SON YAZILAR
31.07.2025
Tüm Yazıları

Oyuncuların son yıllarda yer aldıkları projelerde bölüm başına istedikleri ücretler adeta dudak uçuklattı. Popüler dizilerin yeni sezonda başlamasına yakın ortaya ücretler sonrası sosyal medyada tepkilerde büyüdü. Her hafta neredeyse 2 veya 4 milyon arası bir ücret kazanan oyuncuların bunu hak edip hak etmedikleri ise tartışılır bir konu oldu.
Çünkü öte yandan aynı diziye daha fazla emek veren çekim ekiplerinin asgari ücretten maaş alması ortadan büyük bir adaletsizliğin olduğunu gösterdi. Aynı şekilde oyunculuğu daha iyi olan bir başka oyuncunun ise daha düşük ücret alması da tartışmalar arasında yer aldı.

SEKTÖRDE TEKELLEŞME

Son yıllarda özellikler yeteneklerin azalıp, güzellik algısının ya da popülerliğin ortaya çıkması da dizi sektöründe rahatsızlık derecesinde artış gösterdi. Ayrıca bir dizinin kazancının neredeyse yüzde 60’ının sadece oyunculara gitmesi adaletsizliği gözler önüne seriyor.
Üstelik dizi ve filmler artık hem kanallarda hem de platformlarda çekiliyor. Burada sizce en çok çekim ekibimi yoksa oyuncular mı yoruluyor? Sorunun cevabı açık. Bu alanlarda resmen tekelleşme hata mafyalaşma var. Bunların örneklerini yakın zamanda menajerlik şirketlerine yapılan denetlemede de gördük.
Başarının ve yeteneğin gölgede bırakıldığı sektörde birçok oyuncu mesleğini bırakmak zorunda kalıyor. Çekim ekibindeki yetenekli kameramanlar ve birçokları ise başka alanlara yöneliyor. Bu denli adaletsizlik sektörün çöküşüne bile neden olabilir. Huzursuz hikayelere kalitesiz işlere yol açar.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
31.07.2025
Tüm Yazıları

İsrail’in Stratejisi Zafer Mi Çöküş Mü?

Savaşın galibi yoktur, yalnızca enkazın altında kalan hakikat vardır. İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyonların ilk günlerinde, dünya bir kez daha demir kubbenin gölgesinde şekillenen bir “güvenlik destanı” izlediğini sandı. Ancak tarih yazar hakiki destanı; o destanların çoğu, kan ve külden yazılır. Bugün Gazze’de yaşananlar da böylesi bir tarih sayfasına dönüşüyor. İsrail, kazandığını sandığı her mevzide aslında kendi geleceğinin temel taşlarını söküyor.

Milattan önce 279… Epir Kralı Pyrrhus, Asculum’da Roma’yı dize getirdiğinde ordusunun yarısını kaybetmişti. Zaferi zafer değil, sonun başlangıcıydı. “Bir zafer daha kazanırsam tamamen mahvolurum,” dediği o an, askeri literatüre bir kavram hediye etti: Pyrrhic Zafer. Bugün Gazze’deki manzara, bu antik trajedinin modern bir yansımasıdır. İsrail’in attığı her bomba, fırlattığı her roket, Gazze’nin üzerine değil, kendi küresel meşruiyetinin üzerine düşüyor.

Modern çağın en sert cephanesi artık bilgi ve algıdır. Sosyal medya, uydular, bağımsız raporlar, Gazze’nin yıkılmış evlerini, ölen çocuklarını, açlığa mahkûm edilen sivilleri dünyanın gözlerinin içine sokuyor. Hiçbir “kendini savunma” söylemi bu görüntüleri silemiyor. Batı başkentlerinde kitlesel protestolar, üniversitelerde yükselen öğrenci hareketleri, Avrupa’da hükümetleri sarsan öfke dalgaları, İsrail’in psikolojik üstünlüğünün çöküşünü ilan ediyor.

Küresel düzenin sessiz ortakları bile artık rahatsız. Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’ndaki davası, bir ülkenin ahlaki kredisi tükendiğinde ne kadar yalnız kalabileceğinin simgesi oldu. Körfez’de Abraham Anlaşmaları ile kurulmuş ittifaklar çatırdıyor. Filistin’e duyarlı kamuoyları, Suudi Arabistan gibi ülkeleri normalleşmeyi askıya almaya zorluyor. İsrail, “dostlarını” bile ikna edemez hale geliyor.

Her askeri başarı stratejik bir kayba dönüşüyor. Gazze’nin ilhakı, toplu sürgün gibi radikal adımlar kısa vadede güvenlik getirse bile uzun vadede uluslararası yaptırımları, diplomatik izolasyonu ve kendi içlerinde derin fay hatlarını büyütüyor. İsrail’in genç nesilleri, bu politikanın ekonomik ve ahlaki bedelini yıllarca sırtında taşıyacak. Filistin direnişi ise baskı arttıkça daha da sembolikleşiyor, tüm dünyada vicdanları harekete geçiriyor.

