Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Tatlı, birçok kişi için yaşamın zevklerinden biri. Benim içinde öyle ve hatta şeker hastası olmama rağmen. Ancak bir gıda grubunu “tamamen sağlıklı” ya da “tamamen sağlıksız” olarak sınıflandırmak çoğu zaman yanıltıcı olabilir. Bunun yerine, tüketim miktarı, sıklığı, içerik ve bağlam gibi faktörlere bakmak gerekir.
Tatlı masum bir lezzet mi, yoksa iyi pazarlanmış bir alışkanlık mı?
Tatlı, insanlık tarihinin belki en eski hazlarından biri. Ancak bence bugün artık damakla ilişkili değil de yüksek oranda bir alışkanlıkla tüketiliyor gibi. Sanki vazgeçemeyeceğimiz bir lezzet algısıyla…
Ümraniye Belediyesi’nin ev sahipliğinde, AGAFED organizasyonuyla gerçekleşen “Chocolate Cup” etkinliğinde moderatörlüğünü üstlendiğim “Tatlı mı sağlıklı mı?” paneli, bu çelişkili ilişkinin tam merkezine dokundu.
Panel boyunca ortak bir soru etrafında konuştuk: Gerçekten sağlıklı tatlı mümkün mü, yoksa bu sadece çağın iyi pazarlanmış bir illüzyonu mu?
Panelistler
· Yemek Gazetecisi ve yazar Emine Beder
· Diyetisyen Didem Erdoğan
· Şef Şendogan Susamışleyen
· Şef İsmail Ergin
· Şef Aykut Güçlü
Verimli bir panel oldu.
Ancak dilerseniz konuyu kendi açımdan ele alayım.
Sağlıklı bir çikolata veya tatlı gerçekten mümkün mü?
“Sağlıklı” ifadesi mutlak bir iddia değil, ancak daha dengeli bir üretim mümkün. Kakao oranı yüksek, katkı maddesi düşük, porsiyon kontrolü olan çikolatalar klasik örneklerine göre daha makul bir yerde duruyor. Şeker alternatifleri konusunda ise Hurma veya bal gibi seçenekler de mümkün; ancak tat ve yapı açısından hâlâ rafine şekerin yerini bütünüyle doldurabilmiş değiller.
Tatlı tüketmemek bir trend mi, yoksa bilinçli bir dönüşüm mü?
Tatlıdan tamamen vazgeçmek bir moda akımı değil. Bana göre bilinçli bir yaşam tercihi. Dolayısıyla günümüzde tatlı tartışması, gelip geçici bir trendden çok, tüketim alışkanlıklarımızı yeniden düşünmeye davet eden önemli bir kırılma noktası. Sağlıklı yaşam meselesi, geçici bir heves olmanın ötesinde, tüketim alışkanlıklarımızı sorgulatan bir eşiğe işaret ediyor. Bu konuyu daha çok konuşacağız gibi.
Ayrıca birçok gıda ürününde “Sağlıklı” etiketi tam da bu noktada dikkatle ele alınmalı. Çoğu zaman bu etiket sorgusuz sualsiz kabul ediliyor; oysa şeker eklenmemiş bir ürünün yüksek yağ veya yoğun kalori içerebileceği de göz ardı edilmemeli.
Masumiyet zamanla, ölçüyle ve içerikle ilgili
Tatlı ne tamamen yasaklı bir düşman ne de sınırsızca masum bir haz. Onu belirleyen ne zaman, ne kadar ve ne içerikle tüketildiğidir. Rafine şeker yerine kullanılan alternatifler daha besleyici görünebilir; ancak bunlar da nihayetinde bir şeker. “Doğal” olmaları, sınırsız tüketim hakkı tanımaz.
Lezzetten değil, alışkanlıktan vazgeçmek
Lezzetten vazgeçmek sanıldığı kadar zor değil; asıl güç olan, alışkanlıkları terk etmek. Yemek sonrası hemen tatlı tüketme alışkanlığı gibi. Bir de tatlı tüketiminde yapılan en büyük hata, çoğu zaman lezzetin kendisi değil, yoğun şeker beklentisidir. Zamanla şeker tüketimi azaltıldığında bağımlılık hissi de doğal olarak düşer. Çok sık tatlı tüketmeyen birinde görülen değişikliğe inanamayacaksınız.
Yön veren bir tatlıcılık
Tatlıcılık, sağlık trendlerine uyum sağlayan ve aynı zamanda tüketici tatlı algısını şekillendiren aktörler olmalı. Tatlılar gelecekte lifli, protein destekli veya düşük glisemik indeksli içeriklerle fonksiyonel gıdaya dönüşebilir.
Toplumda tatlının sağlıklı mı değil mi bilinci gittikçe artıyor. Tatlı genellikle yüksek enerji ve şeker içerirken; lif, vitamin ve mineral açısından da sınırlı. Bu nedenle düzenli ve yüksek miktarda tüketimleri, obezite, tip 2 diyabet ve kardiyovasküler hastalık riskleriyle ilişkilendirildiği biliniyor.
Yasak değil, ölçülü tüketim
Tatlıyı tamamen hayat dışına itmek sürdürülebilir değil. Bilimsel veriler, ara sıra ve dengeli tüketimin genel sağlık üzerinde belirgin bir olumsuz etki oluşturmadığını gösteriyor. Asıl risk, sıvı şekerler ve kontrolsüz tüketimde ortaya çıkıyor. Bu da bize şunu söylüyor: Tatlıyı sınırlamak gerekir; yok saymak değil.
Tatlandırıcılar çözüm mü?
Bazen düşük kalorili veya yapay tatlandırıcılar, şekerin yerine tercih edilebiliyor. Ancak bu alan hâlâ bilimsel tartışmalara açık. Bazı çalışmalar uzun vadeli risklere işaret ederken, bazıları ölçülü kullanımda belirgin bir zarar göstermiyor. Ortak görüş net: Aşırıya kaçmamak ve doğal tatlara alışmayı teşvik etmek.
Özetle, Tatlı mı, Sağlık mı?
