Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Bir Cümlenin Çevresinde Devlet Aklı
Bazı cümleler açıklama beklemez; etrafında durmayı, ağır ağır düşünmeyi, susarak yeniden okumayı ister. Bilge Kağan’ın Orhun Yazıtları’na kazıttığı o çağrı da böyledir:
Bu cümle, sadece bir hitabet gösterisi üzerinden okunursa daha en başta bir idrak kaybı var demektir. Bu söz, duygulanım üretme amacı taşımaz. Doğrudan idrak merkezine seslenir. Çünkü Bilge Kağan bu sözü bir zafer anında kurmamıştır; çözülmenin fark edildiği, dağılmanın işaret verdiği bir eşikte söylemiştir. Devlet aklı tam da böyle anlarda konuşmalıdır.
Milletler çoğu zaman bir savaş veya bir saldırıyla çözülmez. Çünkü savaşları ve her türlü saldırıyı önceden kestirebilirsiniz. Fakat görünmeyen çözülmeler, genellikle milletlerin hafızası aşındırılarak yok edilerek yapılır. Hafıza aşındığında, yön duygusu zayıfladığında, ölçü kaybolduğunda dağılma kendiliğinden başlar.
Bilge Kağan’ın yaşadığı çağda tehlikenin adı Çin’di. Tatlı söz, yumuşak ipek, konfor ve vaat… Bugün aynı yapı daha karmaşık bir biçimde dolaşımda. Tüketim kültürü, risksiz hayat ideali, hız, haz ve sürekli rahatlık telkini… Hepsi aynı kapıya çıkar: direncin törpülenmesi. Rahata alışan toplum, iradeyi yavaş yavaş dışarıya açar. Karar alma refleksi körelir. Sorumluluk duygusu geri çekilir..
İşte bu noktada Bilge Kağan’ın sesi yükselir: Titre.
Bu bir korkutma anlamı taşımaz; bir silkiniş çağrısı sunar. Uyuşmuş bilince, ağırlaşmış sezgiye, konforun içinde gevşeyen iradeye yönelir. Sana sunulan her kolaylığın, her rahatlığın ardındaki bedeli düşünmeni ister.
Ardından gelen çağrı daha derindir: Kendine dön.
Bu söz içe kapanmayı, kendi içine kilitlenmeyi, dünyadan bağımsız bir başına yasamayı anlatmak anlamında söylememiştir elbette ki. Bu söz, “Köklerle bağ kurmayı, hafızayı diri tutmayı, töreyi hatırlamayı önerir.”
Bilge Kağan için güç, başkasına benzemekten doğmaz. Güç, kendi yolunu tanımaktan beslenir. Kendi çizgisini yitiren toplum, yön pusulasını da kaybeder.
Bu yüzden Ötüken vurgusu yazıtlarda sürekli tekrar eder. Ötüken yalnızca bir coğrafya adı gibi ele alınmaz yazıtlarda. Merkez fikrini temsil eder. Devlet aklının toplandığı, bağımsız kararın üretildiği, iradenin kökleştiği alanı simgeler. Merkez zayıfladığında çevre savrulur. Başkasının gündemiyle hareket eden toplum, kendi geleceğini başkasının planına emanet eder.
Bilge Kağan içerideki çözülmeye dair uyarısını da açık biçimde yapar.
“Dokuz Oğuz kendi milletimdi” sözü bir yakınma gibi okunamaz, bu söz derin bir teşhis sunar. En büyük kırılmalar, aynı çatı altındaki bağlar gevşediğinde yaşanır. Ayrışma, bir milleti dış baskıdan daha önce kendinden uzaklaştırır. Ortak hafıza aşındığında, ortak gelecek fikri de silikleşir. Devlet aklı, birlik duygusu zayıfladığında işlevini kaybeder.
Töre meselesi bu noktada belirleyici bir yer tutar. Töre; adaletin, ölçünün, hukukun adıdır. Devletin omurgasını taşır. Töre zedelendiğinde düzen sarsılır, güven duygusu aşınır, bağlılık gevşer. Ayakta kalan yapı varlığını sürdürür gibi görünür; fakat içindeki denge yavaş yavaş çözülür.
Bilge Kağan’ın liderlik anlayışı da son derece berraktır. Yönetimin meşruiyeti halkın refahıyla kurulur. Aç doyurulur, çıplak giydirilir, yoksul güçlendirilir. Bu yaklaşım, sadece bir duyarlılık dili sunmaz; devlet aklının zorunlu şartını ortaya koyar. Toplum güç kaybettiğinde, yönetim de zeminini yitirir.
“Gece uyumadım, gündüz oturmadım” sözü makamın mahiyetini açıklar. Yönetmek, konfor üretmek anlamına gelmez. Yönetmek, yük taşımayı, bedel ödemeyi, sorumluluğu omuzlamayı gerektirir. Koltuğu amaç hâline getiren anlayış, devleti yıpratır; kurumsal hafızayı zayıflatır.
Ve belki de en sert uyarı budur:
Bilgisiz yöneticiler iş başına geldiğinde, onları sorgulamadan izleyen toplum da çözülme sürecine ortak olur. Sorgulama ortadan kalktığında akıl susar, vicdan geri çekilir. Devlet aklı, ancak bilinçli bir toplumla birlikte işler; bu bağ koptuğunda yönetim de savrulur.
Bilge Kağan sözünü taşa kazıttı. Çünkü geçici metinlere güvenmeyecek kadar zeki ve basiretli bir liderdi. Çünkü biliyordu: Hatırlanmayan, unutulan her musibet ve her ders, başka biçimlerde yeniden yaşanır. Bugün o taşlara bakıldığında görülen, sıradan bir tarih anlatısı, öylesine ayakta duran bir tarih abidesi değildir; aslında o vakarlı duruşa anlamlandırarak bakılırsa açıkça görülür:
Karşımızda dipdiri duran, tüm çağlarını silikleşmeden aşmış, paslanmadan her döneminde parlamış yaşayan bir aynadır.
Ve o aynada hâlâ aynı cümle bize derinlerden seslenir:
Titre ve kendine dön.
Her çağda düşman bulunur.
Hafızasını yitiren millet, her çağda savrulur.
Zengezur Koridoru: bir jeopolitik hat mı, yoksa Doğu Anadolu sofrasına açılan bir yol mu?
Tarih boyunca yollar; taşımacılığın yansıra kültürü, dili, mutfağı ve hafızayı da içinde barındırır. İpek Yolu’nun geçtiği şehirlerin bugün hâlâ “ticaret ve lezzet merkezi” olarak anılması bir tesadüf değil.
