Bazen düşünüyorum da... Ben gerçekten ben miyim, yoksa dijital bir yansımam mı dolaşıyor bu ekranda? Parmak uçlarımın değdiği her “gönder” tuşuyla, kendimi biraz daha dışarı mı bırakıyorum acaba?
Çünkü artık ben, ne okuduğuma değil, bana ne okutulduğuna bile karar veremiyorum. Ne izlediğimi ben seçmiyorum. Bana benzeyen insanlar, benim gibi düşünenler, benim gibi gülenler… Beni kuşatıyor. Farklılık sanrısı içindeyim; ama döne döne aynı içerikte boğuluyorum. Bu algoritmalar, beni benden iyi tanıyor olabilir.
Peki, bu iyi bir şey mi?
Düşün... Sabah uyanıyorsun, daha gözünü açmadan telefona uzanıyorsun. Haber akışı, önerilen videolar, reklamsız olmayan hiçbir şey… Sen daha “günaydın” demeden veri haline geliyorsun. Güne insan olarak değil, kullanıcı olarak başlıyorsun.
Daha korkuncu ne biliyor musun? Buna alışıyoruz. Hatta bunu seviyoruz. Konforla uyuşuyoruz. Filtrelenmiş gerçeklikler, optimize edilmiş öneriler, beğeniye sunulmuş hayatlar. Her şey o kadar düzgün, o kadar tanıdık ki, artık “keşfetmek” diye bir ihtiyacımız kalmıyor. Bize yeterince benziyorsa, tıklıyoruz. Yetiyor.
Eskiden insanlar bilinmek isterdi. Şimdi analiz edilmek istiyor. Daha görünür, daha ölçülebilir, daha sistematik olmak. İçten gelen bir sesle değil, dışarıdan gelen istatistikle yaşamak. Beğenilerle doğrulanmak. Etkileşimle var olmak.
Ve bu soruyu soruyorum kendime: Ben hâlâ “ben” miyim?
Yoksa ben, ben olmadan önce çoktan ölçülmüş, kategorize edilmiş, hedeflenmiş bir veriye mi dönüştüm? Bütün tercihlerim tahmin edilebilirse, hâlâ özgür müyüm?
Bazen en insani şeyin, bir şeyi neden yaptığını bilememek olduğunu düşünüyorum. İçgüdüyle karar vermek, sezgiyle sevmek, nedensizce üzülmek... Bunlar makinelere anlatılamayan şeyler. Ve galiba bizi insan yapan da tam bu olsa gerek!
Veri olmak kolay. Çünkü net. Sayı var, oran var, grafik var. Ama insan olmak karmaşık. İç çelişki var, boşluk var, karar verememe var. Bizi insan yapan tam da bu eksiklik. Belirsizlik. Anlam arayışı.
Ama korkum şu: Bu belirsizliği algoritmalar istemiyor. Bizi iyi tahmin edilebilir kılmak istiyorlar. “Bu kullanıcı genelde şu saatte bunu izler.” “Şu reklamı görenler %68 ihtimalle tıklıyor.” Bu kadar. Duygu değil, veri. Hikâye değil, eğilim.
İşte burada başlıyor asıl trajedi.
Çünkü bir gün, insanlık kendini sadece istatistiksel eğilimlere indirgediğinde, orada artık ne ahlâk kalır ne de şiir. Ne hakikat kalır ne de hayret.
O yüzden bazen, tek başıma bir sokakta yürürken veya ailemle doğaya atmışsak kendimizi hiç tereddüt etmeden telefonu cebime koyup başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Bilinmeyen bir yıldız görür müyüm diye değil, o anın ölçülemeyecek kadar insani olduğunu kendime hatırlatmak için…
Bana bu çağda en devrimci eylem gibi geliyor bu.
Yani veri olmamak…
Hayatın akışında insanca duraklara ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz dostlarım, kardeşlerim. Evet, gerçekten durmak, düşünmek ve dijital sisin ötesini görmek zorundayız.
Haftaya yine aynı gün, başka bir pencereyi aralamak üzere buluşmak dileğiyle...
Sağlıkla, sükûnetle ve merakla kalın.
İletişim, gerçekten zor bir zanaat. Özellikle de insan ilişkileri…
Genelde konuşmaktan oldukça keyif alırım. Hatta insanları yoracak kadar. Belki de yazmayı bu yüzden çok seviyorum.
