Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Sevgili ülkemde her senenin sonu yaklaşırken iki şey necip milletimizin ekseriyetini yakından ilgilendirir. Bunlar, asgari ücret ve emekli maaşlarının ne kadar artacağı sorularına aranan cevaplardır.
Dedelerden, ninelerden miras enflasyon belasıyla yaşamaya alışmış bir ülkede emek dökerek geçim telaşından sağ çıkmak öyle herkesin harcı değil elbette.
Bir ev ve bir otomobil için ömrünü verip bunların birisine olsun erişmeyi başarmanın kıvancındaki büyüklerimiz elbette emekli maaşının ne olacağını düşünecek, hatta bir kısmı televizyon kanallarındaki dini programlara telefonla bağlanarak “Bankadan promosyon alıyorum, caiz midir?” diye de soracaktır.
22 bin 104 liralık asgari ücretli de 2026 için “Acaba şu 20 binlerden kurtulup 30’ları da görür müyüz?” diye içinden geçirecektir.
Bunlar gayet doğal beklentilerdir. Ancak kenarda ekonomi profesörlerinin bile içinden çıkamayacağı bir soru daha beklemektedir: Yıllar önceleri tek maaşla 5 kişilik bir aile geçinirken şimdi neredeyse nüfusunun yarıdan fazlası maaş sahibi olan aileler neden “Geçinemiyoruz.” demektedir?
“Alım gücü değişti efendim, o zaman başkaydı, şimdi başka.” diyen ekonomistler olabileceği gibi “Paranın bereketi kalmadı, çoklukta yokluk yaşanıyor, bet-bereket kalmadı, eski çarşı-pazarların tadını ara ki bulasın.” sözleriyle işin manevi boyutuna dikkat çekenler de olacaktır.
* * *
Artık geride kaldığını kabul ettiğimiz güzel şeyler sadece bet bereketle mi sınırlı peki? Biz bir şeyleri yitirmeye, içinde yüz-yüz elli daireli zebellah gibi yapıların dikilmesi, insanların da içine sıkıştırılmasıyla başladık belki de.
Şimdi büyükşehirlerde bir işçi maaşıyla kirasına güç yetmeyen 1+1, 1+0, stüdyo daire denilen evleri ilk kim yaptı? Türkiye’ye bunu getirip yaygınlaşmasına sebep olanları buradan hep birlikte Allah’a havale edelim, yok etmeyelim derseniz hepsini Taksim Meydanı’na dizip falakaya yatıralım.
Oktay Akbal üstadın 1946’da yayımlanan "Önce Ekmekler Bozuldu" öyküsünün sonu şöyledir: “Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek.”
Ekmek derdi herkeste var, insanlıktan çıkmadan bu derdin dermanını helal rızık peşinde koşan herkes için bulmak, ülkenin refah seviyesini artıracaktır. Siz o zaman görün işte beti bereketi.
“Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar, / Bire on, bire yüzle akşama gebe / Şafakla doğan iş gücü.” diyor Ahmed Arif.
Sofrayı dolu tutmanın, anneleri ve çocukların yüzünü güldürmenin yolu bugünkü Türkiye’nin toplum manzarasında ne kadar mümkündür peki?
SOSYAL ÇÜRÜME ŞİMDİ DE MEDYADA
2 yıl önce elinde kedi taşıma çantası tutan mütevazı görünümlü bir hanımefendi, “Geçinebiliyor muyuz?” diye sorulan sokak röportajında “Türkiye’nin başka bir gerçekliği var. Sosyal çürüme var şu an.” demişti. Dikkat çeken bu sözlerin sahibi, bununla da yetinmeyerek “Ekonomi her zaman toparlanır, kapital kendini yok etmez.” gibi önemli bir tespit de yapmıştı. Sonra anlaşıldı ki sözlerin sahibi sıradan bir vatandaş değil, akademisyen Zeliha Bürtek’ti.
Yanlış işler yapanlara yönelik operasyon bereketinin yaşandığı sevgili ülkemde vıcık vıcık ilişkiler ne zaman ortaya çıksa aklıma Bürtek Hoca’nın “sosyal çürüme” tespiti geliyor. Hoca, tanınmasını sağlayan röportajda Türkiye’nin Latin Amerika ülkelerine benzemeye başladığına da dikkat çekmişti.
