SON YAZILAR
28.04.2025
Tüm Yazıları

“Sanki her tarafta var bir düğün,

Çünkü, en şerefli, en mutlu gün.

Bugün 23 Nisan,

Hep neşeyle doluyor insan.”

İlkokul 1. sınıftan 8. sınıfa kadar okul korosundaydım. Müzik öğretmenim Alev Hanım, belli bir kıvama geldiğimi hissettiğinde beni alt sınıfların provalarına göz kulak olmam için bırakırdı. Tüm resmî günlerin klasik şarkılarına hâlâ hâkimim…

BELKİ DE BU, BİR UYARIYDI

Bu 23 Nisan’da ise bir gazeteci olarak tercihen dinlenmeyi seçtim. Fakat hiç alışık olmadığım bir şey oldu: DEPREM!

İstanbul 6,2 büyüklüğünde bir depremle, ürkütücü şekilde sallandı...

Evde uyuyordum. Çok şiddetli bir şekilde uyandım. O an gerçekten öleceğimi düşündüm. Üç kedimle birlikte, ne olduğunu bile anlayamadan bu travmayı yaşadık. Sonrası tam bir kaos…

Artçılar hâlâ devam ediyor. Hepimiz diken üstünde uyuyoruz. Ama neden?

17 Ağustos 1999 depreminin ardından İstanbul, böylesine sarsılmamıştı. Tarih, sanki ucundan kıyısından bir kez daha tekerrür etti. Belki de bu, bir uyarıydı.

Deprem uzmanı değilim, ahkâm kesmeye niyetim de yok. Sadece kısa bir gözlemimi paylaşmak istiyorum:

EMPATİ Mİ, ÇARESİZLİK Mİ?

Birbirine selam bile vermeyen insanlar, bu birkaç günde ileri derecede bağ kurdu. Bunun sebebini tam olarak bilemiyorum. Empati mi, çaresizlik mi, insanlık mı? Adı her ne olursa olsun, olan biten büyüleyiciydi.

Günaydın bile demeyen komşular birlik oldu. Kavgalı olanlar barıştı. Yardımlaşma çoğaldı. Felaketten doğan bir bayram havası sardı etrafı… Ne acıklı ama bir o kadar da umut vericiydi.

Şimdi soruyorum:

Kıymet, hep felaketin ardından mı gelmeli?

Duygularımız illa artçılara mı bağlı olmalı?

Belki de artık beklemeden, bir sarsıntı olmadan da birbirimize sımsıkı sarılmayı öğrenmeliyiz.

Çünkü bazen en güzel artçı, kalpten kalbe yayılanbiriyiliktir

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.04.2025
Tüm Yazıları

Geçtiğimiz günlerde İstanbul, 6,2’lik bir depremle sarsıldı. Hepimiz bir anda kendimizi dışarı attık. Çok şükür, acı haber almadık ama yaşadığımız korku, geceyi dışarıda geçirmemize yetti. Hatta okullar tatil olunca, şehir dışına kaçanlar bile oldu… Peki ama neden? Sadece bir sarsıntı, bir “güvensizlik” duygusu mu? Yoksa bu korkunun kaynağı aslında daha mı derinlerde?

Bu sorunun cevabı, çoğumuzun depremle ilgili ne kadar az bilgiye sahip olduğumuzda yatıyor. Eğer deprem anında ne yapmamız gerektiğini bilseydik, korkumuz bu kadar büyümezdi. Bu, sadece bir “sarsıntı” değil, aynı zamanda bir bilinç eksikliği. İşte tam da bu yüzden, eğitim sistemimizin deprem bilinci konusunda daha fazla sorumluluk taşıması gerekmiyor mu?

Deprem bilinci, erken yaşta kazandırılması gereken bir yaşam becerisi aslında. İlkokuldan itibaren çocuklara yalnızca “çök-kapan-tutun” gibi temel reflekslerin öğretilmesi yetmez. Depremin bilimsel yönünü, nedenlerini, etkilerini ve risk azaltma yollarını da sistemli bir şekilde anlatmak gerekir. Müfredatta bu konu, sadece birkaç tatbikat ya da bir iki teorik bilgiyle geçiştirilmemeli; haftalık programlarda düzenli yer almalı. Deprem simülasyonları, saha çalışmaları, bilinçlendirme projeleriyle desteklenerek çocuklara gerçek bir afet bilinci kazandırılmalı.

Üstelik eğitim sadece teorik bilgiyle sınırlı kalmamalı; pratik yaşam becerilerini de kapsamalı. Bir binanın güvenli olup olmadığını nasıl anlayabileceğimiz, yaşadığımız çevrede risk analizi yapabilmek gibi konular da küçük yaşlardan itibaren öğretilmeli. Çünkü depremle ilgili bilinçli bir birey, sadece kendini değil, çevresini de korur; sadece canını değil, toplumu da kurtarır. Uzun vadede ise bu bilinç, daha sağlam yapılar, daha güvenli şehirler ve daha az kayıp demektir.

JAPONYA’DAN ŞİLİ’DEN NEYİMİZ EKSİK?

Dünya üzerinde deprem bilincinin yüksek olduğu birçok örnek ülke var. Japonya, bu konuda en bilinen örneklerden biridir. Deprem riskini en baştan kabul edip, eğitim ve altyapı çalışmalarına büyük yatırımlar yapmış bir ülke. Okullarda düzenli olarak deprem tatbikatları yapılır, çocuklara deprem sırasında nasıl davranmaları gerektiği öğretilir. Ayrıca, Japonya’daki binalar da deprem dayanıklılığı açısından en son teknolojiyle inşa edilir ve bina yönetmelikleri oldukça sıkıdır. Ülkede ayrıca gelişmiş erken uyarı sistemleri bulunmaktadır.