Gazze bugün yalnızca bir savaş alanı değil; İsrail’in küresel meşruiyetini ve ahlaki otoritesini gömdüğü bir mezarlık. Psikolojik üstünlüğünü kaybeden İsrail, kuruluşundan bu yana inşa ettiği caydırıcılığını kendi elleriyle yıkıyor. Çünkü modern savaşlar artık yalnızca cephede değil, algı sahasında kazanılıyor. Dünya, Tel Aviv’in eylemlerini terörle mücadele olarak değil; orantısız güç, insan hakları ihlali ve apartheid politikaları olarak okuyor. Bu algı bir kez kırıldığında geri dönüş yoktur.

İsrail’in Gazze’de kazandığı her “zafer”, Pyrrhus’un sözünü doğrularcasına kendi mahvoluşunun bir basamağına dönüşüyor. Tarih, zafer diye yazılan bu trajediyi gelecekte bir stratejik felaket olarak anacak. Ve unutulmasın; bu fitil 7 Ekim’de, Şehit Yahya Sinvar’ın kararlılığıyla ateşlendi. O gün başlayan süreç, yalnızca Gazze’nin değil, İsrail’in de psikolojik ve diplomatik üstünlüğünün sonunun başlangıcı oldu.

Bu savaşın sonunda kazanan olmayacak; ama dünya, gerçeklerin artık hiçbir propaganda perdesiyle örtülemeyeceğini hatırlayacak. Çünkü çağımızda en güçlü silah, gerçeğin çıplaklığıdır. Ve o gerçek Gazze’de, enkazın arasında hâlâ nefes alıyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
31.07.2025
Tüm Yazıları

Startup dünyası sanki sürekli başarı hikayeleriyle dolu gibi değil mi? Herkes unicorn, herkes exit yaptı, herkes yatırım aldı... Ama ya gerçekler? Asıl hikaye, o Instagram gönderilerinin filtrelerinin arkasında: batmış girişimler, kapatılmış şirketler, yok olmuş hayaller. Ve işte bugün o tarafı konuşuyoruz.
Gururla!

İlk girişimin iflas etti mi? Harika.
Web siteni 2 kişi mi ziyaret etti, biri annen biri sen? Harika.
Ürünü çıkardın ama kullanıcılar "Ben bunu neden kullanayım ki?" mi dedi? Mükemmel. Çünkü tüm bunlar, gerçekten girişimci olduğunun işaretleri.

Başarısızlık, girişimcilik dünyasında neredeyse bir kabul törenidir.
Adeta startup üniversitesinin mezuniyet belgesi gibidir. Yalnız tek fark, töreni yok. Pasta yok. Genelde yanında bolca borç, biraz utanç ve bolca gece uykusuzluğu ile gelir.

Harika bir fikir buldun ama kimse almak istemedi. Ah be, klasik. Bu, tahmin etmeye çalışıp yanıldığın bir kehanet başarısızlığıdır. Çok değerli bir deneyim: "kimin için yapıyorum ben bu ürünü?" sorusunu artık asla atlamazsın.

Yola çıktığın kişi bir anda "ben aslında organik zeytinyağı üretmek istiyorum" dedi ve şirketi bıraktı. Ortak uyumsuzluğu, startupların sessiz katilidir. Bu tecrübe seni gelecekte insan okuma uzmanı yapar.

Sen ürünü 2020'de çıkardın ama ihtiyaç 2023te patladı. Veya tam pandemide açık ofis planlama uygulaması mı yaptın? Kader cilvesi… Ama zamanlamayı okumayı öğrenmek, girişimciliğin Jedi yeteneğidir.

Çok iyi niyet, az finans. Startupların yüzde 70’i bu şekilde sessizce göçüp gidiyor. Bu da finansal disiplini ve nakit akışını öğrenmenin sert ama etkili yoludur.

Peki Neden Başarısız Olmak Bu Kadar Değerli?

Başarısızlık, sana şunu öğretir: hiçbir şey öğrenmeden başarılı olabilirsin ama hiçbir şey öğrenmeden başarısız olamazsın.

Başarısızlık seni terbiye eder. Sana sabrı, esnekliği, ısrarı öğretir. Sana pivot yapmayı öğretir. Hayal kurarken ayaklarının yere basması gerektiğini hatırlatır. Seni insaflı bir lider, empati sahibi bir kurucu yapar.

Ve en önemlisi; seni egodan kurtarır. Başarısız olmuş bir girişimcinin egosu, sobaya düşmüş plastik gibi şekil alır. Artık daha yumuşaktır. Daha insandır.

Silikon Vadisi'nin neden "Fail Fast, Learn Faster" mottosunu benimsediğini hiç düşündün mü? Çünkü hızla başarısız olursan, bir sonraki fikrinde daha hazırlıklı olursun. Batma ihtimalin azalır. Çünkü batmayı zaten tecrübe etmişsindir.

