Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Anadolu’dan İstanbul’a yaklaşırken yoğun trafiğin içinden Boğaz Köprüsü’nün görünmesiyle gözümü yoldan ayırmadan radyodan güzel bir şarkı veya türkü tutmaya çalışıyorum. Uzun yolculukta direksiyon sallamanın yorgunluğu, radyodan yükselen acılı ama bir o kadar da anlam yüklü türkünün sözleriyle biraz hafiflemeye başlıyor:
Nesini söyleyim canım efendim
Gayri düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim
İki yanı maviler içindeki köprüde ilerlerken bu mavilerin kenarındaki tarihi yalılar da zihnimin bir köşesinde beliriyor. Güzel mimarileriyle Boğaz’ı süsleyen bu yapıların rutubetiyle nasıl başa çıkıyorlar acaba? Hem şu sıra Tophane Müşiri Zeki Paşa Yalısı da satışa çıkarılmış. 23 oda, 5 salon ve 8 banyodan oluşan, Boğaz’ın kenarında Fatih Sultan Mehmet Köprüsü‘nün altındaki bu yalı, zaman zaman satışa çıkarılıyor ancak bir türlü alıcısını bulamamasıyla biliniyordu.

Radyodaki türkü devam ediyordu:
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara hâlini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim
Yüreği olan ve onunla duyup hissedebilen herkesi etkileyebilecek bu sözler karşısında “Bunu yazan nasıl bir yoksulluk yaşamış acaba?” diye soruyorum. O soru, bir köşede bekleyedursun satıştaki yalıyı tekrar hatırlıyorum.
Tarihi yalının sahibi Müşir Zeki Paşa, 2. Abdülhamid’in en çok güvendiği generallerden biriydi, rivayet o ki padişaha olan sadakati “Filinta Mustafa” olarak da bilinen paşaya zenginlik olarak yansıdı ve bahsettiğimiz meşhur yalıyı 1899’da Mimar Alexandre Vallaury’e yaptırdı.
Ancak 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanının ardından Zeki Paşa için rüzgâr tersine dönmüş, görevinden alınan paşa, sürgüne gönderilmiş, daha sonra affedilmiş, 1914’te de hayata gözlerini yummuştu. Yalı da son padişah Vahdettin’in damadı Ömer Faruk Efendi tarafından satın alınmış, Milli Mücadele’ye katılmak için İnebolu’ya geçmeye çalışan ve Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafıyla geri dönmek zorunda kalan Ömer Faruk Efendi, Cumhuriyet’in ilanından sonra Osmanlı hanedanı için çıkarılan kanunla sürgün edilince 1930’larda Trabzonlu Baştımar ailesine geçmişti. Satıştaki yalının değerinin 10 milyar lira olduğu söyleniyor.
* * *
Radyonun içinden türküsüyle yıllar öncesinden başka birinin sesiyle bugüne ulaşan ozan, sadece zenginin sözünün dinlendiğinden, fakire deli muamelesi yapıldığından ve eli kamçılı tahsildardan bahsederken son dörtlükte bir umut kapısı da aralıyordu:
Serdari halimiz böyle n’olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akıbet dağılır ilimiz bizim
Bu sözlerinde derin anlamlar ve tarihi gerçekler yüklü türkünün Sivas Şarkışlalı Âşık Serdari’ye ait olduğunu öğreniyorum. Asıl adı Hacı olan Serdari, küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş, geçirdiği kazadan sonra yanlış tedavi nedeniyle de sol kolu kesilmiş. Bundan ötürü çevresinde çolak olarak anılmış.
Serdari bu yoksulluğu aynı zamanda sevda konusunda da yaşamış, sevdiğini alamamış, hapislere düşmüş. Evlendiğinde de çocuklarının bir kısmını hastalık nedeniyle yitirmiş.
Lafını esirgemeyen ve korkusuz tavrıyla tanınan bu Sivaslı ozanımız 1830’lu yıllarda dünyaya gelmiş, 1920’lerin başlarına kadar ömür sürmüş.
Boğaz’dan geçerken radyodaki türküyle kendisini hatırlatan Serdari, bugün yalısı, ne kendisine ne de ailesine yar olan Müşir Zeki Paşa’yla hemen hemen aynı dönem yaşamış, paşanın ömrü ise kaynaklara göre Serdari kadar uzun sürmemiş.
* * *
Açılan trafikte köprüyü geçip yoluma devam ederken Müşir Zeki Paşa ile Âşık Serdari’nin birbirlerinden haberi olup olmadığını düşünüyorum. O günkü şartlarda belki bu çok zordu. Serdari’nin yoksulluk ve keder içinde geçen hayatına karşın Zeki Paşa’nın lüks içindeki hayatı da ona yar olmamıştı işte.

Haberlere ve bu yazıya konu olan tarihi yalı, şimdiki sahibine ve satılırsa yeni sahibine de dünyanın anahtarını vermemiş, vermeyecekti. Bu ince detay Yunus Emre’nin “Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” sözünde gizli. Bunu anlamak için bir ömür vermekse insanın kaçamadığı kaderiydi belki de!
İSTANBUL’UN KEDİLERİ NASIL BOZULDU?
İnsan, hayatın gittikçe zorlaştığı, biraz yaş aldıkça da hep eskiyi özlediği bir zamanda teselliyi çoğu zaman yine dünyevi şeylerde ararken ortaya bir başka sevgi de çıkar. Bu, hayvan sevgisidir. Büyük kentlerimizin sokaklarında görülen kedi evleri ve mama tabakları biraz da bunun yansımasıdır.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Valisi Davut Gül, bir canlı yayında sokak köpeklerinin toplanmasıyla ilgili konuşurken içinde kedi, fare ve mamanın bulunduğu ilginç bir açıklama yaptı.
Vali Bey’dir, Nedim’in “Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır / Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır.” dediği kentin en yukarıdaki mülki amiridir ve de elbette bu tarihi kente dair pek çok şey söyleme hakkına sahiptir, elbette konuşacaktır.
Doğanın dengesinin ortadan kalktığına açıklamasıyla işaret eden Vali Gül “Normalde kediler fare yakalar. İstanbul’da kediler fare yakalamıyor. Kediler mamayla besleniyor, fareler kedilerle birlikte mama yiyor. Bunu ortadan kaldırmak gerekiyor.” dedi.

Bu sözlerle bizim mahalledeki kedileri yan yana getirdiğimde, doğrusu Vali Bey’e hak verdim. Yediği önünde yemediği ardında, gittikçe kilo almış kedilerimiz park halindeki araçların ön camında ve tavanında keyif çatarken ne fare peşinde koşuyor ne de çöp eşeliyor.
Üstelik, sağda solda gördüğümüz kediler de insan görünce sırnaşarak bayram harçlığı isteyen çocuklar gibi bir mama ya da süt alana kadar şansını zorlamaya çalışıyor. Kedidir ve de gittikçe yaşanmaz hâle gelen büyükşehirlerimizin içinde hep var olmasını istediğimiz bir güzelliktir. Hem bu hareketler, onların sevimliliğine de bir sevimlilik daha katmaktadır.
* * *
Vali Gül, konuşmasının devamında kedi ve köpeklere mama verenleri de şu cümlelerle uyardı:
“Her önüne gelenin önüne ilk gelen yerde mama vermemesi lazım. Dolayısıyla da köpeklerin, kedilerin beslendiği alanlara siz mama koyarsanız oranın sahibi onlar olurlar.
Kedi beslenebilir, köpek sahiplenebilir ama farenin, kedinin birlikte mama yediği, birbirine dokunmadığı bir sistem sağlıklı değil.”
Kedilere mama verenler, bu sözleri belki dikkate almayacak ama işin mama verme ve kedileri bir arkadaş edinme tarafında durmak gerek.
Kediye, köpeğe, kuşa anlam yükleyenlerin büyük kentlerde sayısının artmasına karşın bu, Allah’ın sessiz kullarına onca eziyet edip canına kıyan sözde insan görünümlü mahlûkları da fazlaca gördük.
Köylerde ve kasabalarda kediler, rızkını bir şekilde bulup çıkarırken kentlerdeki kediler, insanın amansız yalnızlığından beslenen bir hâlde gittikçe hantallaşıyor. Bakınız, 1970’lerin sonunda ortaya çıkan Garfield da bir kent kedisi değil miydi?
Kahrolası kapitalizm, köylerden kentlere göç sonrası insan davranışlarını etkilerken bunu kentlerdeki hayvanlar üzerinde de bir şekilde gösteriyordu. Petshopların büyük kentlerimizde serpilmesi, kedi-köpek kuaförlerinin bulunması, köyün kente kötü bir şekilde taşınıp bunun da ayrı bir ticaretini ortaya çıkarmadı mı? Ya binbir heyecanla satın alınıp sokağa atılan hayvancağızlara yaşatılan drama ne demeli?
* * *
Sokak köpekleriyle ilgili ortada can yakan yaramız, pek çok çocuğumuzun, onlardan kaçarken bir araç altında kalarak can vermesidir. Sokak hayvanları deyince işin bu yanını düşünmemek de haksızlık olacaktır.

Vali Gül’ün söylediklerinin yanında İstanbul Valiliği, belediyelere sokak hayvanlarının kontrolsüz beslenmesinin engellenmesi ve başıboş köpeklerin toplanmasıyla ilgili yazıyı gönderince de hayvanseverler durumu sorgulamaya başladı.
Özellikle köpek saldırıları konusunda can yakan gelişmeleri gördükçe işin içinden yasakla mı yoksa kontrolle mi çıkılacağı tartışması sürerken başıboş bir köpek sürüsüyle karşılaşıldığında nasıl davranılması gerektiğini okullarımızda ve evlerimizde konuşup çocuklarımızı bilgilendiriyor muyuz?
Neresinden bakılırsa hassas bir konu ama işin köpeklerle ilgili kısmı sadece büyükşehirlerde değil Anadolu’da da bir sorun hâline gelmiş durumda.
Hayvanlarla ya sevimli bir iletişim kurup geliştireceğiz ya da sadece resmi imzalarla yüklü yasaklarla durumu ötelemeye çalışacağız. Şu an ikincisiyle devam ediyoruz ama “Bu meseleyi çözer mi?” diye şüphelenenleri de dikkate almak zorundayız. Köyden kente göçtük, kentten de öteki dünyaya göçene kadar bu dünyayı daha da yaşanmaz hâle getirmemek için bir kere daha düşünmeli!
Kemal Burkay’dan:
(…)
Sazlarım vardı, ırmaklarım vardı çok
Çakıl taşlarım vardı benim
Ama sen başkasın anlıyor musun
Tut ki karnım acıktı, anneme küstüm
Tüm şehir bana küstü
Bir kedim bile yok anlıyor musun
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.
