmelerini kaybetmiş olsa da, diplomatik görünürlüğünü korumak istiyor. Rusya ise Şam’ı merkeziyetçi çizgide tutarken, Türkiye ile koordinasyonu da koparmamaya çalışıyor. İran’ın ise hem Şam üzerinde eski nüfuzunu kaybetmesi hem de doğrudan sahadaki milis varlığının olmaması , kuzeydoğudaki dengeleri sürekli etkileyen bir unsur.Ama Suveyda'da Düzi vekiller oluşturan Siyonist İsrail Fırat havzasında SDG ile oluşturacağı vekil güç stratejisini ABD'den istiyor.
1. Paris Hattının Yeniden Açılması veya Tamamen Kapanması – Fransa ve ABD’nin baskısıyla Paris hattı açılırsa masada yeni başlıklar konuşulur; kapanırsa SDG uluslararası yalnızlaşma riski taşır.
2. Aşiret Dengelerinin Bozulması – Rakka ve Deyr ez-Zor’da verilen yetki vaatleri gerçekleşmezse SDG kendi tabanında çözülme riski yaşar.
3. Türkiye’nin Sınır Ötesi Hamlesi – Sınırlı kara harekâtı, masayı dağıtmasa da şartları yeniden yazar.
4. ABD’nin Askerî Tutumunda Değişiklik – Varlığın azalması, SDG’nin güvenlik zeminini zayıflatır.
5. Rusya–Türkiye Koordinasyonunun Derinleşmesi – SDG’nin manevra alanını daraltan üçüncü baskı hattı oluşturur.
6. Mezhepsel ve Etnik Gerginliklerin Yükselmesi – Çok bileşenli temsil iddiası, sahada provokasyonlarla zayıflatılabilir.
1. Mutabakatın Askıya Alınması – Taraflar taviz vermezse 10 Mart sadece bir tarih olarak kalır.
2. Kısmi Uygulama – Eğitimde iki dillilik gibi düşük maliyetli adımlar atılır.
3. Teknik İşbirliği, Siyasi Erteleme – Güvenlik koordinasyonu başlar ama statü konusu ileri tarihe bırakılır.
4. Sahada Baskı – Sınırlı kara harekâtı veya nokta operasyonlarla masaya dönülür.
Bugün gelinen noktada mutabakatın kısa vadede tam olarak hayata geçmesi zor görünüyor. SDG, birlik ve çeşitlilik üzerinden pazarlık gücünü artırmaya çalışıyor; Şam ise egemenlik ve merkezilik vurgusunu koruyor. İki taraf da kendi sözlüğündeki “uygulama” tanımında ısrarcı.
Belki de bu sürecin kaderini, Paris ile Şam arasındaki diplomatik mesafe değil, Şam hattından Rakka ile Deyr ez-Zor arasında atılacak adımlar belirleyecek. Çünkü Suriye’de barış, sadece masada değil; Fırat’ın kıyısında, aşiretin gölgesinde ve sokaktaki sessiz kalabalığın dilinde şekillenecek.Elbette bölgesel süper güç olan Türkiye kadife eldiven içinde demir yumruğunu hava da tutuyor.
Ve belki de bu süreç, bölgedeki her aktöre şu gerçeği yeniden hatırlatacak: Suriye’de masalar, sahadaki güç dengelerinden bağımsız kurulmaz; masada yazılan her cümle, tozlu yollarda, sınır çizgilerinde ve sessiz kalabalıkların bakışlarında yeniden okunur.