Başarısız olmamış bir girişimciye yatırımcılar genelde temkinli yaklaşır. Çünkü o batış tecrübesi, yatırımcının risk analizi algoritmasında bonus puan gibidir. Hoş bu bizim ülkemizde daha çok ye kürküm ye modeli olarak geleneksel kültür mirası olarak genlerimize işlemiş durumda.

Gelelim kültürel tarafa. Türkiye’de başarısızlık, çoğu zaman utanç vesilesi. "Bak yine olmadı işin" diye fısıldayan akrabalar, "git devlet memuru ol" diyen baba figürü, LinkedIn'de bir anda silinen şirket profilleri...

Artık bunu değiştirmeliyiz, değiştirmelisiniz. Girişim batırmak, denemek demektir. Risk almak, konfor alanından çıkmak demektir. Bu cesaretin kendisi başlı başına övgüye değer.

Ne öğrendin? Neyi yanlış yaptın? Bunları paylaş. Belki birinin hayatını kurtarırsın.
LinkedIn'den silme, güncelle; şirketimi kapattım, ama öğrendiklerimle devam ediyorum demek cesurca ve ilham verici.

Mezuniyet gibi düşün; girişim batırmak, bir okuldan mezun olmak gibi. Diploman görünmüyor belki ama beyninde, ruhunda ve kalbinde asılı duruyor.

Yeni başlayanlara anlat; mentorluk yap. Çünkü sen artık tozu yutmuş birisin. Gerçekleri bilenlerden.

Girişimcilik bir delilik hali. Ama girişimdelik, yani defalarca düşüp tekrar kalkma kararlılığı, esas başarı anahtarı. Her batış, seni bir sonraki çıkışa hazırlıyor.

O yüzden eğer şu an bu yazıyı, kapatılmış bir girişimin enkazı üzerinden okuyorsan… seni tebrik ederim. Cesaretin var, çaban var, artık deneyimin de var. Senin hikayen daha yeni başlıyor.

Hala kendini başarısız hissediyorsan, hemen google’a en başarısız girişimler yaz. Dünyaca ünlü birçok isim, senin şu anki halinden bile daha kötü durumlar yaşamış. Ama onlar devam etti. Sen de et.

Başarısızlık, durak değil, viraj.
Virajı dön, direksiyona sıkı tutun.
Gaz sende!
Bas gaza...

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
30.07.2025
Tüm Yazıları

Son günlerce binlerce yangın haberi okuduk. Kimisi yakın yakın çevremizde kimisini ise haberlerde gördük. Peki, bireysel olarak yangın sırasında bireysel ne gibi önlemler almalıyız?

Yangının en çok dumanının insanı etkilediğini unutmamız gerekli. O yüzen yangın çıktığında sakin kalmak çok önemli. Yangın anında paniklemek kolay, soğukkanlı kalmak zordur. Ama işin tuhafı şu ki, sadece birkaç saniyelik bir sağduyu, size ve sevdiklerinize dakikalar kazandırabilir. Öncelikle dumanın nereden geldiğini, yangının ne kadar yayılmış olabileceğini gözlemleyin.

Artık 110 değil her zaman 112'yi aramalıyız

Eskiden ayrı numaralar vardı, şimdi tüm acil durumlar için 112’yi arıyoruz. Yangın sorasında panik halinde sakinliğinizi koruyun ve 112’yi arayarak itfaiyeye ulaşın.

Yangın sonrası toplanma alanları

Yangından uzaklaşsanız bile güvenli bir alana geçmeniz gerekir. Her binanın bir toplanma noktası olması gerekir. Toplanma alanınızı bilmiyorsanız bile açık ve geniş bir alana geçmeniz büyük önem taşır.

Çıkış yolu kapalıysa, kapınızı kapatın ve altına ıslak havlu, battaniye gibi şeyler koyarak duman girişini engelleyin. Camdan yardım çağırın ama asla atlamayın.

Büyük orman yangınlarında bireysel olarak neler yapılmalı?

Orman yangınlarında video çekmeye çalışan ve bilinçsizce hareket eden insanları gördük. Orman yangınlarında kendi hayatınızı riske atmamalısınız. Orman yangınları, ev yangınlarından çok daha büyüktür. Elinizdeki pet şişe ya da küçük bir kovayla bir yangını söndüremezsiniz. Bu durum için yetkili kişileri beklemeniz gerekir.

Tahliye emirlerine uyun ve kesinlikle yetkilileri dinleyin

Evini terk etmek istemeyen insanlardan olmayın. Eğer jandarma ya da AFAD size "bölgeyi terk edin" diyorsa, itiraz etmeden tahliye olun.