Tatlı, doğası gereği sağlıklı bir besin değil; ancak bilinçli tüketildiğinde mutlak bir tehdit de sayılmaz. Asıl mesele, daha az şekerli ve daha nitelikli seçenekleri tercih etmek, porsiyonu ve sıklığı kontrol altında tutmak.
...İtalyanca aşkım anlamına geliyor. Ama sıradan bir sevgi değil bu. Sahiplenen, bağlanan, hatta biraz da teslim olan bir ifade.
Felsefede aşk, çoğu zaman bir yönelme haliymiş okuduklarıma göre. Platon’a göre insan, eksik olduğunu sezdiği şeye aşkla yönelirmiş mesela.
Yani aşk, tamamlanma arzusuymuş. Bu beni çok etkiledi. Eksik olduğunun farkına varan insanın hareketi olarak yorumlamak çok da yersiz olmasa gerek.
Bugünlerde, teknolojinin bu denli hızlı olduğu dönemde biz neye aşığız?
Cevap rahatsız edici olabilir ama korkarım ki; kontrole.
Belirsizliği sevmiyoruz. Bilmeyi seviyoruz. Önceden görmeyi, ölçmeyi, tahmin etmeyi seviyoruz.
Bu durumda teknolojiyle kurduğumuz ilişki bir aşk ilişkisine dönüşüyor.
Ve biz fark etmeden amore mio diye algoritmalara fısıldıyoruz.
Sahi, insan neden teknolojiye bağlanır? Yoksa bağımlı mı olur demeliydim? Heidegger, modern insanın dünyayla ilişkisini araçsal olarak tanımlar.
Yani biz artık dünyayı anlamıyoruz, kullanıyoruz. Dağı, ormanı, zamanı, insanı… Hepsi birer araç.
Doğal olarak yeni nesil insan için teknoloji bu bakışın zirvesinde. Çünkü teknoloji bize kontrol vaat ediyor.
Yapay zeka bu vaadin en güncel biçimi. Sorularımıza cevap veriyor. Belirsizliği azaltıyor. Karar yorgunluğunu alıyor.
Ve insan, belirsizlikten korkan bir varlık olduğu için, bu vaade aşık oluyor. Beynimizin hayatta kalma çabasının en nesnel tavrı gibi. Yani sorun varsa uzaklaşmak ya da en kolay yoldan çözme çabası.
Düşünsenize bir anda Amore mioooo diye bağıran zihninizi tercüme etsek muhtemelen bilinç altından; beni yorma. Benim yerime düşün çıkardı.
Ama aşkın karanlık bir tarafı vardır bilirsiniz! Felsefede aşk sadece bir bağlanma değildir, aynı zamanda körleşme riskidir. Ya tabi anladınız hemen.
Spinoza bu durum için; bir şeyi sevdiğimizde, onu olduğundan daha kusursuz görmeye meyilliyiz diyor. Sanki kendi yaşadığınız aşklarınızda hiç farketmediniz mi? Hatta aklınız başınıza geldiğinde kendinize körlüğünüz yüzünden kızmadınız mı? Nasıl da körmüşüm demediniz mi?
Bu aralar teknoloji ile ilişkimiz tam olarak böyle. Onu tarafsız, nesnel ve en önemlisi hatasız sanıyoruz.
Oysa teknoloji, insanın niyetini taşır. Algoritma dediğin şey, bir değer yargısının matematiğe dökülmüş halidir.
Yani biz teknolojiye bakarken, aslında kendimize bakıyoruz. Ama bunu kabul etmek zor geliyor.
Yeni nesil teknolojilerin en büyük iddiası; seni anlayacağım demesidir.
Bu cümle felsefi olarak çok tehlikelidir. Zira anlamak, sadece veri toplamak değildir. Anlamak, bağlam gerektirir. Hikaye gerektirir.
Sessizlik gerektirir.
İnsan kendini bile tam anlayamazken, bir sistemin bizi bizden iyi anlayacağı fikri fazlasıyla iddialı değil mi?
İşte biz bu iddiaya sarılıyoruz. Çünkü anlaşılma arzusu, insanın en derin ihtiyaçlarından birisi olmaya devam edecek insani bir durum.
Yapay zeka bizi anlıyor mu, yoksa anlaşıldığımız hissini mi veriyor? İşte bu soru, çağımızın en felsefi sorularından biri.
İnovasyon burada kırılıyor. İnovasyonun özü yeni bir şey yapmak değildir. İnovasyon, insanın dünyayla kurduğu ilişkiyi yeniden düşünmesidir.
Ama biz inovasyonu hızla eşitledik. Daha hızlı, verimli, otomatik olarak tanımladık.
Oysa felsefe bize şunu söyler: Hız, her zaman derinlik getirmez. Bazen yüzeyselleştirir.
Teknolojiyle aşkımız derinleşirken, dünyayla temasımız azalıyor mu? İnsanla temasımız zayıflıyor mu? Kendimizle temasımız kopuyor mu?
Bunlar sorulmadan yapılan her inovasyon, ilerleme değil, kaçıştır.
Gelecek bir aşk testi olacak. Gelecek, teknolojik bir yarıştan çok etik bir sınav olacak gibi görünüyor.
Ne kadarını devredeceğiz? Nerede dur diyeceğiz? Hangi kararı insana bırakacağız? Çünkü aşk sınır tanımazsa, bağımlılığa dönüşür.
Teknolojiyle ilişkimizi de buradan okumak zorundayız. Sev ama mesafeni koru. Kullan ama teslim olma. Hayran ol ama sorgulamayı bırakma.
Biz girişimcilikte de projeni sev ama aşık olma deriz mesela. Bu körlük yaşanmaması için dikkati burada öneririz.
Amore mio demek kolay. Ama gerçek aşk, kör teslimiyet olmamalı, öyle tanımlanmamalı. Gerçek aşk, karşısındakini olduğu gibi görmeyi gerektirir.
Teknoloji ne melektir ne şeytan. O, insanın yansımasıdır.
Ve belki de bu çağın en büyük felsefi görevi; teknolojiye bakarken, insanı unutmamaktır.
Ama bil ki, ben hala düşünen, yanılan, sorgulayan bir insanım. Ve gücüm tam da buradan geliyor.
