Ortadoğu siyasetini anlamak isteyenlerin önce hafızayı yoklaması gerekir. Çünkü bu coğrafyada hiçbir şey “bugün”le başlamaz. Mossad ile Kürtlerin teması da öyle… Hikâye, 1950’lerin sonunda İsrail’in kurucu lideri David Ben-Gurion’un “çevre doktrini” ile başlar.
İsrail, Arap kuşatmasını kırmak için Arap olmayan unsurlarla; İran, Türkiye ve Kürtlerle bağ kurmak zorundaydı. İşte bu noktada, Irak-İran-Türkiye üçgeninde sıkışmış Kürtler, Tel Aviv için bulunmaz bir partnerdi.
1963’te Mossad, Molla Mustafa Barzani ile temasa geçti. Barzani, Sovyetlerden uzaklaşıp Batı’ya yaklaşmak istiyordu. İsrail ise Kürtleri Irak’a karşı vekâlet gücü olarak kullanmayı planladı. Peşmergeye askeri eğitim verildi, telsiz sistemleri kuruldu, silah sevkiyatı yapıldı. Hepsi İran üzerinden, SAVAK koordinasyonuyla yürütüldü.
Sonuç ortadaydı: Irak ordusu kuzeyde bağlandı, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında cepheye tam kapasiteyle inemedi. İsrail nefes aldı, Kürtler umutlandı.
1975 Travması: İhanet Duvarı
Ama bu evlilik uzun sürmedi. 1975 Cezayir Anlaşması ile İran Şahı, Irak’la anlaştı ve Kürtleri bir gecede yüzüstü bıraktı. Mossad da çekildi. Barzani’nin “Amerika ve İsrail bizi sattı” sözleri, Kürt hafızasında derin bir iz bıraktı. Bugün hâlâ Kürt siyasetinde bu travma konuşulur.
İşte bu yüzden Kürtler, dış güçlerle ilişkilerinde hep “ihtiyatlı pragmatizm” uygular. Dostluk değil, çıkar üzerinden yürüyen bir çizgi…
1991 Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge oluşturulunca, Kürtler fiilen özerklik kazandı. Mossad yeniden devreye girdi. 2003 Irak işgaliyle beraber ise iddialar ayyuka çıktı: Mossad, Kürt bölgesinde üsler kurdu, İran’a karşı istihbarat ağını buradan örgütledi.
2000’lerden itibaren İsrail’in Kürtlerle ilişkisinin odak noktası İran’ın nükleer programı oldu. 2014’ten sonra ise enerji boyutu öne çıktı: KBY’nin petrolünün önemli bir kısmı İsrail’e gizlice satıldı.
Bugün, Mossad-Kürt ilişkileri Türkiye’nin güvenlik hesaplarında da kilit bir dosya. Çünkü mesele artık sadece Irak’ın kuzeyiyle sınırlı değil.
Suriye hattında: PKK/YPG yapılanması, ABD’nin açık desteğiyle ayakta dururken, İsrail’in de bu koridoru dikkatle izlediği biliniyor. Tahran’ın Suriye’deki nüfuzunu sınırlamak isteyen Tel Aviv için, Fırat’ın doğusu stratejik bir izleme noktasıdır. Bu durum Ankara’nın güvenlik endişelerini daha da derinleştiriyor.
İran boyutunda: Mossad’ın Kürt bölgesinden yürüttüğü en önemli faaliyet, İran’a dair istihbarattır. Tahran’ın nükleer dosyası ve bölgesel hamleleri, Kuzey Irak üzerinden takip ediliyor. Bugün dahi Mossad’ın en büyük saha kaynaklarından birinin Kürtler olduğu yönünde iddialar var.
Türkiye ekseninde: Ankara, PKK tehdidini sadece Kandil’de değil, Suriye’nin kuzeyinde ve Avrupa’daki diaspora ağında görüyor. İsrail’in, Kürt kartını gerektiğinde masaya koyabilme ihtimali, Türkiye-İsrail ilişkilerinde derin bir gölge olarak varlığını sürdürüyor.
Türkiye, bu tabloyu sadece terörle mücadele açısından değil, jeopolitik denge açısından da okuyor. Çünkü İsrail-Kürt hattının güçlenmesi demek, Türkiye’nin güney sınırında yeni bir “vekil yapı”nın kalıcılaşması demektir.
Bu yüzden Ankara, son dönemde hem Tel Aviv’le normalleşme kanallarını açık tutmaya çalışıyor, hem de sahada kararlılıkla operasyon yürütüyor. Zira tarih göstermiştir ki, dış güçlerle kurulan vekil ilişkilerin en ağır faturası bölge ülkelerine çıkar.
Türkiye ile İsrail arasında son yıllarda başlayan normalleşme süreci, bölgesel dengeleri değiştirme potansiyeli taşıyordu. Büyükelçiler geri döndü, ekonomik ve diplomatik temaslar hız kazandı. Ankara, bu süreci hem Doğu Akdeniz enerji denklemi hem de Washington hattında manevra alanı genişletmek için değerlendirdi.
Ama 7 Ekim sonrası patlayan Gazze savaşı tüm dengeleri sarstı. İsrail’in Gazze’deki operasyonları, Türkiye’de kamuoyunu ayağa kaldırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Netanyahu ile artık görüşmeyeceğim” çıkışı, normalleşmenin önüne kalın bir duvar ördü.
Bu gelişme, sadece diplomatik ilişkileri değil, Mossad-Kürt hattının Türkiye’ye bakan yüzünü de daha hassas hale getirdi. Çünkü Ankara için İsrail’in Kürtlerle kurduğu bağ artık sadece Irak meselesi değil; Suriye’nin kuzeyinde, Gazze’nin gölgesinde, tüm bölgesel güvenlik zincirinin bir halkasıdır.
Ankara, sahadaki gerçeği masa başı diplomasiden çok daha iyi okuyor. Bu yüzden son yıllarda aralıksız askeri operasyonlar yürütüldü:
Fırat Kalkanı (2016) ile Suriye’nin kuzeyinde DEAŞ ve YPG’ye darbe vuruldu.
Zeytin Dalı (2018) ile Afrin bölgesi terörden temizlendi.
Barış Pınarı (2019) ile Tel Abyad–Resulayn hattında YPG yapılanması dağıtıldı.
Pençe-Kilit serisi (2020 sonrası) ile Irak’ın kuzeyinde PKK’nın barınma alanlarına sürekli baskı kuruldu.
Bu operasyonlar, Türkiye’nin şu mesajını netleştirdi:
“Ortadoğu’da bizim güvenliğimizi tehdit eden hiçbir vekil yapı, hangi güç tarafından desteklenirse desteklensin, sahada tutunamayacaktır.”
Ankara’nın kararlılığı, Mossad-Kürt hattına da dolaylı bir uyarı anlamı taşıyor. Çünkü Türkiye, sadece masa başı söylemle değil, askeri kapasitesiyle sahada var olduğunu gösteriyor.
Mossad-Kürt ilişkisi ne romantiktir ne de dostane. Bu ilişki, Ortadoğu’nun sert gerçeğini gösterir: dostluk yoktur, çıkar vardır.
İsrail için Kürtler, Arap ve İran kuşatmasını yarmanın yoludur. Kürtler için İsrail, uluslararası yalnızlığı kırmanın kapısıdır.
Ama Türkiye için mesele çok daha çıplak bir gerçeğe işaret ediyor: Güney sınırında, etnik fay hatları üzerinden kurulan her ittifak, bölgenin güvenliğini doğrudan tehdit eder.
1975’te yaşanan ihanet duygusu, Kürt hafızasında nasıl silinmediyse; bugün de Ankara’nın hafızasında bu kartın nasıl oynanabileceğine dair derin bir bilinç vardır.
Ve şu soru bugün her zamankinden daha gür bir şekilde karşımızda duruyor:
Ortadoğu’da hangi dostluk, çıkarın gölgesini aşabilir?