Ormandaki canlılar dumandan etkilenir ve suya ihtiyaç duyar. Bu sebeple küçük küçük kaplara su doldurun.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
29.07.2025
Tüm Yazıları

Bugün bu köşe yazımı özel bir kişiye yazmak istedim. Yaklaşık altı yıldır Şanlıurfa’da görevimi ifa ediyorum. Genelde ekonomi ve dış ticaret gibi konularda yazmaya özen gösteriyorum. Ama güncel konulara da duyarlı olmaya çalışıyorum. Bu gün size yaşadığım yerde ozel biri olan Koçali Aymaz isimli abimizden bahsetmek istiyorum. Sizlerin huzurunda Gençlik ve Spor Bakanımızından bir taleptede bulunmak istiyorum. Siverek'in çetin coğrafyasına rağmen ayakta duran, dimdik duruşunu bozmayan bazı insanlar vardır. Herkesin derdi başka iken onların tek derdi memleket olur. İşte Koçali Aymaz, Siverek için böyle bir isimdir. Bugün, memleketin her sokağında, her okulunda, her gencin duasında izi olan bu büyüğümüzün adını, hayattayken yaşatmak boynumuzun borcudur.
Kendisi nerde eğitim konusunda bir sorun olsa orda olur, nerede bir gencin başı ağrısa arkasında durur. Ve bir şehrin tamamı tarafından saygı gören birisi. Şuan belki ömrünün son yıllarında ve yalnız yaşıyor artık. Sayın Gençlik ve Spor Bakanımız Osman Aşkın Bak’a buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum: Siverek’te yapımına başlanan yeni öğrenci yurduna, “Koçali Aymaz Öğrenci Yurdu” adının verilmesi, yalnızca bir isimlendirme değil, bir nesle vefa dersi, bir millete örnek davranış olacaktır. Koçali Aymaz, yıllardır Siverek’te yurt yapılması için gece gündüz uğraşmış, fakülte kurulması için bürokrasiyle defalarca görüşmüş, gençliğin istikbali için yollara düşmekten hiç vazgeçmemiş bir ak sakallıdır. Onun mücadelesi bir şahsi çaba değil, bir memleket davasıdır. Siyasetten beklentisi olmadan, unvan peşinde koşmadan, yalnızca "bu topraklarda bir çocuk daha okusun, bir genç daha tutunabilsin" diyerek yürümüştür. Bugün o yurtta kalacak her genç, onun duasında ve mücadelesinde bir yer tutmuştur. Şimdi o yurdun tabelasında da onun adı yer alsın istiyoruz. Çünkü hayattayken kıymet bilmeyi, vefa göstermeyi, yaşayan değerlere sahip çıkmayı bilen bir milletiz biz. Sayın Bakanım, Koçali Aymaz ismini bu yurda vermek, yalnızca bir tabela meselesi değildir. Bu karar, Türkiye’nin dört bir köşesinde benzer mücadeleleri veren nice isimsiz kahramana da umut ve örnek olacaktır.Vefa, güçlülerin değil, vicdanlıların meziyetidir. Gelin, Siverek’in vicdanı olan bu ismi, memleketin geleceğini inşa eden bir yurtta sonsuzlaştırarak tarihe not düşelim.

Saygı ve hürmetle,

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.07.2025
Tüm Yazıları

Bu kez Bursa, Karabük, Uşak, Kahramanmaraş, Elazığ ve dahası…

26 Temmuz’da Türkiye, adeta ateş çemberine döndü. Kavurucu sıcak hava dalgası ve şiddetli rüzgarın etkisiyle bir günde 84 farklı noktada orman yangını çıktı.

Alevler kısa sürede büyüdü, sadece ormanları değil; köyleri, evleri, hayatları yok etti…

Bazı yerleşim yerleri tahliye edildi, bazı yerlerde ise insanlar, kendi elleriyle inşa ettikleri evlerinin yanışını gözyaşlarıyla izledi.

Yangına müdahale ederken şehit düşen kahramanlarımız...

Alevlerin ortasında canını hiçe sayan gönüllüler, itfaiyeciler…

Tahliye edilirken ağlayan inek...

Karadan ve havadan müdahale sürüyor ama pek çok yerde yeşilin yerini artık sadece siyah bir boşluk almış durumda.

Yangın sonrası yapılan incelemelerde bazı bölgelerde ağaç diplerinden cam şişeler çıktı.

Dinlenmek, piknik yapmak için gelen insanların sorumsuzca bıraktığı çöpler; doğayı, tüm canlıları ve insanları ateşe teslim ediyor.

Her yaz aynı kabusu yaşamak zorunda mıyız?

Bile bile, göz göre göre…

Biz yandık. Ormanlarımız yandı. Hayvanlar, yuvalar, anılar kül oldu.

Unutmayalım ki yangını sadece rüzgar büyütmez, ihmalkarlık da körükler.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.07.2025
Tüm Yazıları

Uzay teknolojisiyle yangın çıkarma çağında,
koruma teknolojilerini neden hala yerden bekliyoruz?

Eskiden orman yangınlarının nedeni ya piknikçilerin mangalıydı, ya cam şişeye vuran güneş ışığıydı, ya da klasik ihmal ve dikkatsizlik. Ama artık, ormanın içinde biri sigara içiyor mu diye termal kamerayla takip edebildiğimiz bir çağdayız. Sorun şu ki… artık kibrit yukarıdan çakılıyor olabilir.

