Bazen hayata kendi doğrularımızla tutunuruz. Evde, iş yerinde bazen sokakta...
Ne yaşarsak yaşayalım, neyle karşılaşırsak karşılaşalım, içimizde bir yerlerde “ben buyum” diyen bir ses hep vardır. İşte o ses, kimliğimizin ta kendisidir, fıtratımız ya da ruhumuzun sesi. Ve biz çoğu zaman bu sese kulak vererek, sorgulamadan yaşarız.
Zannedilir ki kendimiz olmak, bu hayattaki en doğru duruş biçimi. Çoğu zaman öyle de… Ama insan, kendi hakikatini yaşarken, başkalarının hakikatiyle de çarpışmaya başladığında işin rengi değişebiliyor. Çünkü kim olduğumuzu keşfetmeye çalışırken, kimlerle yaşadığımızı unutabiliyoruz. Çoğu zaman da sınanıyoruz...
İnsanlarla iletişim kurmak oldukça verimli bir tercih... Sevgiyle yaklaşmak, sahiplenmek, korumak...
Merak ederiz bazen her şeyi, anlamak, katkıda bulunmak isteriz. Belki de o yüzden her şeyde bir parça olmak isteriz. Fakat öğreniriz zamanla; her sahipleniş, sevgi ile okunmaz!
Ve işte tam burada başlar dönüşümün kıyısında durmak... Dönüşmek, değişmek değil aslında. Anlamaya çalışmak…
Kendimizi, insanları, ilişki denen o narin dokuyu… Belki de yapmamız gereken ilk şey, bu farkındalığı bir yargıya dönüştürmeden kucaklamak.
Sadece kim olduğumuzu değil de kimlerle birlikte olduğumuzu inkâr etmemek... Fıtratımıza ihanet etmeden, etkileşimde olduğumuz dünyayı da yok saymadan bir denge kurmak mümkün mü?
Evet, mümkün. Çünkü insan gelişir. Öğrenir, dener, bazen hatta çoğu zaman yanılır. Ama yeniden dener. Ve her farkındalık, içinde küçük bir ışık taşır. Kendimizi sorguladığımız her yerde, her alanda ve her anda aslında büyürüz, olgunlaşırız ve derinleşiriz.
Fark etmek, bazen can acıtabilir. Ama o acının içinden geçtikten sonra, daha yumuşak, daha anlayışlı, daha esnek bir yanımızla tanışırız. Belki de en çok o zaman, gerçek benliğimize yaklaşırız.
Hayat, bizim için çoğu zaman bir ütopyadır. Bu sarmal, fark ettikçe genişler. Ve bu genişlik biziözgürleştirir...