Olimpiyat Stadyumu’nda 73. Dakikaya kadar süren sessizliği ve kilitli Eyüpspor defansını kaptan Icardi açtı. Bu sezon 4 maçta forma giyen ve henüz %100 performansına ulaşamayan kaptan her şeye rağmen toplam 3 golle lige iddialı giriş yaptı. Sarı-kırmızılı takım Süper Lig’de geride bıraktığı 5 haftada en zor maçına Eyüp karşısında çıktı. Ev sahibi ekip, Galatasaray’a karşı son dakikaya kadar savunma yaptı ve kontra ataklarla etkili olmaya çalıştı. Galatasaray ise pozisyon bulmakta ve üretken olmakta zorluk çekerken sahneye Icardi ve Yunus çıktı ve fişi çekti.
İlkay yükleniyor
Okan Hoca’nın ilk kez forma verdiği İlkay ise kalitesini kısa paslarla gösterdi. Akan oyunda takım arkadaşlarına rehber olmayı başardı. Tabi ki İlkay’ın da takıma iyice alışması ve tempo tutması 1-2 maçı daha bulacak gibi.
Barış geri döndü
Takıma ruhen tekrar dönen Barış Alper ise oyuna dahil olduğu süreden itibaren takımının itici gücü olmayı başardı. Galatasaray üst üste pozisyonlar buldu. Fakat Barış’ın tek hatası bir pozisyonda Ahmed Kutucu’yu görmemesi oldu. Icardi’ye gol pasını veren Ahmed, Barış’tan da aynı pası bekledi. Kısacası gündüz maçı Galatasaraylı futbolcuları oldukça zorladı. Şampiyonlar Ligi mücadelesi öncesi bu karşılaşma skor anlamından moral ve motivasyona sebep oldu.
Not: Olimpiyat Stadyumu’nda mücadeleyi takip eden basın mensupları içmeye bir bardak su bulamadı. Çünkü stadyumun basın tribününde su yoktu. Teknik adamlar, futbolcular Olimpiyat Stadyumu’ndan ne kadar memnun ise basın mensupları da o kadar memnun!
...Geçtiğimiz hafta bir kongre vesilesiyle Kazakistan’ın Türkistan şehrindeydim. Kongre yoğunluğunun ardından, gözlem amacıyla Özbekistan’ın başkenti Taşkent ve tarihî Semerkant şehirlerini ziyaret etme imkânı buldum. Bu üç şehir, sadece tarihi miraslarıyla değil, aynı zamanda geçirdikleri sosyo ekonomik dönüşümle de dikkat çekiyor. Gezi boyunca bana eşlik eden kıymetli genç arkadaşlarım Muhammed ve Ceyda’ya da buradan selamlarımı iletmek istiyorum.
Maneviyatın ve Yatırımın Buluşma Noktaları
Türkistan, Hoca Ahmet Yesevi’nin manevi mirasıyla anılsa da bugünlerde Kazakistan hükümetinin yoğun yatırımlarıyla hızla modernleşen bir merkez hâline gelmiş durumda. Şehirdeki yeni havaalanı, oteller, üniversite kampüsleri ve kültür merkezleri, Türkistan’ı sadece dini turizm değil aynı zamanda bölgesel kongre ve iş toplantılarının da cazibe merkezi yapmış gibi duruyor. Ekonomik olarak hâlâ Almatı ve Astana’nın gerisinde olsa da, devletin stratejik yönlendirmeleri Türkistan’ı bir “manevi başkent” olmanın ötesine taşıyor. Bu, Orta Asya’da şehirlerin kimlik inşasında maneviyat ve kalkınmanın nasıl iç içe geçtiğinin güzel bir örneği.
Özbekistan’ın başkenti Taşkent ise, Sovyet planlı şehir yapısını hâlen hissettirse de yeni dönemde girişimcilik ve hizmet sektörüyle öne çıkıyor. Caddelerdeki hareketlilik, alışveriş merkezlerinin canlılığı ve genç nüfusun dinamizmi, Taşkent’in bir bölgesel ticaret merkezi olduğunu gösteriyor. Son yıllarda yapılan reformlar, dışa açılma politikaları ve yatırım teşvikleri şehirde belirgin bir canlılık yaratmış. Özellikle finans ve bilişim alanındaki adımlar, Taşkent’i geleceğin bölgesel teknoloji üssü hâline getirme potansiyeli taşıyor. Tabi şaşlık kebabı ve ozbek pilavını yemeden ayrılmadık.