Evet, yanlış duymadınız. 2025 yılında orman yangınlarına “acaba uydudan mı başlattılar?” sorusunu sormak artık sadece bir bilimkurgu paranoyası değil. Çünkü uzay teknolojisi artık sadece gps ve hava tahminiyle sınırlı değil. Mikro uydularla yeryüzüne enerji ışınları gönderebiliyor, lazer odaklamasıyla bir noktayı ısıtıp ateş bile çıkarabiliyorsun. Bu bilgi tabii ki herkesin elinde değil. Ama… birkaç kişinin elinde. Ve işte sorun tam da burada başlıyor.

Ormanı Yakmak İçin Uzaya Çıkmaya Gerek Yoktu Ama… Ahh işte ama...
Dünyada çıkan büyük yangınların bazıları doğal değil. Bazıları tamamen kasıtlı. Eskiden bunu bir kibritle yapıyordun, şimdi bir uydudan lazerle yapabiliyorsun. Düşünsene: bir klikle, yüzlerce hektarlık bir alanı yakabiliyorsun. Belki görünmüyorsun bile.

Amerika ve Çin gibi ülkeler uzayda "power-beaming" yani enerji transferi teknolojilerini test etmeye başladılar. Bu teknolojiler iyilik için kullanılırsa, Afrika’nın ortasına elektriksiz köylere enerji gönderebilir. Ama kötüye kullanılırsa? Afrika’nın ortasında ormanı tutuşturabilir. Ve biz hala yangınlara karşı su tankerlerini havalandırmakla uğraşıyoruz.

Yangın Çıkaran Uyduya Karşı Hortum Tutan Amca
Uzaydan saldırı teknolojileri gelişiyor ama savunma teknolojilerimiz hala yerde. Hatta köydeki Mehmet Amca’nın traktöründeki su tankı, bizim ilk müdahale planımızın bir parçası. İşte burada ciddi bir kültürel ve teknolojik fark oluşuyor. Yangını başlatan bir uyduysa, biz hala yangın söndürme işini hava durumuna dua ederek yapıyorsak... geçmiş olsun.

Türkiye’nin uzay ajansı TUA güzel işler yapıyor, bunlar henüz başlangıç. Uyduyu göndermek birinci aşama. Onu yazmak, onu korumak, onunla saldırıya uğrarsan karşılık verebilmek, başka bir seviyenin konusu. Ve ilk adımlar atıldı umarım bundan sonra çok daha iyi olması için ülkece, milletçe gerekeni yapmalı bizler de bilinçlenmenin bir parçası olmalıyız.

Mesela bir uzay yangını uydusu hayal edelim. Sadece yangını algılamakla kalmasın. Lazerle yangının önüne bariyer çizen, havadaki nemi artıran mikron dronlar fırlatsın. Yangını durdurmak için atmosferde küçük bir sis perdesi oluştursun. Hatta en uçuk fikri söyleyeyim: Orman yangını tehlikesi varsa, uydudan mini yağmur bombalarıyla alanı nemlendirsin. Bilim kurgu mu? Belki. Ama bugünün bilimkurgusu, yarının savunma teknolojisi olabilir. Biz Tümmiad'da ne diyorduk hatırlayın: "Bugünün Saçmalığı, Yarının Gerçeği"

Ormanlar Sadece Ağaç Değildir
Bu iş sadece çevrecilik meselesi değil. Orman, aslında bir ulusal güvenlik meselesi. Çünkü ormanı yakmak demek:

Ekonomiye zarar vermek demek,
Ekosistemi bozmak demek,
İnsanları yerinden etmek demek,
Ülkeyi itibarsızlaştırmak demek,
Ya o canlıların çığlıkları!

Ve eğer bu sabotajlar uzaydan geliyorsa, bizim de uzaya bakan savunma gözlüklerine ihtiyacımız var.

Ne yapmalıyız, diye düşündünüz mü? Peki ya harekete geçtiniz mi?
Uzay tabanlı yangın savunma sistemleri geliştirmeliyiz. Termal kamerayla değil, yapay zeka destekli yangın senaryosu tahmin eden sistemlerle.

Lazer koruma kalkanları ya da lazeri algılayıp karşı sinyal gönderecek savunma uyduları. Evet, Star Wars gibi ama gerçek. Artık bu konular bilim kurgu değil, sanırım hepimiz idrak etmeye başladık.

Orman koruma dron orduları. Kuş gibi uçar, yangın çıkaranı bulur, uydudan gelen enerjiyi algılar.

Uluslararası uzay güvenliği anlaşmaları. “Uzaydan orman yakmak savaş ilanıdır” gibi bir madde düşün.