Yani özetle: Amore Miooooooo
Bazı başarılar vardır; rakamlarla anlatılır ama asıl anlamı rakamların çok ötesindedir. Türkiyede böyle hikaye oluştu bence. 455 bin yeni konutun iki yıl gibi kısa bir sürede tamamlanıp teslim edilmesi, tam da bu türden bir başarıdır. Bu, sadece betonun, demirin ve asfaltın hikâyesi değildir. Bu, devlet kapasitesinin, siyasi iradenin ve toplumsal dayanışmanın bir araya gelince neler başarabileceğinin güzel bir örneğidir.
Dünyada bir çok büyük depremler yaşandı. Japonya’da, Şili’de, Meksika’da, İtalya’da… Ancak bu ölçekte bir yıkımın ardından, bu kadar kısa sürede, bu kadar yüksek sayıda kalıcı konut üretmek, açıkça söylemek gerekir ki dünyada eşi benzeri az görülen bir organizasyon ve yönetim başarısıdır bence.
Deprem, sadece binaları değil; güven duygusunu, geleceğe dair umudu ve toplumsal psikolojiyi de yıkar. Asıl mesele, enkazdan sonra ne kadar hızlı ve kararlı ayağa kalkabildiğinizdir. Türkiye, bu sınavda yalnızca hızla değil, ölçekle ve kapsayıcılıkla da fark yaratmıştır. 455 bin konut demek; milyonlarca ton malzeme, yüz binlerce çalışan, binlerce şantiye, eş zamanlı altyapı, ulaşım, okul, hastane ve sosyal alan demektir. Bu büyüklük, sıradan bir inşaat hamlesi değil; tam anlamıyla bir seferberliktir.
Bazıları konuyu yalnızca bütçe kalemleri üzerinden tartışmayı sever. Oysa bu süreç, ekonomik açıdan da onarıcı bir rol oynamıştır. İnşaat sektörü canlanmıştır. Yan sektörler (çimento, demir-çelik, lojistik, mobilya, beyaz eşya) hareketlenmiştir. Ayrıca istihdam korunmuş, hatta genişlemiştir. Özellikle bölgesel ekonomik çöküşün önüne geçilmiştir.
Göç kalıcı hale gelir, üretim düşer, sosyal yardımlar kalıcılaşır, travma derinleşirdi. Hızlı konut, aynı zamanda hızlı normalleşme demektir. Bu sürecin en az konuşulan ama en önemli boyutu ise psikolojik ve toplumsal onarımdır. Devletin “yanındayım” duygusunu sadece sözle değil, anahtar teslimiyle göstermesi; vatandaş-devlet ilişkisinde hayati bir eşiktir. İnsanlar şunu gördü:
“Yıkıldık ama unutulmadık.”
Bu, hiçbir sosyal yardım programının, hiçbir söylemin tek başına sağlayamayacağı bir güven duygusudur.
Elbette eksikler, aksaklıklar, yer yer sorunlar olmuştur. Böylesi devasa bir organizasyonda olmaması zaten mümkün değildir. Ancak bütüne bakıldığında, iki yıl gibi kısa bir sürede 455 bin konut teslimi; eleştirilmesi değil, hakkının teslim edilmesi gereken bir gerçektir. Dünyada birçok ülke, çok daha küçük afetlerden sonra bile yıllarca geçici çözümlerle yetinirken, Türkiye kalıcı konut üretiminde yüksek bir iddia ortaya koymuştur.
Bu mesele, günlük siyasetin dar penceresinden bakılarak değerlendirilemez. Bu, yarın ders kitaplarına girecek, kriz yönetimi literatüründe örnek olarak anılacak bir süreçtir. Çünkü burada şunu gördük: Devlet doğru yönetilirse yapar, Kaynak bulunur, Organizasyon kurulur. Kısacası, Deprem yıkar; ama güçlü irade, doğru yönetim, hem şehirleri hem gönülleri yeniden inşa eder. O yüzden bence Türkiye, bu sınavdan başını öne eğmeden çıkmıştır.
...Siyasette ‘taht savaşları’ bitmez. Ama bu tür savaş olması için ortada boş bir taht olması gerekir.
Muhalefet ısrarla iktidar kanadında bir güç savaşı olduğunu iddia ediyor, AK Parti içinde bölünme olduğunu savunarak yanlış ve olmayan bir algı oluşturmaya çalışıyor.
Bu konuda büyük mesai harcasalar da gösterdikleri çaba asla sonuca ulaşmıyor.
Bu girişimlerin sonuçsuz kalmasının sebebi, güç savaşı iddialarının tamamen kurmaca olmasından kaynaklanıyor…
Haftalardır uğraşıyorlar ve bir türlü istedikleri sonucu alamıyorlar….
Bu konu nasıl dikkatimi çekti derseniz…Özgür Özel’i dinliyordum önüme bir haber düştü!!
Sosyal medyada Akın Gürlek ile Özel’in anlaştığı yönünde kaynağı belli olmayan haberler vardı. Tabii ki gülüp geçtim.
Türkiye’nin en büyük yolsuzluk operasyonunu yapan, sadece elini değil gövdesini taşın altına koyan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek, kendisini defalarca hedef gösteren CHP Genel Başkanı ile neden böyle bir işbirliği yapsın ki…
Benim gibi düşünenlerin sayısı fazla olacak ki hiçbir etki yaratmadı bu iddialar….
Bu iddiaların kaynağı belirsiz derken Özgür Özel’den bir açıklama geldi. “İddiaların operasyonel olduğunu” söyledi!
Peki bu operasyonu kim çekiyordu?
Özel’in dikkat çeken açıklamaları aralıklarla devam etti. Özel kendisine AK Parti içinden bilgi geldiği iddiasını bir şekilde gündemde tutmaya çalıştığı çok belliydi.
Hatta Özel, “AK PARTİ'nin kara oyunlarına, kara propagandasına, kendi iç kavgasına kimse bizi alet etmesin.”
Bunlar gerçek olabilir mi diye tekrar dinledim.