Aralık ayının başında, Ardahan Ticaret Odası ve Başkanı Çetin Demirci’nin davetiyle Nahçıvan’da düzenlenen 2. Türkiye–Azerbaycan Bölgesel İktisadi Forumuna katıldım. Bu buluşma, bence geleceğe açılan bir eşik gibiydi. Zengezur Koridoru’nun hayata geçmesiyle birlikte Azerbaycan ile Türk Devletleri arasında yeni bir Orta Koridorun şekilleneceği, bu hattın da Doğu Anadolu’dan Güney Kafkasya’ya uzanan geniş bir coğrafyada ticarete, üretime ve bölgesel refaha güçlü bir ivme kazandıracağı düşünülüyor.
Zengezur Koridoru işte tam bu noktada, Güney Kafkasya’nın jeopolitiğini olduğu kadar Doğu Anadolu’nun gastronomisini de etkileyebilecek bir eşikte duruyor.
Zengezur Koridoru, 2020 Karabağ Savaşı sonrası oluşan siyasi zemin ve Azerbaycan’ı Nahçıvan üzerinden Türkiye’ye bağlamayı hedefleyen çok katmanlı bir ulaşım ve lojistik merkezi olarak şekilleniyor. Demiryolu, karayolu, enerji ve dijital altyapıyla birlikte tasarlanan bu hat, devletler arası güç dengelerinin ve yerel ekonomilerin de yönünü belirleyecek nitelikte.
Zengezur Koridoru açıldığında Kars, Ardahan ve Iğdır’ın gastronomisi ve ekonomisi canlanır mı?
Potansiyeli var ama kesin değil.
Orta Koridor üzerine bazı çalışmalar yapılabilirse, sınır geçiş sürelerinin kısalması ve lojistik maliyetlerin düşmesi gibi özellikle tarım, gıda işleme ve soğuk zincir gerektiren ürünlerde ticareti hızlandırabilir.
Zengezur hattı, Iğdır-Kars-Ardahan-Nahçıvan dörtgeninde erişilebilirliği artırdığı ölçüde, bu üç ilimizin yerel ürünlerini daha geniş pazarlara taşıma imkânı oluşturabilir.
Kars gravyeri, Ardahan balı, Iğdır kayısısı ve sebzeciliği; bugün çoğunlukla yerel veya sınırlı ulusal pazarlarda dolaşımda. Ulaşım sürelerinin kısalması ve düzenli lojistik hatların oluşması, bu ürünlerin işlenmiş ve markalı hâlde Azerbaycan, Orta Asya ve hatta Avrupa pazarlarına açılmasını mümkün kılabilir.
Gastronomi, lojistiğin gölgesinde mi yükselir?
Gastronomi, tek başına “yol açıldı” diye büyümez. Ancak yollar, mutfağın gelişimini belirleyen en güçlü altyapılardan biri.
TEPAV tarafından 2025’te yayımlanan “Zengezur Koridoru’nun Stratejik Mimarisi” değerlendirmesi, koridorların yerel kalkınmaya etkisinin en hızlı gıda işleme, depolama ve lojistik kümelenmelerinde görüldüğü vurgulanıyor. Ardahan, Kars ve Iğdır’da soğuk hava depoları, küçük ölçekli işleme tesisleri ve kooperatif temelli üretim modelleri desteklenirse; bu hat, yerel mutfağı ham madde olmaktan çıkarıp katma değerli bir ürüne dönüştürebilir.
Aksi hâlde risk açıktır: Koridor transit yüklerin geçtiği, yerelin ise izlediği bir hat olarak kalabilir.
Turizm ve sofra arasındaki ince bağ
Ulaştırma hatlarının gastronomiye en hızlı yansıdığı alan bence turizm. Bazı Orta Koridor analizleri, ulaşım kolaylığı sağlanan bölgelerde kısa konaklamalı gastronomi ve kültür turizminin hızla arttığı yönünde değerlendirmeler var.
Zengezur hattı işlerlik kazandığında bölgenin gastronomik altyapısının hareketlenebileceği kanısındayım.
Ardahan’ın yayla ürünleri, Kars’ın özellikle peynir kültürü, Iğdır’ın verimli ovasından çıkan leziz ürünleri ve Nahçıvan’la ortak mutfak mirası sınır aşan tematik gastronomi rotaları hâlinde kurgulanabilir.
Bu durum, mutfağı sadece yerel tüketimden çıkarıp anlatılan, ziyaret edilen ve deneyimlenen bir değere dönüştürür.
Jeopolitiğin sofraya etkisi
Zengezur Koridoru çoğu zaman askerî ve jeopolitik bir “set” olarak tartışılsa da mevcut akademik literatür bu hattın esas etkisinin jeoekonomik dengeleme olduğunu söylüyor. Yani mesele, bir ülkeyi dışlamak değil; alternatifler oluşturarak bağımlılıkları azaltmak.
Bu yaklaşım, gastronomi açısından da önemli. Tek pazara, tek lojistik hatta bağımlı kalan yerel mutfaklar kırılgandır. Çoklu hatlar ise üreticiye nefes aldırır.
Yol olursa sofra için emek şart, lezzetin kalıcı olması için de o yolu yerelin sahiplenmesi gerekir.
Özetle, Zengezur Koridoru, doğru tasarlandığı ve yerel kalkınma politikalarıyla desteklendiği takdirde, Kars, Ardahan ve Iğdır için transit bir geçiş ve mutfak hafızasını ekonomik değere dönüştüren bir damar olabilir.
Toplantıya Katılanalar
• Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Yetkili Temsilcisi Ceyhun Celilov
• Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Ekonomi Bakanı Kazım Hüseynaliyev
• Kars Valisi Ziya Polat
• Iğdır Valisi Ercan Turan
• Ardahan Valisi Hayrettin Çiçek
• Kars Belediye Başkanı Prof. Dr. Ötüken Zenger
• Azerbaycan Kars Başkonsolosu Zamin Aliyev
• KOBİA Başkanı Orhan Mammadov
• Türk Ticaret ve Sanayi Birliği ve ASK Başkanı Memmed Musayev
• Türkiye–Azerbaycan İkili Ticaret Odası Eş Başkanı Vügar Abbasov
• Kars Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kadir Bozan
• Iğdır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kamil Arslan
• Ardahan Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Çetin Demirci
• Her iki ülkenin bürokratları, iş insanları, kamu temsilcileri ve basın mensupları
...Galatasaray’da Yunus Akgün’ün yeniden ilk 11’e dönmesiyle oyunda belirgin bir düzelme yaşandı. Fıtık ameliyatı sonrası sahalara olabildiğince erken dönen Yunus, Antalyaspor karşısında takımının hücumdaki en etkili isimlerinden biri oldu. Özellikle kapalı savunmalara karşı adeta çilingir görevi görmesi, gollerin de kapısını açtı. Mücadeleyi 2 asistle tamamlayan Akgün, Sane ve Sallai ile kurduğu bağlantı oyununda da oldukça başarılıydı.