Yangın Değil, Medeniyet Testi
Unutma, bir ülkenin ne kadar ileri olduğu; kaç uydu gönderdiğiyle değil, bir ağacını korumak için ne kadar ileri gidebildiğiyle ölçülür. Biz artık ormanı yakan kibriti değil, onu eline veren teknolojiyi de sorgulamak zorundayız. Ve eğer birileri uzaydan yangın çıkarabiliyorsa, biz de yerden gökyüzüne bakmakla yetinmeyip, gökyüzüne çıkmak zorundayız.

Geleceğin savaşları toprak için değil, yeşil için olacak. Silahlar lazer olabilir, ama direnişimiz akıl, etik ve ileri teknolojiyle olacak.

Çünkü bu dünya sadece bizim değil. Yandığında hepimiz kül oluruz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.07.2025
Tüm Yazıları

Ciğerimizi kavuran alevler ormanlarımızla birlikte yüreklerimizi de yakıyor. Çıkan yangından sonra söndürmek için verilen mücadele elbette çok kutsal; ama asıl mesele, o kıvılcım düşmeden önce alınacak tedbirlerde. Her duman yükseldiğinde, canı pahasına koşan gönüllülerin ve itfaiye erlerinin cesareti bize insanlığın en güzel hâlini gösteriyor. Rabbim, bu fedakâr yürekleri rahmetiyle kuşatsın; bizlere de toprağımızı, ormanımızı ve geleceğimizi koruyacak bilinci versin inş.

Gelelim abartılı hava tahmin konusuna.

Önceleri hava durumu tahmin bültenleri netti: “Yarın filan ilde sıcaklık şu derece, nem oranı yüzde şu kadar, öğleden sonra kısa süreli yağmur bekleniyor gibi.” Şimdi ise ekranlarda devasa ifadelerle “Türkiye Kavruluyor!”, “Eyyam-ı Bahur Başladı!”, “Rekor Sıcaklık Geliyor!” gibi manşetler atılıyor.

Belki bu başlıklar, habercilik açısından dikkat çekiyor olabilir ama halkın zihninde de bir “kriz” algısı oluşturuyor. Bu da psikolojik ve ekonomik bir etkiye dönüşüyor. Çünkü insanlar planlarını erteliyor, dışarı çıkmıyor, tüketim azalıyor.

Abartılı hava tahmin bültenleri ekonomiyi etkiliyor mu?

Bana göre etkiliyor. Geçenlerde Erkonyalılar Restoran’ın sahibi Muzaffer Güvenç ile telefonda sohbet ediyordum. Yaz ortası bir öğle vakti, dışarıda güneş sıcaklığını tam anlamıyla hissettiriyor. Usta’ya “işler nasıl?” diye sordum. Derin bir iç çektikten bana dedi ki:

“Talip Bey, işler biraz durgun… Neden dersen, artık insanlar yazın dışarı çıkmıyor. Ekranlardan, sosyal medyadan sürekli ‘Aman dışarı çıkmayın, çok sıcak!’, ‘Sakın evden adım atmayın!’ diye yayınlar yapılıyor. Hâlbuki her yaz bu aylar sıcak olur. Eskiden böyle haberler yoktu, insanlar yazın sıcağını bilir ama hayatına devam ederdi. Şimdi öyle bir panik havası estiriliyor ki, sanki dışarı çıkarsan anında bayılacaksın.”

Muzaffer Bey’in söyledikleri bir işletme sahibinin iç döküşü olsa da bunun Türkiye’nin dört bir yanındaki restoranlardan, küçük esnaf dükkânlarına kadar birçok kişinin ortak serzenişi olduğu kanaatindeyim.

Bir düşünsenize:

Yaz ayları aslında restoranlar için bereketli zamanlar değil mi? İl dışından gelen misafirler, yaz tatiline çıkanlar, akşamüstü serinliğinde dışarıda yemeğini yemek isteyen aileler… Bu mevsim, özellikle de büyükşehirlerde, hareketin en yoğun olduğu dönem. Ama ekranlardan sürekli “Ey izleyici, eyyam-ı bahur geliyor, kendini koru, mümkünse dışarı çıkma!” türü manşetler atılınca, misafirler de doğal olarak planlarını erteliyor. Yemek için dışarı çıkacak aile evde kalıyor, kahvesini evde içmeye karar veriyor.

Bu tablo, esnafın yaz ortasında dükkânında müşteri azalmasına sebep oluyor. Oysaki restoranlar “yaz yemekleri” denilen, hafif, ferah menülerle bu mevsime çoktan uyum sağlamış durumda. Neredeyse tüm restoranlar klimalı; insanların serinlik içinde yemeklerini yemeleri mümkün.

Peki, Mikdat Hoca Ne Diyor?

İşte tam da bu noktada, konunun uzmanı bir isme kulak verelim. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu. İklim bilimci Kadıoğlu, yıllardır bu tür hava tahmin haberlerinin halkı yanlış yönlendirdiğini söylüyor.

Geçtiğimiz günlerde X sosyal medya hesabında aynen şöyle diyor:

“Eyyam-ı Bahur Başlıyor!” muş muş…

Yeter artık!

