SON YAZILAR
01.09.2025
Tüm Yazıları

Ateşle yoğrulan o incecik hamurlu et lezzeti “Lahmacun”

Lahmacun, Arapça kökenli bir kelime olup hamurlu et anlamına gelir. Osmanlı yemek kitaplarında bizzat lahmacunu anlatan tarif tam olarak bulunmamakla beraber 17. yüzyılda Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde Şam’da yediği yemeklerden biri olarak “lahm-ı acînli börek” ifadesini kullandığı belirtiliyor. Gaziantep, lahmacunun coğrafi işaret başvurusunda da bu terimden bahsettiği biliniyor. UNESCO tarafından “Gaziantep Mutfağının tescillenmesiyle birlikte lahmacun daha çok öne çıkan bir lezzet hâline geliyor.

Aslında lahmacun bir şehrin değil, tüm bir Anadolu coğrafyasının simgesi haline gelen bir lezzet. Yaklaşık 300 yıldır da bu bölgede tüketiliyor.

Anadolu’nun incecik dili “Lahmacun”

Lahmacun, ülkemizin bir lezzet haritasıdır ve her şehir bununla ilgili kendine özgü bir tarif geliştirir. Her bölge, kendi malzemesi, baharat dengesi ve pişirme tekniğiyle de bu sınırsız lezzet haritasına özgün bir katkı sunar.
Lahmacun, bir nevi Anadolu coğrafyasının zenginliğini, ustalığını ve kültürünü de buluşturur. Gaziantep’ten Urfa’ya, Adana’dan Malatya’ya her yörede farklılaşan tarifler aslında aynı reçetenin farklı varyasyonları...

İşte İstanbul’da öne çıkan 4 ilin lahmacun lezzeti

Gaziantep Lahmacunu: Sarımsak ve maydanozun dansı

Gaziantep lahmacunu, sarımsağın keskinliği ve maydanozun ferahlığıyla öne çıkar. İncecik açılan hamuru ustanın maharetini, çıtır kıvamı ise şehrin karakterini yansıtır. Maydanoz yaprak yaprak ayıklanır, sarımsaklar temizlenir, biberlerin çekirdekleri çıkarılır. Ardından tüm malzemeler zırhla kıyma haline getirilir, kıymayla karıştırılarak harç hazırlanır. Bu harç, pide fırınında ince hamurun üzerine yayılır ve meşe odunuyla yakılan taş fırında pişirilir. Zırh kullanımı, baharat seçimi ve odun ateşinde pişirilmesi, Antep usulü lahmacuna eşsiz lezzetini kazandırır.

Antep Lahmacunu, 31.03.2017 tarihinden itibaren korunmak üzere 20.11.2017 tarihinde tescil edilmiştir.

İstanbul’da bu lezzeti Kaşıbeyaz, Tatbak ve Develi Restaurant gibi Antep ruhunu taşıyan mekanlarda deneyimleyebilirsiniz.

Şanlıurfa Lahmacunu (Kıymalı Ekmeği): Et, baharat ve sebze dengeli lahmacun

Şanlıurfa Lahmacunu, sebze ve baharat zenginliğiyle öne çıkar; mayasız hamurla, soğan, biber ve domates ete eşlik ederek dengeli bir lezzet oluşturur. Urfa usulünün en önemli farkı, sarımsak yerine soğan kullanılması ve coğrafi işaretli Şanlıurfa biberi (isot) ile hazırlanmasıdır. Geleneksel olarak evlerde kadınlar tarafından yapılan iç harç, meşe odunlu taş fırında pişirilirdi. Ayrıca kullanılan et, yöreye özgü meralarda yetişen İvesi ırkı koyunların kuzularından elde edilir. 1960’lardan sonra Urfa Lahmacunu’nun ünü tüm Türkiye’ye yayılmıştır.

Urfa Lahmacunu, 02.05.2013 tarihinden itibaren korunmak üzere 29.05.2018 tarihinde tescil edilmiştir.

İstanbul’da bu tarz bir deneyim için 25 şubeye ulaşan restoran zinciri ile Esto Lahmacun, Beylikdüzü’nde Haz Kebap ve Şişli’de Mahir Lokantasını sayabiliriz.

Adana Lahmacunu: Et ve baharatın kıvamı

Adana Lahmacunu, yaklaşık 20 cm çapında yuvarlak şekliyle bilinir ve kentin yemek kültüründe özel bir yere sahiptir. 5 adet bir porsiyondur. Düğün, cenaze gibi kalabalık törenlerde ve önemli misafirler için tercih edilir. En kritik nokta, kullanılan etin kalitesidir. İç harçta ince doğranıp suyu süzülmüş soğan, domates, kırmızı biber, biber salçası, baharat ve ince kıyılmış maydanoz bulunur; ayrıca yağ ile lezzet zenginleştirilir. Hamuru ise mayalıdır. Adana’da “tabakaltı” da denilir. Henüz coğrafi işareti alınmamıştır.
İstanbul’da Adana Menşeli Acıbadem de Birbiçer Kebap, Taksim’de 01 Adana Kebap Lahmacun gibi restoranlarda bulunur.