Sane ise ligde üst üste gollerini atmaya devam ediyor. Antalyaspor her ne kadar sahada kötü bir oyun ortaya koysa da sarı-kırmızılı oyuncuların genel performansı oldukça tatmin ediciydi. Sallai de mücadeleyi boş geçmedi; sürekli rakip alana baskı yaptı ve temiz bir oyun ortaya koydu.
İlk 45 dakikada Osimhen yakaladığı fırsatları değerlendirebilseydi maç çok daha farklı bir noktaya gidebilirdi. Ancak o da golünü atmayı başardı. Tribünlerin sevgilisi Icardi ise bunca eleştiriye rağmen oyuna girer girmez skor katkısı verdi. Bu sezon 8. golünü atan Arjantinli yıldız, gol krallığı yarışında “ben de varım” demeyi sürdürüyor. Galatasaray taraftarı, Icardi’ye sıkıca sarılmalı; çünkü Osimhen’in olmadığı maçlarda sahne yine süper starın olacak.
...CHP’de Ekrem İmamoğlu gerginliğinin yeni bir aşamaya taşınacağı ve yolsuzluk yükünü taşımaktan rahatsız olan partililerin ayrılarak SHP benzeri bir parti kuracağı iddiaları Ankara kulislerinde yine konuşulmaya başladı… İmamoğlu Suç Örgütü iddianamesinin açıklanmasının ardından yeni parti tartışmaları hız kazanırken yargılamalar başladığında gerilimin daha da artması bekleniyor.
Ancak parti içinde özellikle milletvekilleri böyle birşeyin söz konusu olmadığını, yeni partinin başarısızlığa mahkum olduğunu savunuyor.
İstinaf Mahkemesindeki mutlak butlan davası henüz sonuçlanmadı. Parti içi muhalefetin beklentisi mutlak butlan çıkması yönünde. Bu davanın sonucunun ne olacağına bağlı olarak hareket edileceği belirtiliyor.
İstinaf Mahkemesinden mutlak butlan kararının çıkmaması yani CHP yönetiminde ‘mevcut yapıdan farklı’ bir değişim olmaması durumunda yeni parti için harekete geçileceği konuşuluyor.
Tek bir oyun bile önemli olduğu Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu bölünmenin gerçekleşmesi siyasi tabloyu tümüyle etkileyecektir.
Bu senaryo ile ilgili sizin için Meclis’te ve CHP örgütünde nabız yokladım. İmamoğlu savunucusu olmayan milletvekillerinin rahatsızlığı ve mutsuzluğu gözle görülebiliyor. Ancak aynı zamanda sessiz bir bekleyişte söz konusu. Çok sert çıkışlar yapılmıyor.
‘Yeni bir parti kurulacak mı ve partinin başında Kemal Kılıçdaroğlu mu olacak?’ diye sorduğum zaman ‘kesinlikle böyle bir şey yok’ yanıtını alıyorum.
Örgütte yıllardır emek veren, CHP’nin yolsuzluk sarmalında güç kaybedip yok olup gitmesini istemeyen, Atatürk’ün mirasına sahip çıkılmasını bekleyen partililerle konuştuğumda orada farklı bir tutum gördüm.
‘Atadan CHP’li’ diyebileceğimiz bu insanların parti programından tüzüğüne kadar birçok eleştirisi var…
Örgütten bu güne kadar beni yanıltmayan bir dostumla konuştuğumda ‘CHP’nin sosyal demokrat kimliğini kaybettiği’ yorumunu yaptı. Partinin merkez sağcı bir yapı kazandığını düşünen CHP’lilere göre, artık tek görev ‘İmamoğlu’nu savunmak’
Örgütteki kıdemli CHP’lilerin yorumu ise şöyle:
“Bizi buna mecbur bırakamazlar. Bu yükü biz taşıyamayız, taban bu yükü kaldıramaz. Bunu zaten yapılan mitinglerde görüyoruz. Ha bire mesaj geliyor, şurada miting var burada miting var ama katılım seviyesi çok düşük. Başka partilerden, belediyelerden kitleler taşınıyor… Ciddi bir tepki var.”
“Kamuoyu ile örgütü birbirine karıştırmamak gerekir. Her şey göz önünde televizyon ekranlarında olacak diye bir şey yok. Son Parti Meclisi’nin yapısı bir şeyi daha ortaya koydu. O da örgütün yok edildiği. Bu genel seçimlerede yansıyacaktır ve örgüt yine yok sayılacaktır. Yapılacak bir önseçim de bu durumu kurtarmaz.”
Örgüt abilerine göre CHP içinde bölünme kaçınılmaz. Sebebi ise; örgüte karşı uygulanan nefret ve ötekileştirme politikaları.
Örgüte göre; zor gibi görünse bile yeni parti ihtimali yüksek.
“Özgür Özel rehin alınmış durumda…Atatürk’ün koltuğunda oturuyor ama İmamoğlu’nun etkisinden kurtulamıyor. Bunu taban görüyor. Senaryo belli yeni bir parti kurulur. Şimdiden 40 yakın vekil bu partiye gelir. 20 kadar vekil de ikna edilebilir. Çünkü bu isimlerin siyaset yapma alanı kalmamıştır.”
Bu durumda parti içi muhalefetin önünde iki seçenek var, ya mutlak butlan sonrası partiyi yeniden dizayn etmek ya da yeni parti kurmak…
Daha önce 2023 seçimleri sonrası SHP dedikoduları yeniden alevlenmişti.
Geçmişte Deniz Baykal SHP’den ayrılarak CHP’yi kurmuş ve sonraki süreçte 1995’te tekrar birleşme kararı alınmıştı. Süreç gösteriyor ki bu birleşme halen tam olarak gerçekleşememiş. Sebebi de yapılan politika tercihleri…
İmamoğlu’nu savunarak bütün parti politikasını tek bir kişiye bağlamak mı yoksa Kürt meselesi, ekonomi gibi konularda toplumsal çıkarlara uygun hareket etmek mi? Yolsuzluk mu yolsuzlukla mücadele mi?
Görüşmelerimden edindiğim izlenim yeni parti adını dillendirenler olsa bile şimdilik böyle bir irade ortada görünmediği.