Bu antik deyimlerle süslenmiş, içi boş geyik hava sohbetlerinden bıktık.

Her yaz aynı başlıklar, aynı belirsizlikler, aynı panik havası:

“Uzmanlar uyardı!”

“Türkiye yanıyor!”

“Rekor sıcaklık geliyor!”

Peki ama:

ü Ne zaman?

ü Nerede?

ü Kaç derece?

ü İstanbul mu? Adana mı? Kars mı? Yoksa tüm dünya mı?

Tahmin dediğin şey, hikâye değil! Net veri verir. Yer belirtir. Zaman söyler. Bu çağda bilgi net, hızlı ve eyleme dönük olmalı. Yoksa sadece hava değil, güven, itibar ve dayanıklılık da buharlaşır.”

Bilimsel içeriğin yerini alan “dikkat çekici ama muğlak” haberler sadece insanların bilgiye erişimini değil, gündelik hayatını da etkiliyor.

Gerçekçi bilgi hayat kurtarır

Elimizde artık her imkan var: Uydular, radarlar, yapay zekâ destekli hava tahmin sistemleri… Yani “hangi gün, hangi şehirde, kaç derece olacağı” çok net bir şekilde öngörülebiliyor. Bu bilgiler sağlıklı biçimde aktarılmadığında, yerini abartılı yorumlar alıyor.

Oysa doğru olan şu:

Hava tahminleri korkutmak için değil, hayatı planlamak için yapılır. “Şu tarihlerde şu şehirde şu sıcaklık bekleniyor, tedbir olarak şunlar yapılmalı” gibi somut bilgiler verilse hem insanlar paniklemez hem de şehir hayatı akışında devam eder.

Bilimsel dil esnafı da korur

Esnaf serzenişinde haklı aslında. O, dükkânına müşteri gelmediğinde sadece kendisi zarar etmiyor; yanında çalışan garson, mahalledeki manav, hatta o restorana ürün sağlayan çiftçi de etkileniyor.

Mikdat Hoca’mın uyarısı da bu yüzden çok önemli: Bu bir “bilgi” meselesidir. Bilimsel verilere dayalı, yer-zaman-miktar içeren net açıklamalar yapılmalı.

Gerçek bilgi panikletmez; aksine, güven verir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
27.07.2025
Tüm Yazıları

Geçtiğimiz günlerde 73 yaşında bir aile büyüğüm, Z kuşağını tarif ederken bir tabir kullandı:
“Zombi kuşağı...”

İlk anda bu ifadeye takılıp kaldım. Bir Y kuşağı olarak, bu sınıflamayı dışarıdan değil, içeriden duymak farklı bir sorgulamayı beraberinde getirdi. Eğer gerçekten ortada bir “zombi hâli” varsa, önce şu soruyu sormak gerekmez mi?

Suçlu kim?

Z kuşağı —yani 1997 sonrası doğanlar— dünyaya gözlerini açtığında biz onlara nasıl bir manzara sunduk?
Hızla değişen toplumsal dengeler, dijitalleşmenin görünmez ağları, sosyal medyada beğenilerle ölçülen ilişkiler, anlamını yitirmiş kelimeler, içi boşaltılmış değerler…
Bu sadece bir “kuşak problemi” mi gerçekten?

Sistem…
Rekabetçi ama adaletsiz.
Sosyal medya…
Bağlantılı ama bir o kadar izole.

Ve sonra bir gün dönüp soruyoruz:
“Bu çocuklar neden konuşmuyor? Neden sorgulamıyor? Neden hissiz?”

Belki de hissediyorlar…
Ama biz duyamıyoruz.
Belki de konuşuyorlar…
Ama bizim dilimizden değil.
Belki de sorguluyorlar…
Ama o sorgunun şekline “saygısızlık” diyoruz.

Bir nesil kendini ifade edemiyorsa, orada sadece bireyin değil, hepimizin —toplumun, medyanın, eğitimin, ailelerin— ortak bir payı vardır.
Z kuşağının içinde kaybolmuş bireyler varsa, belki de o labirenti biz birlikte ördük.
Onlar zombileşmediler.
Sadece yönlerini bulmakta zorlanıyorlar.

Zamanla yarışan, algoritmalarla büyüyen, bir an bile durmaya tahammül edemeyen bir dünyada yaşıyorlar. Düşünmek lüks, hissetmek ise neredeyse ayıp sayılıyor. Elbette bunun bir bedeli olur. Ama bu kuşağı anlamaya çalışmak yerine etiketlemek, bizi hiçbir yere götürmez.

Zombi değiller.
Sadece bazen kendilerini canlı hissettirecek bir anlam arıyorlar.
Ve biz, o anlamı paylaşmak yerine çoğu zaman onlara sıfatlar biçiyoruz.