Malatya Lahmacunu: Daha kalın ve uzun, et dolu

Malatya Usulü Lahmacun, Anadolu’nun birçok çeşidinden farklı olarak biraz daha kalın ve uzun hamuru ve yüksek et oranıyla dikkat çeker. Genellikle bir tanesiyle bir kişinin doyabileceği bu lahmacun, sofraya bir sıcaklık katar. Malatya usulünün en belirgin özelliği ise soğanın ön planda olmasıdır. Az yağlı kıyma, bol soğan, biber, domates, maydanoz, salça, baharat ve zeytinyağıyla hazırlanan iç harcı sayesinde hem doyurucu hem de kendine has bir lezzet sunar.

İstanbul Başakşehir’de Malatya Pide & Lahmacun Fırınında şahane yapılıyor.


Özetle;

Lahmacun, lezzetli bir yiyecek olmasının çok ötesinde Anadolu’nun ortak hafızasıdır. İncecik hamurun üzerinde birleşen malzemeler, aslında farklılıkların bir araya gelişini, ortak bir kimlikte buluşmasını simgeler. Her lokmada taş fırının kokusu, toprağın bereketi ve ustanın emeği duyulur.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
01.09.2025
Tüm Yazıları

Yapay zeka gündemi hiç yavaşlamıyor hatta günden güne hızlanıyor ve geleceğin kapısını aralıyor. Her geçen gün daha fazla insana benzeyen işler yapıyor. Kod yazıyor, beste yapıyor, resim çiziyor, senaryo üretiyor, müşteri hizmetleri sunuyor. Hatta bazı durumlarda bizden daha hızlı, daha verimli ve daha hatasız. Eğer yapay zeka her şeyimizi devralacaksa, biz insanlara ne kalıyor?Burada kritik ayrımı koymamız lazım: İnsan = Kod mu, yoksa İnsan = Ruh mu?

Yapay zeka, çok güçlü bir hesaplama makinesi. Ama asıl mesele, bizim zihnimizin kusurlu ama yaratıcı olması. Biz hata yaparız, ama o hatalar bazen yeni fikirler doğurur. Picasso’nun yanlış bir fırça darbesi, bir akımı başlatabilir. Bir mühendisin masada unuttuğu bir denklem, yeni bir buluşun tohumu olabilir. Yapay zeka ise kusursuz taklitçi; ama henüz o yanlış ama dahice yolu seçemiyor.

Evet, sana üzgün olduğunda 'üzüldüğünü anlıyorum' diyebilir. Ama o duyguyu gerçekten hissedemez. Çocuğunu ilk kez kucağına alan bir annenin gözyaşı, bir arkadaşın kahkahasına istemsizce katılman, kaybettiğin biri için kalbinin sıkışması… Bunlar algoritma değil, biyolojinin, ruhun ve yaşanmışlığın bir bileşimi. İşte burada hala eşsiziz.

Yapay zeka bilgi üretir, insan ise anlam üretir. Şiiri şiir yapan, satırdaki kelimeler değil, okurun ruhunda uyandırdığı titreşim değil midir. Bir müziğin seni geçmişe götürmesi, bir fotoğrafın içini burkması… Bunlar matematiksel veri değil. İnsanın ruhu, deneyimlerinden ve duygularından süzülerek anlam katar.

Anti yapay zekacı değilim aksine kesinlikle bir devrimin başlangıcına şahitlik ediyor olduğumuzu düşünüyorum ve çok heyecanlıyım. Ancak yine de insan beyninin kapasitesine ve yüreğine güveniyorum. Yani hayal gücümüzün gerçekten güç olduğunun farkedildiği şu günlerde hala umudum var. Çünkü; hayal gücü ve sezgi yaratıcılığın sadece algoritmik değil, içsel bir ışıktan beslendiği yer değil midir zaten!

Peki ya ahlak ve değerlerimiz; iyilik, kötülük, adalet gibi kavramlar hala insanın kolektif ruhundan doğuyor. Yapay zeka sadece kuralları uyguluyor.

İnsan sosyal bir varlık; topluluk, sevgi, dostluk hissi makine tarafından yaşanılabilir ya da yaşatılabilir mi?

Yapay zeka da bir gün beni neden yaptınız diye soracak mı? Biz istediğimiz ya da kodladığımız için değil, gerçekten bir gün o kafaya gelecek mi?

Çünkü biz insanlar soruyoruz...

"Allah'ım beni neden yarattın :)" dediğin günleri unutma!
Şaka bir yana biz neden varız, neye hizmet ediyoruz, başkaları var mı gibi milyonlarca sorunun peşinden koşan binlerce bilim insanı gibi yapay zeka da dertlenecek mi?

