Bugün geldiğimiz nokta, bu milletin ve devletin, yalnızca askeri bir başarı değil; jeopolitik bir akıl savaşı kazanarak tarihe düştüğü nottur.
PKK'nın silah bırakması, sadece bir terör örgütünün zayıflaması değil; Türkiye’nin 2016'dan itibaren yürüttüğü çok katmanlı güvenlik ve dış politika stratejisinin zaferidir. Bu süreç, bir güvenlik başarısı kadar, bir diplomatik mühendislik ürünüdür.
Türkiye, 2010’lu yıllarda küresel düzlemde yaşanan kırılmaların içinde, klasik savunma reflekslerinin ötesine geçerek proaktif ve çevik bir güvenlik mimarisi kurdu:
- Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Pençe-Kilit operasyonları gibi askeri hamlelerle sınır güvenliğini sıcak hatta kurdu.
- Milli İHA/SİHA teknolojileri, PKK’nın hareket kabiliyetini sıfıra indirdi.
- MİT’in derin saha operasyonları, örgütün üst kadrolarını bir bir tasfiye etti.
- Dış politikada çok yönlü diplomasi ile Bağdat ve Erbil arasında denge kuruldu; İran ve ABD arasındaki boşluk iyi okundu.
- Ve en önemlisi: Terörle mücadelede siyasi irade ile askeri irade eşgüdüm içinde çalıştı.
Bunun cevabı nettir: Artık dağda kalmak da, şehirde saklanmak da mümkün değil.
Türkiye’nin saha hâkimiyeti, artık sadece fiziki değil; istihbari ve psikolojik bir üstünlüğe dönüştü. PKK’nın lojistik damarları kesildi, halk tabanı daraldı, uluslararası meşruiyet zemini çöktü.
ABD’nin, Avrupa’nın ve bazı Arap ülkelerinin örgüte olan “sessiz desteği”, Türkiye'nin kararlı dış politikası ve NATO’daki pozisyonunu iyi kullanması sayesinde etkisizleştirildi.
PKK'nın Irak’tan çekilmesi, Irak merkezi yönetimi ile Kürt Bölgesel Yönetimi’nin iç barışına da hizmet edecektir. Çünkü:
- Örgüt artık yalnızca Türkiye değil, Irak için de bir baş ağrısı hâline gelmişti.
- PKK’nın varlığı, Türkmen kentlerinde güvenliği tehdit ediyor, KDP ve KYB arasında çatışma riski oluşturuyordu.
- Türkiye’nin bölgede yürüttüğü enerji diplomasisi, Kerkük-Ceyhan hattının geleceği için istikrarı zorunlu kıldı.
Bu gelişme, sadece Türkiye değil; Irak’ın da çıkarına oldu. Ve kazanan bir kez daha Ankara oldu.
PKK'nın tasfiyesi, Türkiye'nin uluslararası pozisyonunu güçlendirdi:
- Avrupa Konseyi ve NATO nezdinde Türkiye’nin “güvenlik kaygıları” daha somut algılanmaya başlandı.
- ABD ile yürütülen F-16 müzakereleri ve diğer askeri ilişkilerde “terörle mücadele şartı” Türkiye lehine bir baskı unsuru oldu.
- Afrika, Orta Asya ve Körfez ülkeleriyle kurulan ittifaklar, Türkiye’nin terörle mücadele tecrübesini dış politikada bir enstrüman hâline getirdi.
Türkiye’de etnik çatışma yoktu; çünkü Anadolu’da “kardeşlik” zaten genetik bir gerçekliktir.
PKK, dış akılların ürünüydü.
- Almanya laboratuvarlarında yazılmış manifestolar,
- ABD askeri kamplarında yetiştirilmiş kadrolar,
- İran sınırından sızdırılmış mühimmatlar,
hep aynı amaca hizmet etti: Türkiye’yi içeriden çökertmek.
Ama millet bunu gördü. Tüm güç dengelerinin, Türkiye üzerine oynadığı siyasal oyunlar bozuldu. Artık bu milletin doğusu da batısı da tek bir hakikati söylüyor: “Bu vatan bölünmez.”
Türkiye, bu yeni denklemde üç temel adımı atmalıdır:
1. Toplumsal bütünleşme ruhu canlı tutulmalı; özellikle dağdan dönen gençler için rehabilitasyon ve eğitim programları oluşturulmalıdır.
2. Bölge illerine yatırım ve istihdam teşvikleri artırılmalı; kamu diplomasisi kurumlarıyla kültürel onarım başlamalıdır.
3. Uluslararası zeminde “Türkiye modeli terörle mücadele” anlatısı güçlendirilmelidir.
Bu, sadece bir iç güvenlik meselesi değil; 21. yüzyılda Türkiye’nin jeopolitik kaderini yeniden yazma fırsatıdır.
PKK’nın silah bırakması, bir devlet aklının, bir millet direncinin ve bir coğrafyanın uyanışının sonucudur.
Zaferler, masa başında değil; devletin askeri,siyasi, diplomatik aklıyla kazanılır.
Ve Türkiye, PKK’nın silah bırakmasıyla sadece bir zafer kazanmadı; geleceğini emin ellerle garanti altına aldı.