Şu bir gerçek ki CHP içinden çıkacak yeni bir parti kurulmasa bile ana muhalefet önümüzdeki seçimlere içerisindeki fikir ayrılıkları ile gidecek.
CHP’nin mevcut yönetiminin bütçe görüşmeleri dahil her konuyu İmamoğlu’na bağlama stratejisi sürecek gibi görünüyor. Bu arada Genel Başkan Özgür Özel dün (cumartesi) Cumhurbaşkanı aday ofisinde çalışacak olan gölge kabineyi açıklayacaktı ama nedense açıklayamadı.
CHP içinde gölgeleri bile paylaşamayan sıkıntılı bir durum var gibi görünüyor.
Bu sezon diziler çekim yerlerini İstanbul dışında tercih etti. Uzak Şehir dizisiyle başlayan furyanın önümüzdeki sezonda da devam etmesi bekleniyor. Turistik belgelerin bilinirliği son zamanlarda diziler sayesinde oldu. Geçmişte Asmalı Konak daha sonra ise Sıla dizisiyle başlayan düzen son olarak Uzak Şehir ile devam etti.
Uzak şehir dizisi son zamanların en çok konuşulan yapımlarından biri oldu. Mardin’de çekilen dizi için birçok turist Mardin’e akın etti. En taze taze yapım ise Taşacak Bu Deniz oldu.
Peki son dönemde İstanbul dışı işler neden daha çok tutuyor? Uzak Şehir ve Taşacak Bu Deniz dizilerinde kıyı köyleri, doğası, kültürü izleyenlerinde dikkatini çekiyor. İzlediğimiz diziler televizyon başında görüp bizi bilet almaya itiyor.
Son olarak Trabzon’da çekilen Taşacak Bu Deniz dizisi yeşilin ve mavinin içinde barındırdığı doğal güzelliler çeşitli hikayelerle ekrana taşınıyor. Bazen bir dizi belki de belediyenin yıllarca uğraştığı tanıtımdan daha etkili bir araç bile olabiliyor.
Artık şehirler kendilerini doğru yansıtacak senaryo ile birleştiğinde turizme hatırı sayılır bir katkı sağlıyor. Bazen de insanı bir şehre gitmeye iten şey, yansıtılan duygular olabilir. Bir dizinin başarısı turizme hızla yansır. Uzak Şehir ve Taşacak dizilerinde görüldüğü gibi. Turizm artıkça esnafın yüzü güler, oteller dolar en önemlisi de sokaklar yeniden hareketlenir.
...Daha düne kadar siber saldırılar kablolardan yapılırdı; sunucular yanar, sistemler kilitlenir, sonunda ekran kararır ve sistemleri formatlamak zorunda kalırdık.
Bugün ise çok daha sessiz ve bir o kadar da tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz dostlar. Çünkü çağımızda yapılan saldırıların hedefi kökten değişiyor. Yani, bu yüzyılda yapılacak saldırılar sadece mala, mülke değil, doğrudan canlıya yapılacak. Yanlış duymadınız. Canlıya saldırı... İnsanın tüylerini diken diken eden sözler bunlar ama bu gelişmelerin kimse farkında değil maalesef...
Evet, dünyamıza yeni bir kavram soktular. Adına da “Biyolojik Siber Saldırı” dediler. Diyorum ya henüz ülkem medyasının manşetlerinde göremiyoruz konuyu belki ama akademik makalelerde, istihbarat raporlarında ve devlet iç yazışmalarında sıkça adı geçiyor. Gelişen ve dönüşen dünyamızda insanı yaşatmak için değil, insanı yok etmek için yeni bir cephe açma yarışı hız kesmeden devam ediyor. Dolayısıyla da açılan bu yeni cephede savaşların tarzı da tamamen değişmeye başlıyor.
Yazımın başında da anlattığım gibi, klasik siber saldırıların amacı netti! Ya verilerinizi çalmak ya sistemlerinizi kilitlemek ya da sizi çevrimdışı bırakırlardı. Bu da en fazla ekonomik veya operasyonel bir zarar verirdi ki canımız sağ olsun der geçerdik. Ancak yeni saldırı biçimleri bambaşka yerlere doğru kayıyor. Açık açık diyorlar ki: “Seni hasta edebilirim.” İstersem “Tarımını bozabilirim.” Hatta “Ekinini, hayvanını, ekonomini bile çökertebilirim.”
Peki bunu gerçekten yapabilirler mi? Evet. Yapabilirler. Bu yüzden siz okuyucularımı bu hususta geçen hafta kaleme aldığım: “Doğa Bir Kitapsa, Yapay Zekâ O Sayfaları Yeniden Yazıyor” başlıkla makaleyle, yapay zekâ modellerinin genom dizilimleri üretebildiğini, protein yapıları tasarlayabildiğini, mikroorganizma davranışlarını saniyeler içinde simüle edebildiğini anlatmaya çalıştım. Doğrusu bu bilimsel gelişmelerin hâlâ bir nimet olduğunu düşünüyorum düşünmesine de ya kötü niyetliler için bu gelişmeler ölümcül bir fırsata dönüşürse ne olacak?
İşte, Oxford Üniversitesi’nden Johns Hopkins’e kadar yayımlanan makalelerde “AI-assisted dual use risk” başlığıyla söz konusu durumla ilgili açıkça tartışmalar yapılıyor. Hatta ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü, Dünya Sağlık Örgütü ve MIT Broad Institute’un raporlarında şöyle bir uyarı net bir biçimde geçiyor: “Yapay zekâ destekli biyoteknolojiler, biyolojik tehditlerin ölçeğini ve hızını ciddi biçimde artırabilir.” Duydunuz mu? Burada anlatılan şey, laboratuvarda saniyeler içinde tasarlanan, davranışı simüle edilmiş ve kötü amaçla hazırlanmış bir organizma yapabilirler! Ve en korkuncu da bir ülkenin tarımını, hayvancılığını yok etseler, yapılan saldırının izinin bulunamayacak oluşudur. Çünkü bu klasik siber saldırılar gibi IP adreslerinde veya log kayıtlarında kalan bir şey değil..
Bazı ülkelerde konuyla ilgili çok kritik dönüşümler yaşanıyor. Örneğin, ABD Savunma Bakanlığı, yine İngiltere Ulusal Siber Güvenlik Merkezi ve İsrail’in ilgili güvenlik birimleri siber güvenliği yalnızca “dijital” bir mesele olarak görmüyor. Ve bunun için, Biyo-Siber Güvenlik Entegrasyonu birimini kurarak, yapay zekâ, biyoteknoloji ve ulusal güvenliği birlikte ele alıyor. “Kim, hangi dizilimi üretiyor?”, “Hangi yapay zekâ modeli neyi simüle ediyor?”, “Bu çalışmalar hangi etik ve hukuki sınırlar içinde yapılıyor?” gibi sorulara cevaplar arayan masadakiler artık akademik sorular değil; doğrudan ulusal beka sorunu görülerek hepsi bir arada ortak hareket ediyorlar.