Hocanın tespitine bol bol örnek bulabileceğimiz bir durumdayız: Pencereden düşerek ölen ünlü arabesk sanatçısının katili olmakla suçlanan kişi özbeöz kızı, Türkiye’de bahis oynadığı tespit edilen çok sayıda futbolcu ve hakemin hakkında işlem başlatıldı, İstanbul’un en gözde lisesinde erkeklerin kızları taciz ettiği ortaya çıktı, okul müdürü açığa alındı, vatandaşın altınlarını toplayıp ortadan kaybolan kuyumculara neredeyse her hafta bir yenisi ekleniyor, olmayan çiftlikle daha fazla kazanma hırsına yenik düşen vatandaşların parasını iç edip kaçan tosuncuklar, boşanma aşamasında öldürülen kadınlar ve en son medyada spiker, genel yayın yönetmeni gibi en üst düzeyde bulunan isimlerin uyuşturucu kullandığının tespit edilmesi, sapkın ilişkilerle suçlanması.
Can Yücel’in Sevgi Duvarı şiirinde “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” dediği gibi birileri rezilliği bir yaşama biçimi olarak benimsemişe benziyor. Tam da Zeliha Hoca’nın sosyal çürüme tespitine uygun bir ülke görünümü bu. Son çürümenin medyaya yansıması soğuk havalarda bile inatla başımıza giymediğimiz takkemizi artık önümüze koyup düşünmemizi gerektirmiyor mu?
* * *
Son 6 ayda işinden olan basın emekçilerinin bu son olaya karşı kızgınlığının daha fazla olduğunu görüyorum. Hiç de haksız sayılmazlar. Namuslu bir hayatı ideal edip yaşamış ama bunu dillerine dolayarak önemini azaltmamış ve sonunda toplu ya da bireysel kıyımla İnsan Kaynakları’na yönlendirilmiş çalışanlar; bir yandan iş ararken bir yandan da kirli ilişkiler, taciz iddiaları ve alınan yüksek maaşlar karşısında sövme hakkını bile kendilerinde bulabilirler.
Hangi sektörde çalışırsak çalışalım, belki eksiğimiz, hatamız olacak ama her şeyden önce iyi bir insan olmak, işimizin önünde gelecek. Ve herkes aynı çatı altında çalıştığı arkadaşlarının yorumlarının ortalaması kadar bir karakterle anılacak. Mezar taşlarında ise hep Hüvelbâki yazacak. Ha bu arada Can Yücel’in o şiiri “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” diye bitiyordu!
İsmi uyuşturucuyla anılan medyanın tanınmış isimlerini konuşurken Türkiye’de son yıllarda uyuşturucu çetelerinin sayısındaki artışı ve bu lanet şeyin kullanımının yaygınlaşması gerçeğini de İstanbul Çekmeköy'deki operasyonda şehit edilen 27 yaşındaki Özel Harekat Polisi Emre Albayrak'ı da unutmayalım.
BİR ÖLÜMÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Bir süredir kanser tedavisi gören Şehzadeler Belediye Başkanı Gülşah Durbay’ın vefatı başta Manisa olmak üzere tüm ülkeyi üzdü.
Biz ne kadar unutsak da ölüm gerçeği her zaman yanı başımızda. Durbay’a Allah’tan rahmet, ailesine ve sevenlerine sabır dilemenin yanında çok kritik bir soruya da cevap aramalıyız: 37 yaşında bir insanın kolon kanserinden vefatı normal mi?
Bu kanser türü genelde 60-70 yaş arasında kendini belli etmesiyle bilinirdi, ne oldu da bu vakalar bu kadar yayıldı? Son bir yılda 30’lu yaşlarında nice gencin kansere yakalandığına şahit oldum, üstelik hiçbiri zararlı denen bir şey içip tüketmemişti.
Kanseri ve kalp krizini gündeme getirdiğimizde bir kesim koronavirüs dönemindeki aşıların ve o dönem bu hastalığa yakalananların kullandığı ilaçların bunda payı olabileceği iddiasında bulunuyor.
Bu iddianın karşısına kanıtlarla çıkan bazı kuruluşlar, aşılarla ilgili olumsuz bir yansıma olmadığını açıklarken o dönem kullandırılan ilaçlarla ilgili bir şey söylemiyor.
Kanser vakalarının 30’lu yaşlara inmesi, üstüne epey kafa yorulması gereken konudur. Sağlık her şeyin başıysa o zaman siyaseti, ekonomiyi bir kenarda bekletip olur olmaz hastalıkların gittikçe yayılmasının ve hiç umulmayacak insanlarımızda ortaya çıkmasının artık başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere tüm ilgili kuruluşların yakın merceğine girmesi gerekmez mi?
Sözü henüz 22 yaşındayken arkadaşı Rüştü Onur gibi veremden yitirdiğimiz şairimiz Muzaffer Tayyip Uslu’ya bırakmalı:
Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften,
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken
Meseleyi o saat anladım
Anladım ama iş işten geçmiş ola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ
Mesela gökyüzü,
Maviydi alabildiğince
İnsanlar dalıp gitmişti
Kendi alemine