Bir başka örnek ise Türkiye’ye kıyasla çok daha az deprem yaşayan, ama yine de hazırlıklı olan Şili’dir. Şili, 2010’daki büyük depremde dünya çapında bir örnek göstermiştir; çünkü ülkede deprem öncesi, sırası ve sonrasına dair eğitimler her yaş grubuna verilmektedir. Deprem anında halkın büyük bir kısmı, doğru davranışları sergileyerek hayatlarını korumuştur. Şili’deki binalar da depreme dayanıklı olacak şekilde tasarlanmış ve afet yönetimi konusunda oldukça iyi altyapıya sahip bir ülkedir.

BİLİNÇSİZLİĞİMİZ KADER OLMAMALI

İşte yine aynı yere geliyor konu. Deprem değil, bilinç eksikliği ve hazırlıksızlık öldürür. Eğer biz de bu ülkeler gibi, çocuklarımıza depremle ilgili doğru eğitimleri versek ve toplum olarak bilinçlensek, çok daha az kayıp yaşayabiliriz.

İstanbul’da depremde korkudan camdan, balkondan kendini aşağıya atan insanları gördük. Can kaybı olmadı çok şükür ama 250’den fazla vatandaş hastanelik oldu. Bu, felakete karşı gösterilen bilinçsizlik ve panik halinin en trajik örneklerinden biridir. Deprem anında panikle ve doğru bilgiye sahip olmadan verilen tepkiler, can kayıplarını artırabilir. Eğer insanlar, ne zaman ve nasıl güvenli bir şekilde dışarı çıkacaklarını bilselerdi, bu tür dramatik kazaların önüne geçilebilirdi.

Depremler kaçınılmaz olabilir, ama bilinçsizliğimiz kader olmak zorunda değil. Artık sadece yıkımların ardından üzülmeyi değil, onları önlemeyi de öğrenmeliyiz. Deprem sonrası çaresizlik içinde kalmak yerine, deprem öncesi hazırlıklı olmalıyız. Eğitim sistemimizde depreme daha fazla yer vererek, geleceğin bilinçli bireylerini yetiştirebiliriz. Bugün attığımız her adım, yarın kurtaracağımız hayatlar demek. Unutmayalım: Deprem değil, ihmal öldürür.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.04.2025
Tüm Yazıları

Nisan ayındaki tüm maçlarını kazanan Galatasaray adım adım şampiyonluğa gidiyor. Mayıs’ta son noktayı koymaya hazırlanan Cimbom, kupadaki Konya maçının ardından dün gece Eyüp’e de 5 attı. Fenerbahçe ile arasındaki puan farkını 5’te tuttu. En önemlisi de 5. Yıldızı takmak için sadece 5 maçı kaldı. Bu saatten sonra şampiyonluk modunu açmış bir Galatasaray’ı hangi takım durdurabilir ki?

Beşi bir yerde!

Eyüp deplasmansında 1 gol, 1 asitle oynayan Osimhen yine sahanın en istekli ve üretken oyuncusu olurken, Sallai sezonun ilk yarısındaki olduğu gibi golünü Eyüp’e attı. Torreira ise sezon sonu yaklaştıkça golcü kimliğini ortaya çıkarmaya devam ediyor. Morata oyuna sonradan dahil olsa da 2 gol atarak “ben buradayım” dedi. Lemina bitmek bilmeyen enerjisiyle estetik bir asistte imza attı. Kısacası Galatasaray takım halinde iyi reaksiyon verdi.

Umursuz vaka: Franky

Sahanın tek olumsuz isim ise: Frankowski oldu. Yapılan “Sağ bek değil, kanat beki” yorumlarını tekrar gözden geçirmekte fayda var. Polonyalı futbolcunun takıma uyum sağlayamadı net olarak ortada. Ne hücumda nede savunmada hiç bir artısını göremedim. Sağlıklı bir Kaan varsa, ikinci yarıda olduğu gibi hep oyunda olmalı.

Berke ile olmaz!

Bir konuya daha değinmek gerekirse, Muslera sonrası kaleye takviye yapacak olan Galatasaray, Eyüpspor kalecisi Berke’yi radarından çıkarmalı. Günay’ın verdiği güveni Berke kesinlikle veremez. Bu düşüncem biten farklı skordan bağımsız…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.04.2025
Tüm Yazıları

Akdeniz’in tuzla ıslanmış rüzgârları eşliğinde, Apollon Tapınağı’nın sütunları gölgeli birer zaman şahidi gibi yükselirken, Side antik sokakları bu kez bir mutfak geleneğinin, göçle gelen hafızanın ve dostlukla yoğrulmuş lezzetlerin ev sahibi oldu.

Manavgat Belediyesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen Uluslararası Manavgat Girit’ten Side’ye Kültür ve Lezzet Festivali, bir gastronomi etkinliği olmasının yanında; aynı zamanda bellekte yer etmiş bir göç öyküsünün sofralara taşan karşılığıydı.

Yüzyılı aşkın bir zaman önce Girit’ten gelenlerin yerleştiği Side, bugün hâlâ bu kadim adanın kültürünü taşıyor.

Ne var ki Girit mutfağı ülkemizde yeterince tanınmıyor. Oysa çoğumuzun damağında kalan zeytinyağlı tatlar, baharatla yoğrulmuş kokular, başka adlarla da olsa bu mutfağın izlerini taşıyor. İşte bu festival, o izleri netleştiren, Girit’in mutfak hafızasını görünür kılan bir çağrıydı adeta.

Festivalin açılış korteji, Side Antik Kenti’nden Apollon Tapınağı’na uzanan büyülü bir yürüyüşle başladı. Manavgat Belediye Başkanı Dr. Niyazi Nefi Kara ve Girit’in Hanya kentinden gelen yerel yöneticiler; Eleni Zervoudaki ve Ioannis Giannakakis, bu kültür köprüsünün canlı mimarlarıydı.