Türkiye’nin güçlü bir siber güvenlik birikimi olduğunu, savunma sanayisinde yetişen kıymetli insan kaynağımız olduğunu biliyorum. Üniversitelerde biyoteknoloji alanlarında çalışmalar yürütüldüğünü de biliyorum. Ama bu üç alanda tek bir stratejik aklın bir arada olmasının fark oluşturacağı düşüncesindeyim. Ülkemiz bu tabloya göre, hareket ederek, siber ordu anlayışımızın biyolojik güvenlikle hızlı biçimde entegre edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yarın tehdidin kaynağı bir virüs değil, bir kod-protein hibriti olabileceği gerçeğiyle yüzleşmeden tedbirli olunması gerektiğinin altını çiziyorum. Dünyada yaşanan bu yeni gelişmelere sessiz kalmamamız gerekiyor.
Görünen o ki geleceğin savaşları sadece bomba ve füzelerle değil, laboratuvarlarda yazılan kodlarla da yapılacak. Biyolojik siber saldırılar belki başlamadı ama hazırlıklarının başladığına adım kadar eminim. Ve bu alanda geç kalmak, yapabileceğimiz en büyük hatalardan biri olur diye düşünüyorum.
Haftaya tekrar görüşmek üzere hoşça kalın…
...Büyük temizlik devri başladı, farkında mısınız? Yıllardır farklı yollardan cep dolduran ve bunu normalleştiren herkesin ensesinde son günlerde adeta boza pişiyor. Bu iyi bir şey mi? Elbette iyi bir şey. Çünkü ekonomik ayrımcılığa da ayrıca neden oluyordu. Yasal olmayan yollarla gelir elde eden ve bunu halkın gözünün içine baka baka yiyen kesimin yanı sıra; gençlerimizi, çocuklarımızı, zihinlerimizi kirleten diğerleri için de çok şükür ciddi operasyonlar başladı.
Ülkemizde adeta ne kadar hain varsa tek tek ortaya çıkıyor. Yıllarca terörle mücadele etmekten içerideki hainlere zaman kalmamıştı. Şimdi ise içimizdeki hainleri, sapkınları, ahlaksızları, hırsızları temizleme vakti. Adım adım ilerlenen bu yolda kim varsa kontrollü olarak ortaya çıkacak, çok yakın zamanda hem de. Çünkü gerçekten ciddi bir temizliğe ihtiyacımız var. Bu ülkeye resmen çamaşır suyuyla, kimyasallarla girip detaylı temizlik yapılması lazım.
Mesela... Müzik piyasasındaki adam ne kazanıyor? Bir dizide bölüm başına bu kadar uçuk rakamlar olmalı mı? Neden bir gol için milyarlar harcanıyor? Bunların hepsinin alt yapısındaki kirlilik tek tek ortaya çıkıyor. Darısı daha birçok sektöre olsun. Çünkü bu sektörlerde hem ciddi bir haksızlık hem de ciddi bir ahlaksızlık var.
Bakalım… 2026, Türkiye için büyük bir kırılma yılı olacak gibi görünüyor. Hem fiziksel hem manevi anlamda.
Allah doğru yoldan ayırmasın.
...Türkiye’de üniversite eğitimi giderek daha fazla dijital altyapı üzerinden yürütülmektedir. Ancak dijital erişimdeki eşitsizlik, öğrenciler arasındaki fırsat makasını her geçen yıl daha da açmaktadır. Tam da bu noktada MHP’nin üniversite öğrencilerine yönelik teknolojik cihazları kapsayan kanun teklifi, eğitimde dijital uçuruma doğrudan müdahale eden bir sosyal politika aracı olarak öne çıkmaktadır.
Teklife yönelik kamuoyunda oluşan yoğun ilgi, Türkiye’de gençliğin karşı karşıya olduğu temel gerçekliği bir kez daha görünür kılmıştır: Dijital erişim artık bir konfor değil, eğitim sürecinin asli unsuru hâline gelmiştir. Üniversite öğrencileri açısından cep telefonu, bilgisayar veya tablet günümüzde, yalnızca bir iletişim aracı olarak değerlendirilemez; araştırma, ödev, veri tabanlarına erişim, çevrim içi dersler, yazılım ve tasarım uygulamaları, hatta staj ve iş başvuruları dahi büyük ölçüde dijital platformlar üzerinden yürütülmektedir. Bu tablo, teknolojik donanıma sahip olmayan öğrencilerin eğitim yarışına başlarken geriden başladığını açık biçimde ortaya koymaktadır.
Teklifin temel hedefi bireysel tüketimi teşvik etmek değil; dijital eşitsizliğin eğitim üzerindeki belirleyici etkisini azaltmaktır. Bu yönüyle düzenleme, sosyal devletin klasik “nakit destek” yaklaşımından farklı olarak, doğrudan araç temelli fırsat eşitlemesi anlayışını yansıtmaktadır. Devlet, desteği doğrudan eğitim ve üretim süreçlerinde kullanılan teknik araçlara yönlendirmektedir.
Bugün dijital donanıma erişemeyen bir öğrenci, yarının mesleklerine, üretim süreçlerine ve küresel rekabet ortamına da hazırlıksız girmektedir. Bu nedenle söz konusu düzenleme, orta ve uzun vadeli beşerî sermaye yatırımı olarak okunmalıdır.
Kanun teklifi kapsamında belirlenen temel şartlar şu şekildedir:
26 yaşını aşmamış olmak
Üniversite öğrencisi olmak
Alınacak cihazın sıfır olması
Yerli veya yabancı cihaz ayrımı yapılmaması
En az iki yıl kullanım taahhüdü verilmesi
Bu haktan yalnızca bir kez yararlanılması
Bu maddeler, teklifin popülist bir dağıtım modeli yerine hedef kitleye odaklanan, sınırlı ve denetlenebilir bir yapıda kurgulandığını göstermektedir. Özellikle iki yıllık kullanım taahhüdü ve tek seferlik yararlanma sınırı, uygulamanın piyasada spekülasyona dönüşmemesi açısından rasyonel güvenlik mekanizmalarıdır.