Yapay zeka çağında insanın gücü, bizlerin birer hızlı işlemci olmadığımızı anlamaktan geçiyor. Bizim eşsizliğimiz, kalbimizin kırılabilirliğinde, hayallerimizin sınırsızlığında ve anlam arayışımızda. Yapay zeka belki bir gün tüm işleri bizden iyi yapabilir ama şundan vazgeçmek istemiyorum: Onun “yaptığı” şeyler var, bizim ise “yaşadığımız” şeyler.

Yapay Zeka da insan gibi, bizim gibi dertlenecek mi?

O yüzden cevap net: İnsan, kod değil. İnsan = Ruh.

Ve bu denklem bozulmadığı sürece, gelecekte bizim sahnemiz hep var olacak.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
31.08.2025
Tüm Yazıları

Süper Lig’e 4’te 4 ile başlayan Galatasaray, Rizespor’a galip gelmesine rağmen eksik bölgeleri “error” vermeye devam ediyor. Şampiyonlar Ligi için transferini tamamlaması gerek sarı-kırmızılı takımda en kritik bölgelerden birinin de orta saha olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Lemina’nın oyundan çıkması, Icardi’nin oyuna dahil olduğu süreden sonra Cimbom’un orta sahası ciddi anlamda düştü. Rizespor orta sahayı yürüyerek geçemeye başladı. Kısacası Okan Hoca, ŞL için kaleci + orta saha transferini net yaptırmalı. Galatasaray’ın bu oyunu Avrupa’ya hazırım demiyor! Lig için ise olağanüstü bir kadro yapısı olduğunu da unutmayalım. 2 Eylül’e saatler kala yönetim köprüden önce son çıkışı kaçırmamalı!

Osimhen beslenmiyor!

Saha içine dönecek olursak… Osimhen her ne kadar golle buluşsa da saha içerisindeki vücut dili, “beni daha fazla besleyin” gibiydi. Kanatlardan yeterince ortaları alamayan Osimhen’in bu konuda oldukça haklı olduğunu düşünüyorum. Abdülkerim Bardakçı’nın yaptığı orta sonrası golle buluştu Nijeryalı yıldız. Sallai yine elinden geleni yaptı. Sağ bekte başladı hücumda bitirdi maçı. Günay’ın baskı altında olan Torreira’ya pası Muslera’yı anımsattı. Icardi ise bulduğu gollerle kendisini daha üst seviyelerde çıkarmaya devam ediyor. Süre her geçen haftaya daha da artıyor. Sağlık ekibi ve teknik ekip titizlikle Icardi’yi hazırlıyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
30.08.2025
Tüm Yazıları

Ahmet Özhan’ın sesi, bir tebessümle başlayan hatırayı derinleştirdi ve bir gecenin sessizliğinde yankılanan nağmeleriyle bana, yolculuğun en çok kalbe doğru olduğunu tekrar hatırlattı.

Bir Hatıranın Kapısı

Bazı karşılaşmalar vardır ki insanın içindeki eski defterleri açar. Bir tebessüm, bir selam, bir ses tonu… Hepsi birden bir geçmişin kapısını aralar.

Ahmet Özhan üstadla bir mekânda karşılaştık. Daha ilk tebessümünde çocukluğumun TRT ekranları gözümde canlandı. Beyaz takım elbisesi, ağırbaşlı duruşu ve vakur bakışıyla yıllar önce televizyon akşamlarında bizi selamlayan o ses hâlâ aynı derinlikteydi.

O tebessüm bana gençlik yıllarımda tam anlayamadığım bir sözü hatırlattı: “Demedim mi.” Bu söz onun seslendirdiği bir eserin adı; sözleri Pir Sultan Abdal’a ait kadim bir nefes olsa da Ahmet Özhan’ın yorumunda bambaşka bir derinlik kazanmıştı bende.

Bu şarkıyı ilk dinlediğimde epey gençtim. Ayrılığın, hüznün ne olduğunu bilmezdim, hele yolculuğun ağırlığını hiç tatmamıştım. O yıllarda bana sadece hüzünlü bir ezgi gibi gelmişti. Zaman ilerledikçe ayrılıklar çoğalıyor, yollar uzuyor; kalabalıkların ortasında bile insanın kendini yalnız hissettiği anlar oluyor. İşte o anlarda bu eser, bambaşka bir anlam kazanıyor.

“Ben bir yolcuyum bu handa” sözü, zamanla hayatın özüne dönüşüyor: dünya bir han, bizse kısa süreli misafirler.

Bu şarkıyı radyodan ilk duyduğum o geceyi hiç unutmuyorum.

Ev sessizdi; pencereden hafif bir rüzgâr esiyor, odaya dışarıdaki tüm şehrin uğultusunu dolduruyordu. O an, radyodan gelen nağmeler bütün gürültüyü susturdu. Sanki zaman durmuş, evren bir anlığına sessizliğe bürünmüştü. Şarkı yalnız kulağıma değil, içime dokunuyordu.