Tarih ile Kalkınmanın İç İçe Geçtiği Şehir
Semerkant ise, Timur İmparatorluğu’nun ihtişamını hâlâ yansıtan Registan Meydanı ile büyüleyici bir tarihî dokuya sahip. Ancak şehir sadece geçmişin ihtişamı ile yetinmiyor; aynı zamanda turizm gelirlerini çeşitlendirmeye, ulaştırma altyapısını güçlendirmeye ve üretim kapasitesini artırmaya odaklanıyor buda çok net anlaşılıyor. Özellikle Çin’in Kuşak-Yol girişiminde önemli bir lojistik durak olan Semerkant, gelecekte sadece kültürel değil, ekonomik bir merkez olma yolunda ilerliyor. Şehirde gözlemlediğim en önemli nokta, tarihi mirasın korunmasıyla modern gelişmenin dengeli biçimde yürütülmeye çalışılması oldu. Ve tabi ipek yolunda hiz limitinin 70 olması her kilometrede bir radar bulunması biraz ulaşımımızı aksatsa da keyif almadım diyemem.
Kısacası Türkistan, Taşkent ve Semerkant üçgeni, Orta Asya’nın sosyo-ekonomik dönüşümünü anlamak için önemli bir örnek teşkil ediyor. Türkistan maneviyat ve yatırımı, Taşkent modernleşme ve girişimciliği, Semerkant ise tarih ile kalkınmayı buluşturuyor. Orta Asya’da Türk Devletleri Teşkilatı çerçevesinde gelişen iş birlikleri de bu şehirlerin geleceğini daha da parlak kılacak gibi görünüyor. Bölgeyi gezerken gördüm ki, sadece şehirler değil, toplumlar da büyük bir dönüşümün içinde. Eğitim düzeyindeki yükseliş, girişimcilik ruhunun güçlenmesi ve turizme yönelik uluslararası açılım, Orta Asya’nın önümüzdeki on yıllarda daha da fazla konuşulacağını gösteriyor.
...Haber, insanlığın kendi hikâyesine tuttuğu aynadır. Fakat son yıllarda bu ayna gereğinden fazla tozlanıp, bulanıklaştı. Öyle değil mi gerçekten? Yani onlarca başlık, yüzlerce içerik, milyonlarca kelime arasında insan kendi sesini duyabiliyor mu dersiniz? İşte “Benim gündemim nerede?” diye sorabilen bir okur, bu kalabalığın arasında boğulup kalmadan kendi sesini duyabiliyor mu sahiden?
İşte TGRT Haber, bu gürültüyü aşmak için yeni bir yol, yeni bir sayfa açtı habercilik alanında. Evet, yapay zekâ destekli kişiselleştirilmiş habercilikle karşınızdayız artık. Ama bu yalnızca teknik bir hamle değil; bu, insanı yeniden merkeze alan bir anlayışın başlangıcıdır bana göre... Artık okur, okurlarımız rastgele başlıkların arasında savrulmayacak; kendi gündeminin ışığında, kendi yolculuğuna rahatlıkla çıkabilecek. Okudukça daha çok anlaşılan, anlaşıldıkça daha çok bağ kuran bir habercilik anlayışını hizmete almış olduk.
Elbette yapay zekâ destekli bir haber sitesi yapmakla her şey tamama ermiyor. Bunun farkındayız. Yani tüm ekip söz konusu yeni teknolojinin tek başına hiçbir zaman bir kurtuluş olmadığının farkında. Eğer bir vizyonunuz yoksa, insanı merkeze almamış, mihenk taşı yapamamışsanız, en gelişmiş yapay zekâ bile bir algoritmadan başka bir şey değildir! İşte bizim farkımız da yönümüzü pusulasız bırakmamamızdır. Bu pusula her daim insandır, insanı kemale erdiren, ona mana veren meşhur merakı, hakikati arayış serüvenimiz devam edecek.
Bugün, hakikat yolculuğun henüz başındayız. Eksiklerimizi görüyoruz, geliştirilmesi gereken alanları da inkâr etmiyoruz. Yönümüz açık: Haberi çöplük olmaktan kurtarıp, yeniden insana dokunan bir hikâyeye dönüştürmekte son derece kararlıyız.
Her ne kadar bu yolculuk TGRT Haber’le başlamış olsa da burada kalmayacağından emin olabilirsiniz. İhlas Holding’in Dijital Varlıklar çatısı altındaki bir diğer güçlü markamız olan Türkiye Gazetesi için de hazırlıklarımızı yaptık onu da inşallah en kısa sürede yapay zekâ ile kişiselleştireceğiz. İnanıyoruz ki haberciliğin geleceği, tek tip başlıklar arasında kaybolan kalabalıkta değil, okurun kendi dünyasında saklı olan bağıntılarıdır. Öyle ya herkesin kendine ait bir gündemi var. Bize göre habercilik de bu gündemlere kulak verirse gerçek anlamını kendi kendine bulacaktır diye düşünüyoruz.
Bugün attığımız adım, yalnızca bir yenilik değil; yarının haberciliğinin de habercisidir. Türkiye’nin medya ufku, artık daha kişisel, daha derin, daha insana yakın bir yere doğru yol almalı.
