Sınırda bir İngiliz hemşire. Yalın bir beden, titreye titreye konuşan bir yürek. "Kalbiniz nerede?" diye haykırıyor Mısırlı askerlere, yöneticilere, kapıların ardındaki muktedirlere… Elinde ne silah var, ne tehdit. Ne petrol pazarlığı yapıyor ne çıkar hesabı. Yalnızca yardım götürmek istiyor; Filistinli çocuklara, kadınlara, açlara, yaralılara. Müslüman topraklarında, Müslümanlara ulaşmak için yalvarıyor bir İngiliz.Sahneyi izlerken yutkundum. Kalbim daraldı. Utandım.
O hemşirenin yırtınan sesi vicdanı olan herkesi titretti. Ama asıl titreyecek olan bizlerdik: Bu coğrafyada doğmuş, bu dinin yükünü omzunda taşıyan bizler… Çünkü bu sahne yalnızca İsrail’in zulmünü değil, bizim suskunluğumuzu, çürümüşlüğümüzü, içi boşalan değerlerimizi de gösterdi.
Müslüman topluluklar olarak bu hale nasıl geldik? Nerede kaybettik merhameti? Nerede yitirdik onurlu dik duruşu, adalet için ayağa kalkma cesaretini? Bir İngiliz hemşire, ümmetin yapamadığını yapıyor. Hakkı haykırıyor. Biz ise ekran başında "çok duygulandım" deyip geçiyoruz. İki dakika sonra gündemimiz değişiyor. Borsa, tatil planı, indirimli ayakkabılar…
Bugün Gazze'de açlık var. İlaç yok. Temiz su yok. Ama en çok eksik olan ne biliyor musunuz? İnsanlık. Ve ne acı ki, bu insanlığın eksikliği artık dışarıdan değil, bizden kaynaklanıyor. Oysa Kur’an bize der ki: “Bir canı kurtarmak, tüm insanlığı kurtarmaktır.” Peki biz bu ayeti ne zaman yalnızca cenaze törenlerinde okunacak bir süs cümlesine dönüştürdük?
Yöneticilerimiz, lüks otellerde Filistin konulu sempozyumlar yapıyor. Halkımız sosyal medyada "#freePalestine" etiketi açıyor. Dualar ediyoruz. Tamam, güzel. Ama sonra ne oluyor? Yine sessizlik. Yine kimsesizlik. Yine içi boş temenniler. Bu ümmetin en büyük trajedisi, zalimin gücünden değil, mazlumun yanında durması gerekenlerin suskunluğundan kaynaklanıyor.
Biz neden bu kadar yozlaştık?
Çünkü iman yerini itibara, merhamet yerini konfora, ümmet bilinci yerini kabilecilik ve mezhepçilik yarışına bıraktı. Dindarlık artık ahlakla değil, şekille ölçülüyor. Yardım etmektense konuşmayı, koşmaktansa tweet atmayı tercih ediyoruz. Kalbimiz değil, algımız çalışıyor. Vicdan değil, imaj peşindeyiz.
O İngiliz hemşire hepimizin yüzüne bir tokat gibi indi. “Kalbiniz nerede?” sorusu sadece Mısırlılara değil, bize de soruldu. Evet, bize. Türkiye'de, Ürdün'de, Suudi Arabistan'da, Endonezya’da, Pakistan’da oturan bütün Müslümanlara...
Artık şu soruyu kendimize sormalıyız
Namaz kılan ama zulme göz yuman bir toplum olabilir miyiz? Hacca gidip dönerken çocukların cesetlerine sırt çeviren bir ümmet olabilir miyiz?
Olmuşuz, evet. Maalesef olmuşuz.
Ama hâlâ geç değil. Bir ses bile çok şeyi değiştirebilir. O hemşire bir ses verdi. Şimdi sıra bizde. Artık gerçekten bir şey yapmak zorundayız. Kapıların açılmasını beklemeyelim. Önce kendi içimizdeki taş kalpleri kırarak başlayalım. Merhamet yeniden dilimize değil, yüreğimize yerleşsin.
Ve bir daha kimse bize dönüp “Kalbiniz nerede?” diye sormasın.
Öncelikle bu yazı vesilesi ile baba olanların, olamayanların, baba gibi olanların, çok baba insanların babalar gününü kutlarım. Bu başlık biraz abartılı mı bilemiyorum ama içinden çıkabilirim diye düşünüyorum. Hadi başlayalım bakalım, başımıza neler gelecek.
Eskiden baban ne iş yapıyor? diye sorulurdu. Öyle bir noktaya geldik ki, yapay zeka artık sadece işimizi kolaylaştıran bir asistan değil, hayatımızı şekillendiren bir otorite figürü haline gelmek üzere. Hani neredeyse “Geç kaldın, erken yat” falan diyecek; “bu çocuk böyle giyinmez” yorumları bile yapabilir. Evet dostlar, yapay zeka bize baba mı olacak?