Kendimle de konuşurum… Kedilerimle, kışın esen sert rüzgarla, tutmayan fidanlarımla, içinden çıkamadığım haberlerle, hatta çarpınca canımı acıtan herhangi bir objeyle…
İnsan ilişkilerinde ise açık ve dürüstçe konuşmanın gücüne inancım tam. Ancak bazen bu durum terse dönebiliyor.
…
Çok sevdiğim eski bir filmde hiç unutamadığım, çok konuştuğum zamanlarda kendimi frenlemek için aklımdan çıkartmamaya özen gösterdiğim bir replik var:
“Sürekli konuşmak iletişim kurmak demek değildir.”
Ancak geçtiğimiz günlerde izlediğim filmdeki bir replik, bakış açımı değiştirdi.
Tam replik şöyleydi:
ADAM: "Çok sevdiğim bir kız vardı. Aman Tanrım, o kadar güzeldi ki. Belki benim için fazla güzel ama ona hislerimi söylemek için yanına gittiğim zaman..."
PAPAĞAN: "Karşısında dilin tutuldu değil mi?"
ADAM: (Gülümser) Evet. En iyi arkadaşımla evlendi. Ona hislerini anlatmış. Düğünde beni bir kenara çekip, ‘Misha senden hep çok hoşlandım ama suskunluğun beni korkutuyordu’ dedi… Yani, konuşmak önemlidir.”
Şimdi soruyorum: Konuşmak mı, yoksa susmak mı?
Peki bu ince yolda düşmeden nasıl ilerleyebiliriz? Her iletişim elbette farklıdır. Ancak bunu nasıl anlarız?
Gözlem? Deneme yanılma? Empati?
Belki de mesele; ne kadar konuştuğumuz ya da ne kadar sustuğumuz değil. Asıl mesele, ne zaman konuştuğumuz ve neyi susarak geçiştirdiğimiz.
Bazen bir bakış, onlarca cümleden daha çok şey anlatır. Bazen tek bir kelime, sayfalarca yazılmış bir mektuptan daha ağır gelir. Ve bazen de suskunluk, yıkıcı değil; sadece korunmak içindir.
İletişimin özü, karşı tarafı ikna etmekten çok, anlaşılmaya cesaret etmek olabilir. Kendimizi açmak, bazen kelimelerle olur; bazen sessizlikle. Her insanın dili, zamanı, acelesi ve sabrı farklıdır. O yüzden ölçüyü dışarıda değil, içeride aramalıyız.
Belki de bu yüzden iletişim, sadece konuşmak ya da susmak değil; aynı zamanda duymaktır. Yani karşındakini gerçekten duymak… Onu olduğu hâliyle kabul edebilmek… Ne söylediğinden çok, ne demek istediğini anlayabilmek…
Ve galiba en kıymetlisi şu: Herkes bir gün bir şey söyler. Ama doğru zamanda söylenmeyen her şey, geç kalmış bir mektuba dönüşür.
O yüzden;
Bazen konuşmalı, çünkü susmak pişmanlık doğurur. Bazen susmalı, çünkü konuşmak fazlalık olur.
Ama en çok da anlamaya niyet etmeli.
Çünkü asıl iletişimoradabaşlar
İsrail son kozunu masaya koydu: Samson Seçeneği.
“Yok olacaksak, birlikte yok olacağız” mesajı artık fısıltı değil, yüksek sesle söyleniyor. Bu blöf değil, bir devlet aklının, varoluş tehdidini gören gözünün kararmış refleksidir.
Adını İncil’deki Samson’dan alıyor. Samson, düşmanlarıyla birlikte kendi sonunu hazırlamıştı. İsrail ise düşmanlarıyla birlikte dünyayı sona erdirmeye hazır bir senaryo üzerinde duruyor.
Bugün, İsrail’in nükleer caydırıcılığı artık sadece savunma değil, açık bir tehdit mekanizmasıdır.
Samson Doktrini, klasik nükleer karşılıklılıktan farklı olarak, önleyici yok ediş esasına dayanıyor. “Bizi yok edecekseniz, biz de sizi yok ederiz” değil artık mesele.
“Bizi tehdit etmeyi düşünüyorsanız bile, sizi önce biz bitiririz.”
Bu düşünce, stratejik akıl değil, varoluşsal travmalardan doğan bir paranoyanın ürünü.
İsrail’in Negev Çölü’ndeki Dimona Nükleer Tesisi bu doktrinin kalbidir.
Bu tesisin vurulması, sadece bir askeri tesisin değil, İsrail’in ikinci vuruş kapasitesinin yok olmasıdır.
Ve bu, doğrudan nükleer karşı saldırı emri anlamına gelir.
İsrail’in resmi olarak nükleer güç olduğunu kabul etmemesi, durumu değiştirmiyor.
Dünyadaki tüm başkentler, Tel Aviv’in nükleer kapasitesini biliyor.
İsrail de bunu biliyor.
Ve bu "bilinen sır" Samson Seçeneği’nin temelidir.
Bugün Ortadoğu’da tablo çok katmanlı.
İran, Hizbullah, Yemen ve bölgesel milis unsurlar İsrail’i çevrelemiş durumda.
Ancak Samson Seçeneği yalnızca bu çevreyi değil, bazı Avrupa başkentlerini bile potansiyel hedef olarak değerlendiriyor.
Yani tehdit sadece Lübnan’ın, İran’ın, Gazze’nin ötesinde.
Bu strateji ile Berlin, Paris, Tahran, Riyad, hatta Moskova bile zihinsel hedef haritasının içinde olabilir.
İsrail’in elinde kara, hava ve denizden fırlatılabilecek başlıklarla üç kademeli bir nükleer saldırı yapısı bulunuyor.
Denizaltılar, gizli füze siloları ve havadan taşınabilen taktik başlıklar…
Bu kapasite bugün yalnızca bir dosyada değil, bir refleksin içinde çalışıyor.
Bir yanlış radar algısı…
Bir sahte istihbarat raporu…
Bir provokasyon…
Tetiklenmesi için çok fazla gerekçe gerekmiyor.
Ve o andan sonra dünya artık aynı dünya olmayacak.
İsrail için bu sadece bir askeri doktrin değil.
Bu, bir varoluş teminatı.
Holokost’tan, Arap-İsrail savaşlarına kadar yaşanan her şeyin üzerine inşa edilmiş bir zihinsel savunma duvarı.
Ancak bu savunma, artık sadece kendini değil, tüm bölgeyi hatta gezegeni tehdit ediyor.
Putin’in meşhur cümlesi burada kendini hatırlatıyor:
“Rusya yok olduktan sonra dünya neden var olsun ki?”
Bugün bu cümle Tel Aviv’de başka bir biçimde yeniden yazılıyor:
“Eğer İsrail yok olacaksa, kimse var olmasın.”
Bugün dünya bu tehdidi, diplomatik nezaketle izliyor.
Ama bu bir oyun değil.
Bu, nükleer rehin alma stratejisi.
İsrail’in iç siyasette Netanyahu’nun köşeye sıkıştığı, dış siyasette İran’ın yükselen saldırı potansiyeliyle birleştiği bir denklemde, Samson Seçeneği artık raflardan inmiş durumda.
Buradan açıkça söyleyelim:
Samson Seçeneği masada durduğu sürece, Ortadoğu’da barışın adını bile anmak saflıktır.
Çünkü bu seçenek, yalnızca caydırmak için değil, uygulamak için hazırlanmıştır.
Ve bu doktrin, bir sabah dünyayı kül eden ilk emir olabilir.
Dünya başkentleri, bu akıl dışı senaryoya karşı artık gerçekçi bir duruş geliştirmelidir.
Yoksa bir gün, hep birlikte yok oluş senaryosunun figüranı oluruz.
Ve tarih, sadece susar.
Çünkü Samson bir masal değil, artık bir plan.
İran, İsrail’i kendi silahıyla vurdu!
İki ülke arasında sadece sahada değil, dünyaya verilen mesajlar üzerinden de ciddi bir savaş yürütülüyor.
İran’ın son misilleme saldırısında kullandığı füzelerden bazıları İsrail’deki bir hastane ve borsa binasına isabet etti.
Saldırının sivillere yönelik olduğunu öne süren İsrailli yetkililer, İran’ın savaş suçu işlediğini iddia ederek uluslararası kamuoyuna çağrı yaptı.
İran medyası ise cevap olarak hastanenin altında askeri üs olduğunu gösteren bir animasyon videoyu dolaşıma soktu.
İran ilk saldırılarından sonra da hedef aldığı binaların içinde savaş uçakları, füzeler ve gemilerin gizlendiğini gösteren benzer bir video daha yayınlamıştı.
Tabii bu videolar birer ironi!
İran, bu yöntemle İsrail’in savaş suçu iddialarını alaya alarak Gazze’de yaptıklarına gönderme yapıyor.
Zira, İsrail defalarca kez Gazze’de ve Lübnan’da okul, hastane gibi sivil binaları hedef almış, sonrasında ise bunların altında Hamas üyelerinin saklandığını, cephanelik ve tüneller olduğunu iddia ederek kendini savunmuştu.
İsrail’i kendi teziyle vuran İran böylece hem kendini korumaya alıyor hem de İsrail’in iki yüzlü tavrını tüm dünyaya göstermişoluyor.
...
Dün bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz teknolojiler bugün gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Hatta daha fazlası da yakın zamanda gerçekleşecek gibi duruyor. Yapay zeka devrimi sadece teknolojik bir sıçramadan ziyade zamanımızı yeniden programlayan bir katalizör.
Zamana Karşı Nefes Nefese
Daha dün metin bazlı YZ'ları konuşurken, bugün Google'ın Veo'su ve Minimax’ın Hailuo’su gibi sistemler saniyeler içinde sinema kalitesinde videolar üretiyor. Herkes bu yarışa, bu koşuşturmaya katılma derdinde.
Google'ın YZ'da "geç kaldığı" eleştirilerine rağmen Gemini ve Veo ile hızla zirveye çıkmış gözüküyor. Buradan da anlıyoruz ki bu rekabet diğer tüm yarışlardan çok daha hızlı ve hırslı. Bu sebeple yarın beklediğimizden erken gelecek gibi duruyor.
Gerçekliğin Bulanık Sınırları
Yapay zeka ile üretilien içerikler her geçen gün daha iyi hale geliyor. Hatta artık YZ içerikleri bizim yazdığımız içeriklerden daha iyi oluyor ama bu da pek çok farklı sorunu beraberinde getiriyor.
Bu durum toplumsal güveni temelden sarsan bir kırılma noktası.
Yakın Gelecek (2-5 yıl):
Orta Vade (5-10 yıl):
Uzun Vade (10-20 yıl):
Toplumsal yapılarda köklü dönüşümler
Uyum mu, Direniş mi?
Körü körüne benimsemek kadar tamamen reddetmek de zararlı. Akıllı olan, YZ’nın potansiyelini eleştirel süzgeçten geçirmek, fırsatları değerlendirirken riskleri göz ardı etmemek.
AI araçlarını kullanmayı öğrenmek temel beceri olurken, bunların sınırlarını ve önyargılarını anlamak da kritik. Sadece kullanan değil, etik çerçevelerini tasarlayan aktörler olmalıyız.
Sonuç: İnsan Kalmak
Bu çağda değişimin kendisi değişiyor. Eskiden aşamalı olan değişim, şimdi ani ve radikal sıçramalarla ilerliyor.
Geleceği tam tahmin edemesek de hazırlanabiliriz. Bu hazırlık teknik becerilerin ötesinde eleştirel düşünce, yaratıcılık, empati ve etik muhakeme gerektirir.
En büyük soru: Bu hızlı dönüşümde insanlığımızı nasıl koruyacağız? Cevabı her an verdiğimiz kararlarla yazıyoruz. Bu, insanlığın geleceği için verilecek en büyük dans.
...
Sam Altman'ın yeni projesi için efsane tasarımcı Jony Ive ile bir araya geldiğini duymuşsunuzdur. ÖBu demek oluyor ki artık yapay zekaya dokunabiliyor da olacağız. Kulislerde dolanan bilgilere göre bir cihaz üzerinde çalışıyorlar. Ve sanırım yeni bir çağ başlamak üzere, zira Sam Altman bu yapay zeka cihazı için laptopumuz ve cep telefonumuz gibi ayrılmaz, vazgeçemeyeceğimiz bir parçamız olacağını söylüyor. Hadi biraz bu konuyu irdeleyelim...
Eğer bu cihaz gerçekten bir telefon ya da laptop gibi fiziksel bir araç olacaksa, o zaman onunla aramızdaki ilişki klasik anlamda bir kullanıcı – cihaz ilişkisi olmayacak. Daha çok, kendi kişisel yapay zekamızla bir tür simbiyotik ilişki kuracağız. Sabah “günaydın” dediğinde sadece hava durumunu söylemeyecek, geceki rüyandan yola çıkarak o günkü ruh halini analiz edecek, toplantılarını ona göre revize edecek.
Bu cihaz görünen değil, hissedilen bir arayüz ile çalışacak. Belki ekransız olacak, belki projeksiyonla avucunun içine sanal bir ekran yansıtacak. Belki sadece sesle, belki göz takibiyle... Ama kesin olan şu: sensörler, biyometrik veriler, mimikler, ses tonun onun beslendiği kaynaklar olacak. Sen daha bir şey demeden seni anlayacak kadar içselleştirilmiş bir deneyim sunacak.
Tıpkı App Store’un bir dönem ekosistemleri baştan yazdığı gibi, bu yeni cihazın da kendi AI Market’i olacak sanırım. Ama bu defa klasik uygulamalar değil, kişisel asistanların eklentileri, duygu analiz motorları, anı toparlayıcıları, yaratıcı editörler gibi modüller yükleyeceğiz. Ve kim bilir aklımıza gelen ve gelmeyen neler neler...
Kendi yapay zekanı eğitmen için özel karakter modülleri alabileceksin.
Eğitimin tamamen değişeceğini düşünüyordum ve bu beton okulların ortadan kalkacağını düşünüyordum da eğitimin bizim için değil bir yapay zeka için olabileceğini düşünememiştim açıkçası. Tabi şu an bu cümle ile onu da düşündüğümü fark ettim :)
Geliştiriciler için uçsuz bucaksız bir pazar doğuyor. Sadece app değil, kişilik formatları, kişiselleştirilmiş etik protokoller, duygu-dil katmanları bile satılabilir olacak.
Fırsatların DNA'sı değişiyor. Yeni fırsat, sadece yazılımda değil; duygu modelleme, etik motorlar, kişisel veri estetiği, sosyal yapay zekâ eğitimi gibi alanlarda. İnsanlar artık “bir app yaptım” değil, “yapay zekama hayat felsefesi yükledim” diyecek. Tasarımcılar için, karakter yaratıcıları için, filozoflar için bile yepyeni meslek alanları doğacak.
Ve en önemlisi; herkesin kendi AI karakteri olacak. Herkesin dijital alter egosu. Bu alter ego, onun yerine e-posta yazacak, pazarlık yapacak, hatta ilişki kuracak. Kim bilir, bir gün senin avatarın, senin tanımadığın birinin avatarıyla iş kurmuş olabilir. Düşünsene; İnsanlar değil, dijital benlikler toplantı yapıyor. Tabi ego denince akla bin tane kötü tanım, duygu, fikir geliyor. Belki herkesin yapay zekası standart ego olurda bir tık kurtuluruz gereksiz şişmiş egolu insan müsveddelerinden.
Gelecek başka olacak çünkü biz artık bilgiye ulaşmak için değil, bilginin bizi bulmasını sağlamak için araç kullanacağız. Bilgiyi aramayacağız, o bizimle yolda yürüyecek. Cihazlarımız bizim rehberimiz, bazen terapistimiz, bazen dostumuz olacak. Kendi AI cihazınızla kavga eder misiniz? bilmiyorum ama biz insanoğlu onu da yaparız hiç şüphem yok.
Gelecek başka olacak çünkü üretim şeklimiz değişecek. Yazmak yerine düşüneceğiz, çizmek yerine hayal edeceğiz ve cihaz bunları gerçekleştirecek. Bu bir rüya olmalı.
Aykırı düşünme, kutunun dışında düşünme konularında ülkemizde 500den fazla düzenlediğimiz "Saçmalathon" etkinliklerimizde biri bunu söylese, uçma derdik belki de saçmalama derdik :)
Gelecek başka olacak çünkü özne – araç ilişkisi bitiyor. Cihaz senin ruh halini hissedebilen, geçmişini bilen, gelecek hedeflerini anlayan bir yol arkadaşına dönüşüyor. Bu da sadece teknolojik değil, kültürel ve felsefi bir devrim. Bu da benim en sevdiğim kısım. İnovasyonun kültürel değişime sebep olanına bayılıyorum.
Bu cihaz bir “alet” değil, bir yansıma olacak. Sana benzeyecek, seni büyütecek, seni seninle karşılaştıracak. Onunla barışık olanlar, yeni çağın kazananları olacak. Çünkü dijital avatarın seninle birlikte gelişecek, birlikte düşünecek, birlikte üretecek.
Ve belki de bir gün, sen işe gitmeyeceksin; avatarın senin yerine toplantıya gidecek. Sen ise o sırada ormanda yürüyüş yapıyor olacaksın. Bill Gates bu konuda haftalık çalışma gününün iki güne düşeceğini savunan açıklamalarda bulundu. Bir yandan insanlar işsiz kalacak, bir yandan adapte olanlar çok daha rahat yaşayacak.
Yeni teknolojik çözümler, devrimler dünyayı kasıp kavururken Uganda'da, Zimbabve'de ya da kim bilir hangi geri kalmış, diktatörlükten nasibini almış, kendi çocukları lüks ve konfor içinde yaşarken, milleti perişan halde hala el ile taş kıran, Türkiye'nin bile 50 yıl öncesini yaşayan insanlar ne yapacak?
Cep telefonu gibi düşün; sahip olan ile olmayan ve verimli kullanan arasında nasıl farklar var ise, bu uçurumun çok daha fazlasını düşün.
Yeni dönem başlıyor. Cihaz değil, yol arkadaşı. Uygulama değil, karakter. Girişim değil, dijital kimlik mimarisi.
Gelecek… gerçekten başka olacak.
Hazır mısın?
Sınav stresinde sosyal medyanın etkisi oldukça önemli ve çift yönlüdür. Sosyal medyanın sınav stresine olumlu etkisi olduğu kadar olumsuz etkileri de vardır. Sosyal medyanın öğrencilere sağladığı en büyük olumlu etkilerden biri, destek ve Motivasyondur. Sosyal medyada benzer durumda olan öğrencileri görmek ve onlarla iletişim kurmak kişilere moral verebilir. Sosyal medya bilgi paylaşımının ve kaynakların erişimi de sınav stresi yaşayan öğrenciler için olumlu etkilerinden biridir. Sınava çalışan öğrenciler, sosyal medya üzerinden çalışma grupları veya motivasyon sayfaları, sınav kaygısının önüne geçer. Sınav stresi yaşayan öğrencilere sosyal medya destek olduğu kadar köstek de olabilir. Sosyal medyada çok vakit geçiren öğrencilerin dikkat dağınıkları da meydana geliyor. Öğrenciler zamanlarının büyük bir kısmını ise sosyal medyada geçirdiklerinde zamanlarından çalışma süreleri de kısalıyor. Bazen yapılan kıyaslamalar, olumsuz yorumlar da öğrencini motivasyonunu etkileyebilir. Gece geç saatlerinde telefon kullanımı uyku düzenini bozar. Öğrencilerin çalışma süreleri kadar uyku süreleri de büyük önem taşır. Sosyal medya, doğru ve kontrollü kullanıldığında sınav stresini aza indirebilir ve faydalarından yararlanabilirsiniz. Öğrenciler, yararlı sayfaları takibe almalı kullanım sürelerine dikkat etmelidir.
...Son 10 yıldır insanlarda değişen güzellik algısı nedeniyle birçok insan psikolojik ve fiziksel hastalıklarla savaşıyor. Sosyal medya penceresinde muazzam olan hayatları arka planda tedavilerle geçiyor.
Aynaya bakınca artık kendimizi değil toplumun üzerime yapıştırdıklarımızı görüyoruz. Adeta bir fısıltı yumağıyla yaşıyoruz. “Kaşın daha güzel olabilir. Dudaklarını dolgu yaptır. Kırışıklıkların çoğalmış. Saçların çok kötü, sürekli yiyorsun kilo alacaksın.” Maruz kaldığımız ancak sınır koymadığımız her bir cümle adeta biri bambaşka kişiliklere dönüştürmek için kullanılan toplumsal bir silah.
Fit bir vücut kişinin karakterini ortaya koyuyormuş gibi oluşturulan algının yanı sıra sürekli şunu içersen zayıflarsın bunu kullanırsan güzelleşirsin aldatılıyorsan çirkinsindir.
Tüm bu baskılama aslında farkında olmadan bir insanın hayatını yok ediyor. Asıl bunların farkında değiliz. Kilo almak saçların beyazlaması ya da dökülmesi önemli değil önemli olan kişinin içinde bulunduğu yerde mutlu olup olmaması olmalı.
Hikayelerimiz bedenlerimizde değil ruhlarımızda. Hayat temposunda bir de şekillenmeye çalışmak psikolojik bir savaşı kaybetmek demektir. Toplumsal bir devrime ihtiyacımız var. Ayna karşısına geçerek “ben sağlıklı ve güzelim olduğum gibiyim” demek lazım.
İmad, Hürremşehr ve Fettah-1...
Bir göz kırpma anı kadar zamanda hedefine dalış yapan bu füzeler, İran’ın İsrail karşısındaki en büyük kozu.
Peki, hipersonik olduğu tahmin edilen bu balistik füzeleri durdurabilecek bir hava savunma sistemi var mı ve İran neden bu saldırıları genellikle gece gerçekleştiriyor?
İran, İsrail’in saldırılarına karşı misillemeyi kendi geliştirdiği İmad, Hürremşehr ve Fettah-1 gibi uzun menzilli balistik füzelerle yapıyor.
İsrail’in hava savunma sistemi daha düşük hızlı füzeleri ve İHA’ları engellemeye çalışırken, hipersonik füzelerin çok yüksek terminal dalış hızıyla hedefine ulaştığı görülüyor.
Hipersonik füze Fettah-1, İsrail’e olan yaklaşık 1500 km uzaklığı 5 dakika gibi bir sürede katedebiliyor ve hava savunma sistemlerini yüksek hızla aşarak hedefini yok ediyor.
İsrailli savunma şirketi Rafael, 2023 yılında hipersonik tehditleri etkisiz hale getirmek için tasarlanmış anti hipersonik füze SkySonic’i tanıtmıştı.
Araştırma-geliştirme süreçlerinin devam ettiği belirtilen füzenin, İsrail’in hava savunma sistemine ne zaman entegre edileceği ise belirtilmemişti.
İran’ın saldırıları karşısında yaşadıkları çaresizliğe baktığımızda İsrail, henüz anti-hipersonik kabiliyete kavuşmamış gözüküyor.
İran’ın bu saldırıları genellikle gece gerçekleştirmesine gelecek olursak; uzmanlara göre bunun farklı sebepleri var.
Gecenin doğal örtüsünden faydalanarak, balistik füze ateşlediği alanları daha rahat gizleyebilmesi ve düşmanın gündüze göre gece şartlarında daha savunmasız olması bunlardan bazıları.
İşin bir de psikolojik ve propaganda yönü var….
Gecenin karanlığını aydınlatarak süzülen ve hedefini vuran bir roketin verdiği mesaj daha net, güçlü ve korkutucuolabiliyor.
...Orta Doğu’da herhangi bir taş yerinden oynadığında, haritada bir başka sınır sorgulanır. Her bomba sesi sadece dünyayı değil, zihniyetleri de sarsar. İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü saldırılar, bölgede yürüttüğü açık gizli operasyonları, Batı desteğiyle şekillenen genişleme politikaları derken ve İran'a başlattığı artık açıktan savaş diyebileceğimiz son dört günlük saldırılar neticesinde; artık şu soruyu sormamak mümkün değil:
“İsrail'in asıl hedefi Türkiye olabilir mi?”
Bu sadece güncel bir güvenlik meselesi değil; tarihî, dinî, stratejik ve jeopolitik bir satrançtır. Ve bu oyunda hamleler çok önceden yapılmıştır.
1. Tarihî Perspektif: Siyonist Projenin Kökleri
Her şey, 19. yüzyılda Theodor Herzl'in kaleminden dökülen bir cümleyle başladı: “Yahudi devleti, Filistin’de kurulacak.” Ancak bu cümle, sadece bir devlet değil, bir medeniyet iddiasının temel taşıydı. Siyonizm yalnızca Filistin’e dönüş değil, “Yahudilere vadedilmiş topraklara” dönüş fikrini taşıyordu. Bu vaat, sadece bugünkü İsrail sınırlarını değil, Nil'den Fırat'a kadar olan tüm bölgeyi, yani Süleyman Mabedi'nin hayalî haritasını içeriyordu.
Bu haritanın içinde Mezopotamya, Suriye, Ürdün, Mısır ve evet, Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmı da var. Bu, komplo değil; dinî kaynaklara, Siyonist ideolojilere ve bazı İsrail siyasetçilerinin açıklamalarına bakıldığında açıkça görülebilir.
2. Dinî Boyut: Arz-ı Mev’ûd ve Türkiye'nin Teolojik Konumu
Tevrat ve Talmud’daki “Vaat Edilmiş Topraklar” inancı, siyasi hedeflerle harmanlanınca, dinî misyon bir devletin diplomatik önceliği haline gelir. İsrail’deki bazı radikal dinî çevrelere göre Kudüs merkezli bir dünya düzeni inşa edilmeli, bunun için de bölgedeki tüm “teolojik kaleler” yıkılmalıdır.
Bu “kalelerden” biri de Türkiye’dir. Neden mi? Çünkü Osmanlı geçmişiyle Kudüs’ü 400 yıl barış içinde yöneten tek devletti. Çünkü İstanbul, halifeliğin son başkentidir. Ve çünkü Türk devleti, hâlâ Kudüs davasına sahip çıkan tek aktördür.
İşte bu yüzden İsrail’in gözünde Türkiye sadece coğrafî değil; ideolojik, tarihî ve manevî bir tehdit olarak kodlanmaktadır.
3. Bölgesel Strateji: İsrail Kuşatıyor, Türkiye Denge Kuruyor
İsrail’in son yıllarda Körfez ülkeleriyle normalleşme adı altında yürüttüğü diplomasi, aslında bir kuşatma zincirinin halkalarıdır. BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas’la yapılan “Abraham Anlaşmaları” sadece barış değil, İran ve Türkiye eksenini çevreleme stratejisidir.
Doğu Akdeniz’de Yunanistan-Güney Kıbrıs-İsrail üçgeni, Türkiye’yi denize hapsetme planının bir parçasıdır. Mossad’ın Türkiye’deki casusluk faaliyetlerinin artması da boşuna değildir. Türkiye, hâlâ Gazze için BM’de ses çıkaran tek ülkedir. Hamas ile ilişkisi İsrail tarafından ulusal tehdit kabul edilmekte ve buna karşı psikolojik ve dijital operasyonlar yürütülmektedir.
4. Küresel Güç Mücadelesi: Türkiye Yeni Bir Liderlik Tanımı Yapıyor
İsrail’in Orta Doğu’daki tek rakibi İran olarak görülürken, esas jeostratejik rakip Türkiye’dir. Neden mi?
Çünkü Türkiye;
Türk Devletleri Teşkilatı ile Orta Asya’yı,
İHA/SİHA teknolojisiyle askeri dengeyi,
Enerji projeleriyle Avrupa’nın damarını,
Kültürel ve tarihî aidiyetle gönül coğrafyasını etkiliyor.
İşte bu yüzden İsrail’in uzun vadeli hedeflerinde Türkiye’nin zayıflatılması, bölünmese bile etkisizleştirilmesi, sürekli krizlerle boğuşan bir ülke haline getirilmesi önemlidir. Çünkü güçlü bir Türkiye, İsrail’in Ortadoğu merkezli “Yeni Dünya” vizyonunu geciktirir, durdurur, hatta tersine çevirir.
5. Türkiye Ne Yapmalı?
Tarihte Kudüs'ü koruyan ecdadın torunları olarak, diplomasi, savunma ve kültürel mücadele üçgeninde şu adımları önemsiyoruz:
Akılcı diplomasi: Ne Amerika ne Rusya, merkez Türkiye olmalı.
Stratejik savunma: Yerli savunma sanayi, dijital istihbarat ve siber güvenlik hamleleri artırılmalı.
Milli birlik: Mezhebi, etnik, siyasi ayrılıklarla değil; ortak bir Kudüs ideali ile birleşilmeli.
Eğitim ve bilinç: Genç nesillere Kudüs, Gazze ve Arz-ı Mev’ûd sadece harita değil; medeniyet şuurudur.
Tarih Uyanıyor, Türkiye Nöbette
İsrail’in nihai hedefi bir ülkeyi işgal etmek değil; bir medeniyet tasavvurunu ortadan kaldırmaktır. Bu medeniyetin bayraktarı hâlâ Türkiye’dir. O yüzden hedef alınan sadece sınırlarımız değil, ruh köklerimizdir. Türkiye, sadece coğrafî değil; ahlâkî ve tarihî bir duruşla, hem mazlumların duası, hem zalimlerin korkusu olmaya devam etmektedir.
Ve unutulmamalıdır:
Kudüs düştüğünde ilk göz yaşı Türk’ün olur. Kudüs direndiğinde ise umut, yine Türk’ün sesinden yankılanır. Çünkü bu toprakların mayası, Filistin’in kaderiyle yoğrulmuştur.
Bu yazı, sadece bir dış politik analiz değil; tarih, din, strateji ve ahlâk üçgeninde şekillenen bir uyarı yazısıdır. Satrançta son hamle kralı düşürmekse, Türkiye bu oyunda şah değil; oyunun kaderini değiştiren vezirdir.
...