Bu teklif yalnızca öğrenci bütçesine kısa vadeli bir katkı sunma olarak okunmamalıdır. Aynı zamanda teknoloji piyasasında kayıtlı satış hacmini artırma, yerli üreticiler açısından talep istikrarı oluşturma ve dijital donanım kullanımını yaygınlaştırma potansiyeli taşımaktadır. Ancak daha önemlisi, bu destek üretken insan kaynağına yapılan dolaylı bir kamu yatırımıdır.
Günümüz ekonomilerinde büyümenin temel motoru artık bilgiye erişebilen ve teknolojiyi kullanabilen insan gücüdür. Bu yönüyle söz konusu teklif, klasik sosyal destek yaklaşımının ötesinde, üretkenlik artırıcı bir kamu politikası olarak değerlendirilmelidir.
Teklif, gördüğü yoğun toplumsal ilgi nedeniyle artık yalnızca bir partinin girişimi olmaktan çıkmış, gençliğin ortak beklentisine dönüşmüştür. Bu noktada gözler Cumhur İttifakı’nın diğer ortağı olan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne çevrilmiştir. Gençlik tabanında oluşan bu güçlü talebin yasama sürecinde karşılıksız kalmayacaktır.
Gençler bu düzenlemeyi bir “lütuf” ya da “imtiyaz” olarak değil, çağın eğitim altyapısının asgari gereği olarak görmektedir. Bu algı farkı, düzenlemenin kamu vicdanında neden bu kadar güçlü bir karşılık bulduğunu da açıklamaktadır.
MHP’nin sunduğu bu kanun teklifi, doğru uygulandığı takdirde üç temel alanda eş zamanlı etki üretme potansiyeline sahiptir:
Eğitimde fırsat eşitliği, dijital okuryazarlık kapasitesinin yaygınlaşması, uzun vadeli insan kaynağı yatırımı.
Bugün dijital donanıma erişemeyen bir öğrenci, yarının üretim gücünü kaybedecektir. Bu nedenle tartışılan mesele bir “cihaz meselesi” değil, doğrudan Türkiye’nin beşerî kalkınma rotasıyla ilgilidir.
Gençliğe yapılan her rasyonel yatırım, bütçede bir kalem olmaktan çok, geleceğe açılmış stratejik bir kapıdır.
...Gecenin 1’inde iş dönüşü serviste herkes çalışmanın yorgunluğunu üzerinde taşırken bir an önce evine varmak isteğiyle sabırsızlanıyor.
Uyuklayan, telefonundan müzik dinleyen ve yolu izleyen bir otomobil dolusu insan, diğer yolcuların kendilerine çok uzak olan güzergâhlarından geçmek zorunda kalmaları nedeniyle de biraz gergin.
Beş dakika önce olsun eve erken girip ya sabaha kadar ömrünün en değerli vakitlerini boş beleş uğraşlarda harcayacak ya da hemen yatıp zıbaracak. Üçüncü ihtimale yelken açanlarsa kendilerini lalettayin bir hayatın içine sıkıştırıp durum muhasebesi yapmaktan uzak tutan kapitalizmin çarkına çomak sokacaklar. Yine de herkes yeni güne, sırtında küfe taşımış gibi yorgun uyanacak.
İşte böyle bir ahval içinde yol alırken telefonunu kurcalayan yolculardan birisi aracın radyosundan yükselen sesi işaret ederek sordu: “Abi neden ilahi dinliyoruz, öğrenebilir miyim?”
Radyodaki şarkıya kulak verip dinlemesini bilenlerin şaşıracağı bu soruya bir başka yolcu dayanamayıp cevap verdi: “İlahi değil ki bu, Barış Manço.”
Servis şoförü, verilen cevaba memnun bir hâlde radyo istasyonunun adını da söyleyerek durumun daha iyi anlaşılması için bir delil daha sundu.
Manço, yıllara meydan okumuş bir yorumuyla Bahçede Hanımeli şarkısını söylüyordu. Şarkının ilahi olmadığı konusunda araç içi mutabakatına varılmasıyla birlikte gecenin bu saatinde içinde kimselerin görünmediği bir parkı sol yanımızda bıraktık.
Gündüz vakti bu parkta gezenler olmuş, nasıl harika bir dönemin içinde olduğunu bilmeyen pek çok çocuk, parktaki kaydıraktan kaymıştı. Tabelasında Şehit Yunus Çaça Parkı yazıyordu.
İsimleri duraklara, okullara, caddelere ve parklara verilen kişileri merak edip araştırma huyum, gecenin bu saatinde beni yine kendisine çekmişti.
* * *
Yunus Çaça, 7 Nisan 1995’te Kuzey Irak’taki sınır karakoluna yapılan baskında teröristler tarafından kaçırılmış, kendisinden bir daha haber alınamamıştı.

Çaça ailesi uzun yıllar oğullarından bir haber beklemiş ancak Türk bayraklı bir tabuta dahi hasret hâlde dinmeyen acı sahibi insanlarımız arasına katılmıştı. Ve her gününü, Niğdeli Cemile Akkuzu’nun türküsünde “Bazen uzaklara dalınca gözüm / Çıkıp geleceksin sanar ağlarım.” dediği gibi yaşamıştı.
Yunus Çaça’nın PKK’lı teröristler tarafından kaçırılmasından 3 yıl önce 15 Mayıs 1992’de 32 askerimizi şehit verdiğimiz Şırnak Uludere’deki Taşdelen Karakolu’na yapılan saldırıda 2 askerimiz de kaçırılmıştı.
Aydın Şahin ve Engin Ekşi isimli askerlerimizden Şahin’e ulaşan Kızılhaç görevlileri “Anne ellerinden öperim, senin en yaramaz oğlunum, benim için üzülme, salıverileceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum.” diye yazılan bir mektubu ailesine ulaştırmış ancak bir daha bu askerimizden de haber alınamamıştı.
* * *
Birkaç gün önce Eskişehir’de sokak ortasında bir polis, en son İmralı Adası’nda teröristbaşı Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmenin özet tutanaklarının komisyonda okunduğu Terörsüz Türkiye sürecine eleştiriler yönelten bir konuşma yaptı.
Konuşma sonrası açığa alınıp hakkında inceleme başlatılan polisin tavrını “Helal olsun, söylenmeyeni, söyledi.” deyip destekleyen de oldu, “Kamu görevlisi siyasi görüş açıklayıp konuşma yaparsa bunun önünü alamayız.” diye karşı çıkan da.
Polis memurunun konuşmasının ortaya çıkmasından bir gün önceyse TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, komisyonun dinleme aşamasının bittiğini ve raporlamaya geçildiğini belirtmiş “Bundan sonraki süreçte çok daha dikkatli olmamız gereken, çok daha hassas davranmamız gereken bir sürece girdiğimiz aşikardır.” uyarısında bulunmuştu.
Kurtulmuş, bu uyarıyı biraz daha ileri götürerek “Yüz düşünüp bir konuşma, hatta bin düşünüp bir konuşmanın gerektiği günlere giriyoruz. Herkesin öncelikle bu sürecin bundan sonraki en hassas dönemini siyasi pozisyonlarının malzemesi haline getirmemesi lazım.” demişti.
Şimdiye kadar 19 toplantı yapan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun dördüncü toplantısında şehit aileleri ve yıllardır DEM Parti’nin önünde evlat nöbeti tutan anneler dinlenmişti.
Şehit aileleri, Öcalan’a ve teröristlere bir affın gündeme gelmemesi gerektiğini vurgularken çocukları örgütün elinde olan ailelerse “Evlatlarımızı geri verin.” demişti.
Hassas süreçle ilgili ocağına şivan düşen ailelerin ne düşündüğü her şeyden daha önemli. İşin bir de Suriye tarafı var ki orada karşımızda yıllardır ABD tarafından palazlandırılmış SDG’nin imzaladığı 10 Mart Mutabakatı’na hâlâ uymaması gerçeği duruyor.
3 kişilik komisyon heyetinin Öcalan’la yaptığı görüşmenin özet tutanaklarında 1993 yılıyla ilgili bir detay dikkat çekiyor.
Öcalan, PKK’yı 1993’te feshetmesi gerektiğini ancak “Bir elin bu girişimi sabote ettiğini” öne sürüyor.
Öcalan’ın “Bir el” dediği güç; 1993’te Uğur Mumcu’nun “Kürt Dosyası” kitabını yazdığı sırada öldürülmesine, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın şüpheli bir şekilde ölmesine, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağının Ankara’da düşmesine, Bitlis Paşa’nın şehadetinin ardından JİTEM’in kilit isimlerinden Binbaşı Cem Ersever’in “Güneydoğu'da yetkili organlar içerisinde oluşturulan bir çete, cereyan eden hadiselerin gerçek boyutlarının Türk Milleti tarafından görülmesini engellemektedir.” açıklamasıyla 30 arkadaşıyla birlikte istifa ettikten sonra anlattıklarıyla ilgili mahkemeye ifade vermeye giderken elleri bağlanmış, başından vurulmuş halde ölü bulunmasına, Bingöl’de 33 silahsız askerimizin kurşuna dizilmesine, Diyarbakır Jandarma Bölge komutanı Bahtiyar Aydın’ın hâlâ aydınlatılamamış bir şekilde şehit edilmesine ve daha yüreğimiz kaldırmadığı için sayamadığımız pek çok olaya da neden olmuştu.
Bugün resmi şekilde muhatap alınan Öcalan’la Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde ilk röportajı yapan Mehmet Ali Birand "3-4 tane Apo var. Bir Apo var, son derece gaddar, sert. Bir Apo var, gülüyor. Bir Apo var kuşları sevdiğini söylüyor.” demişti.
Binlerce asker ve polisin şehit edilmesinin, basılan köylerde kadın, çocuk, bebek demeden sivillerin katlinin emrini veren Öcalan, Kenya’da Özel Kuvvetler ve MİT tarafından yakalandığında ilk sözleri: “Eğer bir hizmet imkânım olursa yaparım.” olmuş, ilk sorgusunda da devletle iş birliği yapmak istediğini söylemişti.
İmralı’daki görüşmede komisyon heyetine 1993’te örgütün feshini bir elin engellediğini söyleyen Öcalan ne kadar samimi, şüpheli ama aynı yılda yaşanan birçok olay, o elin varlığını doğrular durumda.
Devam eden sürece milletin içinde şüpheyle yaklaşanlar, farklı düşünenler olsa da Türkiye’nin bir yarım asır daha aynı şeyleri yaşamasını kimsenin istemediği konusunda herkes hemfikir.
* * *
Servisten inip eve yürürken Şehit Yunus Çaça Parkı artık çok uzakta kalmıştı. Olanları kendime sordum, şöyle dedi: Bir daha hiçbir parka, okula, karakola ve caddeye, hayatının baharında solmuş insanlarımızın adını vermek zorunda kalmayacağımız, ailelerin ocağına dinmeyen acıların düşmeyeceği bir ülkeyi inşa etmek için kaybedecek zamanımız da insanımız da olmamalı!
Ve bir not da ekledi: 1993’teki o “bir el” inşallah bugün yaşamıyordur!
LANETLİ ADANIN LANETİ EDİTÖRLERİN ÜZERİNDE
27 Mayıs 1960 darbesiyle tutuklanan Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan Yassıada’da yargılandıktan sonra idam cezasına çarptırılınca siyaset tarihimize kara bir leke olarak geçecek bu cezanın infazları İmralı Adası’nda yapılmıştı.
3 devlet adamının naaşı 29 sene bu adada kaldıktan sonra 1990’da Topkapı’daki anıt mezara nakledilmişti.

Yassıada, Cumhuriyet döneminin ilk darbesi 27 Mayıs’la anılacak, milletimiz, hukuk dışı yargılamaları nedeniyle buraya “Yaslıada” derken 3 devlet adamının idamlarının infaz edildiği yer olması nedeniyle de İmralı’ya “Lanetli ada” diyecekti.
Terörsüz Türkiye sürecinde İmralı Adası’yla ilgili haberlerin kapak fotoğraflarındaki yanlışlığa dikkat çeken Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, ilgili haberlerde İmralı yerine Yassıada’nın eski hâline ait fotoğrafın kullanıldığı uyarısında bulundu.
Bildirici’nin yaptığı işin her medya kurumunun içinde ayrı bir şekilde olması gerektiğini savunanlardanım. Medyadaki hatalar, yanlışlar; elbette kırıcı olmayan bir dille yansıtılmalı, her kurum kendi yanlışını denetleyerek de kurum içi demokrasiyi ayakta tutmalı.
Ben de Yassıada ile İmralı’nın görüntüsünü karıştıranlardan biriyim. Ancak bir bütün hâliyle Türk medyası, yazılı ve görsel her aşamada bu yanlışa düşmüş.

Google ve Yandex gibi arama motorlarında hâlâ yanlış görseller çıkıyor, hatta Tarım ve Orman Bakanlığı’nın sitesinde bile 2020’de İmralı’da çıkan bir yangınla ilgili yanlış görsel kullanılmış.
Elbette bu kadar kusur, kadı kızında da olur ama editörlerin ilk başvurdukları kaynak olan ajansların konuyla ilgili yeterli görsellerinin bulunmaması, bu hataya neden olmuş ve ajansların bu konuda fotoğraf geçmeme ısrarı da hatanın sürekliliğini ortaya çıkarmış durumda.
İSTANBUL’UN GÖZYAŞLARI
Yapılan uyarılar sonrası geçtiğimiz pazar günü İstanbul, kuvvetli bir sağanak yağışın etkisine girdi. Kimi yollar göle döndü, çöken istinat duvarı, devrilen ağaç oldu. Taşan metro istasyonları ve tavanından yağmur suları girdiği için yolcuların, içinde şemsiye açmak zorunda olduğu halk otobüsleri güne damga vurdu. Ömrünün en güzel saatlerini trafikte harcayanlar da gün içinde yerini aldı. Şükür ki bu aşırı yağış, yaralanma ve can kaybı getirmedi.

* * *
İstanbul, içinde yaşayanlara, hava muhalefetinin olduğu günlerde bir mesaj veriyor aslında. Şöyle diyor: “Bakın, bana çok yüklenmeyin, ben de kendi hâlinde bir şehir olmak istiyorum. Altyapım, üstyapım, yolum ve artık üzerine beton dikmeye doymadığınız yeşilim sizin ihtiyaçlarınıza cevap vermekte zorlanıyor. Yorgunum, sizi de yoruyorum, artık takkeyi önünüze koyup düşünme vakti gelmedi mi?”
Orhan Veli öldüğünden beri İstanbul’u kimse dinlemez oldu. Tarihi kent de konuşmayı bıraktı, böylesi günlerde derdini, insanlara hayatı daha da zorlaştırarak anlatmaya çalışıyor. Kent insanı da mecburiyetlere sığınarak İstanbul’a veryansın edip kente dair inadını sürdürüyor. Bilmem nasıl çıkacağız bu işin içinden?
PUTİN VE Şİ CİNPİNG DAHA FAZLA YAŞAMAMALI
2. Dünya Savaşı’nın sona erişiyle ilgili 3 ay önceki Pekin’deki törenlerde Rusya Devlet Başkanı Putin ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in konuşması, televizyonda ölümsüzlüğün konu edildiği bir programda tekrar hatırlandı.
73 yaşındaki Putin, “İnsan organları sürekli nakledilebilir. Ne kadar uzun yaşarsanız o kadar genç kalırsınız, hatta ölümsüzlüğe ulaşabilirsiniz.” diye yaşama hırsını açık ederken Şi Cinping de “Bazı tahminlere göre bu yüzyılda insanlar 150 yaşına kadar yaşayabilir.” sözleriyle en az Putin kadar yaşamaya meraklı olduğunu belli ediyordu.

Putin, yaşama hırsını sadece sözle yansıtmakta kalmamış, bu hırstan bir de sonuç almak için talimat vermiş. 2024 yılında “Yaşlanmayı Önleme Teknolojileri” ismini taşıyan bir araştırma merkezi kurdurmuş. Rusya’daki zengin kesim de bu işe o kadar merak sarmış ki “Ölümü nasıl öteleyebilirim?”, “Yaşlanmayı ne kadar geciktirebilirim” diye harıl harıl araştırmaya başlamış.
İnsanın gözü yaşamaya pek doymuyor. Bu, evvelden beri bilinen bir gerçek. Bugün Afrika’daki bazı ülkelerde ortalama yaşam süresi 50’li yaşlara yeni çıkmış durumdayken gelişmiş ülkelerdeki bu süre ise 80’in üzerinde. İbn Haldun’un yaptığı çalışmalardan çıkardığı “Coğrafya kaderdir.” tespiti burada bir kez daha hatırlanıyor.
Allah herkese hayırlı ömür versin ama ben ne Ukrayna ve Suriye’deki onca canın katili Putin’in ne de Doğu Türkistan’daki zulmün mimarı Şi Cinping’in fazla yaşamalarını insanlık için pek hayırlı görmem. Tabii bu arada onlardan boşalacak koltuklara barış yanlısı olan, emperyal hedeflerden uzak idarecilerin gelmesi de bir o kadar gerekli. Yoksa silah fabrikalarında üretilen silahların satılması için yeryüzünde bir türlü sonu gelmeyen savaşlardan kurtulamayacak gibiyiz.
Orhan Veli’den:
Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.
...Suriye’nin yeni Şara yönetimi ile terör örgütü PKK’nın Suriye kolu SDG arasında imzalanan 10 Mart Mutabakatı’nın Aralık ayı sonuna kadar öngördüğü entegrasyon süresinin son günlerinde gerilim tırmandı.
Mutabakata göre, Suriye’de SDG kontrolündeki bölgelerin sınır kapıları, havalimanları, petrol ve doğal gaz sahaları dahil kritik alanların yeniden Şam yönetimine devredilmesi; SDG’nin ise devlete bağlı askeri ve sivil kurumlara entegre edilmesi gerekiyordu.
Ancak gelinen noktada, anlaşmanın kağıt üzerinde kaldığını net şekilde görüyoruz.
Sahadaki askeri hareketlilik giderek yoğunlaşırken, savaş senaryoları da masaya yatırılmaya başlandı.
Mutabakatın sonuna yaklaşılırken SDG silahlı varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Bu nedenle Suriye ordusu yeniden seferberlik hazırlığına geçti.
Resmi kaynaklar, anlaşmanın şartları uygulanmazsa Şam yönetiminin operasyon hakkının doğacağını ve Türkiye’nin de bu operasyona destek vereceğini açıkça ifade ediyor.
Yani barışçıl entegrasyon olarak başlayan süreç, silahların susmaması halinde askeri müdahaleye evrilecek.
SDG’nin YPG/PKK ile organik bağı dikkate alındığında, olası operasyon hem Suriye’nin toprak bütünlüğü hem de Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından stratejik bir hamle olabilir.
Bu tablonun en kritik aktörlerinden biri de bildiğiniz gibi ABD.
Washington, Suriye’de SDG’ye verdiği desteği hiçbir zaman gizlemedi.
SDG’nin devlet yapısına entegrasyon girişimini bile bu desteğin politik bir devamı olarak okuyabiliriz.
Fakat SDG’nin şartları yerine getirmemesi, ABD’nin desteğine dair soru işaretlerini büyütüyor.
Bugün gelinen aşama, bölgede yeni bir savaşın ayak sesleri olarak karşımıza çıkıyor.
Eğer masadaki diplomasi son anda devreye girmezse; Suriye toprakları bir kez daha kan gölüne dönebilir ve bu kez ödenecek bedel, önceki tüm çatışmalardan daha ağır olabilir.
...