O hâlde tekrar soralım:
Suçlu kim?
Belki de cevap, aynaya bakan her birimizde gizlidir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
25.07.2025
Tüm Yazıları

Eskişehir’de 5'i orman işçisi, 5'i AKUT çalışanı 10 kişi yanarak can verdi. Yangına müdahale ediyorlardı. Kimi hortum taşıyordu, kimi alevin yönünü anlamaya çalışıyordu. Belki biri sabah evden çıkarken “çok gecikmem” demişti. Dönemediler…

Ekrana düştü bu haber. Ardından bir ekonomi bülteni, sonra futbol yorumları. Evet, hep böyle oluyor. Her şey çok kısa sürüyor. Acının bile ekranlarda kalma süresi var. Ama ben, o işçilerin ayakkabılarında kalan tozları düşündüm. Ne kadarına su değdi?, Yanarken neye tutundular? diye çok düşündüm… Peki ya biz? Biz, ne kadarına tutunacağız acaba?

Dijital çağın ortasındayız. Evet her şey kaydediliyor. Yüz tanıma sistemleri, anlık veri akışları, bulut tabanlı anılar… Ama o insanların yanarak ölümü… o kadar sessiz ki. O kadar hızlı unutuluyor ki bu acıyı tarif edemiyorum!

Bir yerlerde dosyalanıyor belki olay yeri raporları. Ama iç geçirmeler?, Birinin son kez içinden geçirdiği veya haykıra bildiği kadar haykırdığı o dua?, Kimsenin sesiyle örtüşmeyen bir “eyvallah”?, Bunlar da herhangi bir belleğe kaydediliyor mu dersiniz?

Teknoloji bizi güçlü kılıyor, diyorlar, diyorum. Bilgiye ulaşmak kolay, hız etkileyici de insanı unutmaya bu kadar meyilli yapan şeye, ilerlemek demek pek vicdani gelmediği gibi, adeta bir tükenişin sembolü gibi geliyor bana. Hayatlarımız sanki bir yazılım gibi… İç içe döngülerle kurulmuş da bir noktadan sonra sadece şunu hissediyoruz: while (true) { yaşa(); } yaşa, devam et, sıradakine geç… Fakat bir gün sistem “break” verirse ve kimse “neden durduk?” diye soramayacak ki çok çok “bir sonrakine geç” diyecektir...

Ben bu yazıyı yazarken, bir başka yangın başlamış olabilir. Bir çocuk, bir kadın, bir yaşlı kaybolmuş olabilir. Başka bir ölüm haberi daha düşmüş olabilir ekranlara. Bilmiyorum.
Zaten mesele de bu: Her şeyin hızla olması, hiçbir şeyin geride kalamaması… Hız, dijital çağın en büyük afeti belki de. Yangından çok daha sessiz, çok daha keskin bir kayıptır unutmak. İçimizde zamanla kavrulan anılar, bir noktadan sonra kül bile bırakmıyor! O yüzden bu işçilerin ölümü, yalnızca bir kaza değil bana göre. Bir çağın belleksizliğine de örneklik arz ediyor. Veri çağında, anı diye bir şeyin hâlâ yaşayıp yaşamadığını sorgulatıyor bana.

Kim bilir? Belki de ben yanlış düşünüyorum çoğumuz yaşananları unutmuyordur. Belki sadece hatırlamak istemiyoruzdur. Çünkü hatırlamak; sorumluluğu o omuzlarına yüklenip yürümek demektir. Hatırlıyorsan yüzleşmek zorunda kalırsın. İhmalle, acizlikle, vurdumduymazlıkla... Ama unutarak yaşamayı seçersek, başka bir şey daha oluyor:
İnsanlığımız da yavaş yavaş siliniyor. Bu, bir teknolojik problem değil dostlarım bu tamamen bizimle ilgili bir meseledir. Yapay zekâdan, makinelerden, sistemlerden değil,
içimizde susturduğumuz vicdandan kaynaklanıyor bu sessizlik.

Bu yazıyı haber ekranlara düşerken kaleme aldım. İstedim ki bu bir kayıt olarak kalsın. Hatta bu kayıttan da öte yüreğimin içine kadar hissettiğim bir tanıklık olarak bu köşede kalsın. Eğer bir gün bu işçilerin çocukları, babalarının adını Google’da ararlarsa, sadece “yanarak öldüler” diye yazmasın. İnşallah biri der ki: “Onlar, alevlere yürürken dünyayı, hayatı, insanlığı savundular.”

Cuma günü tekrar burada olacağım. Ama o zamana kadar size bir şey önereceğim: Aracınızı bir ormanın kenarına park edin. Bir çınarın, bir meşenin, bir keçiboynuzu ağacının gölgesinde birkaç dakikalığına çıt çıkartmadan kulaklarınızı açarak doğanın o mükemmel sesini dinleyin. Rica ederim sadece o telefonunuzun değil, içinizin de sinyalini her şeye kapatıp yapın. Çünkü bazı kayıtlar ne bulutta, ne bellekte, sadece beynimizin ve yüreğimizin senkronize olarak çalışıp ortaya çıkarttığı o anlamda saklı…

Kalın sağlıcakla…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş