Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Gecenin 1’inde iş dönüşü serviste herkes çalışmanın yorgunluğunu üzerinde taşırken bir an önce evine varmak isteğiyle sabırsızlanıyor.
Uyuklayan, telefonundan müzik dinleyen ve yolu izleyen bir otomobil dolusu insan, diğer yolcuların kendilerine çok uzak olan güzergâhlarından geçmek zorunda kalmaları nedeniyle de biraz gergin.
Beş dakika önce olsun eve erken girip ya sabaha kadar ömrünün en değerli vakitlerini boş beleş uğraşlarda harcayacak ya da hemen yatıp zıbaracak. Üçüncü ihtimale yelken açanlarsa kendilerini lalettayin bir hayatın içine sıkıştırıp durum muhasebesi yapmaktan uzak tutan kapitalizmin çarkına çomak sokacaklar. Yine de herkes yeni güne, sırtında küfe taşımış gibi yorgun uyanacak.
İşte böyle bir ahval içinde yol alırken telefonunu kurcalayan yolculardan birisi aracın radyosundan yükselen sesi işaret ederek sordu: “Abi neden ilahi dinliyoruz, öğrenebilir miyim?”
Radyodaki şarkıya kulak verip dinlemesini bilenlerin şaşıracağı bu soruya bir başka yolcu dayanamayıp cevap verdi: “İlahi değil ki bu, Barış Manço.”
Servis şoförü, verilen cevaba memnun bir hâlde radyo istasyonunun adını da söyleyerek durumun daha iyi anlaşılması için bir delil daha sundu.
Manço, yıllara meydan okumuş bir yorumuyla Bahçede Hanımeli şarkısını söylüyordu. Şarkının ilahi olmadığı konusunda araç içi mutabakatına varılmasıyla birlikte gecenin bu saatinde içinde kimselerin görünmediği bir parkı sol yanımızda bıraktık.
Gündüz vakti bu parkta gezenler olmuş, nasıl harika bir dönemin içinde olduğunu bilmeyen pek çok çocuk, parktaki kaydıraktan kaymıştı. Tabelasında Şehit Yunus Çaça Parkı yazıyordu.
İsimleri duraklara, okullara, caddelere ve parklara verilen kişileri merak edip araştırma huyum, gecenin bu saatinde beni yine kendisine çekmişti.
* * *
Yunus Çaça, 7 Nisan 1995’te Kuzey Irak’taki sınır karakoluna yapılan baskında teröristler tarafından kaçırılmış, kendisinden bir daha haber alınamamıştı.

Çaça ailesi uzun yıllar oğullarından bir haber beklemiş ancak Türk bayraklı bir tabuta dahi hasret hâlde dinmeyen acı sahibi insanlarımız arasına katılmıştı. Ve her gününü, Niğdeli Cemile Akkuzu’nun türküsünde “Bazen uzaklara dalınca gözüm / Çıkıp geleceksin sanar ağlarım.” dediği gibi yaşamıştı.
Yunus Çaça’nın PKK’lı teröristler tarafından kaçırılmasından 3 yıl önce 15 Mayıs 1992’de 32 askerimizi şehit verdiğimiz Şırnak Uludere’deki Taşdelen Karakolu’na yapılan saldırıda 2 askerimiz de kaçırılmıştı.
Aydın Şahin ve Engin Ekşi isimli askerlerimizden Şahin’e ulaşan Kızılhaç görevlileri “Anne ellerinden öperim, senin en yaramaz oğlunum, benim için üzülme, salıverileceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum.” diye yazılan bir mektubu ailesine ulaştırmış ancak bir daha bu askerimizden de haber alınamamıştı.
* * *
Birkaç gün önce Eskişehir’de sokak ortasında bir polis, en son İmralı Adası’nda teröristbaşı Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmenin özet tutanaklarının komisyonda okunduğu Terörsüz Türkiye sürecine eleştiriler yönelten bir konuşma yaptı.
Konuşma sonrası açığa alınıp hakkında inceleme başlatılan polisin tavrını “Helal olsun, söylenmeyeni, söyledi.” deyip destekleyen de oldu, “Kamu görevlisi siyasi görüş açıklayıp konuşma yaparsa bunun önünü alamayız.” diye karşı çıkan da.
Polis memurunun konuşmasının ortaya çıkmasından bir gün önceyse TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, komisyonun dinleme aşamasının bittiğini ve raporlamaya geçildiğini belirtmiş “Bundan sonraki süreçte çok daha dikkatli olmamız gereken, çok daha hassas davranmamız gereken bir sürece girdiğimiz aşikardır.” uyarısında bulunmuştu.
Kurtulmuş, bu uyarıyı biraz daha ileri götürerek “Yüz düşünüp bir konuşma, hatta bin düşünüp bir konuşmanın gerektiği günlere giriyoruz. Herkesin öncelikle bu sürecin bundan sonraki en hassas dönemini siyasi pozisyonlarının malzemesi haline getirmemesi lazım.” demişti.
Şimdiye kadar 19 toplantı yapan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun dördüncü toplantısında şehit aileleri ve yıllardır DEM Parti’nin önünde evlat nöbeti tutan anneler dinlenmişti.
Şehit aileleri, Öcalan’a ve teröristlere bir affın gündeme gelmemesi gerektiğini vurgularken çocukları örgütün elinde olan ailelerse “Evlatlarımızı geri verin.” demişti.
Hassas süreçle ilgili ocağına şivan düşen ailelerin ne düşündüğü her şeyden daha önemli. İşin bir de Suriye tarafı var ki orada karşımızda yıllardır ABD tarafından palazlandırılmış SDG’nin imzaladığı 10 Mart Mutabakatı’na hâlâ uymaması gerçeği duruyor.
3 kişilik komisyon heyetinin Öcalan’la yaptığı görüşmenin özet tutanaklarında 1993 yılıyla ilgili bir detay dikkat çekiyor.
Öcalan, PKK’yı 1993’te feshetmesi gerektiğini ancak “Bir elin bu girişimi sabote ettiğini” öne sürüyor.
Öcalan’ın “Bir el” dediği güç; 1993’te Uğur Mumcu’nun “Kürt Dosyası” kitabını yazdığı sırada öldürülmesine, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın şüpheli bir şekilde ölmesine, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağının Ankara’da düşmesine, Bitlis Paşa’nın şehadetinin ardından JİTEM’in kilit isimlerinden Binbaşı Cem Ersever’in “Güneydoğu'da yetkili organlar içerisinde oluşturulan bir çete, cereyan eden hadiselerin gerçek boyutlarının Türk Milleti tarafından görülmesini engellemektedir.” açıklamasıyla 30 arkadaşıyla birlikte istifa ettikten sonra anlattıklarıyla ilgili mahkemeye ifade vermeye giderken elleri bağlanmış, başından vurulmuş halde ölü bulunmasına, Bingöl’de 33 silahsız askerimizin kurşuna dizilmesine, Diyarbakır Jandarma Bölge komutanı Bahtiyar Aydın’ın hâlâ aydınlatılamamış bir şekilde şehit edilmesine ve daha yüreğimiz kaldırmadığı için sayamadığımız pek çok olaya da neden olmuştu.
Bugün resmi şekilde muhatap alınan Öcalan’la Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde ilk röportajı yapan Mehmet Ali Birand "3-4 tane Apo var. Bir Apo var, son derece gaddar, sert. Bir Apo var, gülüyor. Bir Apo var kuşları sevdiğini söylüyor.” demişti.
Binlerce asker ve polisin şehit edilmesinin, basılan köylerde kadın, çocuk, bebek demeden sivillerin katlinin emrini veren Öcalan, Kenya’da Özel Kuvvetler ve MİT tarafından yakalandığında ilk sözleri: “Eğer bir hizmet imkânım olursa yaparım.” olmuş, ilk sorgusunda da devletle iş birliği yapmak istediğini söylemişti.
İmralı’daki görüşmede komisyon heyetine 1993’te örgütün feshini bir elin engellediğini söyleyen Öcalan ne kadar samimi, şüpheli ama aynı yılda yaşanan birçok olay, o elin varlığını doğrular durumda.
Devam eden sürece milletin içinde şüpheyle yaklaşanlar, farklı düşünenler olsa da Türkiye’nin bir yarım asır daha aynı şeyleri yaşamasını kimsenin istemediği konusunda herkes hemfikir.
* * *
Servisten inip eve yürürken Şehit Yunus Çaça Parkı artık çok uzakta kalmıştı. Olanları kendime sordum, şöyle dedi: Bir daha hiçbir parka, okula, karakola ve caddeye, hayatının baharında solmuş insanlarımızın adını vermek zorunda kalmayacağımız, ailelerin ocağına dinmeyen acıların düşmeyeceği bir ülkeyi inşa etmek için kaybedecek zamanımız da insanımız da olmamalı!
Ve bir not da ekledi: 1993’teki o “bir el” inşallah bugün yaşamıyordur!
LANETLİ ADANIN LANETİ EDİTÖRLERİN ÜZERİNDE
27 Mayıs 1960 darbesiyle tutuklanan Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan Yassıada’da yargılandıktan sonra idam cezasına çarptırılınca siyaset tarihimize kara bir leke olarak geçecek bu cezanın infazları İmralı Adası’nda yapılmıştı.
3 devlet adamının naaşı 29 sene bu adada kaldıktan sonra 1990’da Topkapı’daki anıtmezara nakledilmişti.

Yassıada, Cumhuriyet döneminin ilk darbesi 27 Mayıs’la anılacak, milletimiz, hukuk dışı yargılamaları nedeniyle buraya “Yaslıada” derken 3 devlet adamının idamlarının infaz edildiği yer olması nedeniyle de İmralı’ya “Lanetli ada” diyecekti.
Terörsüz Türkiye sürecinde İmralı Adası’yla ilgili haberlerin kapak fotoğraflarındaki yanlışlığa dikkat çeken Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, ilgili haberlerde İmralı yerine Yassıada’nın eski hâline ait fotoğrafın kullanıldığı uyarısında bulundu.
Bildirici’nin yaptığı işin her medya kurumunun içinde ayrı bir şekilde olması gerektiğini savunanlardanım. Medyadaki hatalar, yanlışlar; elbette kırıcı olmayan bir dille yansıtılmalı, her kurum kendi yanlışını denetleyerek de kurum içi demokrasiyi ayakta tutmalı.
Ben de Yassıada ile İmralı’nın görüntüsünü karıştıranlardan biriyim. Ancak bir bütün hâliyle Türk medyası, yazılı ve görsel her aşamada bu yanlışa düşmüş.

Google ve Yandex gibi arama motorlarında hâlâ yanlış görseller çıkıyor, hatta Tarım ve Orman Bakanlığı’nın sitesinde bile 2020’de İmralı’da çıkan bir yangınla ilgili yanlış görsel kullanılmış.
Elbette bu kadar kusur, kadı kızında da olur ama editörlerin ilk başvurdukları kaynak olan ajansların konuyla ilgili yeterli görsellerinin bulunmaması, bu hataya neden olmuş ve ajansların bu konuda fotoğraf geçmeme ısrarı da hatanın sürekliliğini ortaya çıkarmış durumda.