Antik taşların üstüne yağmur düşerken bile Giritli müzisyenler ve dansçılar neşelerini kaybetmeden şarkılarını söylediler. Apollon’un gölgesinde zeybek döndü, mandolin sustu, ama anılar konuştu.

Bu festivalin en unutulmaz anlarından biri ise, bir Girit mutfağı menüsünün eksiksiz şekilde sunulduğu Side’deki bir restoranda yaşandı. Avronezli ekmek ve avronez salatasıyla başlayan bu şölende, hardal otu salatası ve klasik dakos ile baharın Akdeniz’de nasıl koktuğunu hissettik. Kabak çiçeği dolması ise yalnızca damakta değil, zihinde de çiçek açtıran bir zarafetti.

Ara sıcak olarak sunulan Çullama Böreği, organik horoz eti ve tarçınla hazırlanan iç pilavla Anadolu ve Girit’in mutfak dostluğuna bir gönderme gibiydi. Ana yemeklerde ise arapsaçlı kuzu, kengerle pişmiş et ve geleneksel Girit düğün pilavı gibi lezzetler, yalnızca doymak için değil, anlamak için yenilirdi.

Tatlı olarak sunulan Portokalopita, portakalın rayihasını yufkanın çıtırlığına sararak festivalin finalini tatlı bir senfoniye dönüştürdü.

Dr. Niyazi Nefi Kara’nın da belirttiği gibi, “Manavgat artık yalnızca bir yaz destinasyonu değil, yılın her mevsimi keşfedilecek bir kültür ve lezzet hazinesi...” Bu festival Side’nin ve tüm Türkiye’nin gastronomi turizminde oynayabileceği öncü rolü gözler önüne serdi.

Türkiye’nin yıllık 61 milyar dolarlık turizm hasılasında %10’luk paya sahip Manavgat, bu iddiasını yalnızca deniziyle değil, mutfağıyla da ortaya koyuyor.

Bu anlamlı buluşmada alınan en kıymetli karar ise, benzer bir festivalin Girit’te de düzenlenmesi yönündeki görüş birliği oldu. Zira kültürler en çok sofra başında yakınlaşır; tabaklar birer mektuba dönüşür, tariflerse kuşaklar arası barışın sessiz dili olur.

Özetle, Apollon’un gökyüzüne bakan sütunlarının altında başlayan bu yolculuk, bize bir kez daha gösterdi ki, geçmişle gelecek arasındaki en güçlü köprü bazen bir lokma zeytinyağlıda saklı…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.04.2025
Tüm Yazıları

Sınırın öte yakasında, Dera Kapısı’ndan içeri adım attığımız anda tozun, tarihin ve insanın iç içe geçtiği bir başka gerçeklikle yüz yüze geldik. Suriye’nin toprağı, üzerinde yürüyeni sadece misafir etmez; ona geçmişin acılarını, bugünün umutlarını da fısıldar. Yol boyunca, bir ülkenin sessiz haykırışı, yıkılmış binaların gölgesinde, direncini hâlâ yitirmemiş insanlarda vücut buluyordu.

Bu kez yolculuğumuzun ekseni, Türkiye’nin ulaştırma ve altyapıdaki nabzını tutan isimle; Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ile Şam’daydı. Bir ülkenin başkentinde, mazinin gölgesiyle geleceğin tasarısı yan yana dururken, Sayın Bakan’ın "İki komşu ülke olarak ortak bir gelecek inşa etmek adına iş birliğimizi güçlendirmeye devam edeceğiz," cümlesi bu yolculuğun özünü özetliyordu. Şunu gördüm: Türkiye ve Suriye yalnızca sınırdaş değil, aynı kader coğrafyasının iç içe geçmiş iki yakasıdır. Ortak acının ve ortak umudun paydaşları…

Abdulkadir Uraloğlu, masada konuşulanla sahada yaşanan arasındaki ince çizginin, ancak ayakları bu toprağa basanlarca anlaşılabileceğinin bilincinde. O ve ekibi, "Ne yapılabilir?" sorusunun ötesinde, "Ne yapılmalı, ne yapılmazsa bu topraklar bir daha ayağa kalkamaz?" diye sorarak hareket ediyor. Görüşmelerde, bakan yardımcıları ve genel müdürler, karşılarındaki muhataplarıyla yalnızca diplomasi değil, gerçek bir çözüm arayışı yürütüyor. Modernizasyonu planlanan Şam Havaalanı, kara taşımacılığı ağlarının yeniden inşası, fiber altyapının Suriye’ye nefes olacak şekilde kurgulanması… Her biri, yalnızca teknik bir hamle değil; bu ülkenin yaralarını sarmaya, geleceğine güven duymaya dönük bir iradenin ürünü. Sayın Bakan’ın ve ekibinin basına açık, samimi ve içten yaklaşımı ise şeffaflığın ve ortak aklın gerekliliğine vurgu yapan önemli bir detay olarak hafızamda kaldı.

Suriye’nin Neye İhtiyacı Yok Ki?

Suriye’nin başkenti Şam’da, yalnızca Türk diplomatlarını ve teknik heyetlerini değil; Suudi Arabistan’dan Çin’e, Kore’den Avrupa’ya kadar onlarca ülkenin temsilcilerini görmek mümkün. Herkes bu toprakların yeniden inşasında pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye ise kardeşlik hukuku gereği, bölgedeki varlığını yeniden tesis ediyor; Şam’a açılan büyükelçilik, ülkenin kalbine uzanan yeni bir köprü gibi yükseliyor.