Biz bugün haber çöplüğünden çıkışın ve insana dokunan yeni haberciliğin yolculuğuna sizlerle birlikte başlamış olduk.
Haftaya Cuma tekrar görüşmek üzere, kalın sağlıcakla…
...İpek Filiz Yazıcı’nın verdiği röportajda Aşk 101 filminde oynadığı dönem yaşadığı bir olayı paylaştı. Ayakları rahatsız olduğu için ayakkabısını değiştiriyor. Devam sahnesine de kendi ayakkabılarını çıkarmayı unutuyor. Burada kostümcü dikkat etmeli miydi? Evet suç sadece kostümcüde mi? İpek Filiz Yazıcı durumu yönetmene söyledikten sonra kostümcüyü bir daha sette görmediğini belirtmiş. Bu durumu kostümcüye söylemeli, en az onun kadar suçu üstlenmeliydi. Ancak İpek Filiz Yazıcı röportajında ne diyor “Benim hatam gibi de”.
Kostümcünün işlerinden biri de bu gerçekten. Takip etmeli. Hatta bazı kostümcüler devam sahnelerde kostümlerin fotoğraflarını çeker, ve daha sonra o fotoğrafa göre ayarlama yapar. Bu durumda İpek Filiz Yazıcı haber vermeli miydi?, Kostümcü ayakkabılara kesinlikle dikkat etmeliydi çünkü işi bu.
Burada bir zincirleme aksaklık söz konusu. Kostümcünün işi sahnelerdeki kıyafet sürekliliğini sağlamaktır. İyi bir kostümcü, sadece tasarım değil, sahne bütünlüğünü korumakla, devam sahneleri takip etmekle görevlidir. Kostümcü gerekirse fotoğraf çeker, notlar alır.
Ancak bu örnekte sadece kostümcüyü suçlamak da doğru olmaz. Çünkü sette her şey ekip işidir. Eğer oyuncu, ayakkabısını değiştirmek zorunda kalmışsa bu değişikliği kostüm departmanına ya da herhangi sorumlu kişiye bildirilmelidir. Oyuncular da sahne devamlılığına katkı sağlamakla yükümlüdür.
...Arap Baharı’nın üzerinden on yılı aşkın süre geçti. Tunus’ta bir gencin kendini yakmasıyla başlayan dalga, kısa sürede Mısır’dan Libya’ya, Suriye’den Yemen’e kadar uzandı. Demokrasi umudu, kısa zamanda iç savaşlara, dış müdahalelere ve otoriterleşmeye dönüştü. Bir kez daha görüldü ki: Küresel kırılganlık yerel kalmıyor, bölgesel ve küresel sarsıntılara dönüşüyor.
Bugün benzer bir tablo Asya’da karşımıza çıkıyor. Çin’in yükselişi, Hindistan–Pakistan gerilimi, Myanmar’daki çatışmalar, Tayvan üzerindeki baskı, Afganistan’daki belirsizlik… Asya artık yalnızca ekonomik üretimin değil, aynı zamanda küresel fay hatlarının da merkezi. Bu ortamda küçük ülkeler bile büyük dengeleri değiştirebiliyor. Nepal bunun en çarpıcı örneği.
Himalayaların Gölgesindeki Fay Hattı
Nepal, coğrafi olarak Himalayaların zirveleriyle çevrili küçük bir ülke. Ancak jeopolitik açıdan Hindistan ile Çin arasındaki büyük oyunun tam ortasında. Sık sık değişen hükümetler, etnik ayrışmalar ve ekonomik bağımlılıklar, Katmandu’yu kırılgan bir zemine sürüklüyor. Hindistan’ın geleneksel nüfuzuna karşılık Çin, Kuşak-Yol Projesi ile Nepal’e dev yatırımlar yapıyor. Böylece ülke, bölgesel ve küresel fay hatlarının kesişim noktası hâline geliyor.
Katmandu’da alınan bir karar, yalnızca yerel siyaseti değil; Pekin’de, Yeni Delhi’de ve Washington’da da yankı buluyor. ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi ve QUAD ittifakı Çin’i çevrelemeye odaklanırken, Pekin BRICS genişlemesi ve yatırımlarıyla Nepal’de derinleşiyor. Küresel rekabetin laboratuvarı hâline gelen Nepal, kırılganlığın küçük bir yansıması değil, doğrudan merkezi hâline gelmiş durumda.
Üstelik bu tabloya iklim krizinin yarattığı baskı da ekleniyor. Himalaya buzullarındaki erime, yalnızca ekolojik değil; ekonomik, sosyal ve siyasi bir tehdit. Nepal’in kırılganlığı böylece jeopolitikten çok öteye, küresel güvenlik meselesine dönüşüyor.
