Eskişehir’de 5'i orman işçisi, 5'i AKUT çalışanı 10 kişi yanarak can verdi. Yangına müdahale ediyorlardı. Kimi hortum taşıyordu, kimi alevin yönünü anlamaya çalışıyordu. Belki biri sabah evden çıkarken “çok gecikmem” demişti. Dönemediler…
Ekrana düştü bu haber. Ardından bir ekonomi bülteni, sonra futbol yorumları. Evet, hep böyle oluyor. Her şey çok kısa sürüyor. Acının bile ekranlarda kalma süresi var. Ama ben, o işçilerin ayakkabılarında kalan tozları düşündüm. Ne kadarına su değdi?, Yanarken neye tutundular? diye çok düşündüm… Peki ya biz? Biz, ne kadarına tutunacağız acaba?
Dijital çağın ortasındayız. Evet her şey kaydediliyor. Yüz tanıma sistemleri, anlık veri akışları, bulut tabanlı anılar… Ama o insanların yanarak ölümü… o kadar sessiz ki. O kadar hızlı unutuluyor ki bu acıyı tarif edemiyorum!
Bir yerlerde dosyalanıyor belki olay yeri raporları. Ama iç geçirmeler?, Birinin son kez içinden geçirdiği veya haykıra bildiği kadar haykırdığı o dua?, Kimsenin sesiyle örtüşmeyen bir “eyvallah”?, Bunlar da herhangi bir belleğe kaydediliyor mu dersiniz?
Teknoloji bizi güçlü kılıyor, diyorlar, diyorum. Bilgiye ulaşmak kolay, hız etkileyici de insanı unutmaya bu kadar meyilli yapan şeye, ilerlemek demek pek vicdani gelmediği gibi, adeta bir tükenişin sembolü gibi geliyor bana. Hayatlarımız sanki bir yazılım gibi… İç içe döngülerle kurulmuş da bir noktadan sonra sadece şunu hissediyoruz: while (true) { yaşa(); } yaşa, devam et, sıradakine geç… Fakat bir gün sistem “break” verirse ve kimse “neden durduk?” diye soramayacak ki çok çok “bir sonrakine geç” diyecektir...
Ben bu yazıyı yazarken, bir başka yangın başlamış olabilir. Bir çocuk, bir kadın, bir yaşlı kaybolmuş olabilir. Başka bir ölüm haberi daha düşmüş olabilir ekranlara. Bilmiyorum.
Zaten mesele de bu: Her şeyin hızla olması, hiçbir şeyin geride kalamaması… Hız, dijital çağın en büyük afeti belki de. Yangından çok daha sessiz, çok daha keskin bir kayıptır unutmak. İçimizde zamanla kavrulan anılar, bir noktadan sonra kül bile bırakmıyor! O yüzden bu işçilerin ölümü, yalnızca bir kaza değil bana göre. Bir çağın belleksizliğine de örneklik arz ediyor. Veri çağında, anı diye bir şeyin hâlâ yaşayıp yaşamadığını sorgulatıyor bana.
Kim bilir? Belki de ben yanlış düşünüyorum çoğumuz yaşananları unutmuyordur. Belki sadece hatırlamak istemiyoruzdur. Çünkü hatırlamak; sorumluluğu o omuzlarına yüklenip yürümek demektir. Hatırlıyorsan yüzleşmek zorunda kalırsın. İhmalle, acizlikle, vurdumduymazlıkla... Ama unutarak yaşamayı seçersek, başka bir şey daha oluyor:
İnsanlığımız da yavaş yavaş siliniyor. Bu, bir teknolojik problem değil dostlarım bu tamamen bizimle ilgili bir meseledir. Yapay zekâdan, makinelerden, sistemlerden değil,
içimizde susturduğumuz vicdandan kaynaklanıyor bu sessizlik.
Bu yazıyı haber ekranlara düşerken kaleme aldım. İstedim ki bu bir kayıt olarak kalsın. Hatta bu kayıttan da öte yüreğimin içine kadar hissettiğim bir tanıklık olarak bu köşede kalsın. Eğer bir gün bu işçilerin çocukları, babalarının adını Google’da ararlarsa, sadece “yanarak öldüler” diye yazmasın. İnşallah biri der ki: “Onlar, alevlere yürürken dünyayı, hayatı, insanlığı savundular.”
Cuma günü tekrar burada olacağım. Ama o zamana kadar size bir şey önereceğim: Aracınızı bir ormanın kenarına park edin. Bir çınarın, bir meşenin, bir keçiboynuzu ağacının gölgesinde birkaç dakikalığına çıt çıkartmadan kulaklarınızı açarak doğanın o mükemmel sesini dinleyin. Rica ederim sadece o telefonunuzun değil, içinizin de sinyalini her şeye kapatıp yapın. Çünkü bazı kayıtlar ne bulutta, ne bellekte, sadece beynimizin ve yüreğimizin senkronize olarak çalışıp ortaya çıkarttığı o anlamda saklı…
Kalın sağlıcakla…