Ama kolay değil; on üç yıllık bir iç savaş, milyonlarca insanı yersiz yurtsuz bırakmış. ABD’nin uyguladığı ağır yaptırımlar, hayatın damarlarında bir buz gibi dolaşıyor. Katar, ekonomik ve insani yardımlarla etkili olmaya çalışsa da, Suriye’nin ihtiyacı olan şey yalnızca ekmek ya da ilaç değil: Birlikte yaşama iradesi, yeniden ayağa kalkacak bir devlet aklı… Dokuz milyon Suriyeli hâlâ sınırların dışında bir umut arıyor. Siyasi ve coğrafi bütünlük hâlâ bir özlem. İsrail’in işgali, Hermon Dağı’ndan Şam’a kadar uzanan bir hançer gibi, şehrin 20 kilometre ötesine kadar dayandı.

Ve tüm bu zorlukların ortasında, hâlâ bir milletin yeniden doğmaya inancı… Belki her şeye ihtiyaçları var ama, yine de Gazze’deki kardeşleri için yardım kampanyası başlatacak kadar yüce gönüllüler. Bu kadim topraklarda insanı asıl ayakta tutan şey, onuru ve vefası… Küllerinden doğmaya çalışan bu halkı görünce, insanın yüreğinde bir umut ışığı yanıyor.

Suriye’de Türk Varlığı

Şam’da bir akşam vakti, gazeteci dostlarım İdris Arıkan ve Emir Ünlü ile, Suriye Türkmen Dernekleri Federasyonu Başkanı Tarık Cevizci’yle buluştuk. Bize, bin yılın ötesinden gelen bir hikâyeyi, Türk varlığının bu topraklardaki derin izlerini anlattı. Şam’da hâlâ Türk mahalleleri var; 1967’de Golan’dan koparılan Türkmenler, Selçuklu ile Anadolu’dan bölgeye taşınan kadim boylar… Meydanlarda, Anadolu’dan esen bir rüzgâr gibi, abdal bir Türkmen genci sazını konuşturduğunda, insanın içini buram buram memleket hasreti sarıyor.

Hatay’ın anavatana katılmasıyla birlikte Şam’a yerleşenlerin çocukları, torunları bugün hâlâ o eski mahallenin dar sokaklarında yaşıyor. Osmanlı’dan kalma, İstanbul’dan gelip Şam’a yerleşen Gülizar Nine’yle karşılaşmak; insanı geçmişin gölgesinde bir yolculuğa çıkarıyor. Her bir anı, her bir hikâye, Anadolu’nun ve Türk milletinin bu topraklarda hâlâ canlı, hâlâ diri olduğunun kanıtı.

Suriye Bizim Öteki Yarımız

Suriye, bizim öteki yanımız; gönlümüzün yarısı, tarihimizin, kültürümüzün eksik kalan parçası… Ya ellerini uzatan kardeşlerimizin elinden tutup ayağa kaldıracağız, ya da bu coğrafyanın, bu tarihin bize başka bir yol bırakmayacağını bileceğiz.

Bir kez daha gördüm ki: Bu topraklarda, umut küllerin içinden doğar; onur ise yaraların arasından filizlenir. Suriye bizim için sadece bir komşu değil, mazimizin ve istikbalimizin aynasıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.04.2025
Tüm Yazıları

Dijital dönüşüm, hayatımızın her alanında köklü değişiklikler yaratırken, medya sektörü de bu değişimden nasibini alıyor. Özellikle yerel medya, bu yeni çağda hem büyük fırsatlarla hem de ciddi zorluklarla karşı karşıya. Türkiye gibi köklü medya geleneklerine sahip bir ülkede, yerel medyanın dijital dünyaya adaptasyonu, sadece haber üretimini değil, aynı zamanda toplumla kurduğu bağı da yeniden şekillendiriyor.

Peki, bu dönüşüm yerel medya için ne anlama geliyor? Gelin, bu konuyu biraz daha yakından inceleyelim…

Yerel medyanın kalbi: Toplumla bağ kurmak!

Yerel medya, bir bölgenin nabzını tutar. Mahalledeki bir esnafın hikayesi, küçük bir kasabadaki festival ya da şehirdeki altyapı sorunları… Bunlar, ulusal medyanın radarına pek takılmasa da yerel medya için hayati önem taşır. İnsanlar, kendi yaşadıkları yerin haberlerini almak, komşularının hikayelerini okumak ister. Ancak, dijital dönüşümle birlikte bu hikayeleri anlatma biçimi kökten değişiyor. Artık bir gazetenin matbaa kokulu sayfaları kadar, bir web sitesinin kullanıcı dostu arayüzü ya da bir sosyal medya paylaşımının anlık erişimi de oldukça önemli.

Örneğin, Türkiye’deki birçok yerel haber sitesi, dijital platformlar sayesinde yerel hikayeleri ulusal ve hatta uluslararası kitlelere taşıyarak, dijital dönüşümün öncüleri arasında yer alıyor. Bu siteler, mahalle ve ilçe haberlerini geniş kitlelere ulaştırarak, yerel medyanın etki alanını genişletiyor. Dijital Varlıklar olarak, bu tür platformların dijital dünyada varlık göstermelerine ve toplumun sesi olmalarına destek olmaya devam ediyoruz.

Dijitalleşmenin fırsatları

Dijital dönüşüm, yerel medyaya daha önce hayal bile edilemeyen fırsatlar sunuyor. Elbette ilk olarak, maliyet avantajı: Yani geleneksel gazetecilikte baskı, dağıtım gibi masraflar büyük bir yük oluştururken, dijital platformlar bu maliyetleri ciddi oranda düşürüyor. Bir yerel haber sitesi, birkaç kişiyle bile etkili yayınlar yapabiliyor. Üstelik, sosyal medya sayesinde haberler anında on binlerce kişiye ulaştırabiliyor. Üstüne bir de Google’ın yerel medyanın haberlerini Google Keşfet aracılığıyla sunması da bonusu oluyor. Bir diğer büyük fırsat ise kuşkusuz veri analitiğidir. Yerel medya şirketleri dijital araçlar sayesinde okuyucularının neyi sevdiğini, hangi haberlere daha çok ilgi gösterdiğini anlık görebiliyor. Örneğin, bir kasabadaki spor etkinliği mi daha çok tıklanıyor, yoksa belediye hizmetleriyle ilgili bir eleştiri mi? Bu veriler, içeriği daha iyi şekillendirmek için adeta bir altın değerinde. Öte taraftan, multimedya içerikler de yerel medyaya yeni bir ses, yeni bir nefes getiriyor. Artık sadece yazılı haber değil, videolar, podcast’ler hatta interaktif grafikler aracılığıyla hikayeler anında hazırlanıp anlatılabiliyor. Özellikle YouTube gibi platformlar, yerel medyanın görsel hikayeler üretmesine muhteşem olanaklar tanıyor. Paris’te bizim de katıldığımız etkinlikte YouTube’un gazetecilikteki rolü konuşulurken, yerel medyanın da bu araçları kullanarak nasıl bir geleceğe dokunduğuna şahit olmuştuk.

Dijitalleşmenin yerel medyaya yansımaları nasıl olacak?

Yerel medyanın dijital dönüşüm yolculuğunda, yapay zekâ ve yeni medya teknolojileri artık tahin ile pekmez kadar ayrılmaz bir ikili oldular. Bu konuyla ilgili: “Yapay Zekâ Dijital Yayıncılığı Nasıl Etkileyecek?” başlıklı yazımda, yapay zekanın haber yazımından veri analizine kadar medyayı yeniden ve nasıl şekillendirdiğine değinmeye çalışmıştım. Bu teknolojiler, yerel medya için de hem bir hazine hem bir sınavdır. Zira bunlar doğru kullanıldığında, okuyucuların tam da istediği, kişiselleştirilmiş haberleri üretmek mümkün. Yerel medya, bu tartışmalardan ilham alıp dijital dünyada hem köklerine sadık kalmalı hem de yenilikçi yollarla okuyucularının kalbine dokunmayı bilmelidir.

Zorluklar ve çözüm yolları!

Elbette, her güzel hikâyenin bir de zor yanları vardır. Dijital dönüşüm, yerel medya için finansal sürdürülebilirlik gibi ciddi bir sorunu da beraberinde getiriyor olsa da, reklam gelirleri, büyük teknoloji şirketlerinin domine ettiği bir dünyada yerel medya için her geçen gün azalmaya devam etse de bu kimseyi ümitsizliğe düşürmemeli diye düşünüyorum. İyi bir iş yap isterseniz gidin Ağrı Dağı’nın tepesinde yapın mutlaka iyi alıcıları çıkacaktır. Yeter ki güvenilirliğinize halel getirmeyin. Yeter ki yanlış bilgi ve manipülasyon yapmayın. Bu tutumlar sadece yerel medyanın da değil tüm medyanın itibarını zedeleyebilecek en büyük tehlikeler arasında yer alıyor.

Evet, bu zorlukların üstesinden gelmek için yerel medya, kreatif çözümler üretmek zorunda. Yine, yerel medya kuruluşlarının bir araya gelerek ortak dijital platformlar oluşturma fikrini de benimsiyorum. Bu fikir maliyetleri düşürebilir, daha geniş kitlelere ulaşmanıza vesile olabilir. Güvenilirlik için şeffaflık ve etik gazetecilik ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalmak şartıyla elbette!

Yerel medyanın geleceği ne olacak?

Yaşadığımız söz konusu bu dijital dönüşüm, yerel medyanın hem bir sınavı hem de büyük bir fırsat kapısıdır. Bu süreçte, teknolojiyi kucaklayan, okuyucularıyla güçlü bir bağ kuran ve akıllı çözümler üreten yerel medya kuruluşlarının, ayakta kalmakla yetinmeyecek, aynı zamanda büyüyeceklerine inanıyorum. Bu ülkede Dijital Varlıklar olarak bizler de oldukça önemli adımlar attık, atmaya da devam ediyoruz. Özellikle yerel medya platformlarının dijital dünyada da toplumun sesi olması için elimizi taşın altına sokmaya devam edeceğiz. Çünkü ne kadar dijitalleşirsek dijitalleşelim, insanlar her zaman kendi hikayelerinde daha fazla sıcaklık ve estetik bulacaklardır. Son olarak dijital dönüşümün, yerel medya için bir son değil, yeni bir başlangıç olduğuna canı gönülden inanıyorum. Ve aklını kullanan yöneticilerle her zaman yardımcı olmaya oturup konuşmaya açık olduğumu bu vesile ile paylaşmış olayım. Bizim sizlere, sizin bizlere önerebileceğiniz fikirleri vardır ve bu durumu en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğine inanıyorum…

Kalın sağlıcakla…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
25.04.2025
Tüm Yazıları

İstanbul, Türk milletinin medeniyet yürüyüşünde merkezi bir rol oynamış; yüzyıllar boyunca kültürün, ticaretin ve yönetimin başkenti olmuş bir şehir. Ancak bu benzersiz şehir, tarih boyunca defalarca yıkıcı depremlerle sarsıldı. Bugün ise karşı karşıya olduğumuz deprem tehdidi, yalnızca doğal bir afet olarak değil, toplumsal huzurdan ekonomik istikrara, milli güvenliğe kadar her alanda ülkemiz için büyük riskler barındırıyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “İstanbul depremi bir milli güvenlik meselesidir” sözü, şehirleşme anlayışımıza ve gelecek vizyonumuza derin bir sorumluluk yüklüyor.

Tarihte İstanbul Depremleri: Hafızamızdaki Uyarılar

İstanbul, bin yılı aşkın tarihinde birçok yıkıcı depreme tanık oldu. Her biri, dönemin sosyal dokusunu, mimari mirasını ve yönetim anlayışını derinden etkiledi:

1509 “Küçük Kıyamet” Depremi: Osmanlı döneminde yaşanan bu büyük deprem, şehrin dört bir yanında ağır yıkıma yol açtı. Binlerce ev, cami ve köprü hasar gördü, halk arasında derin bir korku ve belirsizlik hakim oldu.

1766 Büyük İstanbul Depremi: İstanbul’un büyük camileri, sarayları ve hanları ciddi zarar gördü. Şehir günlerce yangın ve yıkımla mücadele etti, Osmanlı yönetimi afet sonrası büyük bir seferberlik başlattı.

1894 Depremi: Yine Osmanlı döneminde yaşanan bu deprem, modern İstanbul’a geçişin eşiğinde kenti bir kez daha sarsarken, hem sosyal yaşamda hem mimaride kalıcı izler bıraktı.

1999 Gölcük Depremi: İstanbul doğrudan merkezinde olmasa da, Marmara Bölgesi’ndeki bu felaket, kentin deprem riskine ne kadar hazırlıksız olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koydu ve şehirde derin bir dönüşümü zorunlu kıldı.

Bu tarihsel depremler, İstanbul’un jeolojik gerçekliğiyle yüzleşmesini sağlamış; şehirleşme, altyapı ve yönetim anlayışında defalarca yeniden yapılanmaya yol açmıştır. Fakat her seferinde unutulan, risk yönetimi ve hazırlık kültürünün sürdürülebilir bir şekilde yerleşememiş olmasıdır.

Şehirleşme, Deprem ve Milli Güvenlik Bağlantısı

Günümüz İstanbul’unda hızlı nüfus artışı, plansız yapılaşma, tarihi dokunun ihmal edilmesi ve zayıf altyapı, şehri büyük bir depremde çok daha ağır sonuçlara açık hale getiriyor. Deprem, sadece fiziksel bir yıkım değil; toplumsal düzenin bozulması, ekonomik hayatın sekteye uğraması ve devletin güvenlik kapasitesinin zedelenmesi anlamına geliyor.

Kamu Düzeni: Deprem sonrası ortaya çıkan kaos, asayişin bozulması ve panik ortamı, şehirde güvenlik açıklarına neden olabilir.

Ekonomik Kayıplar: İstanbul’un ticaret ve finans merkezlerinin zarar görmesi, Türkiye ekonomisinin genel dengesini sarsar.

Altyapı ve Stratejik Tesisler: Enerji, iletişim ve ulaşım ağlarındaki tahribat, ülke genelinde güvenlik ve savunma zafiyeti doğurabilir.

Göç ve Toplumsal Huzur: Kitlesel göç hareketleri, hem şehirde hem de ülke genelinde sosyal huzursuzluklar yaratır.

Dış Müdahale ve Bilgi Güvenliği: Kriz ortamında siber saldırı, dezenformasyon ve sabotaj riskleri artar.

İşte bu nedenlerle, deprem gerçeği yalnızca afet yönetimi değil, milli güvenliğin de ayrılmaz bir parçası olarak görülmelidir.

Tarihsel Mirası ve Şehri Korumak: Sorumluluğumuz

İstanbul’un Fatih’ten Cumhuriyet’e uzanan camileri, sarayları, medreseleri ve hanları, geçmişin mirası olarak deprem tehdidi altında.
Her kayıp eser, yalnızca bir bina değil, milletin hafızasında silinen bir hatıradır.
Bu yüzden, mimari mirası çağdaş şehircilik ilkeleriyle buluşturmak, tarihi yapıları bilimsel yöntemlerle güçlendirmek ve yeni şehirleşme vizyonunda dayanıklılığı ve sürdürülebilirliği ön plana almak zorundayız.

Çözüm: Dirençli ve Bilinçli Şehirler

Bilimsel zemin etüdü ve sağlam mühendislik uygulamaları,

Tarihi eserlerin ve kültürel mirasın profesyonelce korunması,

Akıllı şehir altyapısı ve kriz yönetim planlarının geliştirilmesi,

Toplumsal bilinç ve dayanışmanın mahalle ölçeğinde güçlendirilmesi, geleceğin İstanbul’unu şekillendirecek temel adımlardır.

Sonuç: Geleceğe Sorumlulukla Bakmak

İstanbul’un depremlerle şekillenen tarihi, bize sürekli olarak riskleri hatırlatıyor.
Artık bu uyarıları dikkate almak, şehirleşmeyi risk yönetimi ve milli güvenlik bakış açısıyla bütünleştirerek hareket etmek zorundayız.
Her sağlam yapı, her korunan eser, her bilinçli adım; hem geçmişimize hem geleceğimize sahip çıkmaktır.

Unutmayalım: İstanbul’un güvenliği, Türkiye’nin güvenliğidir.
Tarihten aldığımız derslerle, geleceğe daha dirençli, daha güvenli ve bilinçli şehirler bırakmak, hepimizin ortak görevidir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
23.04.2025
Tüm Yazıları