O gece şunu fark ettim: İnsan ne kadar uzağa giderse gitsin, yolculuğun en zoru kendi içine yaptığıdır. Çünkü insan çoğu zaman kendini tamamlamaya hasret duyar. Kalabalıkların ortasında bile yalnızlık hissi buradan gelir; özlenen, çoğu kez yine insanın kendi derinliğidir.

Sessiz Vakar

Ahmet Özhan’ı farklı kılan yalnızca yorum gücü değil; sahnede kurduğu sessiz vakardır. Gösterişten uzak, dingin bir çizgi… Sesindeki berraklık, yorumu aceleye getirmeyen bir dikkat taşır. Dinleyen, onda sadece bir sanatçı değil, uzun bir yolculukta eşlik edilebilir bir dost bulur.

Onun için musiki, kalpten kalbe devrolunan bir emanettir. Şöhret ya da alkış, bu emanetin yanında tali kalır. Bu yüzden eserleri kuşaktan kuşağa geçer; aynı ezgi, farklı hayatlarda farklı kapılar açar.

Bir İsim, Bir Vefa

Bugün hâlâ o seste hem aşkın nefesini hem de hakikatin davetini duymak mümkün. Ahmet Özhan, geçmişin ruhuyla bugünün dilini buluşturan bir köprü gibi. İsmi yalnızca sahne anılarında değil, dinleyenlerin hafızasında da yaşamayı sürdürüyor.

Ve bana hâlâ o geceyi hatırlatıyor: Sessiz bir oda, uzak bir şehir uğultusu, radyodan gelen bir ses… Hepsi bir araya gelip şunu fısıldıyor:

Yol uzun, misafirlik kısa; önemli olan, içeride açılan kapının eşiğini fark etmek.

Ve şimdi, bütün bu satırların ardından, kalemimden dökülen birkaç dizeyle üstadı selamlıyorum; bir vefanın, bir hayranlığın, bir sesin bıraktığı izlere tutunarak…

AHMET ÖZHAN’A

Ey musikinin dervişi, gönüllerin sedası,

Sözünü hikmetle, sesini rahmetle yoğuran sanatkâr…

Her nağmende aşkın izi,

Her nefesinde hakikatin nefesi, Ahmet Özhan.

Sesinde aşkın nefesi,

Dillerde daim hevesi,

Candan bir sesin ötesi,

Ahmet Özhan söyler yârı.

“Demedim mi” diye çağlar,

Yunus ile birlikte ağlar,

Hak yolunda yürek dağlar,

Ahmet Özhan söyler yârı.

Sanatı aşkın izidir,

Tevazu hakikat sözüdür,

Huzur kalbin gözüdür,

Ahmet Özhan söyler yârı.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
30.08.2025
Tüm Yazıları

Geçen hafta ailemle kısa bir nefes almak için Yunanistan’daydım. Ege kıyılarında, masmavi suların kıyısında yürürken oğlumun gözlerindeki ışığı, eşimin tebessümünü izledim. Bir zeytin ağacının gölgesinde oturan yaşlı bir çiftçiyi gördüm; kendi toprağımızdaki manzarayı hatırladım. O an anladım ki, mavi her yerde aynı mavi, yeşil de aynı yeşil… Farkı oluşturan biz insanların bakışı, ilgisi ve emeğinden başka bir şeyi değil...

Bu hafta ise rotam Kazakistan’a çevrildi. İhlas Medya olarak geldiğimiz bu topraklarda, Türkiye’de İş Dünyası ve Türkiye Today’in ortak organizasyonunda Kazakistan’da faaliyet gösteren başarılı iş insanlarımızla buluştum. Açıkçası, gördüklerim gurur vericiydi.

Ülker Gıda orta asya Genel Müdürü Fatih Bey’le yaptığımız sohbette, grubun Kazakistan’daki etkinliklerini, Türk markalarının burada nasıl güçlü bir yer edindiğini konuştuk. Yıllar önce yola çıkan, alın teriyle kazanan iş insanlarımız, bu ülkenin ekonomisine gerçekten çok büyük değerler katmışlar. Onların başarısının ardında, sadece sermaye değil; emek, sabır ve güven inşa etme gayreti olduğunu net bir şekilde söyleyebilirim.

Yine burada Kazakistan’ın bağımsızlığını ilan ettiği günlerden bu yana ülkeye ilk “Ankara Oteli”ni kazandıran Ahmet Bey’le tanışma fırsatım oldu. Onun anlattıkları, aslında bir girişim hikâyesinden daha fazlasıydı; iki milletin kaderini birbirine bağlayan, güven ve dostlukla büyüyen bu yolculuğu ilgiyle dinledim kendime notlar aldım. Ahmet Bey’in dediği gibi: Türk iş insanlarının bu ülkenin kalkınmasında ciddi katkıları olmuş, hâlâ da oluyor, olmaya da devam edecek.

Kazakistan’ı gezince insan hiç yabancılık çekmiyor. Ülkede sadece büyük yatırımlar değil, gündelik hayatın içinde de Türk izlerini, Türk markalarını ve işletmelerini görmek mümkün. Örneğin, Flo, Bigsheff, Mado, LC Waikiki, Abdi İbrahim Marmaris Büfe ve daha nice firmalar… Şu an Kazakistan’ta dötbinin üzerinde Türk Markası olduğunu duyunca ayrıçça gururlandım. Bu isimler Türkiye’de herkese tanıdık gelebilir, ama Almatı sokaklarında Kazak gençlerinin uğrak yerleri haline gelmiş durumda. Kültürümüz, damak tadımız, modamız burada da alabildiğine yaşıyor.

Ekonomi tarafında da dikkat çekici gelişmeler var. Son 30 yılda Kazakistan’ın kişi başı milli geliri 15 bin dolarlara yaklaşmış durumda. Teknolojiye yaptıkları yatırımlar ise oldukça ileri seviyede. Belki inanmayacaksınız ama buradaki halk pazarlarda bile QR kodla ödeme yapılabiliyor. Evet, üstelik bu altyapıyı, Hepsiburada’yı satın alan Kaspi sağlamış. Kaspi’nin dijital ödeme platformunun ne kadar hızlı ve güvenli çalıştığına bizzat şahit oldum ve bundan da oldukça etkilendim. İşte bu örnek bile ülkenin teknoloji alanında ne kadar hızlı büyüdüğünü göstermeye yetiyor.

Yaptığımız onca toplantı, ikili görüşmeler, toplantılar sonrası şunu düşündüm: Bizim bu coğrafyaya kayıtsız kalmamız mümkün değil. Türk iş dünyasının buradaki başarıları sadece ticaret değil; aynı zamanda bir güven göstergesi, bir köprüdür. Özellikle Selçuk Yüce’nin öncülük ettiği Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK) çalışmaları da bu iş birliğini daha güçlü ve kavi hale getiriyor. Selçuk Bey’e de hassaten bize gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür etmek isterim.

Evet, baş döndüren insanın zihninde milyonlarca nöronun çalışmasını sağlayan bu gezilerde mavi ve yeşilin sınır tanımadığını, ancak onların korunması, paylaşılması, daha da çoğaltılması insan emeğiyle olduğunu gördüm. Yunanistan kıyılarında gördüğüm manzarayla, Kazakistan’daki iş insanlarımızın azmi arasında ince bir bağ var aslında: Biri doğanın hediyesi, diğeri insanın el emeği, göz nuru alın teri… Bunlar birleşince ortaya da geleceğe dair umut verici bir tablo çıkıyor.
Öyleyse bize düşen, bu dost elini uzatmaya devam etmek olmalı. Hem doğaya, hem ekonomiye, hem de öz kardeşlerimize…
Haftaya cumaya tekrar görüşmek üzere.
Sağlıkla ve esenlikle kalın…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.08.2025
Tüm Yazıları

Son aylarda birçok ünlü isim hakkında taciz, şiddet ya da etik dışı davranış iddiaları sosyal medyada gündem oluyor. Peki, süreç nasıl işledi? İddia ortaya atılıyor, sosyal medya ayağa kalkıyor, ardından özür geliyor. Gerçekten pişman olup özür dileyen kişiler varken bazen de toplum bazı isimlerin bu özürlerini samimi bulmuyor. Peki neden? Gerçekten pişman mı oldular, yoksa PR düzeltme çabası mı?

Gerçekten sorumluluk alıyorlar mı?

Taciz olaylarında ilk başta suçlanan sessiz kalmayı tercih ediyor. Daha sonra ise baskı büyüyünce, "yanlış anlaşıldım", "üzgünüm", "pişmanım" gibi tanıdık cümlelerle başlayan özür mesajı yayınlanıyor. Toplum bu tür durumlarda “Bu özür gerçekten samimi mi, yoksa sadece kariyeri kurtarma çabası mı? “sorularını soruyor. Geçtiğimiz günlerde, Kaan Sezyum sahne adıyla bilinen Çağatay Kaan Sezgin, bir kadının kendisine yönelttiği taciz iddialarını doğruladı ve özür mesajı yayınladı.

Sosyal medyada bu özrün samimi olarak mı, yoksa imaj çalışması mı olduğu sorgulanıyor. Özür dilemek samimiyetin göstergesi mi oldu?

Özür dilemek, özellikle kamuoyuna mal olmuş kişiler için ne ifade ediyor. Hatanın telafisi nasıl olur ya da tacizin telafisi olur mu, olursa nasıl olur? Tek bir özrün amacının ne olduğu da merak konusu oldu.

Tek bir özür hesap vermeden konunun kapatılmasını sağlamamalı. Özür dileyip konunun kapatılmaması için özrün ne kadar içten olduğunu pişman olup olmadığına da bakılmalıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
27.08.2025
Tüm Yazıları

Üniversiteyi kazanmanın en zor kısmı artık sınava girmek değil. Asıl mesele, barınacak bir yer bulmak.

''Hangi bölümü/okulu kazandı?'' sorusunun yerini şimdi ''Ev bulabildi mi?'' aldı.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da tablo aynı…

YKS açıklanır açıklanmaz apart, yurt ya da öğrenci evi fark etmeden fırsatçılar yine iş başına koyuldu.

Büyükşehirlerde bir öğrenci evinin kirası, orta halli bir ailenin maaşını çoktan aşmış durumda.

Bu sadece bir barınma meselesi değil, doğrudan eğitim hakkının gaspı.

Çünkü öğrenciler okul masraflarının yanı sıra yüksek ev kirasını karşılayamayacakları için kazandığı okullara kayıt yaptıramıyor.

Bu yüzden gençler artık okumayı değil, barınmayı dert etmeye başlıyor.

Üstelik bu sadece öğrencinin değil, bir ailenin yükü.

Üniversiteyi kazanmak artık gurur kaynağı olmaktan çıkıp, aileler için derin bir endişe sebebi haline geliyor.

Gençler neden hep hayallerini ertelemek zorunda kalıyor? Neden bir öğrenci evinin kirası bir memurun maaşını aşıyor? Neden başarı, daha ilk adımda barınma krizine tosluyor?

YKS açıklandı ama asıl çıkarılan sonuç şu: Gençlerin geleceğini sınav değil, kira belirliyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
27.08.2025
Tüm Yazıları

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözü, yalnızca bugünün değil, bin yıllık devlet geleneğimizin özüdür:

“Kılıç kınından çıkarsa; kaleme ve kelama yer kalmaz.”

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın uyarısı da aynı çizgiyi işaret ediyor:

“Artık diplomasinin araçlarını kullanarak geleceğimiz noktanın sonuna ulaşmış oluyoruz.”

Bu iki cümle yan yana geldiğinde, Türk diplomasisinin ana ekseni ortaya çıkar: Masa sonuna kadar zorlanır, kelam ve kalem işletilir; ama sabır noktası aşıldığında kılıç devreye girer.

Benim Aklımın Yarısı Ahlat, Yarısı Söğüt’tür

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Ahlat’ta dile getirdiği şu söz, Türk tarihinin köklerini bugünün stratejik hafızasına bağlayan güçlü bir hatırlatmadır:

“Benim aklımın yarısı Ahlat, yarısı Söğüt’tür.”

Ahlat, 1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’ya girişimizin sembolüdür; Türk milletinin yurt edinme iradesini taşır. Söğüt ise Osmanlı’nın doğduğu toprak, kuruluşun ve dirilişin ocağıdır. Ahlat olmadan Anadolu’ya giriş; Söğüt olmadan ise ebedî devlet fikri düşünülemez. Bu yüzden Bahçeli’nin sözleri, sadece bir tarih hatırlatması değil; bugünün jeopolitiğine verilen mesajdır. Çünkü Türkiye’nin bugün masada yürüttüğü diplomasi de, sahada gösterdiği caydırıcılık da bu iki mirasın birleşiminden beslenmektedir. Ahlat’ın iradesiyle Söğüt’ün devlet aklı birleştiğinde ortaya çıkan çizgi, bizi hem diplomaside sabırlı hem gerektiğinde sahada kararlı kılan temel stratejidir.

Zaferden Sonra Barış

Türk tarihinin her dönemi bu dengenin örnekleriyle doludur. 1071’de Malazgirt’te Sultan Alparslan, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i esir aldıktan sonra bağışladı. Bu, Anadolu’ya yalnızca bir zaferle değil, bir barış mesajıyla girildiğinin işaretiydi.

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sekiz yıl sonra Venedik’le imzaladığı 1479 Antlaşması’yla savaşın ardından barışı kalıcı kıldı. Kanuni Sultan Süleyman, Fransa’ya verdiği kapitülasyonlarla Avrupa siyasetinde yeni dengeler kurdu; kalem, kılıcın kazanımlarını taçlandırdı. Sokullu Mehmed Paşa’nın Kıbrıs zaferinden sonra Venedik’le yaptığı barış da aynı anlayışın ürünüdür.

Karlofça Antlaşması (1699) Osmanlı için kayıp anlamına gelse de, diplomasi sayesinde imparatorluğun ömrü uzatıldı. Osmanlı’nın yüzlerce yıl süren hâkimiyetinde bu esnek diplomasi ile kılıcın caydırıcılığı yan yana yürüdü.

Cumhuriyetin Denge Sanatı

Cumhuriyet, aynı çizgiyi devam ettirdi. Lozan Antlaşması, süngüyle kazanılan bağımsızlığın masa başında mühürlenmesiydi. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi, Türkiye’nin dış politikasına barışçı bir yön verdi.

Balkan Antantı (1934) ve Sadabat Paktı (1937), bölgesel güvenliği sağlayan anlaşmalardı. İnönü’nün II. Dünya Savaşı boyunca izlediği denge siyaseti, Türkiye’yi büyük bir yıkımdan korudu. 1964 Johnson Mektubu’na verilen cevap, Türkiye’nin sabırla yürüttüğü diplomasinin sınırını gösterdi. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ise masada bitmeyen bir krizin, sahada çözüldüğünün ilanıydı.

Soğuk Savaş sonrasında Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile kurulan ilişkiler, 2000’lerden itibaren Afrika açılımı, Katar krizindeki rol, Karabağ Zaferi’ne verilen destek ve Mavi Vatan doktrini, Cumhuriyet diplomasisinin hem sabırlı hem de kararlı yüzünü yansıtır.

Bugünün Kelamı

Gazze’de insanlık dramı sürüyor. Ukrayna’da savaş, Avrupa güvenliğini yeniden tanımlıyor. Doğu Akdeniz enerji denklemleri, Karadeniz tahıl koridoru ve Suriye’deki gelişmeler… Türkiye tüm bu başlıklarda masada kalıyor ama gerektiğinde sahada caydırıcılığını gösteriyor.

“Bir gece ansızın geliriz” ifadesi, sadece bir askeri tehdit değil; diplomasiyi ayakta tutan bir caydırıcılık mesajıdır. Çünkü muhataplar bilir ki Ankara sabreder, masada kalır; ama zamanı geldiğinde kararı uygular. Bugün Suriye’de terör koridoruna izin verilmemesinin ardında bu stratejik kararlılık yatmaktadır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Türk dış politikasının ana çizgisi hiç değişmedi:

Kelamı korumak için kılıç, kılıcı susturmak için kalem.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uyarısı ve Hakan Fidan’ın sözü, bu stratejinin günümüzdeki ifadesidir. Türkiye diplomasiyi sonuna kadar kullanacak; ama bir gün o nokta gelirse, kılıç kınından çıkacak ve kelam susacaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Hakan Fidan’ın sözleriyle çizilen bu stratejik çerçeve, Devlet Bahçeli’nin Ahlat’ta dile getirdiği şu ifadeyle tarihî köklerine yaslanır: “Benim aklımın yarısı Ahlat, yarısı Söğüt’tür.” Çünkü Ahlat, Malazgirt zaferiyle Anadolu’ya giriş kapımız; Söğüt ise dirilişin, kuruluşun beşiğidir. Bugün masada diplomasiye, sahada caydırıcılığa sarılırken aslında bu iki hafızadan besleniyoruz: Ahlat’tan gelen iradeyle, Söğüt’ten yükselen devlet aklıyla. Ve biliriz ki, kılıç kınından çıkarsa artık kelam susar; ama kelamın gücü kılıcı kınında tutabiliyorsa, kılıç da kelamı hedefe ulaştırıyorsa devlet ebed müddet yaşar.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
24.08.2025
Tüm Yazıları

Geçtiğimiz günlerde metroda ilginç bir manzarayla karşılaştım. Omuzlarında Filistin’in özgürlük davasını simgeleyen kefiye, elinde ise “Uygulamalı Shakespeare Oyunculuğu” kitabı olan bir adam…

DOĞAL BİR BİRLEŞİM

Bu görüntü, bana tek bir fotoğraf karesinin bazen çok şey anlatabileceğini hatırlattı. Bir yanda doğunun acısı, direnişi, kimliği, diğer yanda batının sanatı, estetiği, sözcüklerin kuvveti. İlk bakışta bir çelişki gibi görünen bu tablo, aslında doğal bir birleşimdi benim için. Çünkü insan, yalnızca tek bir kimliğe, tek bir düşünceye ya da tek bir kültüre sıkıştırılamaz.

ZITLIKLARIN BÜTÜNÜ

Ama metroda insanların o adama yönelen bakışları, bunu kabul etmekte ne kadar zorlandığımızı gösteriyordu. Gözlerde sorgulama, eleştiri, hatta belki de küçümseme vardı. Oysa hepimiz, kendi hayatlarımızda onlarca zıtlığı bir arada taşımıyor muyuz? Bir yandan geleneklerimize bağlı kalıp, diğer yandan modern dünyanın nimetlerinden faydalanmıyor muyuz? İnsan dediğimiz şey zaten bu zıtlıkların bütünü değil mi?

ASIL MESELE...

Belki de sorun, zıtlıklara karşı anlayış geliştiremeyişimizde. İnsanları tek bir kalıba, tek bir görünüme, tek bir düşünceye mahkûm ediyoruzdur. Oysa gerçek özgürlük, çeşitlilikle ve farklılıklarla da var olabilir. Metroda gördüğüm o adam bana şunu düşündürdü: Belki de zıtlıklar, çatışmak için değil, birbirini tamamlamak için vardır. Asıl mesele, buna izin verip veremediğimizde.

Ve belki de en önemli soru şu: İnsanlara baktığımızda, onların farklılıklarını mı görüyoruz, yoksa onlardaki insanı mı?
Bizi ayıran farklılıklar değil, onlara bakışımızdır. Ve bazen en büyük özgürlük, birbirimizi olduğu gibi kabul edebilmekle başlar.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.08.2025
Tüm Yazıları

Türkiye, tarihin en ağır iklim ve kuraklık krizlerinden birine sürükleniyor. Tekirdağ başta olmak üzere Marmara Bölgesi’nde derin su krizleri yaşanıyor. Temmuz ayında Marmara’daki yağışların uzun dönem ortalamasının %95 altında, ülke genelinde ise %71 oranında düşüş göstermesi, sadece meteorolojik bir veri değil; Türkiye’nin geleceğine dair sert bir uyarı. Baraj seviyeleri kritik eşiklerin altına indi, bazı evlerin haftalarca musluktan su alamadığı haberleri gazete manşetlerinde yer alıyor.Bence bugün konuştuğumuz mesele artık sadece “çiftçinin ürünü susuz kalıyor” meselesi değil; Türkiye ekonomisinin ve sosyal hayatının en kırılgan damarına darbe vuran bir kriz halini alıyor.

Özellikle Türkiye’nin tarım sektörü hâlâ milyonlarca hanenin geçim kaynağı ve ülkenin gıda güvenliğinin temeli. Ancak suyun tarımdan çekilerek iç tüketime yönlendirilmesi, kısa vadede şehirlerde krizi hafifletse de orta vadede gıda arzında sert bir daralma yaratacaktır. Buğday ve ayçiçeği gibi stratejik ürünlerde rekolte kaybı, ithalatı zorunlu hale getirecek.

Hayvancılık sektörü su ve yem tedarikindeki sıkıntı nedeniyle küçülecek. Türkiye’nin tarım ihracatında önemli paya sahip olan sebze-meyve ürünlerinde fiyat şokları yaşanacak. Kısacası, kuraklık tarımda sadece çiftçiyi değil, market rafından alışveriş yapan her vatandaşı vuracaktır. Gıda enflasyonu, zaten yüksek seyreden genel enflasyonu daha da körükleyecek. Bu, enflasyonla mücadeleyi imkânsız hale getirecek zincirleme bir etki yaratır.

Su krizi, tarımı olduğu kadar sanayiyi de tehdit ediyor. Tekstil, gıda işleme, kimya ve enerji sektörleri suya doğrudan bağımlı. Trakya ve Marmara sanayisinin Türkiye ihracatındaki payı %40’ın üzerindeyken, bölgede su kesintilerinin artması üretim hatlarını durdurabilir. Bu, ihracat gelirinde düşüş, işsizlikte artış ve büyüme oranında sert bir yavaşlama anlamına gelir.Ayrıca, enerji üretiminin önemli bir kısmı barajlara dayalı hidroelektrik sistemlerden geliyor. Barajlardaki kritik düşüş, hem elektrik arzını hem de enerji fiyatlarını tehdit ediyor. Bu da sanayici için ikinci bir maliyet şoku demek. İstanbul, Bursa, Tekirdağ gibi yoğun nüfuslu şehirlerde muslukların akmaması, toplumsal huzursuzluk ve sosyal gerilim riski doğurur. Suyun bir “güvenlik meselesine” dönüşmesi, devletin önümüzdeki dönemde en kritik sınavlarından biri olacak. Su artık sadece bir doğal kaynak değil; ulusal güvenlik, sosyal istikrar ve ekonomik sürdürülebilirliğin anahtarıdır.

Bugün acil olarak yeni kuyular açılıyor, pompa sistemleri kuruluyor, tarım suyu içme suyuna yönlendiriliyor. Ancak bu yöntemler sorunu çözmek yerine gelecekte daha ağır faturalar çıkaracak. Yeraltı suyu rezervlerinin aşırı kullanımı, toprağın tuzlanması ve çökmesi gibi telafisi zor ekolojik yıkımları beraberinde getirecek. Türkiye bu krizi aşmak istiyorsa, köklü bir su yönetimi reformuna gitmek zorunda: Modern sulama teknikleri (damla ve yağmurlama) yaygınlaştırılmalı. Ayrıca su tasarruflu şehir altyapıları kurulmalı, kayıp-kaçak oranı hızla düşürülmeli. Yine özellikle sanayiye yönelik geri dönüşüm suyu ve gri su kullanımı zorunlu hale getirilmeli ve su havzaları arası entegrasyon sağlanarak bölgeler arası adaletli su dağılımı yapılmalı. Son olarak ve en önemlisi, suyun ekonomik değeri doğru fiyatlandırılmalı; israf edenin maliyeti artmalı, tasarruf edenin yükü azalmalı. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu kuraklık sadece doğanın değil, yanlış politikaların da sonucudur. Eğer suyu bugünden doğru yönetmezsek, yarın ne tarımda verimlilikten ne de sanayide büyümeden bahsedebileceğiz. Bugün musluktan damlayan son su damlası, yarının ekonomik bağımsızlığı ile doğrudan bağlantılıdır. Bu gerçeği görmezden gelmek, geleceğimizi kurak topraklara gömmek olacaktır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş