Dostlar, hiç düşündünüz mü, içinde yaşadığımız bu çağın hızının ve telaşının bizleri nereye doğru sürüklediğini? Yani sabah uyanır uyanmaz elimize aldığımız telefonun, kahvenin kokusu kadar tanıdık ama bir o kadar da yabancı olduğunu...
Ekranda kaybolan parmaklarımız bir mesajla dünyayı dolaşıyor da kalbimizin hâlâ bir dost meclisinin sıcaklığını aradığını...
Evet, teknoloji, elimizdeki sihirli bir ayna gibi; hem bize kendimizi gösteriyor hem de başka başka yüzler inşa ediyor.
Peki, baktığımız bu aynadaki suretler, gerçekten bizler miyiz?
Geçen hafta çok yoğun bir tempoda mini bir yemek arasında çok değer verdiğim bir arkadaşım tanıdık bir şey anlattı. Dedi ki: Geçen sene kızının tüm okul projelerinde yapay zekâdan yardım alarak, ödevlerinin yarısını bitirmiş. Anlatan gururluydu ama ardından da şu soruyu sordu: “Peki bu çocuk kendi aklını ne kadar kullanacak?” Bu soruyu sormasına sevindim çünkü asıl can alıcı nokta da bu değil mi zaten?!
Teknoloji herkese kanatlar takıyor, ama o kanatlarla ne tarafa yöneleceğimizi biliyor muyuz acaba?
Örneğin, biyoteknoloji konusu… Daha önce bu konuyla ilgili iki de makale de yazmıştım. Bir yanda laboratuarlarda kanserle mücadele eden bilim insanları, diğer yanda soframızda genetiğiyle oynanmış bir domates, salatalıkla karşı karşıyayız. Bir yanda ömrü uzatma hayali, öte tarafta “Bu kadar uzun yaşamak gerçekten gerekli mi?” sorusunu soruyoruz. Teknolojinin insanoğluna tuttuğu aynada sadece yüzlerimizi değil, vicdanlarımızı da görmek zorundayız.
Bir dönem ailemle karavanla şehir şehir dolaştığımız zamanlarda Anadolu’nun bir köyünde yaşlı bir amcayla sohbet etmiştik. Tarlasına sulama sistemi kurmuş, hava durumunu telefondan takip ediyor, tohum siparişini internetten oğlunun verdiğini anlatmıştı. Gözlerinin içi pırıl pırıldı. “Evlat,” dedi, “bu makinelerin hepsi yarı yükümüzü alıyor ama toprağın kokusunu, alın terinin ne olduğunu bize kesinlikle öğretemez.” demişti.
Gerçekten durum böyle. Makineler, yapay zeka, dijital işler veya teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın ruhu toprağın o kokusuna muhtaçtır. Daha verimli tarlalar, daha besili hayvanları ve daha sağlıklı bedenler günümüz teknolojisi ile bir tık daha ilerlemiş olabilir; ama bir insanın kalbinde filizlenen sevgiyi, toprağın bereketine eşlik eden umudu ancak bizler birbirimize verebiliriz.
İlk yazılarımda beri ben, işim de bu olduğu için ve gençlik yıllarımdan beri teknoloji ile iç içe yaşadığım için günümüz teknolojisini hiçbir zaman tehdit olarak görmedim. Aksine, doğru kullanıldığında gerçek bir dost, iyi bir yol arkadaşı olduğuna inandım. Evet burayı biraz açmak lazım. Bu dost, arkadaş derken nasıl bir dost ve arkadaş olduğuna değinmeden geçemeyeceğim. Zira öyle bir dost ve arkadaş olmalı ki bizi biz yapan değerleri unutturmayacak, aksine onları daha da kıymetli kılacak, hatırlatacak bir dost...
Düşünün; biyoteknoloji bir hastanın gözlerine yeniden ışığı taşıyabiliyor artık. Ama asıl ışığı, o hastanın annesinin duası, dostlarının sabrı, toplumun şefkatinin taşıdığını da görmezden gelmeyelim. İnsan, sürekli baktığı o aynaya yalnız kendi yüzünü değil; komşusunu, dostunu, toprağını ve tarihini de yansıtabilmelidir diye düşünüyorum.
Gerçekte de dijital çağda da evet hepimiz birer yolcuyuz. Parmak uçlarımızla dünyayı dolaşırken kıymetli esas yolculuğun, içimize doğru olacağını akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Biyoteknoloji, yapay zekâ, dijital aynalar… Bunların hepsi, kendi hikâyemizi kurmak için biz insanlara sunulan araçlardan başka bir şey değil. Kendi hikâyelerimizi yazarken unutmamamız gereken şey ise şu: Asıl değer, bir çocuğun sahici kahkahasında, bir babanın el emeğinde, alın terinde ve ağzı dualı bir annenin samimi, iç açıcı, ruh okşayıcı duasında saklı…
Son olarak teknolojinin bizlere tuttuğu aynada görmek istediğimiz yüzü seçmenin, bizlerin ellerinde olduğunu unutmayalım diyorum.
Haftaya Cuma tekrar görüşmek üzere; sevgiyle, muhabbetle, sağlıkla kalın…