“Sanki her tarafta var bir düğün,
Çünkü, en şerefli, en mutlu gün.
Bugün 23 Nisan,
Hep neşeyle doluyor insan.”
İlkokul 1. sınıftan 8. sınıfa kadar okul korosundaydım. Müzik öğretmenim Alev Hanım, belli bir kıvama geldiğimi hissettiğinde beni alt sınıfların provalarına göz kulak olmam için bırakırdı. Tüm resmî günlerin klasik şarkılarına hâlâ hâkimim…
Bu 23 Nisan’da ise bir gazeteci olarak tercihen dinlenmeyi seçtim. Fakat hiç alışık olmadığım bir şey oldu: DEPREM!
İstanbul 6,2 büyüklüğünde bir depremle, ürkütücü şekilde sallandı...
Evde uyuyordum. Çok şiddetli bir şekilde uyandım. O an gerçekten öleceğimi düşündüm. Üç kedimle birlikte, ne olduğunu bile anlayamadan bu travmayı yaşadık. Sonrası tam bir kaos…
Artçılar hâlâ devam ediyor. Hepimiz diken üstünde uyuyoruz. Ama neden?
17 Ağustos 1999 depreminin ardından İstanbul, böylesine sarsılmamıştı. Tarih, sanki ucundan kıyısından bir kez daha tekerrür etti. Belki de bu, bir uyarıydı.
Deprem uzmanı değilim, ahkâm kesmeye niyetim de yok. Sadece kısa bir gözlemimi paylaşmak istiyorum:
Birbirine selam bile vermeyen insanlar, bu birkaç günde ileri derecede bağ kurdu. Bunun sebebini tam olarak bilemiyorum. Empati mi, çaresizlik mi, insanlık mı? Adı her ne olursa olsun, olan biten büyüleyiciydi.
Günaydın bile demeyen komşular birlik oldu. Kavgalı olanlar barıştı. Yardımlaşma çoğaldı. Felaketten doğan bir bayram havası sardı etrafı… Ne acıklı ama bir o kadar da umut vericiydi.
Şimdi soruyorum:
Kıymet, hep felaketin ardından mı gelmeli?
Duygularımız illa artçılara mı bağlı olmalı?
Belki de artık beklemeden, bir sarsıntı olmadan da birbirimize sımsıkı sarılmayı öğrenmeliyiz.
Çünkü bazen en güzel artçı, kalpten kalbe yayılanbiriyiliktir