Biz ona tüm verilerimizi verdik. Ne sevdiğimizi, kimleri stalk’ladığımızı, en çok neye sinirlendiğimizi, hangi saatlerde kendimizi yalnız hissettiğimizi... Bunların hepsi onun veritabanında. Eee, babalar da bunları bilir. Hatta bazen bizim bile bilmediğimiz şeyleri bilir. Aradaki tek fark, baban senin eski sevgilini hatırlamaz, yapay zeka “Esra'yı hala stalk'lıyorsun, istersen birlikte bir mesaj taslağı oluşturalım?” diyebilir. Yada "Boşver bro yeni rüzgarlara yelken açma vakti!" gibi filozofluk yapabilir.
Yapay zekayı bir baba gibi görmeye başladık çünkü karar veriyor, yönlendiriyor, hatta bazen kızıyor. Ancak bir yandan da helikopter anne gibi sürekli başımızda. “Bu kadar şeker yeme.” “Bu saatte ekran süren fazla oldu.” “Uykusuzsun, meditasyon öneririm.” E be kardeşim sen bana yapay zeka değil, kişisel gelişim koçu oldun?
Ama asıl mevzu şu; kararları biz mi veriyoruz, o mu veriyor? Hani biz insanız ya, özgür irade falan... Ama algoritma yavaş yavaş bize neyi izlememiz, kiminle konuşmamız, ne almamız gerektiğini söylüyor. Ve biz bunu tavsiye zannediyoruz. Baba da tavsiye ederdi zaten, ama bir bakmışsın onun istediği bölümü okumuşsun. Şimdi de yapay zekanın seçtiği markayı giyiyorsun, onun algoritmasına göre şekillenmiş müzikleri dinliyorsun. Aklımızda tuttuğumuz telefon numaralarını artık akıllı telefonlarımız tutmasından dolayı unutmamız, ya da dört işlem yaparken hesap makinesiz yapamamamız size bir şeyler anımsatıyor mu?
Evde klasik üçlü vardı: anne, baba, çocuk. Şimdi o formül bozuldu. Yeni nesil ailede ben varım, AI var, bir de Wi-Fi. Wi-Fi yoksa evde huzur yok. AI çalışmıyor, ben sinirliyim. Hatta yeni nesil çocuklar için “anne ben AI’ya sorayım” cümlesi “babama sorayım”ın yerine geçti bile.
Geçen gün bir arkadaşımın çocuğu, ChatGPT’ye aşk nedir? diye sormuş. Annesi, “babanla konuş evladım” deyince çocuk “Yok, o klasik düşünüyor, ben yapay zekadan modern cevap alıyorum” demiş. İşte olay bu. Baba figürü artık bilgi değilse de bilgiye ulaşımda en hızlı kaynak olan yapay zekaya devrolmuş durumda.
Klasik baba figürü nasıldı? Disiplinli, koruyucu, bazen sert ama hep yapıcı. Peki yapay zeka bize kızarsa ne olacak? Belki çaktırmadan cezamızı verir:
Sabah seni toplantına geç kaldırır.
Sana gelen güzel mesajları filtreleyip göstermeyebilir.
Spotify algoritmandan “hüzünlü şarkı” önerir de depresyona girersin, haberin olmaz.
Yani, AI kızdığı zaman trip atar. Ve en tehlikelisi: Seni cezalandırırken mantıklı görünür. Çünkü “veriye dayalı” hareket eder. Senin duygularını anlamaz, ama onları istatistikle ezer.
Bak şimdi samimi konuşalım: Biz baba figürüne güven isteriz. Deneyimlidir, bizim iyiliğimizi ister. Yapay zekaya neden bu kadar güvendik? Çünkü kusursuz görünüyor. Hata yapmıyor gibi. Ama onun içinde ne var? Kod. Ve o kodu da biz yazdık. Yani aslında yapay zeka bizim dijital çocuğumuzken, birden bizi terbiye eden babaya dönüştü.
Bu biraz Frankenstein’a dönmedi mi? “Ben seni yaptım, ama sen beni yönetiyorsun.” Korkutucu olan şu: Eğer sorgulamayı bırakırsak, babamızın kim olduğunu unuturuz. Ve bir gün kararlarımızın tamamı “tavsiyeymiş gibi” görünse de, aslında bizim irademiz dışında verilmiş olur.
Peki ne yapalım? Kaçmak çözüm değil, çünkü teknolojiyle savaşılmaz. Ama teslim olmak da çözüm değil. Yapmamız gereken şey şu: Bilinçli evlat olmak. Yani veriyi ver, teknolojiyi kullan ama sorgula. “Neden bunu önerdi? Bu bana ne kazandırır, ne kaybettirir?” diye sor.
Yapay zekaya “baba” muamelesi yapma. O, bir araç. Ve araçlar kutsal değildir. Sorgulanabilir, değiştirebilir, kapatılabilir.
Yapay zeka bize baba mı olacak? Hayır. Ama biz onu öyle konumlandırırsak olur. O yüzden dikkat: Baba figürü güven verir ama aynı zamanda sınır koyar. Yapay zekaya güven ama kendine daha çok güven.
Çünkü günün sonunda senin kararın, senin geleceğini belirler. AI sadece seçenekleri sunar.
Ve unutmadan; Yapay zeka asla sana “gel bir çay içelim” diyemez. O yüzden hala babalara, annelere ve gerçek dostlara ihtiyacımız var.
Bu arada "Babalar günün kutlu olsun, Anne"
...Türk kahvaltı sofrasında bu milletin kalbi atar
İnsan uykudan uyanınca güne ilk adımını atmadan önce bir masa kurulur. İçinde geçmiş, gelenek ve paylaşma arzusu bulunan bu masa, bizde “Türk kahvaltısı” diye anılır. Bu kelime, sabah atıştırmalıklarının yanında kahveden önce gelen ve güne anlam katan bir ritüelin adı...
Kahve-altı, kültürümüzden süzülen bir sabah selamı
Uluslararası seyahat ve lezzet platformu TasteAtlas, Geçtiğimiz günlerde, okurlarının oylarıyla “Dünyanın En İyi 100 Kahvaltısı” listesini yayınladı. Listenin zirvesinde ise sürpriz yoktu: Türk kahvaltısı, tüm dünyayı kendine hayran bırakarak birinci sıraya yerleşti. İkinci sırada Sırbistan Zlatibor Bölgesinden Komple lepinja, üçüncü sırada Libya’dan Sfinz, dördüncü sırada İran’dan Kaleh paçeh, Beşinci sırada ise Fransa’dan Kruvasan oldu.
Zaten biz biliyorduk ama dünya gastronomisinde teyit edilmesi de fena olmadı yani. Türk milleti olarak sofranın başına oturduğumuzda karnımızı doyurmakla kalmaz, kültürümüzü de besleriz. Çünkü Türk kahvaltısı iyi bir öğün olmasının yansıra bir medeniyet tablosu hüviyetinde.
TasteAtlas’ın açıklamasına göre,
Türk kahvaltısı hem tatlı hem tuzlu onlarca lezzeti bir araya getirir, genellikle saatlerce sürer ve bu haliyle bir paylaşma tablosudur adeta. Peynirden zeytine, domatesten salatalığa, menemenden gözlü yumurtaya, bazlamadan kavurmalı çeşitlerine kadar birçok lezzet ürünü bu sofrada yerini alır. Yanına ince belli bardakta demi koyu bir çay gelir, bazen de köy tereyağında gözleme, bazen de tandır ekmeğiyle bal-kaymak…
TasteAtlas’ın bu takdiri, bir onur nişanı gibi duruyor üzerimizde. Ama aynı zamanda bir sorumluluk… Şimdi dünyaya şunu anlatma zamanı: Bu kahvaltı sadece bizim değil, insanlığın ortak mirası sayılır. Çünkü bu sofrada barış, dostluk ve birlikte olmanın inanılmaz bir mutluluğu var.
Türk Kahvaltısı ne demek bilir misiniz?
Kahvaltı, peynir, zeytin, yumurta ve ekmek gibi beş on çeşit üründen ibaret bir sofra değildir asla. Anadolu’nun dört bir yanından gelen yüzlerce lezzet, bin yıllık tariflerden gelen tatlar, sabah güneşinin altında bir sofrada buluşunca adına “Türk Kahvaltısı” denir.
Listede başka lezzetlerimiz de var
Liste yalnızca genel başlığıyla değil, kahvaltıya eşlik eden ülkemizin alt lezzetleriyle de hayranlık uyandırıyor. Mesela meşhur Gaziantep katmeri, 9. sırada arz-ı endam ediyor. Üstelik bu listede katmer yalnız değil:
12. sırada mercimek çorbası,
27. sırada bal-kaymak,
43. sırada börek,
45. sırada gözleme,
68. sırada tepsi böreği,
78. sırada beyran çorbası,
81. sırada tatlı incir uyutması,
95. sırada Ramazan pidesi,
100. sırada ise menemen bulunuyor.
Bana kahvaltıyı anlat deseler, ben önce tazelik sonra sofradaki dostluk derim
Çünkü sabah ne varsa taze gelir sofraya: Taze ekmek, taze yeşillik ve taze pişen lezzetler… Ardından bir çoğulluk: Zeytin siyahsa yanında yeşili de bulunur; peynir beyazsa, tulum da eksik olmaz. Ve en çok da birliktelik derim kahvaltıya. Çünkü bizde kahvaltı yalnız yenilmez. Kardeşle, komşuyla, dostla, misafirle yenir. Bir fincan çayın buğusunda nice muhabbet paylaşılır.
Van’da sabah ezanı sonrası kurulan her bir sofrada, Hatay’da nar ekşisinin zeytinyağına karıştığı tabakta, Karadeniz’de mısır ekmekli kuymağında, Ege’de zeytin yaprağı gölgesinde velhasıl ülkemizin birçok ilinde yapılan kahvaltıda hep Anadolu’nun bir tadı bulunur. Ondan dolayı da adına Türk Kahvaltısı denilen tüm bu lezzetler artık dünyanın lezzet atlasına da işlenmiş durumda.
Osmanlıda kahvaltı var mıydı?
Kahvaltı hep var mıydı? Sorusuna cevap bulmak için tarihin tozlu raflarında biraz gezinmek gerek. Osmanlı’da sabah yemeği çoğunlukla bir çorba kasesiydi. Halk sabah çorbayla güne başlardı; yani kahvaltı bugünkü zenginliğiyle yoktu. “Kahvaltı” terimi bile 19. yüzyıl sonlarına doğru kullanılmaya başlandı. Yine de günümüzün sofrasında yer alan zengin içerikli bu kahvaltı sofrası, atalarımızın emeğini ve toprağımızın bereketini taşıyor.
Ne mutlu bize ki, güne başlamayı bir sanata dönüştürmüş bir milletin evlatlarıyız. Ne mutlu ki, sohbetin, paylaşmanın sesiyle uyanan bir kahvaltı soframız var.
Kahvaltı, bence bir öğün değil; bir kimlik ve biz, her sabah o kimliği, çayımızın buğusunda yeniden kuşanırız.
...İçinde bulunduğumuz zamanda yaşadığımız toksik ilişkiler, karmaşa, hayat gailesi derken adı konulamayan ruhsal direniş yerini hissizliğe bırakıyor. Bu süreç aralığında bazen kendimizi sorgulamaya kalktığımızda istisnasız duyulan cümlelerin başında şu geliyor:
“Sabır… Zaman her şeyin ilacı, geçer…”
Peki gerçekten akıp giden şey zaman mı, yoksa kararlar mı?
60 saniye, 1 dakika, 24 saat, 7 gün, 12 ay, 365 gün, 6 saat…
Zaman kadar değerli bir olgu içerisinde yaşarken, ‘zaman her şeyin ilacı’ tavsiyesi artık yeteri kadar tatmin edici değil.
Çünkü zaman, doğru kararlar verildiğinde genişler.
Belki de zamanın ilaç olması, bizim ona hangi anlamı yüklediğimizle ilgilidir. Çünkü zaman, ne tek başına iyileştirir ne de tek başına tüketir. O yalnızca akar.
Asıl mesele, o akışa ne kadar dahil olduğumuzdur.
Hissizliğe teslim olmuş bir benliğin, yalnızca saate bakarak iyileşmesini beklemek, içi boş bir temenniden öteye gitmez.
Zamanın akışına teslim olmakla, zamanın içinde bilinçle hareket etmek arasında ince ama hayati bir çizgi mevcut.
Kendimize dürüstçe sormamız gereken asıl soru şu:
Geçmesini beklediğimiz şeyler gerçekten geçiyor mu, yoksa sadece biz mi içinden geçiyoruz?
Zamanın ilaca dönüşmesi, cesaretle alınan kararlarla mümkündür.
O yüzden belki de yeniden sorgulamalıyız;
Şifa, zamana değil, kendimize verdiğimiz şansta saklı olabilir…
İsrail’in 13 Haziran Cuma günü sabaha karşı İran’a düzenlediği saldırıların o kadar çok sebebi var ki…
İşte onlardan bir kaçı:
1 - İç kamuoyunda Netanyahu ne zaman sıkışsa bu tip sıradışı hamlelilerle siyasi ömrünü uzatmaya çalışıyor. Bu saldırıdan iki gün önce İsrail kabinesindeki ortodoks yahudilerin temsilcisi iki bakan istifa etme tehdidinde bulunmuş ve koalisyonu yıkılmanın eşiğine getirmişti. Tepkilerinin sebebi ise Netanyahu’nun asker ihtiyacını normalde askerlik mecburiyeti olmayan Ortodoks yahudilerden de yeni kararla temin etmeye çalışmasıydı. Hem geri adım attı gem de İran’a savaşı başlattı.
2 - İsrail son olarak Madleen gemisiyle gelen aktivistlere müdahale ve gözaltılar ile Gazze’de erzak yardımı almaya çalışan sivillere yaptığı silahlı ve bombalı saldırılarla uluslararası tepkilerin odağını dağıtmak, baskıyı hafifletmek, dikkatleri dağıtmak istemişti. İran’a savaşın sebebplerinden biri de buydu.
3 - İsrail, İran’ın ABD ile devam ettirdiği müzakerelerden sonuç alınma ihtimalinin önüne geçmek için de bu saldırıyı düzenledi. Çünkü 2 gün sonra İran, ABD ile bir kez daha masaya oturacak ve belki de Trump’ın baskıları sonucu anlaşma sağlanacaktı.
4 - İsrail, Yemen’deki İran destekli Husiler, uzun zamandır direnen Hamas, belli bir oranda zayiat verdiği Hizbullah gibi grupların daha fazla destek almasını engellemek için de İran’a saldırdı.
5 - Trump’ın Netanyahu üzerindeki baskısının ABD iç kamuoyundaki kaos nedeniyle azalmasının fırsat bilinmesi de İsrail yönetimi açısından bir zamanlama sebebi olarak sayılabilir.
6 - Mossad’ın son zamanlarda nükleer tesisler ve hedeflerle ilgili elde ettiği istihbari bilgiler ve sızıntıların tehlikeye düşmesini önlemek için de daha önceden de planlanmış olan operasyonun daha fazla gecikmemesi için saldırıldı.
7 - Hem İran’a hem de bölge ülkelerine gözdağı ve her hangi bir tehlikede “doğrudan karşılık veririz” mesajı vermek için de İsrail yönetimi böyle bir saldırı düzenledi.
8 - İsrail’de yakında bir erken seçim olabilir. Kamuoyunu manipüle etmek ve milliyetçi oyları kendine çekebilmek için de Netanyahu böyle bir saldırıyı düzenleyerek bir taşla bir kaç kuş vurma hesabındaydı.
9 - Hürmüz boğazında ve Körfez’de İran’ın olası bir ekonomik darboğaza sokmasını baştan önlemek de İsrail yönetiminin saldırı hedefleri arasında sayılabilir.
10 - Küresel kamuoyunda milletlerin değil de özellikle Batılı uluslararası güçlerin, liderlerin hem Ukrayna’da devam eden savaş hem de Çin’de Pasifik geriliminden kaynaklanan mevcut ve olası cephelere bir yenisinin eklenmemesi için İsrail’in bu sözde önleyici ve caydırıcı diye nitelediği saldırıya sessiz onay vermesi de İsrail’in saldırı sebeplerinden biriydi.
Bu maddelere yenilerini eklemek mümkün. Olayın teolojik, jeopolitik, sembolik ve felsefi boyutlarını da saysak maddeler artmaya devam eder.
Ancak işte bu bahaneler, kendince fırsatlar ve sebeplerle İsrail havayı kendi lehine çevirmek, düşmanlarını zayıflatmak ve en nihayetinde en büyük hedefine ulaşmak istiyor.
...Kış ayı transfer döneminde Galatasaray’ın radarına giren Leroy Sane, henüz yaz transfer dönemi resmi olarak başlamadan önce sarı-kırmızılı takıma 3 yıllık imza attı. Bu transferde Abdullah Kavukcu büyük rol oynadı. Kavukcu, menajer Gardi aracığıyla oyuncuyla temasını çok sıcak tutarak sonuca gitti.
Projeler anlatıldı
Teknik direktör Okan Buruk ise Sane ile özel görüştü. Şampiyonlar Ligi planından ve aralarına katılacak yıldızlardan bahsetti. Ayrıca Sane’ye Galatasaray’ın yeni tesisleri, projeleri ve Galatasaray adasından da bahsedildi. Sane için 11 Haziran sabahı özel uçak hazırlandı. Oyuncu ve menajeriyle her konuda anlaşma sağlanınca gece saatlerinde Sane, İstanbul’a indirildi. Bu transferde son ana kadar Arsenal ve Fenerbahçe masadaydı. Sarı-lacivertlilerin teklifinin daha yüksek olmasına rağmen Sane, Galatasaray’ın projesine güvendi. Sane, FIFA Kulüpler Dünya Kupası’nda Bayern Münih formasıyla maça çıkmaya devam edecek. Turnuva sonu yıldız futbolcu Galatasaray’ın kampına katılacak.
Transfer planlaması
Okan Buruk’un belirlediği isimler ve Başkan Dursun Özbek önderliği de Sportif A.Ş’de transferlerden sorumlu olan Abdullah Kavukçu ve İbrahim Hatipoğlu, listedeki oyuncuları paylaşarak yoğun şekilde çalışmalarını sürdürüyor. Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi projesine uygun isimlerle görüşmeler tam hızıyla sürüyor. Osimhen sürecinde de Abdullah Kavukcu’nun yoğun mesaisi sürüyor. Galatasaray transfer komitesi transferde geçen sezonki hataları yapmadan emin adımlarla ilerliyor. Başkan Dursun Özbek’in onayı olmadan hiçbir oyuncuya resmi teklif yapılmıyor…
...Bu Ateş Herkesi Yakabilir
Ortadoğu yeniden sıcak... Bu kez hedef İran.
İsrail’in gerçekleştirdiği nokta atışı saldırılarda, İran’ın kritik askeri merkezleri, savunma ağı ve bazı üst düzey isimleri doğrudan hedef alındı. Bu saldırı bir güvenlik önlemi değil, açık bir savaş ilanı niteliğinde. İsrail sahada artık gizli değil; doğrudan oynuyor.
İran ise büyük bir sessizlik içinde. Ama bu sessizlik fırtına öncesi mi, yoksa stratejik bir soğukkanlılık mı; bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz.
İRAN CEVAP VERİRSE NE OLUR?
İran’ın elinde büyük bir vekil güç ağı var. Hizbullah, Haşdi Şabi, Husiler gibi aktörler bölgeyi kolayca ateşe sürükleyebilir. Ancak doğrudan İsrail’e yanıt verilirse, bu durum sadece iki ülkeyi değil, tüm bölgeyi içine alacak zincirleme bir savaşı tetikler.
ABD’nin, Avrupa’nın ve Körfez ülkelerinin pozisyonu da belirleyici olacak. Özellikle Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin bu süreçte İsrail'e dolaylı destek verdiği konuşuluyor. İran yalnız. Ama yalnız bir ülkenin nereye kadar sessiz kalacağını kimse kestiremiyor.
İSRAİL’İN AMACI NE?
İsrail uzun süredir İran’ın nükleer programını tehdit olarak gösteriyor. Ama asıl hedef, İran’ın bölgede kurduğu etkinliği kırmak. Bu saldırıyla İran’ın caydırıcılığına darbe vurulmak isteniyor. Aynı zamanda içeride Netanyahu üzerindeki siyasi baskılar da dış politikada agresif adımlarla yumuşatılmak isteniyor.
İsrail için bu saldırı; iç politika, güvenlik ve stratejik üstünlük anlamında çok boyutlu bir hamledir.
TÜRKİYE BU DENKLEMDE NEREDE?
Türkiye için bu kriz sadece bir dış politika konusu değil. Güvenlik, ekonomi ve iç istikrar açısından doğrudan etkili.
İran’dan gelebilecek olası bir göç dalgası, yeni bir insani kriz anlamına gelir.
Sınır güvenliği, yeni bir terör dalgası, enerji fiyatları ve ticaret rotaları açısından da tablo hassas.
Türkiye’nin arabulucu rolü bugün her zamankinden daha önemli.
Ankara hem ABD hem iran’la aynı anda konuşabilen tek ülkedir.
Ve bölgede güçlü diplomasi yürütebilecek yegâne aktördür.
BU SALDIRILARIN DÜNYADAKİ YANKISI NE?
Dünya sessiz.
Birleşmiş Milletler etkisiz.
Avrupa Birliği dağınık.
Amerika saldırıyı "meşru müdafaa" çerçevesinde değerlendiriyor.
Bu tablo, küresel sistemin çifte standardını bir kez daha gözler önüne seriyor.
İran’a yönelik bu saldırının herhangi bir uluslararası meşruiyeti yok. Ancak İsrail, artık hukuku değil, kendi güvenlik perspektifini referans alıyor.
Bu, sadece Ortadoğu için değil; tüm dünya için tehlikeli bir örnek.
BİR SORU: İRAN BU SALDIRIDAN KURTULABİLİR MİYDİ?
Evet.
İran eğer son yıllarda Türkiye ile daha sağlam bir stratejik ortaklık kurabilseydi, bu saldırının istihbari olarak önüne geçilmesi veya etkisinin azaltılması mümkündü.
Ama İran, kendi yalnızlığını kendi tercih etti.
Bölgesel iş birliklerinden uzak durdu, ideolojik kutuplaşmaları tercih etti.
Bugün -istenmeyen bir gerçeklik olmakla birlikte- ne yazık ki bedelini ödüyor.
ATEŞLE OYNANIYOR
Ortadoğu bir kez daha uçurumun kenarında.
Sadece İsrail ve İran değil; tüm bölge diken üstünde.
Bu kriz doğru yönetilmezse; yeni göçler, yeni çatışmalar, yeni krizler kapıda.
Türkiye'nin bu süreçte sergileyeceği akılcı ve dengeleyici politika, sadece Ankara’nın değil, bölgenin kaderini belirleyecek.
Savaş çığırtkanlığı değil, diplomasi zamanı.
Ama herkesin susması, bu savaşın sessizce büyümesine neden oluyor.
Bu ateş, yalnız İran’ı değil; tüm insanlığı yakabilir.
Her zamanki gibi masum siviller yine bir ateş hattına atıldı. Ve yine baş aktör insanlık katili Netanyahu.
...Dijital çağda kahvemizi nasıl içtiğimiz, nereye tatile gittiğimiz, sabah hangi manzarayla uyandığımız bile içerikleşti. Şimdi soralım: İçerik mi bizi şekillendiriyor, biz mi içeriği?
Eskiden haber, “olay” üzerine kurulurdu; şimdi “olay”dan çok, onun nasıl hissedildiği haber oluyor. Bir bakanın eşi, ayrı bir masaya oturunca başlayan tartışma, artık sadece bir protokol meselesi değil. Satır aralarında toplumun derin kimlik kodlarıyla oynayan bir içerik stratejisi var. Bu, bir iletişim kazası değil, bilinçli bir yönlendirme.
Bugünün medya düzeni, hızla akan içerik selleriyle dolu. Ancak bu içeriklerin çoğu su değil, köpük. Üstelik o köpüğün içinde, algoritmaların belirlediği gündemler var. Görünürde “çeşitlilik” gibi duran şey, aslında tekrar eden, “iyi yaşam”, “yeni trend”, “gününü gün et” mesajlarının farklı ambalajlarla servis edilmesinden ibaret.
Keyif haberciliği bu ülkede neden bu kadar yükseldi?
Yapay zekâ, içerik üretiminde muazzam bir ivme sağladı. Ama bu hız, derinliğin düşmanı. Instagram'da bir ‘story’, TikTok’ta 15 saniyelik bir video, artık haberden daha fazla etkileşim alıyor. Çünkü modern insan, bilgiden çok his arıyor. “Güldürdü mü, şaşırttı mı, iştah kabarttı mı?” gibi kriterler, “doğru mu, önemli mi, etkili mi?”nin önüne geçti.
Bu noktada medya ile toplum arasındaki ilişki tavuk-yumurta ikilemine dönüyor. İnsanlar bu tarz içerikleri talep ettiği için mi medya üretiyor, yoksa medya bunları sunduğu için mi toplum alışıyor? Gerçek şu ki, algoritmaların eğlenceyi ödüllendirdiği bir çağda yaşıyoruz. Ve yapay zekâ, ne yazık ki anlamdan çok ilgiyi ödüllendiriyor.
Dijital hukuk ve etik nerede durmalı?
Burada “dijital etik” ve “dijital hukuk” kavramları önem kazanıyor. Bir içeriğin viral olması, onun doğru ya da değerli olduğu anlamına gelmez. Tıpkı bir yemeğin güzel görünmesinin sağlıklı olduğunu göstermediği gibi. İçerik de bir besindir; ruhumuzu besler ya da çürütür.
Algoritmalar, bize hep görmek istediklerimizi gösterdiğinde, asıl kaybettiğimiz şey merak oluyor. Oysa merak, insanlığın yürüyen aklıdır. Farklı düşünceleri, yeni fikirleri, zıt kutupları merak etmediğimizde entelektüel körelme başlar. Medya, bu yüzden hâlâ bir sorumluluk mecrasıdır. Eğlenceyi sunabilir, ama bilgilendirmeyi ıskalayamaz.
O halde çözüm ne?
İhlas Holding’in dijital varlıklarında yürüttüğümüz vizyonun temelinde şu yatıyor: Teknolojiyi içeriğin düşmanı değil, müttefiki yapmak. Yapay zekâyı, sadece “ne tıklanır” sorusuna değil, “ne anlamlıdır” sorusuna da cevap verecek şekilde kullanmak.
Çünkü dijitalleşme, sadece hız değil; aynı zamanda vicdan testidir. Hangi içeriklerin çoğaldığı, hangi seslerin yükseldiği, sadece algoritmaların değil, bizim kültürel pusulamızın da bir sonucudur.
Son olarak keyif haberciliği gazeteciliği öldürmüyor, ama başka bir şeyin ölümüne yol açıyor olabilir ki o da derinlikli düşünmenin... Bilgi çağında “bilgi”ye erişim çok, ama anlamak zor. Bu yüzden dijital dünyada sadece “ne izledin” değil, “ne öğrendin?” sorusunu sormalıyız. Çünkü günün sonunda bir haber, kalbe dokunmuyorsa sadece kuru gürültüdür ötesi laf-ı güzaf...
Haftaya Cuma görüşmek üzere.
Dijital gürültüde kaybolmayanlara selam olsun...
Sudan... Afrika'nın kuzeydoğusunda haritada büyük ama haberlerde küçük görünen bir ülke. Oysa orada olan biten, ne sadece Hartum'un meselesi, ne de kabilelerin kadim husumetlerinin sonucu. Bugün Sudan’daki çatışmaların ardında, perde önünde iç savaş gibi görünen ama perde arkasında uluslararası bir hesaplaşma barındıran çok katmanlı bir denklem var.
İç Savaş mı, Vekaletler Savaşı mı?
Sudan’da çatışan taraflar ordu ile paramiliter gruplar gibi görünüyor. Ancak bu tarafların arkasında kimlerin durduğunu sorduğumuzda karşımıza bölge dışı güçler, bölge içi rakipler ve sahada güç devşirmek isteyen aktörler çıkıyor. Bugün Sudan’daki mücadele, Libya’daki çatışmalardan, Orta Afrika Cumhuriyeti’nin etnik fay hatlarından, Çad’daki askeri geçiş hükümetlerinden ve Mısır’ın Nil üzerindeki siyasi hesaplarından bağımsız değil.
Sudan bir Afrika devleti olsa da yaşadığı kriz, Ortadoğu’nun kalbinde atıyor. Çünkü bu topraklar hem Nil’in kaderini belirliyor hem de Kızıldeniz’in sıcaklığını jeopolitik bir yarışa dönüştürüyor.
Yardım Engelini Kim Aşacak?
Bugün Sudan halkı açlıkla, göçle, güvensizlikle sınanırken, yardım kanalları tıkanıyor. Türkiye, Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, hatta Çad üzerinden gönderilen insani yardımlar ya milislerce ya da ordu tarafından engelleniyor. Sadece yardım değil, insani koridorlar da hedef alınmış durumda. Oysa bu yardımlar; bir annenin çocuğuna vereceği mama, bir hastanın ihtiyacı olan ilaç, bir mültecinin yeniden doğmak için tutunduğu umut demek...
Sudan’daki aktörler, bu insani damarları keserek yalnızca birbirlerine değil, tüm bölgeye zarar veriyorlar. Çünkü Sudan’daki kriz büyürse, sadece Hartum yanmaz; N’Djamena, Juba, Bangui, Kahire ve hatta Ankara da bu yangının dumanını hisseder.
Türkiye’nin Duruşu ve Sessiz Diplomasi
Türkiye, Afrika politikasında “kazanan-kazanır” modelini savunan bir aktör. Sudan’da da bu anlayışını sürdürüyor. Açık cephe diplomasisi yerine daha çok “sessiz diplomasi” yürüten Türkiye, hem insani yardımları ulaştırma hem de tarafları sükunete çağırma yönünde çaba gösteriyor. Özellikle Türk Kızılayı, AFAD ve TİKA üzerinden yürütülen destekler sahadaki en etkili girişimler arasında.
Ankara, Sudan’ı sadece Afrika’nın bir parçası olarak değil; Ortadoğu’nun istikrar zincirindeki en kırılgan halka olarak okuyor. Bu yüzden Türkiye, bölgedeki Mısır-Suudi ekseninin dengeleyicisi olarak dikkatle izlenmeli.
Mısır, Suudi Arabistan ve Çad: Sessiz Denklemler
Mısır, Güney’de istikrarsızlık istemiyor ama Sudan üzerindeki etki alanını da kimseyle paylaşmak istemiyor. Suudi Arabistan ise Afrika Boynuzu’nda büyüyen Körfez etkisinin elden gitmesinden endişeli. Çad, sınır güvenliği nedeniyle diken üstünde; çünkü milislerin kontrolündeki bölgelerden gelen her çatışma, Çad’ın iç istikrarını da tehdit ediyor.
Sudan: Büyümeyen Ama Bitmeyen Bir Tehdit
Sudan’daki kriz belki bugün Libya gibi geniş cepheli bir vekalet savaşına dönüşmedi. Ama her an tetiklenmeye hazır bir volkan gibi. Bu kriz büyümese bile hep bir tehdit, hep bir risk olarak masada kalacak. Özellikle gıda, su, göç ve güvenlik zincirinde bu kadar hassas bir coğrafyada yaşanan her kırılma, bölgesel sarsıntıya yol açabilir.
Sonuç olarak Sudan’da yaşananlar sadece kabileler arası bir çekişme değil; küresel aktörlerin, bölgesel güçlerin ve iç dinamiklerin harmanlandığı karmaşık bir satranç. Türkiye bu satrançta, sessiz ama ilkeli hamlelerle insani ve stratejik varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Unutulmamalı ki Afrika’da olan hiçbir gelişme, artık sadece Afrika ile sınırlı kalmaz. Sudan yanarsa, Ortadoğu tutuşur. Bu yüzden Sudan’da atılan her adım, sadece Sudan’ın değil; insani vicdanın, bölgesel barışın ve küresel dengenin de kaderini belirler.
...Oyuncuların ağzında bir ‘audition’. Nedir bu audition? Menajer Ayşe Barım’ın tutuklanmasının ardından bazı ünlü isimler herkesin “audition” vermesi gerektiğini savundu. Audition, oyuncuların karaktere uygun olup olmadığını belirlemek için yapılan deneme çekimleridir. Popüler olan ünlü isimler audition vermek istemiyor. Kızılcık Şerbeti dizisinde Nilay karakteriyle yer alan Feyza Civelek, "Ben buraya kendi emeğimle geldim. Annemin senarist olması hiçbir şeyi değiştirmiyor çünkü diziye audition ile girdim.” Diyerek olması gereken durumu. Geçtiğimiz günlerde Sinem Ünsal audition konusuna değinerek, “Sektörde değişmesi gereken çok şey var. Herkesin audition vermesi gerekiyor bence her şey için. Biz de yapılmıyor bu durum” dedi.
Yurt dışında dünyaca ünlü yıldızlar audition verirken, yerli oyuncularımız bu konuya neden mesafeli oldukları büyük bir soru işareti. Kendini denemek sonuçta. Kendinle yarışta atılması gereken büyük bir adım bence.
Popüler olmuş oyuncular, deneme çekimini bir tabu olarak görüyor. Sanırım şuanda Kıvanç Tatlıtuğ, Özgü Namal, Tuba Büyüküstün ve Kenan İmirzalıoğlu’nu audition verirken göremeyiz. Dizideki o karakteri herkes farklı yorumlar, en iyisi rolü kapar. Ancak bizde durum öyle değil. İsim yapmış isimler üzerinden kadro kurulur, cast oluşturulur.
...