Türkiye’nin Perspektifi
Türkiye için bu gelişmeler uzak coğrafyanın hikâyesi değil. “Asya ile Yeniden” vizyonu çerçevesinde Ankara, kıtaya açılımını güçlendirmeye çalışıyor. Orta Asya’dan Güney Asya’ya uzanan her adım, Türkiye’nin hem ekonomik hem de stratejik çıkarlarını ilgilendiriyor.
Bu bağlamda Nepal’in istikrarı, Ankara için üç açıdan önem taşıyor:
1. Ekonomi ve Koridorlar: Orta Koridor’un Himalaya güzergâhlarıyla birleşmesi, Avrupa–Asya hattında yeni lojistik damarlar yaratabilir
2. Eğitim ve Kültür: Türk bursları, üniversite iş birlikleri ve kültür merkezleri, Katmandu’da kalıcı bağların kapısını açabilir.
3. Arabuluculuk: Türkiye’nin Bosna, Katar, Somali ve Libya’da yürüttüğü arabuluculuk misyonları, Nepal’in demokratikleşme sürecine katkı sağlayabilir.
Bunun yanında enerji ve çevre politikalarında ortaklık, Himalaya buzullarının erimesiyle ortaya çıkan iklim krizine karşı iş birliğini zorunlu kılabilir. Ayrıca Ankara, Pakistan’la köklü ilişkilerini korurken Hindistan’la ticaretini büyütüyor. Nepal, bu iki ülke arasında Türkiye için “köprü diplomasisi” fırsatı sunuyor.
Sonuç
Arap Baharı’nın dersi nettir: Halkın talepleri kırılganlığı tetikler ama düzeni belirleyen büyük güçlerin hamleleridir. Nepal, Asya’nın tam ortasında bu fay hattının kritik taşlarından biridir.
Türkiye için mesele açıktır: Bu kırılganlığı yalnızca izleyen bir seyirci mi olacağız, yoksa yeni Asya düzeninde söz sahibi aktörlerden biri mi? Katmandu’daki gelişmeler yalnızca Nepal’in değil, Ankara’nın da geleceğine dair ipuçları barındırıyor.
...Tarih kitaplarını açıp ekonominin evrimine bakarsak, aslında hepimiz büyük bir tiyatro oyununun figüranları gibiyiz. Bir gün mağarada taş takas ederken, ertesi gün 'altın mı, gümüş mü?' diye kafa yoruyoruz. Sonra banknotlar, kredi kartları, hatta tıkla ve öde kolaylığıyla hayatımıza giren dijital cüzdanlar. Ama şimdi sahneye öyle bir oyuncu çıktı ki, bildiğimiz tüm kuralları altüst ediyor ve etmeye devam edecek. Sadece finans gurularının değil, sabah çay, kahvesini yudumlayan senin, benim, hepimizin hayatını baştan yazacak bir devrim. Cüzdanınızdaki paranın bile bir kişiliği olacak!
Hani eskiden internette bir şeye bayıldığımızda, beğendiğimizde ne yapardık? Kocaman bir like basardık, değil mi? Maksimum ego tatmini, belki bir iki kalp emojisi... Ama, o günler geride kaldı! Artık 'like' atmak falan hikaye, yeni moda 'token' atmak yada türevleri olacak. Dijital dünyadaki her etkileşiminiz, her değer yaratımınız, her ödüllendirmeniz artık gerçek bir ekonomik karşılık bulacak. Yani o boş 'like'lar yerine, cebinize giren bir şeyler olacak. Şaka değil, gerçek. Kulağa garip gelse de ödül mekanizmaları, sadakat programları zaten bu durumu yaşatmıyor mu?
Düşünsenize, o çok sevdiğiniz müzisyen spotifydan aldığı kuruşlar yüzünden neredeyse sokak müzisyenliğine geri dönecek. Ama şimdi ne yapıyor? Kendi tokenını çıkarıyor! Artık dinleyiciler sadece şarkı dinlemekle kalmıyor, sanatçının geleceğine yatırım yapıyor, müziğini destekliyor ve hatta belki de bir sonraki albümün adını belirleme hakkı kazanıyor. Sanatçı kazanıyor, dinleyici kazanıyor, herkes kazanıyor! Resmen bir win win durumu, ama bu sefer tokenlarla.
Ve bu sadece müzikle sınırlı değil. Futbol kulüpleri, oyun şirketleri, o çok takip ettiğiniz influencerlar, hatta mahallenizdeki emlakçı bile tokenlaştırılabilir. Bir gün bakmışsınız, favori futbol takımınızın bir tokenını almışsınız, gol attıkça değerleniyor. Ya da yeni çıkan bir oyunun tokenıyla, oyunun başarısından pay alıyorsunuz. Hatta belki bir gün, oturduğunuz apartmanın %10'una tokenlarla sahip olacaksınız. 'Ben bu binanın %10'una sahibim!' diye hava atarken, kimse size 'deli misin?' demeyecek, aksine 'vay be, ne vizyon!' diyecek. İşte bu kadar ters köşe bir dünya!