Özel birkaç kez söylese de istediği nabzı alamadı…Ama yetmedi bu kez de grup toplantısında devam etti:
“AK Parti içinde birbirine operasyon çekenler kendi planlarınca CHP’yi kullanarak bir taht savaşı yapıyorsa… Şu kadarını söyleyeyim, fındık kadar aklınızla Türkiye’nin kurucu partisini kendi içinizdeki taht savaşlarına; evlatların, mahdumların, bakanların, bakan eskilerinin kendi içinizdeki kirli savaşına alet edemezsiniz. Düştüğünüz çukurda boğulun.”
Yani Özgür Özel ısrarla kendisine AK Parti içinden bilgi-belge geldiğini söylüyor. Taht savaşlarından bahsediyordu.
Peki ama neden böyle bir şey yapılsın?
Özel’in tüm iddiaları gerçek dışıydı. Akın Gürlek’le ilgili belgeler sahte çıktı, AK Parti içinde Özel’le temas kuran kimse yoktu.
Özel’in bu kaçıncı yanılması ve kamuoyunu yanıltmasıydı. Bu tip ağır iddialar ortaya atılırken iyi incelemek, kontrol etmek gerekir. Ama maalesef Özel tekrar aynı hatayı yaptı diye düşünürken bu kez acaba kasıtlı mı yapıyor şüphesi oluştu…Bütün bunlar algı yaratma çabası olabilir mi?
Öyleyse bile bir türlü tutmadığı ortada.
Benim bu sözlerden çıkardığım sonuç, muhalefet iktidar cephesinde olmayan güç savaşı ve ayrışma temennileri hakkında toplumda nifak tohumları ekmeye çalışıyor. Ve bunu çok amatörce yapıyor.
Önce MHP’ye birlikte çalışalım teklifi gitti. MHP’den sert ‘hayır’ cevabı alınca bu kez hedef olarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan seçildi.
Fidan’ı kötüleyip MİT Başkanı İbrahim Kalın’la aralarında gerilim çıkarmaya çalışıldı fakat bu da tutmadı.
Son oyunları ise Terörsüz Türkiye sürecinde AK Parti ve MHP arasında çatlak olduğu iddiası. Fakat hazırlanan raporlar ve yapılan açıklamalara bakıldığında iki partinin birlikte çalıştığı, süreci beraber götürdükleri ortada.
Ama Özgür Özel denemekten vazgeçmiyor. Ortaya attığı iddiaların doğru olmadığı gün gibi aşikarken tekrarın gücüne inandığından olsa gerek sürekli bu iddialar üzerinden açıklama yapıyor. Üstelik her seferinde yeni bilgiler ekliyor.
Yaşananları anlattığım iktidar partisinden bir yetkili, “Bizi birbirimize düşürmeye çalışıyor ama buradan Özgür Özel’e ekmek çıkmaz” yorumu yaptı.
CHP yönetimi iktidarın içine ayrılık sokmak için gösterdiği çabayı partiyi bütünleştirmeye ayırsa belki daha iyi olur. Çünkü kulağımıza gelenlere göre, görev bekleyip alamayanlar, teklif edilen görevleri reddedenlerin sayısı hayli fazla.
Bu taktikle iktidarı böleceğim derken CHP’den duygusal kopuşu hızlandırıyorlar.
Bir sabah uyanıyorsunuz ve elinizde dün gece uykunuzdan feragat ederek kaleme aldığınız hazırladığınız o haber var. Ter dökmüş, emek vermiş, hakikatle yoğrulmuş o haberin bugün de bir benzerini yazdınız. Başlık aynı vuruculukta, içerik aynı titizlikte. Ama biri milyonların ekranına adeta bir bomba gibi düşerken, diğeri dijital dünyanın kimsesizler mezarlığına gömülüyor!
Buna rağmen kapınıza dayanmış bir savcı yok. Bilgisayarınıza "erişim engeli" uyarısı gönderen bir mahkeme kararı gelmemiş. Sadece bir görünmezlik var…
Tüm dünya biliyor ki kamuoyunu artık vicdanlar değil, satırlarca yazılmış kodlar şekillendiriyor. Ve bu sessiz infaz, klasik sansürlerden çok daha ağır bedeller ödetiyor sektörümüze.
***
Daha düne kadar bir haberin kaderini, masaya yumruğunu vuran o eski toprak editörler belirlerdi. Yanlışı varsa fırçasını yer, doğruysa ikinci bir manşet için bir fırsat daha verilirdi. Bugün öyle mi? Değil, bugün kaderimizi, Silikon Vadisi’nde kimin yazdığını bilmediğimiz ve mantığını çözemediğimiz sözüm ona "buz gibi" satırlar belirliyor işte.
Yani Google Discover denilen o dipsiz kuyuya neden bugün düştünüz de yarın düşmediniz hiç merak etmediniz mi? Neden sizin aylarca uğraştığınız araştırma dosyası, özel haberiniz değil de, bir başkasının sizden kopyala-yapıştır olarak aldığı içerik patlıyor acaba? Bir "güncelleme" geliyor; sitelerin trafiği bıçak gibi kesiliyor ama kimse neyin değiştiğini çıkıp söylemiyor. Ben trafikleri sorduğumda bana dedikleri de bu oluyor yönetmenlerimizin. Abi, “Google yine güncelleme geldi, diplerdeyiz”…
Artık şu acı gerçeği itiraf edelim mi: Bugün haberin namusunu editörlerimiz değil, göremediğimiz algoritmalar muhafaza ediyor. Ve o algoritma, hangi gerçeğin yaşayacağına, hangisinin sessizce toprağa gömüleceğine tek başına karar veriyor.
Susturmuyorlar, Yok Ediyorlar!
Bu yeni düzenin en sinsi tarafı da kimsenin sizi susturmuyor oluşudur. Yaşadıklarınızı bağıra bağıra anlatsanız da kimse sizi duymuyor… Ee buna sansür diyemezsiniz, çünkü yasak yok! Ama erişim de yok. Ceza yok ama dolaşım da yok. Eskinin baskı rejimleri gazeteyi kapatırdı, matbaaya kilit vururdu. Bu çağın tiranlığı ise sizi canlı canlı gömüyor. Kimse fark etmeden, sosyal medyadaki o meşhur ifadeyle; “kimse görmeden...” usulca, ekranın alt sıralarına doğru itiveriyor...
Büyük Balık, Küçük Hakikati Yutuyor
Türkiye’de dev medya plazalarında yüzlerce çalışan, SEO masaları, teknik ordular var. Elbette olsun. Ama insan sormadan edemiyor. Haber ilk sizin kaleminizden çıkmış, ilk siz duyurmuşsunuz; nasıl oluyor da "devler" o haberi sizden çalıp üzerine oturduğunda algoritma onları utanmadan, kızarmadan ödüllendirebiliyor?
Görüyorsunuz ki algoritmalar da adaleti değil, gülü olanı seviyor. Trafiği, geçmiş veriyi, dijital hegemonyayı seviyor. Bu, gazeteciliğin kalitesiyle ilgili değil, "dijital iktidarın" kimin elinde olduğuyla ilgili. Ve bu çark, butik ama namuslu içerik üretenleri her gün biraz daha nefessiz bırakıyor. Yazık değil mi sahiden: Onca emeğe, alın terine, koşuşturmaya, sıkıntıya…
Dünya Uyanıyor, Biz Uyuyoruz
Bakın artık Avrupa Birliği, "Dijital Hizmetler Yasası" diyerek bu canavara bir gem takmaya çalışıyor. Çünkü devletler algoritmaların sadece bir yazılım meselesi değil, bir egemenlik, bir beka meselesi olduğunu anladılar.
Peki, bizde durum ne? Şimdilik kocaman bir sessizlik... Bu algoritmalar kime hesap veriyor? Bu dijital giyotinlerin denetçisi kim? Şeffaflık nerede? Sorular çok ama muhatap yok.
Eğer bugün neyi konuşacağımıza, neye üzülüp neye sevineceğimize bir yazılım karar veriyorsa; bu güç kimin elinde? Yarın bir gün darbeler tanklarla değil, manipüle edilmiş "trend" listeleriyle, görünmez kılınan haberlerle yapıldığında mı anlayacağız bu acı gerçekleri acaba?
Bence şunu yüksek sesle söylememiz gerek. Evet biz bunu hâlâ "teknik bir mesele" sanırken, algoritmalar geleceğimizi şekillendiriyor. Üstelik bunu sadece bizim sektörümüzde değil hemen hemen her sektörde hakikatlerimizi buz gibi kodların insafına kurban vererek yapıyor.
Belki bugün kimse kapımızı çalmıyor. Belki bugün bu yazı da bir algoritmanın insafına kalacak. Ama şunu biliyorum: Hakikat, görünmez kılındıkça yok olmaz; sadece daha derinden yara alır. Bizim görevimiz de o yarayı görmezden gelmemek. Çünkü mesele birkaç haberin tıklanması değil, bir toplumun neyi bilip neyi bilmeyeceğine kimin karar verdiğidir. Eğer bu soruyu bugün sormazsak, yarın cevabını çok daha ağır bedellerle almak zorunda kalabiliriz. İşte tam da bu yüzden, susmak değil, konuşmak zorundayız.
Haftaya tekrar görüşmek üzere, hoşça kalın…
...İnsanların kendi benliğini bulabilmesi için sosyal medyadan uzaklaşması lazım. Çünkü dijitalde yapılan paylaşımlar kişinin öz benliğini de etkiler. “Sosyal medyada ne paylaşıyorsak, aslında orası eksiktir” sözü son zamanlarda psikologlar tarafından üzerinde durulan bir konu oldu.
Dijital dünyada paylaşılanlar aslında olan durumlar değil, olmasını istediklerini yansıtır. Sosyal medyayı bir vitrin gibi düşünürsek arkada olup bitenleri kimse bilemez. İnsanlar gösterme ve ispat çabasına girdikçe olmasını istedikleri, insanların onları nasıl görmesini istedikleri şekilde paylaşım yapar. Sorun paylaşmakta değil, paylaşmanın amaç haline gelmesinde.
Eğer kişi paylaşım yaptığında o kişinin veya durumun değerli olduğunu istiyorsa orada sorun olduğunu kabullenmek gerekir. Hiç kimse hayatını bir başkasına ispat etmek zorunda değildir. Sosyal medya gerçekten anı olarak kalsın mı istiyoruz yoksa herkes bizim ne kadar mutlu olduğumuzu görsün mü? Kişilerdeki en büyük sorun ise bu durumu asla kabul etmemeleri.
Eğer yaptığımız paylaşımlar, bizim ya da bir durumun değerli olduğunu göstermek için ise ve paylaşımdan sonra daha huzurlu hissediyorsak burada bir sorun olduğunu kabul etmek gerekir.
Mutluluk, başarı, sevinç veya keder; bunlar yaşanır ve hissedilir. Ancak yaşananı birileriyle paylaşma zorunluluğu hissetmek, zamanla bireyi kendinden koparır, sahte bir benlik oluşmasına neden olur.
Dijitaldeki “ben”, gerçek benliğin değil, bir tür idealize edilmiş benliğin kopyası haline geliyor.
...Kentlerin, insan olmayı unutturan yanlarından çıkış yolu bulmaya çalışanlar, keskin çarkların arasında sıkıştıklarını unutarak bir tebdilimekân arayışına düşerler. Düşmesinler mi?
Haklarıdır elbet. Bu arayış, keşmekeşleriyle boğan ve çeşitli sağlık sorunlarına da davetiye çıkaran büyükşehirlerin yakınında kirlenmemiş bir yer bulmaya götürür onları. Oturdukları yüksek yapıların dairelerinden bir göl manzarası, akan bir dere, şelale veya bir dağ başı yahut kimsenin olmadığı bir deniz kenarına doğru…
İşte böyle bir imkana kavuşan insan, gittiği yeri görünce “Oh be dünya varmış.” deyiverir. Demesin mi? Böyle demesinde de yerden göğe kadar hakkı vardır.
Tabii böyle bir gidiş, genelde Allah’ın dağını, suyunu, manzarasını parselleyip belli bir ücret karşılığında satan yerler vesilesiyle olsa da buna da şükredecektir kent insanı, ne yapsın? Kolay mıdır öyle ıpıssız bir yerde çadır açıp ateş yakmak, yaktığı ateşe demliği sürüp çay hazırlamak?