Şehre Düşen Adım: Sabah Ezanıyla Uyanan Taşlar
Şam’a vardığımda, vakit sabah ezanına yakındı. Taşların ve duvarların tarih koktuğu bu şehir, karşılamasını gökyüzüyle değil, taş kokusuyla yapıyor. Sokaklara düşen gölgeler bile asırlık bir vakar taşıyor. Her adımımda, bir yandan bugünü, bir yandan da bin yıllık tarihî içime çekiyorum. Şam, insanın yürüdükçe büyüdüğü, sustukça daha çok konuştuğu bir şehir.
Şehrin sokakları, adeta bir zaman tüneli gibidir. Emevîler'den Osmanlı'ya, Haçlı Seferleri'nden günümüzdeki iç savaşa kadar pek çok medeniyetin ve mücadelenin izleri burada birikmiştir, burada bir anlatı değil; bir nefes, bir bakış, bir taşın çatlağında gizlenmiştir.
Yavuz’un Şam’ı, Bir Fethin Değil, Bir Mirasın Hâkimiyeti
Bu kadim şehri anlamak için önce onun geçmişine eğilmek gerekir. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Mercidabık Zaferi sonrası Şam’a girdiğinde tek damla kan dökmeden, bir devri kapatıp Osmanlı’nın kalbini bu topraklara taşıdı. Şam halkı, Yavuz’u bir fatih gibi değil, adaletin sesi gibi karşıladı. Şehir, sultanın vakur sessizliğiyle kucaklandı. Bugün hâlâ Emeviye Camii'nin avlusuna adım attığınızda, duvarlar size şu sözü fısıldar:
"Yavuz'un gölgesi, Şam’ın minarelerinde ezanla yankılanır."
Yavuz burada sadece bir askerî zafer kazanmadı; aynı zamanda Hilafeti Osmanlı’ya taşıyarak, tüm İslam coğrafyasının sorumluluğunu da üstlendi. Bu topraklarda adaletle hükmetmek, onun mirasının özüdür. Bugün Şam’a dönen her bakışta bu mirasın izleri yeniden canlanır.
Selahaddin Eyyubi: Kudüs’e Giden Yol, Şam’dan Geçer
Yavuz’un gölgesinden ilerleyip Selahaddin Eyyubi’nin türbesine vardığınızda, tarihin başka bir katmanına dokunursunuz. Burada yatan sadece bir komutan değil; bir dava, bir direniş, bir ahlaktır. Kudüs’e uzanan yol, Şam’dan geçer; Selahaddin’in iradesi de Şam’dan yükselmiştir.
Onun adalet anlayışı, bugün bile Şamlıların dilinde dua gibi döner:
"Miğferi toprağa düşse de,
Adaleti rüzgâr gibi eser Emeviye'nin kemerlerinde."
Selahaddin, sadece bir savaşçı değil, aynı zamanda Haçlılara karşı İslam dünyasını birleştiren bir liderdir. Onun Şam’da attığı adımlar, Kudüs’ün kapılarını aralamıştır. Bu yüzden Şam, sadece bir şehir değil; bir misyonun, bir ruhun taşıyıcısıdır.
Bugünün Şam’ı, Taşlarda Duran Umut ve Direniş
Tarih yalnızca geçmişten ibaret değildir. Bugün Şam sokaklarında yürürken, geçmişin yankılarıyla birlikte, günümüzün karmaşası da hissedilir. Ahmed Eş-Şara yönetimiyle birlikte, Suriye yeni bir döneme girmiştir. Esad rejiminin yıkılması sonrası oluşan yeni siyasi yapı, halkın yeniden nefes almasına imkân tanımaktadır. Türkiye ile kurulan diplomatik ve ekonomik ilişkiler, hem sınır güvenliği açısından hem de kültürel bağların yeniden inşası açısından tarihi bir süreci temsil eder.
Bir zamanlar Osmanlı sancağının dalgalandığı bu topraklar, şimdi yeniden Türkiye’nin vicdanına kulak kabartıyor. Medhat Paşa Çarşısı’nda bir dükkânda, eski Osmanlı fermanlarının kopyaları satılıyor. Burada uzun uzun sohbet ettigim bir esnaf bana şöyle dedi:
"Bizim asıl sermayemiz hatıradır. Osmanlı'nın bıraktığı yerden şimdi Türkiye devraldı.
İç savaşın yaraları hâlâ sarılmamışken, Türkiye’nin insani yardımları, diplomatik desteği ve kültürel temasları bu topraklarda bir umut olarak kabul ediliyor.
Emeviye Avlusunda Bir Bilgeyle
Tarihî anların ortasında, Emeviye avlusunda bir bilgeyle karşılaştım. “Yavuz, Şam'la savaşmadı evladım,” dedi. “Selahaddin de Şam'ın evladıydı. Onlar buraya ihanet değil, hizmet etti.”
Gözleri çok şey görmüş bir bilgenin derinliğinde; ama sözleri bir o kadar canlı. Bugün Şam'da yaşanan her şey, geçmişin aynasında daha derin anlamlar taşır.
Zamanın Kalbine Yazılmış Şehir
Şam’da başlayınca ezanlar,
Kudüs'te yükselir dualar.
Yavuz Sultan Selim deyince,
Selahaddin dirilir kalbinde .
Her taşında bir tarih,
Her duvarında bir dua,
Aşk ile düşersin yollara,
Kazınmıştır, geçmişin ruhuna.
Toprak örter, taş söker,
Zaman gelir, geçmişi döker.
Bu şehri gören insan,
Tarihin izinde diz çöker.
Şam’a El Uzatmak, Kendine Dokunmaktır
Şam’ı bilmek, tanımak, sadece tarihi anlamak değil; tarihe saygının, geleceğe söylenecek sözlerin ifadesidir. Yavuz Sultan Selim ve Selahaddin Eyyubi gibi iki büyük ruhun buluştuğu bu şehir, bugün bir kez daha şahit arıyor.
Biz o şahit olabilir miyiz?
Şahit olmak, sözle değil; yazmak, inşa etmek, minnetle yad etmeyi gerektirir.
Türkiye, Şam’da sadece bir diplomasi değil; bir hafızayı, bir adaleti ve bir geleceği yeniden inşa etme gayretindedir. Bu coğrafyada barış, geçmişi onurlandırmadan kurulamaz. Ve Şam, bizim için sadece bir komşu değil; bir davanın, bir tarihin, bir kardeşliğin adıdır.
(Türkiye'nin kalbiyle Şam'ın ruhunu birleştiren bir izlenim yazısı)

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.04.2025
Tüm Yazıları

Özellikle son zamanlarda yapılan iyilikler sosyal medyada paylaşılıyor. Kimileri eskiden iyiliğin gizli yapıldığını ve daha makbul olduğunu belirtirken, kimileri ise yapılan yardımların başka insanlara da örnek olması ve nasıl yol izleyeceklerini öğrenmeleri için paylaşmanın önemli olduğunu savundu.