Şu son bir kaç satır için ya yok canım o kadar da olmaz diyenler ya da bunlar zaten var diyeler olmalı, zira bazılarını biz yazıyoruz bile...
Hani şu, aracıları aradan çıkaran, işleri hızlandıran ve sınır tanımayan pazarlar olsa ya! Eskiden bir şey alıp satarken, araya bir sürü kişi girerdi: banka, kredi kartı şirketi, ödeme sağlayıcı... Resmen bir orkestra şefi gibi yönetirlerdi paranın akışını. Ama şimdi, tokenlar ve blockchain sayesinde o orkestra şefi emekli oldu, sahne tamamen sanatçıların! Yani senin ve benim gibi küçük esnafın!
Düşünsene, Kayseri'den bir el dokuması halı ustası, Japonya'daki bir samuray kılıcı koleksiyoncusuna NFT satıyor. Ödeme? Kripto! Transfer süresi? Göz açıp kapayıncaya kadar! Komisyon? Bankaların o şişkin komisyonlarının yanında devede kulak bile değil, resmen pire kulağı! Bu sadece bir alışveriş değil, bu küresel ticaretin yeniden doğuşu, hem de bebek adımlarıyla değil, roket hızıyla!
Artık küçük bir Instagram butiği bile, dünyanın öbür ucundaki bir müşteriye ulaşabiliyor. Coğrafi sınırlar mı? Onlar artık sadece haritalarda var. Dijital pazarlar sayesinde, hayallerimizdeki o küresel ticaret ağı, cebimizdeki akıllı telefona sığdı. Yani anlayacağınız, artık kimse 'ben küçük esnafım, ne yapabilirim ki?' demesin. Çünkü bu yeni düzende, küçük balıklar bile okyanusları fethedebilir!
Tabii bu dijital para partisi sadece girişimcilerle, teknoloji delileriyle sınırlı kalmadı. Devletler de bir noktada 'Durun bakalım, bu oyunda biz de varız!' dedi ve sahneye merkez bankası dijital para birimlerini sürdü. Hani şu, 'kripto paralar çok havalı ama kontrol bizde olsun' diyenlerin rüyası!
Çin, dijital yuanıyla çoktan pilot aşamayı geçti, milletin cüzdanına sızdı bile. Avrupa Merkez Bankası 'dijital euro' için harıl harıl çalışıyor, yakında cebimizden euro yerine dijital euro fışkırabilir. ABD ise hala 'yapsak mı, yapmasak mı?' diye düşünüyor, çünkü işin içinde sadece teknoloji değil, bir de jeopolitik güç savaşı var. Yani kimin parası daha dijital, kimin parası daha izlenebilir, mevzu bu!
CBDC'lerin en büyük farkı ne mi? Kripto paralar gibi özgür ruhlu değiller. Onlar devlet kontrolünde, yani bir nevi 'dijital kelepçe' gibi düşünebilirsiniz. Bir yandan 'güvenli, istikrarlı' diye pazarlanıyorlar, diğer yandan 'kimin neye harcadığını daha kolay izleyebiliriz' diye fısıldıyorlar. Yani o 'nakit paranın özgürlüğü' dediğimiz şey, yerini 'tam şeffaf, her harcamanın fişlendiği dijital cüzdanlara' bırakabilir. Düşünsenize, bir gün devlet size 'dün gece o çiğ köfteye harcadığın para çok fazlaydı, biraz kıs' diyebilir. Ters köşe değil mi?
kulağa hoş gelen vaatlerle dolu bir sepet gibi: Daha adil bir ekonomik dağılım, sanatçılara ve küçük girişimcilere daha fazla kazanç, küresel ticarette ışık hızı ve düşük maliyet... Hatta bankasız milyonlarca insana finansal erişim vaat ediyor. Yani fakir fukara da bu dijital şölene katılabilecek, ne güzel!
Ama her güzelin bir kusuru olduğu gibi, bu yeni düzenin de riskleri var, hem de öyle böyle değil! Regülasyon eksikliği, dolandırıcıların ekmeğine yağ sürüyor. Dijital paraların devlet kontrolüne geçmesi, bireysel özgürlüklerimizi kısıtlayabilir. Yani bir gün bakmışsınız, devlet size 'dün gece o çiğ köfteye harcadığın para çok fazlaydı, biraz kıs' diyebilir. Ve tabii ki, teknolojiye erişemeyenler, bu dijital trenin dışında kalabilir. Yani interneti olmayan teyzem, bu yeni düzende nasıl para kazanacak, orası biraz muamma. Fırsatlar bol, ama riskler de kapının ardında pusuya yatmış bekliyor, aman dikkat!
Ekonomi 5.0 bize aslında şunu fısıldıyor: Para artık sadece o sıkıcı 'harcama aracı' değil, aynı zamanda kimlik kartın, ait olduğun topluluk, hatta güç dengelerinin yeni anahtarı. Yani o bildiğin, yıpranmış, belki de biraz kokan cüzdanın, gelecekte bambaşka bir hal alacak.
Gelecekte senin cüzdanında sadece o bildik TL ya da dolar olmayacak. Belki biraz dijital euro, belki favori spor kulübünün tokenı, belki de o çok sevdiğin influencerın topluluk tokenı olacak. Ve sen sadece o klasik 'tüketici' rolünden sıyrılıp, aynı zamanda bir 'yatırımcı' ve 'paydaş' olacaksın. Yani artık sadece bir ürün alıp geçmeyecek, o ürünün, o sanatçının, o projenin bir parçası olacaksın. Düşünsene, bir gün torunlarına 'Ben gençken, bir zamanlar sadece kağıt parayla alışveriş yapılıyordu' diye anlattığında, sana uzaylı görmüş gibi bakacaklar. İşte o kadar farklı bir gelecek bizi bekliyor!
Para artık sadece o sıkıcı alışveriş aracı değil, aynı zamanda değer yaratmanın, paylaşmanın, hatta belki de yeni bir dünya inşa etmenin sihirli değneği. Tokenlar mı? Onlar yeni sosyal sermayemiz, yani kiminle takıldığını gösteren dijital rozetler. Dijital pazarlar mı? Onlar yeni ticaret meydanlarımız, hani o eski çarşılar, pazarlar vardı ya, işte onların dijital versiyonu, ama bu sefer dünyanın her yerinden insanlarla dolu. CBDC'ler mi? Onlar da devletlerin bu sihirli dünyadaki son kozu, sahnedeki en büyük kartı.
Önümüzdeki yıllarda o klasik 'cüzdanında ne var?' sorusu, yerini 'hangi ekosistemin bir parçasısın?' sorusuna bırakacak. Yani artık sadece ne kadar paran olduğu değil, o parayla kiminle, neyin içinde olduğun önemli olacak. Ve bu yeni para düzeninde, en büyük kazanan kim mi olacak? Tabii ki değişime ayak uydurabilenler, yani o 'ben hep böyleydim, değişmem' diyenler değil, 'ben bu oyuna varım!' diyenler.
Peki sen Token ekonomisinin bu çılgın partisine katılmaya hazır mısın, yoksa hala o eski, nakit dolu, belki de biraz küflenmiş cüzdanını cebinde mi gezdiriyorsun?
Vahşetten beslenen İsrail, bu kez Katar’da bulunan Hamas müzakere heyetine saldırı düzenledi. Saldırıda, Hamas'ın Gazze lideri Halil el-Hayya’nın oğlu dahil 5 üyesi ve Katar İçişleri Bakanlığı’na bağlı 1 güvenlik görevlisi hayatını kaybetti.
Düşünebiliyor musunuz? İsrail Başbakanlık Ofisi bu saldırıya ''gururla'' sahip çıktı...
Dahası, Reuters’ın ortaya koyduğu bilgiye göre, ABD’nin saldırıdan haberdar olduğu da ortaya çıktı.
Şaşırmadık değil mi?
Ama asıl şok edici olan bundan sonrası…
Saldırı başarısız olunca İsrail bağlantılı sosyal medya hesapları bu kez Türkiye’yi hedef göstermeye başladı.
İsrail’le bağlantılı bir X hesabı, İsrail ordusunu etiketleyip Katar saldırısı için teşekkür ederek şunu yazdı: ''Sıradaki İstanbul''
Yapılan bu paylaşımın altına Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin koordinatları bile servis edildi.
Üstelik yalnızca İsrail değil... ABD’den de aynı yönde mesajlar geldi.
Derin devletin sesi olarak tanınan Michael Rubin, ''İsrail Hamas’ı Katar’da sıkıştırdı, sırada Türkiye olabilir'' ifadelerini kullandı.
Çünkü İsrail medyasına göre ise saldırıdan kurtulan Hamas heyeti, Türkiye’nin istihbarat uyarısıyla ölümden döndü.
Peki şimdi ne olacak? İsrail’in bölgeyi ateşe atmaktan çekinmediği ortadayken, sıradaki hedef gerçekten Türkiye mi? İsrail bu savaşı göze alabilir mi?
İsrail’in yeni hedefi Türkiye olursa bu sadece diplomatik bir kriz değil, doğrudan ulusal güvenlik tehdidi anlamına gelir.
Türkiye ise bu tehdit karşısında elbette hava savunma sistemlerini ve istihbarat koordinasyonunu en üst seviyeye çıkararak, hem İslam ülkeleri hem de Batılı ülkelerle güçlü bir diplomasi yürütülmeli.
ABD ve Avrupa’ya karşı uluslararası hukuk zemininde baskı artırılmalı.
Ama en önemlisi: İçeride siyasi kavgaları bir kenara bırakıp ulusal birlik sağlamak zorundayız.
...Ülkemizin her yerinde buram buram tarih kokuyor. Sıfatlandırdığımız her şehrin altında muazzam bir tarih bir ruh ortaya çıkıyor. Bunlardan biri de benim için İstanbul’dan günübirlik gidilen Eskişehir oldu.
Öğrenci şehri olarak bilinen Eskişehir’in tam bir tarih ve doğa dokusu vardı. Hızlı trenle gittiğimiz Eskişehir’de adeta bir değişime tanıklık ettik. Deniz kıyısından ormanlık alanlara geçtik, en son ise bozkır havası bizi karşıladı. İstanbul’a bu kadar yakın ve bozkır olan bu şehirde aynı zamanda çok katmanlı bir ruha sahip olduğunu ispatladı.
Yolculuk sizi bir hikayeden başka bir hikayeye aktarıyor. Yolunuz düşerse, Ayten Usta Gurme mekanına mutlaka uğrayın. Sizi muhteşem bir kahvaltı bekliyor. Gölet kıyısındaki bu yerden çıkıp tramvayla şehrin en merkezi Odunpazarı’na gidebilirsiniz. Burada da sizi Osmanlı dönemine ait evler karşılıyor.
Eskişehir’i doğru tanımlamak için mutlaka gidip yakından dokunmanız lazım o ruha. Tarihe adım adım yürüdüğünüzde Frig Vadisi sizi karşılıyor. Şehrin içinde kalmış kalıntılar ve tarih bozkıra da yayılmış. Eskişehirliler hem güler yüzlü hem misafirperver.
Odunpazarı’nda dolaşırken sizi sadece Osmanlı değil 90’lı yıllarda karşılıyor. Eski antenli evler, sessiz sokaklar… Derin bir bilgelik… Eskişehir hakkındaki tüm fikirleri değiştirecek anlar…
...Dün sabah İzmir’de yaşananları, kimi kalemler yine kolaycılıkla “kahpe bir terör saldırısı” klişesine sıkıştıracak. Oysa 08:54’te Balçova’daki polis merkezinin önünde yaşanan, öfkesini kontrol edemeyen bir çocuğun rastgele sıktığı kurşunlardan ibaret değildi. Bu, soğuk bir aklın önceden planladığı, sahnelenmiş bir operasyondu. İlk perdesi oynandı; mesaj açıktı: “En korunaklı kalenizde bile size saldırabiliriz.”
Burada üzerinde durmamız gereken nokta, 16 yaşında bir gencin tetiğe basması değil; o tetiği yönlendiren iradenin sergilediği profesyonel soğukkanlılıktır. O irade, bir bedeni kullanarak karşımıza çıktı. Bize, çocuk yaştaki bir piyonun eliyle, “Size ulaşamayacağımız hiçbir yer yok” demek istedi.
Şimdi herkesin dilinde aynı cümle: “Daha çocuktu.” Ama büyüyemeden çürüyenlere çocuk denmez. Balçova’da eline bir demir yığını alıp etrafa saçma kusan bu gencin, aslında kendi boşluğunu doldurmaya çalışan bir zavallıdan farkı yoktu. Hayatının son anında mağaralarda yankılanan o tanıdık sloganı geveledi: “Allah-u ekber.”
Ne kadar yeni! Ne kadar orijinal! Sanki daha önce hiç duymamışız gibi… Çöldeki sakallı abilerinden ezberlediği dersin kötü bir tekrarıydı. Onlar da aynı sloganı haykırarak insanların başını kesiyor, kendilerini Tanrı’nın sigortalı elemanı sanıyorlardı. Bu genç de onların çırağıydı sadece. Fotokopiyle çoğaltılmış bir katil.
Sanıyordu ki evrenin sırrını çözmüş, Allah’ın yeryüzündeki postacısı olmuş. Oysa hormonları çıldırmış, beyni ucuz sloganlarla yıkanmış, ruhu asfalta yapışmış bir ergen sadece. Elindeki demir parçasına sığınıp, ödünç alınmış bir öfkeyle, kiralık bir cesaretle mücahitçilik oynadı.
Sonra da karşımıza şu cümle çıktı: “Suça sürüklenmiş çocuk.” Bu ifade, gerçekle dalga geçmekten başka bir işe yaramıyor. Kimse kimseyi bir yere sürüklemez. İnsan ya yürür ya da olduğu yerde çürür. O yürümeyi seçmedi; tetiği çekmeyi seçti. Kendi iradesizliğinin faturasını şehit ettiği polislere, ucuz silaha, kiralık slogana kesti.
Bu hikâyede ne bir isyan var, ne bir trajedi. Sadece kötü yazılmış bir senaryonun vasat bir oyuncusu var. Üç kuruşluk bir ideolojiye ruhunu satmış bir piyon. Ve şimdi bazıları çıkıp ona “mağdur” diyecek. Oysa mağdur olan, bu ülkenin çocuklarını korumak için sabah göreve çıkan polislerdi.
Görmemiz gereken, bir gencin tetiğe basması değil; o tetiği ona verdirten, o sloganı ezberleten, o beyni sistemli şekilde zehirleyen mekanizmadır. Terör örgütleri, insanlığın en ağır suçunu işliyor: çocuklukları çalıyorlar. Daha oyun çağında olması gerekenleri birer ölüm makinesine dönüştürüyorlar. Çocukların eline kalem verecek yaşta silah veriyor, defterine yazacağı hayalleri kanlı bir sahneye çeviriyorlar.
Ve biz her defasında sadece tetiğe basan genci görüyoruz. Oysa asıl mesele, arka planda işleyen “fotokopi makinesi”dir. Her gün aynı kalıptan yeni piyonlar üretiyor. Ve biz fotokopinin eline tutuşturulan silaha bakarken, makinenin kendisini gözden kaçırıyoruz.
Ortadoğu’nun karanlık örgütleri yıllardır aynı yöntemi kullanıyor. Afganistan’da başlayan beyin yıkama, Irak’ta, Suriye’de ve şimdi Türkiye’de benzer sahneleri doğurdu. Çocuk bedenine yüklenen ucuz slogan, her seferinde aynı sonucu veriyor: Ölüm.
Bu gencin hikâyesi, yalnızca bireysel bir çürüme değil; küresel bir organizasyonun ürünü. Kimin elinden tuttuğunu, kimin cebine harçlık bıraktığını, kimin kulağına slogan fısıldadığını bilmeden, olayı “ergen öfkesi” diye küçültmek, gerçeği gizlemek olur.
Şimdi önümüzde ağır bir soru duruyor: Bu fotokopi makinelerini nasıl durduracağız? Bu örgütler, sadece silah ve ideolojiyle değil, aynı zamanda boşluklarla besleniyor. Ailesinden koparılmış, aidiyet duygusu elinden alınmış, kimlik krizi yaşayan gençleri kolayca avlıyorlar. Onlara “yücelik” vaat ediyorlar; karşılığında ölümün tiyatrosuna sürüyorlar.
Devletin görevi, bu boşlukları kapatmaktır. Toplumun görevi, bu gençleri sahiplenmektir. Eğitimden kültüre, aileden medyaya kadar her alanda çocuklarımızın zihnini ve ruhunu koruyacak mekanizmalar kurmadıkça, yeni fotokopiler çıkmaya devam edecek.
Çünkü terör sadece bombayla, kurşunla değil; fikirle, ideolojiyle, sloganla da saldırır. Ve en korunaklı kalelerimizi, en zayıf yerimizden –çocuklarımızın zihninden– delmeye çalışır.
Bir gün yine benzer bir saldırı olduğunda, sadece tetiği çeken genci değil, onun arkasındaki makineyi görmeliyiz. Asıl mücadele, işte o makineyi durdurmakla mümkündür. Aksi halde en güvenli kalelerimizde bile aynı yüzlerle, aynı sloganlarla, aynı ölümlerle karşılaşmaya devam edeceğiz.
...Hayatta bazen ilgilendiklerimiz, bazen de ilgilenemediklerimizle imtihan oluyoruz.
Aile, iş, eş, gündelik ilişkiler…
Mühim olan neyle, ne kadar ilgilendiğimiz oluyor. Her kategoride, yeteri kadar yeterli olmamız istenebiliyor. Ancak bu yeterliliğin sınırını kim belirliyor?
İlgi ve ilgisizlik alanları insan fıtratı ve sirkülasyonunu belirleyebiliyor. Toplum da buna göre şekilleniyor. Ve hatta çocuklarımız da…
Belki de en büyük açmazımız burada başlıyor. Çünkü modern (!) insan, hiçbir kategoride tam anlamıyla ‘yeterli’ hissedemiyor. Genellikle bu eksiklik hissi,
toplumsal eleştirilerin tezahürü şeklinde yansıyor.
Buradaki kırılma noktası ise iletişim. İnsanlar birbirleriyle açık, empatik ve samimi iletişim kuramadığında, gereksiz ilgi ya da ilgisizlik dengesi büyük bir soğuk savaşa evriliyor.
Sonuçta toplum, tek tek insanların kurduğu ilişkiler üzerine inşa ediliyor. Küçük dairelerimizden çıkamadığımız her an, geleceğimizin çıkmaz sokaklarını inşa ediyoruz.
Eksikliklerimizi saklamak yerine paylaşmayı öğrendiğimizde, ilgi ve alaka geleceğeçıkacaktır.
...