Kim ne derse desin, böyle bir girişimde bulunmak büyük iştir. Sadece son 1 yılda ülkede yaşananlar, ne otellere ne de restoranlara güvenle gitmeye imkân verir hâlde. Bir kent insanı, içine sinerek böyle mekânlardan sorunsuz hizmet alabiliyorsa az şey midir?
Yalnız her güzel şey gibi bu kaçışın da bir sonucu olacaktır. Kentte maruz kaldığı birden çok yaşamaktan ötürü erken yaşlanan insan, geçici yer değişimi için zaten kıt kanaat yeten bütçesinden ayırdığı ücretin kredi kartı ekstresine yansıdığını görecektir. Varsın, yansısın, yeter ki kent insanı çıldırmasın, sağlığını yitirmesin ve de bir kaçıştan da olsa dayanak bulsun. Yetişir.
Taksiti bol insanlarımızın ağzının tadı bozulmasın, yıllardır bir türlü almaya yetişemediği şeylerden midir bilinmez, geçiminde sağlayamadığı bereketi de iyice yitip gitmesin. El verir ki mutluluğu parça parça da olsa böyle bulacaktır.
ARTIK BİLMEDİĞİM DUALARI DA OKUYACAĞIM
Üstü kapalı bir bank üzerine ilişip kitabımı okuyorum. Bir süre sonra sakalları karışmış genç bir adam peyda oluyor önümde. Elinde ince bir çanta var, belli ki bir şey satmak istiyor. Ama bundan önce bir hikâyesi var, onu anlatacak. Buyursun anlatsın:
“Sivas’tan geldim buraya. Çobanım, bizim oralarda hayvanları şap vurdu. Tüp bebek tedavisi için para biriktiriyorum, 20-25 bin açığım kaldı.”
Hikâyesini biraz daha dinlemek için sorular soruyorum, çobanların ülkemizde iyi kazandığını hatırlatıyorum, kabul ediyor, ayda 200 bin lirayı bile gördüğü oluyormuş, Allah bereket versin.
Bunun yanında karşımdakinin çobanlık yapması beni ara ara gidip kolay dönemediğim çocukluk yıllarına tekrar gönderiyor. Nerede okudumsa küçücük yaşta aklımda kalmış bir hadis hatırlıyorum:
“Kıyamet alametlerinden biri de yalın ayak, çıplak, yoksul koyun-keçi çobanlarının binaları yükseltmekte birbirleriyle yarış ettiklerini ve böbürlendiklerini görmendir.”
Buhari’de ve Ahmed bin Hanbel’de geçtiğini öğrendiğim bu hadisi duyduğumdan beri tüm çobanlara, kıyameti getirecek kişiler olarak bakmıştım. Ya şimdi?.. Biraz bekleyin, çobanlık bahsini ileride yine açacağız.
* * *
Ülkemizde hayvancılıkla uğraşanları ve hayvancağızları bu yıl canından bezdiren bir hastalık tarumar etti. Çok hayvan can verdi, çok üretici kahroldu.
Biz, bu hicranla üstü kapalı bankta bıraktığımız, Sivas’ta çobanlık yapıp Anadolu’yu gezen genç arkadaşa dönelim.
Sigortası olmadığı için, az bir açığı kalmış, tüp bebek tedavisine gidecek parayı tamam etmek için üzerinde Yasin-i Şerif ile Büyük Şifalı ve Sırlı Dualar yazan 2 kitap, Türk bayrağı ve Atatürk’ün de içinde bulunduğu çerçeveli çerçevesiz bayraklar satıyormuş.
Sivaslı çobana Allah selamet versin, boş çevirmek olmaz, bir dua kitabı aldım. Bugüne kadar bildiğim tüm duaları okumuştum, şimdi de bilmediğim duaları okuyacağım. Kiminin parası, kiminin duası! Sen sağ ol arkadaş.
ÇIKMAYAN MİLLİ PİYANGO BİLETİ
Her miladi yılın bitiminde televizyonların haber bültenlerinde 2 şey için özel muhabir ve kameraman görevlendirilir. Bunlar kuruyemiş fiyatları ve Milli Piyango gişelerinin önündeki kalabalıktır.
Necip milletimizin arasında yılbaşında kuruyemiş tüketimini artıranlarla piyango bileti alarak zengin olma hayali kuranların sayısı hiç de az değildir çünkü.
Bendeniz 1999’dan 2000 yılına girerken “Sıkı durun, işte milenyuma giriyoruz.” heyecanlandırmalarına maruz kalmış bir kuşaktanım. 80’lerin sonu 90’ların başında dünyaya gelen akranlarımız arasından sevgili ülkemde çok fazla girişimci ve dolandırıcı çıkmıştır, hâlâ da çıkmaktadır. Bu ikisinden de olamayanlar ise haber ve köşe yazısı yazıp memleketin ahvali umumiyesine kafa yormaktadır.
İşte 1999’un aralık ayı itibarıyla “2000 yılı çok başka olacak.” sloganları yayılırken 1 Ocak 2000 günü pek de bir numara görmediğimizde ve aldığımız piyango biletinin numaralarına amorti bile vurmadığında fena halde kandırıldığımızı anlamıştık.
Hâlbuki o yıl piyango bileti alanların çoğu, büyük ikramiye çıktığında ihtiyaç sahiplerine de bir miktar dağıtacak karakterde insanlardı, yazık oldu! Bu sorgulamayla 26 yılımız geçti, artık faka basmayacağız inşallah. Taksitlerimiz bitince eksik ideallerimizi de tamamlamaya çalışacağız biiznillah.
* * *
Kur’an-ı Kerim’in Maide suresi 90. ayetini Elmalılı Hamdi Yazır şöyle tercüme etmiş: “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”
Diğer Kur’an meallerinde falın yanında ya da yerinde “şans oyunları” ifadesi de geçmiş.
Piyango deyince Rusya’da çarlığı yıkıp komünist bir ihtilalle Sovyetler Birliği’ni kuran Vladimir Lenin’in Kır Yoksullarına kitabında geçenler de epey ilgi çekecek türdendir.
Lenin, piyangonun ne demek olduğunu 50 rublelik bir inek üzerinden anlatıyor. İneğin sahibi ineği satmak ister ama bunu piyango usulüyle yapar. Herkese 1 ruble değerinde bilet satar, biletlerin satışı sonunda 100 ruble toplanır. Sonra piyango çekilişi yapılır ve Lenin, olayı şu ifadelerle özetler:
“Piyangoyu kazanan, ineği bir rubleye almış oluyor, diğerleri hava alıyor. İnek insanlara ‘ucuza’ mı geldi? Hayır, çok pahalıya geldi, çünkü değerinin iki katı para ödendi, çünkü iki kişi (piyangoyu düzenleyen ve ineği kazanan) hiçbir şey yapmadan kazanç sağladılar, hem de paralarını kaybeden 99 insanın sırtından. Demek ki piyangonun halk için kazançlı olduğunu söyleyenler halkı basitçe aldatmaktadırlar.”
Piyango işini tutturanlar bu sözleri duyunca şu soruyu sormakta haklıdır: “Halkı sadece biz mi aldatıyoruz kardeşim?”
Yeni yılda asgari ücretin yüzde 27 zamla 28 bin 75 lira olduğu sevgili ülkemde sadece alın terinin namusuyla yaşayan bir emekçi de bazen piyango biletinden umut devşirmeye çalışacaktır.
Bu davranışıyla bilmeden kapitalizmin çarkını bilese de ülkede yüksek yerlerde bulunanların yasal ya da yasa dışı bahisle veya kara para aklamayla zirvelere tırmandığını görünce kendisinin bu girişimini de masum sayacaktır. Peki biz 2026’da neler göreceğiz?
* * *
Çobanlarla ilgili hadisi bugün düşündüğümde İslam’ın aslında kapitalist değerleri ve gelişmeleri kıyamet alameti olarak gördüğünü anlıyorum. Sevgili peygamberimizin işaret ettiği, çobanların binaları yükseltmekte birbirleriyle yarışa girmeleri de aslında kapitalist süreçte köylerden kente olan göçü tasvir ediyor ve burada artık kentleşme sürecinde kapitalist altyapı hazırlanıyor.
İşte yazıya başlarken bahsettiğimiz, büyük kentlerden bunalarak bir göl-dere-deniz kenarı, dağ başına gitmek isteyenler, aslını arayanlardır.
Debdebeli yüksek binalarda oturan insanlar, aslı olan topraktan uzaklaştıkça insanlıktan da çıktı. O yüzden ne alsa mutlu olamıyor, hâlbuki Kızılderili reisi gibi “Ruhumuz geride kaldı, biraz soluklanalım da yetişsin.” diyebilse yine pek çok şeyi telafi edip kendisini de dinlendirecek.
Peki ne zaman hayırlı bir çıkış yolu bulacak insan? Hele de sabah güneş doğmadan yola düşüp tıklım tıkış toplu taşıma araçlarında kendilerine yer bulmaya çalışan, sigortalı bir iş karşılığında tüm samimiyetini ve girişimciliğini ipotek etmiş insan…
Ölümle yüzleşecek, ölmeden evvel en az bir kez ölecek. Azrail, Hakk’ın emanetini almaya geldiğinde Hazreti Mevlânâ gibi buna “vuslat” deyip olayı bir Şeb-i Arûs’a çevirecek. Şimdi sorsun insan “Benim yüreğim buna var mı?” diye.
Necip Fazıl’dan:
Hayat, mayat diyorlar;
Benim gözüm mayat'ta.
Hayatın eksiği var;
Hayat eksik hayatta.
Takınsam, kanat, manat;
Kuş muş olsam seğirtsem.
Bomboş vatana inat,
Matan’a doğru gitsem…
...
Gazze’de son aylarda yaşanan gelişmeler, bir güvenlik krizinden çok daha fazlasına işaret ediyor: sahada kalıcı bir dönüşüm inşa ediliyor.
Masada hâlâ bir ateşkes metni var. Diplomatik belgelerde hâlâ “çekilme”, “silahsızlanma”, “uluslararası gözetim” gibi kavramlar dolaşımda. Ancak sahada oluşan tablo bu kelimelerle örtüşmüyor. Kalıcı askerî karakollar, birbirine bağlanan yeni yollar, İsrail iç altyapısına eklemlenen lojistik hatlar ve eş zamanlı olarak ayakta kalabilmiş Filistin yerleşimlerinin sistematik biçimde yok edilmesi, ateşkesin bir durdurma değil, bir yeniden yapılanma aralığı olarak kullanıldığını gösteriyor.
Bu bir güvenlik politikası değil; bu bir mekânsal egemenlik kurma süreci.
Savaş alanı sadece silahların değil, haritaların da hareket ettiği bir alana dönüşmüş durumda.
Drop Site News’in incelediği uydu görüntüleri ve haritalar bu dönüşümü görünür kılıyor: İsrail, Sarı Hat’ın ötesinde bugün 48 askerî karakolda faaliyet yürütüyor. Bunların en az 13’ü ateşkesten sonra inşa edildi. Bu karakollar sadece savunma noktaları olarak değil, birbirine bağlanan ve İsrail içindeki üsler, yollar ve yerleşimlerle entegre edilen kalıcı bir ağın parçaları olarak tasarlanmış görünüyor.
Bu ağ, geri çekilmeye değil; kalmaya göre inşa edilir.
Geçici askerî varlık geçici altyapıyla yetinir. Oysa burada kalıcı asfalt, kalıcı beton ve kalıcı lojistik hatlar var. Bu da bize sahadaki niyetin geçici güvenlik değil, kalıcı düzen kurma olduğunu söylüyor.
Bu noktada İsrail’in uzun süredir uyguladığı strateji tekrar karşımıza çıkıyor: fiilî durum oluşturma siyaseti.
Hukuki metinlerle değil, fiziksel gerçeklikle ilerleyen bir siyaset. Önce sahayı değiştirir, sonra diplomasinin bu değişimi tanımasını bekler.
Batı Şeria böyle dönüştürüldü. Doğu Kudüs böyle dönüştürüldü. Şimdi aynı yöntem Gazze’de işliyor.
Önce “geçici güvenlik” denir.
Sonra “teknik zorunluluk” olur.
Ardından “mevcut durum” diye adlandırılır.
En sonunda “geri dönülemez gerçeklik” haline gelir.
Eski BM analisti Muin Rabbani’nin uyarısı tam da bu noktaya işaret ediyor: Bu süreç Gazze’yi bölmeyi ve Filistin nüfusunu adım adım yerinden ederek bölgenin demografik ve siyasal karakterini dönüştürmeyi amaçlıyor.
Gazze’nin kuzeyi ile güneyi arasına yerleştirilen askerî ağ, sadece tankların geçeceği bir koridor değildir; insanların geçemeyeceği bir sınırdır. Bu da zamanla nüfus hareketini, zorunlu göçü ve boşaltmayı beraberinde getirir.
Bu yüzden mesele Hamas değildir. Hamas bu sürecin gerekçesidir.
Mesele roketler değildir. Roketler bu sürecin dili olur sadece.
Mesele güvenlik değildir. Güvenlik bu sürecin meşruiyet aracıdır.
Asıl mesele toprağın kime ait olacağıdır.
Ve bu noktada uluslararası sistemin rolü belirleyici hâle geliyor. ABD, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler metin üretir, açıklama yapar, “endişe” bildirir. Fakat sahadaki beton, bildirilerden daha hızlıdır.
Dünya üç nedenle susuyor:
Bir: İsrail’le yüzleşmenin siyasi ve ekonomik bedelinden çekiniliyor.
İki: Gazze, küresel gündemde başka krizlerin gerisine düşmüş durumda.
Üç: Bazı aktörler bu dönüşümü açıkça ya da örtük biçimde destekliyor.
Bu da fiilen şu anlama geliyor: İsrail yalnız değil, Filistin yalnız.
Son iki ayda yaklaşık 740 ateşkes ihlali kayda geçti. Yaklaşık 400 kişi hayatını kaybetti, 1.100’e yakın insan yaralandı. Bu rakamlar bir savaşın değil, kontrollü bir genişlemenin bilançosu gibi duruyor.
Savaşta hedef askeri üstünlüktür. Burada hedef coğrafi ve siyasal dönüşümdür.
Bu yüzden Gazze’de yaşananlar klasik anlamda bir savaş değil; bir sınır ve nüfus mühendisliğidir.
Gazze bugün yalnızca bombalanmıyor; yavaş yavaş yeniden çiziliyor.
Ve tehlikeli olan şu: Bir gün herkes bu yeni haritaya bakıp “gerçek buydu zaten” diyecek. Oysa gerçek inşa edildi. Adım adım. Sessizce. Betonla.
...Suriye sahası son yılların en kritik diplomatik trafiğine ev sahipliği yapıyor.
10 Mart Mutabakatı’nın son düzlüğünde Ankara, Şam’a adeta tam kadro bir çıkarma yaptı.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile gerçekleştirdiği görüşme, bölgedeki dengelerin ne kadar bıçak sırtı olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Mutabakatın en kritik maddesi elbette SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu.
Ancak sahadaki gerçekler, kağıt üzerindeki imzalardan çok farklı bir dil konuşuyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, basın toplantısında net bir uyarıda bulundu: ''SDG’nin Şam yönetimiyle entegrasyon konusunda gerçek bir niyeti yok.''
Bu tespit, Suriye Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani’nin ''SDG kanadında bir irade görmüyoruz'' açıklamasıyla birleşti.
Görünen o ki; bir taraf zaman kazanmaya çalışırken, diğer taraf sabrının sonunda!
Diplomasi masasının gölgesi daha Şam sokaklarından çekilmeden, Halep’ten gelen silah sesleri analizi doğruladı.
Hükümet güçleri ile SDG arasında patlak veren çatışmalarda 2 ölü ve 15 yaralı var.
Bu çatışma, mutabakatın çiğnendiğinin de bir göstergesi.
Sahadaki veriler, SDG’nin Suriye ordusu çatısı altında olsa dahi kendi özerk yapısını ve silahlı gücünü korumak istediğini gösteriyor.
Bir yanda barış cümleleri, diğer yanda namlular… Bu senaryoya kim inanır?
Türkiye-Suriye ilişkilerinin son bir yıllık seyrine baktığımızda, Ankara’nın terör koridoruna karşı tavizsiz duruşu ile Şam’ın egemenlik arayışı arasında sıkışmış bir SDG portresi görüyoruz.
Hem saldırı başlatıp hem de barışçıl yaklaşım beklemek, Orta Doğu realitesinde sadece trajikomik bir beklentiyi ortaya koyuyor.
...Toplumsal kirlilik her yere işlemiş, üstelik normalleştirilmiş durumda. Biz ise hâlâ etrafa masum gözlerle bakıyoruz. Bir isim duyunca şaşırıyoruz ama ahlaksızlık artık tekil değil; örümcek ağı gibi her yere yayılmış. Bir isim değil, iki değil, üç hiç değil…
Üstelik bu isimlerin büyük bir kısmı sosyal medyada ahlak ahkâmı kesenlerden oluşuyor. İşin en acı tarafı ise şu: Çoluk çocukları var. Düşünebiliyor musunuz? Yanlış hayatların, yanlış ilişkilerin; genetik bir bozukluk gibi kuşaktan kuşağa taşınması… Ve bu ortamlarda büyüyen çocuklar, yarın bizim geleceğimizi inşa edecek. Tabii eğer ortada inşa edilecek bir gelecek kalırsa.
Bu kadar çürümenin olduğu bir devirde insan ancak Allah’a sığınıyor. Herkes de inandığı şeye sığınsın. Çünkü bu kadarı fazla. “Sosyal çürüme”, “toplumsal yozlaşma” gibi kelimeler bile artık yetersiz kalıyor. Basit kalıyor. Kelimeler tükeniyor; olan biteni anlatmaya yetmiyor.
Bu devirde sadece eline, beline, diline sahip çıkmak da yetmiyor.
Evine sahip çıkacaksın.
Telefonuna sahip çıkacaksın.
Aklına sahip çıkacaksın.
İmanına sahip çıkacaksın.
Allah bizi doğru yoldan, Taha yolundan, ayırmasın.
...