İSTANBUL’UN GÖZYAŞLARI
Yapılan uyarılar sonrası geçtiğimiz pazar günü İstanbul, kuvvetli bir sağanak yağışın etkisine girdi. Kimi yollar göle döndü, çöken istinat duvarı, devrilen ağaç oldu. Taşan metro istasyonları ve tavanından yağmur suları girdiği için yolcuların, içinde şemsiye açmak zorunda olduğu halk otobüsleri güne damga vurdu. Ömrünün en güzel saatlerini trafikte harcayanlar da gün içinde yerini aldı. Şükür ki bu aşırı yağış, yaralanma ve can kaybı getirmedi.

* * *
İstanbul, içinde yaşayanlara hava muhalefetinin olduğu günlerde bir mesaj veriyor aslında. Şöyle diyor: “Bakın, bana çok yüklenmeyin, ben de kendi hâlinde bir şehir olmak istiyorum. Altyapım, üstyapım, yolum ve artık üzerine beton dikmeye doymadığınız yeşilim sizin ihtiyaçlarınıza cevap vermekte zorlanıyor. Yorgunum, sizi de yoruyorum, artık takkeyi önünüze koyup düşünme vakti gelmedi mi?”
Orhan Veli öldüğünden beri İstanbul’u kimse dinlemez oldu. Tarihi kent de konuşmayı bıraktı, böylesi günlerde derdini, insanlara hayatı daha da zorlaştırarak anlatmaya çalışıyor. Kent insanı da mecburiyetlere sığınarak İstanbul’a veryansın edip kente dair inadını sürdürüyor. Bilmem nasıl çıkacağız bu işin içinden?
PUTİN VE Şİ CİNPİNG DAHA FAZLA YAŞAMAMALI
2. Dünya Savaşı’nın sona erişiyle ilgili 3 ay önceki Pekin’deki törenlerde Rusya Devlet Başkanı Putin ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in konuşması, televizyonda ölümsüzlüğün konu edildiği bir programda tekrar hatırlandı.
73 yaşındaki Putin, “İnsan organları sürekli nakledilebilir. Ne kadar uzun yaşarsanız o kadar genç kalırsınız, hatta ölümsüzlüğe ulaşabilirsiniz.” diye yaşama hırsını açık ederken Şi Cinping de “Bazı tahminlere göre bu yüzyılda insanlar 150 yaşına kadar yaşayabilir.” sözleriyle en az Putin kadar yaşamaya meraklı olduğunu belli ediyordu.

Putin, yaşama hırsını sadece sözle yansıtmakta kalmamış, bu hırstan bir de sonuç almak için talimat vermiş. 2024 yılında “Yaşlanmayı Önleme Teknolojileri” ismini taşıyan bir araştırma merkezi kurdurmuş. Rusya’daki zengin kesim de bu işe o kadar merak sarmış ki “Ölümü nasıl öteleyebilirim?”, “Yaşlanmayı ne kadar geciktirebilirim” diye harıl harıl araştırmaya başlamış.
İnsanın gözü yaşamaya pek doymuyor. Bu, evvelden beri bilinen bir gerçek. Bugün Afrika’daki bazı ülkelerde ortalama yaşam süresi 50’li yaşlara yeni çıkmış durumdayken gelişmiş ülkelerdeki bu süre ise 80’in üzerinde. İbn Haldun’un yaptığı çalışmalardan çıkardığı “Coğrafya kaderdir.” tespiti burada bir kez daha hatırlanıyor.
Allah herkese hayırlı ömür versin ama ben ne Ukrayna ve Suriye’deki onca canın katili Putin’in ne de Doğu Türkistan’daki zulmün mimarı Şi Cinping’in fazla yaşamalarını insanlık için pek hayırlı görmem. Tabii bu arada onlardan boşalacak koltuklara barış yanlısı olan, emperyal hedeflerden uzak idarecilerin gelmesi de bir o kadar gerekli. Yoksa silah fabrikalarında üretilen silahların satılması için yeryüzünde bir türlü sonu gelmeyen savaşlardan kurtulamayacak gibiyiz.
Orhan Veli’den:
Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.