Eskiden gizli ödenmiş faturalar, kapı önlerinle bırakılan yiyecekler sadece yardımı yapan kişilerin bildiği bir gerçekti. Şimdi ise sosyal medyada yapılan yardımlar boy boy paylaşıyor. Örnek teşkil etmesi için bazı yardımlar sosyal medyada paylaşılmalı ancak, birkaç kıstas dikkate alınmalı.
Yardım yapılan kişilerle yan yana gelerek fotoğraf paylaşılmaz. Kişilerin bilgileri kesinlikle paylaşılmaz. Estetik kaygısı duyulan herhangi yardım, samimiyetini kaybeder. Eğer örnek teşkil edilmesi için yardım yapılıyorsa bilgiler verilir, yol gösterilir. Amaç yapılan iyiliğin paylaşımında büyük önem taşır. Yardım mı ettik, yoksa yalnızca iyi göründük mü?

"İlham veriyorum" savunusunun arkasında gizlenen ego
Yardım, gösteri değil; dokunuştur. Gerçekten yardım yapılması için gerçekleştirilen iyilik, ışıklar altında değil; kalbin derinliklerinde anlam bulur. Kişinin kendisine sorması gereken soru, yardım mı ettik, yoksa yalnızca iyi göründük mü?

Duygular bile prodüksiyon istiyor. “Yardım ettim ama story atmadım, acaba olmuş sayılır mı?” sorusu soruluyor. İnsanlar yardım ettikleri kişinin değil, kendilerinin hikâyesini anlatıyor. Yardım eden geri planı atılıyor, esas kişi yardımı eden oluyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.04.2025
Tüm Yazıları

Son zamanlarda bazı Türk devletlerinin, Kıbrıs meselesine dair aldıkları tutum dikkat çekiyor. Özellikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni (KKTC) tanımamak bir yana, dolaylı da olsa adanın güneyini, yani Rum Kesimi'ni "tek meşru hükümet" olarak kabul eden yaklaşımlar sergilemeleri, sadece Türkiye açısından değil, Türk dünyası açısından da ciddi bir kırılma yaratıyor. Bu durum, tarihî birlikteliklerimizi ve geleceğe dair umutlarımızı da sorgulatıyor.

Öncelikle şu soruyu sormak gerekiyor: Aynı dili konuştuğumuz, ortak tarih ve kültür paylaştığımız devletler neden Türkiye'nin milli çıkarlarına bu denli ters düşen adımlar atıyor? Bu sorunun cevabı, aslında Türk dünyasının ortak bir diplomatik refleks geliştirememesinde gizli. Bugün ekonomik ve kültürel iş birliği başlıklarında bir araya gelen Türk Devletleri Teşkilatı gibi yapılar, dış politika meselelerinde ortak hareket edemediği sürece istenen etkiyi yaratamaz. Kıbrıs meselesi bu noktada bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor; kimin ne kadar samimi olduğunu gözler önüne seriyor.

Kıbrıs, sadece Türkiye'nin değil, bütün Türk dünyasının ortak meselesi olmalı. Bugün Kıbrıs'taki Türk varlığına sırtını dönen, yarın kendi azınlık sorunlarında yalnız kalabilir. Azerbaycan'ın Karabağ sürecinde gördüğümüz dayanışmanın, Kıbrıs meselesine de yansıması beklenirdi. Ne yazık ki bu konuda aynı hassasiyeti göremiyoruz. O nedenle özellikle Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan gibi kardeş ülkelerin KKTC'yi tanımaları, hem sembolik hem stratejik bir adımdır. Bu adımı atmamak ya da daha kötüsü, Güney Kıbrıs'la yakın ilişkiler geliştirmek, tarihi ve kültürel bağların zedelenmesine yol açar.

Peki ne yapılmalı? Öncelikle Türkiye, diplomatik zeminde kardeş ülkelere bu meselenin hassasiyetini daha açık şekilde anlatmalı. Bunun için yalnızca resmî temaslar yetmez; medya, sivil toplum, üniversiteler ve kültürel organizasyonlarla bu anlatım güçlendirilmelidir. Kıbrıs Türklerinin haklı mücadelesi, Türk dünyasında daha fazla anlatılmalı, hatta ortak belgesel ve yayın projeleriyle bu bilgilendirme kurumsallaştırılmalıdır. Ayrıca Türk Devletleri Teşkilatı, KKTC'yi gözlemci üye yapma adımı gibi somut gelişmeleri hızlandırmalı, bununla da kalmayıp tam üyelik perspektifi sunmalıdır.

Kıbrıs meselesi, sadece bir ada politikası değil; Türk dünyasının birlik ve beraberliğini test eden bir göstergedir. Eğer bu meselede ortak duruş sergileyemezsek, gelecekte daha büyük sınavlarda dağınık kalmamız kaçınılmaz olur. Kıbrıs Türkü'nün yalnız bırakılması, sadece Türkiye'nin değil, hepimizin diplomatik itibarına zarar verir.

Unutulmamalı ki, bir milletin kaderi ortaksa, meseleleri de ortaktır. Birliktelik sadece törenlerde değil, kriz anlarında da belli olur. Kıbrıs'ta gösterilecek dayanışma, gelecekte Türk dünyasının kaderini şekillendirecek bir mihenk taşıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş