Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Bir Lezzet, Bir Miras, Bir Bayram
Gümüş gibi parlayan Boğaz’ın sularında bir gölge bulunur; rüzgâr döner, akıntı yön değiştirir ama o hep orada. Ne hamsidir ne palamut; o, İstanbul’un serin sularında doğan, şehrin yüzyıllardır koruduğu bir sır: Boğaziçi Lüferi.
İstanbul’un lezzet sofralarında olan bu eşsiz balık, şimdi bir bayramla taçlanıyor.
Boğaziçi Lüferi Bayramı
İstanbul Ticaret Odası’nın öncülüğünde, 29 Kasım’da Samatya’da Kocamustafapaşa Balıkçı Barınağı’nda kutlanacak olan bu bayram, bir gastronomi şöleni olmasının çok ötesinde, İstanbul’un kendine has lezzet hafızasına not düşülecek bir etkinlik olacak.
Çünkü bu balık, kültürel bir miras, bir yemekten öte bir kimlik; Boğaz’da pişen bir hikâye.
Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde bahsettiği o efsane lezzet, yüzyıllar sonra coğrafi işaretle yasal koruma altına alınarak yeniden taçlandı. TÜRKPATENT’in 2024 Ocak ayında verdiği tescil, Boğaziçi Lüferi’ni İstanbul’un ve tüm Türkiye’nin gastronomi mirası haline getiriyor.
Bir balıktan fazlası
“Boğaziçi Lüferi, İstanbul lezzet kültürünün yaşayan bir simgesi olan bir balık. Osmanlı döneminde saray sofralarının vazgeçilmezi olmuş, halk arasında ‘Boğazın Sultanı’ unvanını almış” diyen İTO Başkan Yardımcısı Ahmet Özer’in sözleri bu balığa yüklenen anlamı derinleştiriyor: Gerçekten de öyle…
Sözlerinin devamında Ahmet Özer, İTO’nun 2018 yılında kurduğu İstanbul Coğrafi İşaret Konsorsiyumu ile lüferin yanında “İstanbul Lakerdası” gibi diğer geleneksel lezzetleri de geleceğe taşımayı hedeflediklerini belirtiyor. Çünkü bir kentin mutfak hafızası, malzemeleriyle ve o malzemeyi koruma iradesiyle yaşar.
Lezzetin Okulu: Mutfak Sanatları Akademisi (MSA)
Bu hikâyede bir diğer önemli paydaş da Mutfak Sanatları Akademisi (MSA). Kurum Direktörü Sitare Baras da aynen Ahmet Özer gibi lüferin “kültürel bir miras” olduğunu vurguluyor. MSA, geleceğin şeflerine lüferin hikâyesini bir değer olarak aktaracak.
Lüfer, işte bu nedenle bir eğitim meselesidir de. Çocuğun mutfakta öğrendiği ilk balık tarifinden, şefin menüsüne giren en rafine tabaklara kadar uzanan bir kültürel zincir. MSA ve İTO iş birliğiyle yürütülen Boğaziçi Lüferi Tarif Kitabı ve podcast serisi de bu kültürü belgelemeye hazırlanıyor.
Boğazın kokusunda bir bayram
Etkinlik günü yaklaştıkça, Samatya’nın sabahları daha anlamlı hale gelmeye başladı gözümde. O gün Kocamustafapaşa Balıkçı Barınağı’nda, ağlardan çıkan taze lüferlerin ışıltısı bir tören gibi karşılanacak. Bu kez balıkçıların sevinciyle şeflerin sanatı aynı sofrada buluşacak.
İTO’nun www.bogaziciluferi.com sitesiyle dijitalde de hayat bulan bu markalaşma çabası, İstanbul’un denizle olan bağını yeniden kuruyor.
Bir şehrin lezzet vicdanı
“Boğaziçi Lüferi ayrı bir tat, ayrı bir zevk” diyen İstanbul İl Tarım Müdürü Suat Parıldar da bir gerçeğin altını çiziyor: “Her balık lüfer değildir. Çünkü Boğaziçi Lüferi, yalnızca Eylül’den Ocak ortasına kadar en yağlı ve en lezzetli döneminde çıkar. Çünkü Boğaz’ın akıntısında yetiştiği için eti sıkı ve yağı dengelidir.”
O yüzden bir tabak lüfer, aslında İstanbul’un mevsimleriyle yapılan bir anlaşma sayılır
Bir sofra, bir hafıza
Lüfer, İstanbul’u lezzete doyuran bir balık. Saray sofralarından balık restoran masalarına, Boğaz kıyısındaki sandallardan Galata lokantalarına kadar uzanan bir lezzet yolculuğudur o. Her ısırıkta biraz deniz, biraz tarih ve biraz da sabır var. Çünkü iyi bir lüfer, doğru zamanda tutulur, doğru ateşte pişer ve doğru sofrada yenir.
Lüferin kenti “İstanbul”
İstanbul Ticaret Odası’nın vizyonuyla başlayan bu hareket, aslında bir gastronomi projesinden çok daha fazlası. Bu şehirde artık lezzet de tescilleniyor. Boğaziçi Lüferi, bir balıktan bir markaya, bir markadan bir mirasa dönüşüyor.
Ve belki de en güzeli,
Boğaz’ın rüzgârı hâlâ aynı: Kokladığınızda mis gibi deniz, baktığınızda mavi, tattığınızda ise İstanbul. 29 Kasım’da Samatya’da kutlanacak Boğaziçi Lüferi Bayramı, işte bu üç duyguyu aynı tabakta birleştirecek.
Özetle, o gün İstanbul, bir kez daha kendi tadını Boğaziçi lüferiyle hatırlatacak.
...İnsanlık, var olduğu günden beri hatırlayarak yol alıyor. Evet, mağara duvarlarında çizilen ve günümüze kadar gelen resimlerden dijital bulutlardaki verilere kadar… Her çağ, kendi hafızasını kendi zaman, mekân ve teknolojik dönüşümüne göre başka biçimlerde inşa etti. Kimimiz taşa kazıdık, kimimiz kâğıda; bugünse silikon çiplerden görünmez veri tünellerine kadar iz bırakmaya devam ediyoruz…
Bilinen en eski çağdan bu zamana kadar soru aynı kaldı: Ne kadarını hatırlıyoruz, ne kadarını sadece depoluyoruz?
Günümüzde bilgi değil, veri bolluğunda yaşıyoruz. Fakat hafıza dediğimiz şey, sadece saklama kabiliyeti değil artık anlam üretme iradesidir. Bilgisayarlar bizim için her şeyi kaydediyor, ama yalnızca insan, bu kaydın içindeki hikâyeyi anlayıp kavrayabiliyor. Çünkü hafıza, bir “yer” değil, bir yön’dür! Yani bilinen en eski çağlardan, bugüne ve geleceğe uzanan bir bilinç çizgisi…
Tarihin derinliklerine etraflıca baktığımızda bunu net bir şekilde görebiliriz. Bir Osmanlı hattatının elindeki kalem, yalnızca mürekkebi değil, bir medeniyetin hafızasını taşırdı. Her harf, hem dua hem bilgi hem de estetik açıdan bir benzeri olmayan muhteşem bir sanat eseriydi. Bugün de aynı çizginin dijital uzantılarını üretmeye çalışıyoruz: Kod satırlarında, algoritmalarda, yapay zekâ modellerinde...
Bir şeye dikkatlerinizi çekmek isterim ki eğer bir toplum kendi kelimelerini, kendi hafızasını unutursa, başkalarının verisini ezberleyen “teknolojik sömürge”ye dönüşebilir.
Bu yüzden “dijital hafızamız” bu saatten sonra bir milli güvenlik meselesi halini almış, sınırlarımız kadar önemli bir konudur.
Bir milletin geçmişiyle kurduğu bağ, geleceğe yön verecek dijital altyapılardan bile daha stratejiktir. Bu sözlerimi bugün anlamamakta ısrar edenler yarın ‘keşke’ demek zorunda kalacaktır. Çünkü söz konusu veri merkezleri sadece bilgiyi değil, kimlik bilgilerimizi de depoluyor.
Kendi hafızasını dışarıya emanet eden bir toplum, yarın kendi hikâyesini başkalarının sunucularında aramak zorunda kalır. Ve işte burada, gençlere büyük sorumluluklar düşüyor. Yapay zekâ, bulut sistemleri, dijital arşivler… Bunların hepsi yeni bir hafıza biçimi oluşturuyor. Bugün bulut sistemlerinde saklanan bir insanlık arşivimiz var. Türkiye’de de bu anlamda sessiz bir kültürel hareketi büyütecek olan siz gençlersiniz… Ancak esas meselenin, veriyi anlam’a dönüştürmek olduğunu aklınızdan lütfen çıkartmayın! Zira insanlık, hatırladığı kadar insan kalacaktır. Hafızayı diri tutan şey, bilginin niceliği değil; anlamın devamlılığıdır. Bu sebeple genç araştırmacıların, bu toprakların hikâyesini sadece arşivlemekle değil, anlamlandırmakla yükümlü olduğunu akıllarından çıkartmamasını ümit ediyorum.
Çünkü hafıza, geleceğe devredilen bir emanettir. Teknolojinin değil, insan vicdanının korumasında olması gerekir. Kendi geçmişini anlamadan geleceği planlayan her uygarlığın, dijital bir yankıya dönüşmemesi mümkün değildir. Bu sebeple geçmişiyle bağ kurabilen her toplum olmalıyız...
Unutmanın hızına karşı, hatırlamanın ahlakını yeniden inşa etmek zorundasınız gençler. Ve insanlığın hafızası, hiçbir bulut sistemine sığmaz o hafıza direk olarak insanın kalbinin içinde gömülüdür. Selam olsun, hatırlamayı unutmayanlara.
Haftaya tekrar buluşmak üzere hoşça kalın…
...Galatasaray, Trabzon karşısında bitiriciğini konuşturamadı. Her iki takımında net pozisyonları direğe isabet eden şutları vardı. Maçın birden fazla kırılma anı olasa da bir türlü kırılmadı ve mücadeleden gol sesi çıkmadı. Galatasaray’ın eksikleri Trabzon’u motive etti. Fatih Tekke, Galatasaray’ı çok iyi analiz etmiş. Oyuncuların dağımı, yerinde baskılarla oyunu kilitledi. Net olarak 90 dakika mücadele eden bir Trabzon vardı. Özellikle Trabzon’da Ouali ve Pina’nın performansları çok iyiydi.
Konsantrasyon kaybı
Okan Buruk ve öğrencilerin akıllarında Ajax maçının olduğu bariz belliydi. Trabzon maçına yeterince konsantre olamamışlar. Galatasaray’da mücadeleye odaklanan Lemina ve Uğurcan dışında başka oyuncu göremedim. Lemina stoper oynamasına rağmen orta sahaya da destek vermeye çalıştı. Rakibin önemli atakları kesti. Hücum hattı da ise Barış, Sane ve Yunus hangimiz daha kötüyüz yarışına girmiş gibiydiler. Sane’nin savunma yönü artı kazandırsa da hücumda etkili olamadı. İkinci yarının son anlarına doğru kıpırdadı.
Yedek kulübesi düştü
Davinson ve İlkay’ın sakat olması yedek kulübesinin kalitesini de ciddi anlamda düşürüyor. Mesela Ahmed Kutucu’nun oyuna neden girdiğine anlam vermedim. Ayağında hala top tutamayan, heyecan yapan bir futbol olabilir mi? Mecburi bir değişiklik dışında Kutucu sahada olmamalı! Hasta olan Jakobs, fedakarlık yaparak kadroya girdi ve son 15 dakika elinden geleni yaptı…
...Reyting rekortmeni dizilerde bölüm başı başrol oyuncularının aldıkları ücretler magazin gündemine oturdu. Ancak kadın oyuncularının erkek oyunculara oranla daha düşük ücret alması tartışmalara sebep oldu. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada kadın oyuncular, erkek oyunculara oranla daha düşük ücret alıyor.
En yüksek ücreti 4,5 milyon TL ile Kenan İmirzalıoğlu alırken, en düşük ücret ise 2,5 milyon TL ile Mert Ramazan Demir’in oldu. Kadın oyuncularda ise en yüksek ücret 2,5 milyon TL ile Afra Saraçoğlu’nun oldu.
Bunun sebebi olarak ise tarihten günümüze sinema sektöründe erkek egemenliği olması gösteriliyor. Sinema ve televizyon sektörü uzun süre boyunca erkek yapımcılar, yönetmenler ve başroller tarafından yönetildi.
Bazı araştırmalar ise erkeklerin ücret pazarlığında daha agresif müzakere ettiklerini, istedikleri ücretleri almak için pazarlığa oturduklarını, kadınların ise daha az talepkâr davrandıklarını gösteriyor. Bu da zamanla maaş farkını büyütebiliyor.
Kadın ve erkek oyuncuların aldıkları ücret farkları sadece Türkiye’de farklı değil. Hollywood’da Jennifer Lawrence, Natalie Portman, Scarlett Johansson gibi oyuncular da bu farkı açıkça dile getirdi.
Konu hakkında en sert tepki dünyaca ünlü oyuncu Jennifer Lawrence oldu. Lawrence 2015’te erkek rol arkadaşlarından %30 daha az ücret aldığını açıklamış ve durumu oldukça sert bir şekilde eleştirmişti.
Sudan’ın ihanete uğramış coğrafyasında bir kez daha tarihin en karanlık döngülerinden biri işliyor. 1885’te “Mehdî Devleti”yle başlayan, 1898 Omdurman’la, 1956 bağımsızlığıyla, darbelerle ve iç savaşlarla örülmüş toplumsal yara; bugün Darfur’un köylerinde, El-Faşir’in sokaklarında, çadırlarda ve yaralı hastane koridorlarında kan ve açlığın kurak gerçeğine dönüşüyor. Bu, yalnızca bir ülkenin çöküşü değil: bölgesel aktörlerin, bölgesel çıkarların ve uluslararası sakat denklemlerin insanlık suçlarıyla ortaklaşa üretildiği bir trajedidir.
Son haftalarda El-Faşir’de yaşananlar, kuşatmanın ve sistematik saldırıların bir keşfi değil; uluslararası hakikatin, uyuyan mekanizmaların ve bölgesel aktörlerin niyetlerinin açığa çıkışıdır. Bir yılın, iki yıla yakın bir zamanın üzerine inşa edilmiş kuşatma ve saldırılar, kentin hayat damarlarını kesecek şekilde örüldü; gıda, su, iletişim ve sağlık hizmetleri sistematik biçimde engellendi. Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri, El-Faşir’e dair “etnik temelli aşırı şiddet”, “toplu infaz iddiaları” ve “insani felaket” uyarıları yapıyor. Bu uyarılar, yalnızca korku söylemi değil: insanların açlıktan, susuzluktan, yaralılara ulaşamamanın acısından yok olması tehlikesinin yüksek bir gerçeğidir.
Bu şiddetin arkasında yalnızca Sudan’daki yerel güç mücadeleleri yok. Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF) ile Sudan Silahlı Kuvvetleri arasındaki çatışma, bölgesel güç odaklarının jeopolitik hesaplarıyla besleniyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin RSF’ye yönelik ticari, lojistik ve zaman zaman silah iddialarıyla ilişkilendirilen desteği; İsrail’in bölgesel açmazları ve normalleşme politikalarının sahadaki yansımaları; tüm bunlar çatışmanın süregelmesinde ve şiddetin tırmanmasında rol oynuyor. Bu destekler, militan grupları “devlet içi devlet”e dönüştürerek siviller üstünde uygulanan baskıyı kurumsallaştırdı. Bir aktörün başka bir coğrafyada “stratejik çıkar” elde etmek adına yerel aktörleri güçlendirmesi, tarihte örnekleri görülen bir taktiktir; ama bedeli daima sivil halkın masum kanı oluyor.
El-Faşir’in düşmesine tanık olanlar, yalnızca bir şehir değişikliği görmüyorlar: burası aynı zamanda sistematik saldırıların, zorla göç ettirmenin, aylar süren ablukanın ve etnik hedeflemenin merkezi hâline geliyor. Uydu görüntüleri, saha raporları ve üniversite araştırma laboratuvarlarının tespitleri, şehir çevresinde kitlesel mezar alanlarına, yakılan mahallelere ve toplu göç yollarına işaret ediyor. Yale gibi kurumların analizleri, gözle görülür deliller sunuyor; OHCHR ve uluslararası insan hakları örgütlerinin çağrıları ise belirli bölgelerde “etnik temelli şiddet” ve “sistematik insan hakları ihlalleri” iddialarını doğruluyor. Bu iddialar, soyut akademik tespitler değildir; hayatları, bedenleri ve aileleri yok olan insanların sesi, belgelenmiş görüntüler ve uydu izleriyle teyit ediliyor.
Kuşatma altındaki bir kentte açlığın, susuzluğun, sağlık hizmetlerinin çöküşünün ve iletişimin kesilmesinin sonucu; sadece fizikken ölmek değildir. İnsan onurunun, toplumun kendine olan inancının, hukuka ve devlete dair güvenin erozyona uğramasıdır. Eğer uluslararası aktörler ve bölgesel güçler bu döngüyü kırmazsa; halkların sabrı tükenir, meşruiyet krizleri büyür ve sivil eylemler hukukî sınırların ötesine taşar. Bu sadece Sudan için değil, bölge için de bir kırılma demektir: İnsanlar, devletlerinin veya uluslararası kurumların güvencesi yerine kendi insani reflekslerini uygulamaya başlayabilir; bu da kontrol edilemez insani müdahalelere ve sınır ötesi kitlesel hareketlere zemin hazırlar.
İsrail ve BAE gibi aktörlerin bölgesel politikalarıyla Sudan’daki aktörleri ilişkilendirmek, yalnızca suçlamadan ibaret bir komplo teorisi değildir; bu ilişkiler, zaman içinde mali, askeri ve siyasi kanallarla belgelenmiş ve tartışılmıştır. Bu tür dış müdahaleler, sahadaki güç dengesini bozarken, sivillerin güvenliğini feda eden yapıları güçlendirir. Uluslararası camianın görevi, bu ilişkilere dair şeffaf soruşturmalar yürütmek, sorumluları uluslararası hukuka göre hesap verebilir kılmaktır. Aksi takdirde, sahada yaşananlar “yerel trajedi” olmaktan çıkar ve küresel vicdanı sarsan bir düzeneğin parçası haline gelir.
Öncelikle, acil ve koşulsuz insani erişim sağlanmalı; kuşatma kaldırılmalı ve insani koridorlar güvence altına alınmalıdır. İkincisi, BM ve insan hakları mekanizmaları hızlı, bağımsız ve etkili soruşturmalar yürütmeli; tespit edilen ihlaller uluslararası ceza hukukuna taşınmalıdır. Üçüncüsü, bölgesel aktörlerin savaşı körükleyen müdahaleleri uluslararası denetime açılmalı; finansal, lojistik ve askeri destek zincirleri derhal incelenmelidir. Bu adımlar atılmadığı müddetçe, Darfur’un çığlığı yalnızca bir bölgesel acı olmayacak; bizlere dünyanın nasıl parçalanabileceğinin bir örneğini gösterecektir.
Son söz: İnsan hayatı, devlet çıkarlarının alınıp satıldığı bir pazaryeri değildir. El-Faşir’in sokaklarında kaybolan her bir çocuk, her bir yaşlı, her bir kadın ve her bir aile; bizim insanlık sınavımızdır. Eğer dünya sustuğu, diplomasi geciktiği ve çıkar hesapları insan haklarını gömdüğü sürece; bu kara sayfa daha da kalınlaşır. Sudan’a, Darfur’a ve El-Faşir’e sessiz kalmak, insanlığın kendisine ihanetidir.
...Kana susayan katil İsrail, yine şaşırtmadı.
Hamas’ın 10 Ekim tarihinde başlayan ateşkesi ihlal ettiğini bahane ederek Gazze’ye yeniden güçlü saldırılar düzenlenmesi için talimat verdi.
Netanyahu bu hamlesiyle tüm dünyaya bir kez daha barış değil, kan istediğini kanıtlamış oldu.
İsrail’in sebebi ise, Hamas’ın Gazze’den teslim ettiği bir cenazenin, Aralık 2023’te İsrail ordusunun bulduğu esirin kalıntılarına ait olduğu iddiasıydı.
Oysa henüz açıklamanın yayınlandığı dakikalarda bile Gazze’nin güneyindeki Refah kenti bombalanmaya başlanmıştı…
Koca bir şehir…
Yaşlısı, kadını, çocuğu, siviliyle yine hedefteydi.
Binlerce insanın yaşamı, vicdansız bir adamın ağzından çıkan bir cümleye kaldı.
Netanyahu için ‘’güvenlik gerekçesi’’ olan bu sözler, Gazze halkı için yeni bir ölüm fermanı.
İsrail’in saldırı stratejisi artık sır değil. Her defasında aynı senaryo, benzer bahane ve yerle bir edilen koca Gazze…
Birkaç gün konuşulur, birkaç lider kınama mesajı atar, gündem değişir.
Ama Gazze’de akan kan hep aynı kalır.
Netanyahu, ABD’nin bilgisi doğrultusunda Gazze’nin güneyinde işgal hattı olarak bilinen Sarı Hattın genişletilmesi için orduya talimat vererek bu işgali kalıcı hale getirmeye çalıştığını gösteriyor.
Ateşkes maskesiyle koca bir halkın yeryüzünden silinmesi planlanıyor.
Gazze için söylenen her ateşkes, aslında bir sonraki saldırının hazırlığına dönüşüyor.
Ama artık dünya da biliyor…
Bu hikaye hep aynı. Sadece bahaneler değişiyor, acı aynı kalıyor.
...Türkiye, yakın geçmişte terörle mücadelede yalnızca sahada bir mücadele vermedi; aynı zamanda zihniyette ve devlet-toplum ilişkilerinde de derin bir dönüşüm yaşıyor. Artık mesele yalnızca güvenlik değil; hukuk, adalet, kardeşlik ve toplumsal dayanışma boyutlarıyla ele alınan bir ‘milli güvenlik stratejisi’ne dönüşmüş durumda.
Bu dönüşümün merkezinde, kurumların eşgüdümü ve hukukun üstünlüğünün sağlam temelleri yer alıyor. Bu bağlamda, Adalet Bakanlığı öncü bir rol üstleniyor. Bakan Yılmaz Tunç, bu hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda Bakanlık olarak yürütülen çalışmaları milletvekilleriyle paylaşacaklarını açıkladı. Bu açıklama, terörle mücadelenin yalnızca kolluk kuvvetlerinin değil; yargı, hukuk sisteminin ve sivil toplumun da ortak sorumluluğu haline geldiğini açıkça gösteriyor.
Bakan Tunç’un ifadesiyle, “Devletimizin kurumlarının tam koordinasyon ve uyumu, aziz milletimizin kararlılığı ve hukuk devletinin sağladığı adalet zeminiyle ‘Terörsüz Türkiye’ idealimize her zamankinden daha yakınız.” Bu cümle, devletin güvenlik politikalarıyla adalet sistemini aynı zeminde buluşturan yeni bir anlayışın özetidir. Çünkü terörle mücadelede kalıcı başarı ancak adaletin tesis edildiği, vatandaşın devlete güven duyduğu bir toplumsal yapı içinde mümkündür.
Adalet Bakanlığı’nın öncülük ettiği bu yeni yaklaşım, yalnızca suçluyu cezalandırmayı değil; toplumu yeniden onarmayı hedefliyor. Terör eylemleri yalnızca can kaybına değil, toplumsal bağların zayıflamasına da yol açar. Bu nedenle hukuk sistemi, yalnızca bir cezai mekanizma değil; aynı zamanda bir toplumsal iyileşme aracı olarak işlev görüyor.
Bakan Tunç’un şu sözleri bu yaklaşımın güçlü bir ifadesidir:
“Amacımız, iç cephemizi daha da güçlendirerek, milletimizin birlik ve beraberliğine saplanan hançeri söküp atmaktır.”
Bu vurgu, terörle mücadelenin merkezine toplumsal dayanışmayı yerleştiriyor. “İç cephe” kavramı, güvenliğin artık sadece askerî sahada değil; ailede, okulda, mahallede, medyada, adalet sisteminde ve bireyin vicdanında kurulduğuna işaret ediyor.
Bakan Tunç’un açıklamaları, devlet kurumları arasındaki koordinasyonun önemini de yeniden gündeme getiriyor. Türkiye, son yıllarda farklı kurumların ortak hareket ettiği çok katmanlı bir güvenlik-modeli geliştirdi. Bu modelde yargı, güvenlik ve istihbarat birimleri ortak bir “milli koordinasyon” anlayışı içinde çalışıyor. Adalet Bakanlığı’nın bu yapı içindeki katkısı, hukukun üstünlüğü ilkesini her aşamada korumaktır.
Yargının bağımsızlığı, hukuki süreçlerin şeffaflığı ve adalete erişimin kolaylığı, toplumun devlete olan güvenini güçlendiren temel unsurlar. Bu bağlamda, “hukuk devleti” vurgusu yalnızca bir anayasal ilke değil; aynı zamanda ulusal güvenliğin de temel taşıdır.
Adalet Bakanı Tunç’un açıklamasında dikkat çeken bir unsur daha var: Terörle mücadelede başarı sağlandıkça ülkenin enerjisinin artık kalkınma ve üretime yönlendirileceği vurgusu. “Terörün prangasından kurtulan Türkiye, enerjisini kalkınmaya ve yatırıma harcayacak; toplumsal refahın önü açılacaktır.” ifadesi, güvenliğin ekonomiyle doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Terörün gerilemesi, hem yatırım ortamının istikrarını hem de bölgesel kalkınmanın hızını artırır. Bu süreç özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde toplumsal barışın ve ekonomik canlanmanın önünü açacaktır. Güvenlik ortamının güçlenmesi, Türkiye’nin dış politikadaki etkinliğini ve bölgesel liderliğini de pekiştirecektir.
Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde yürütülen “Türkiye Yüzyılı” vizyonu, bu sürecin en üst çerçevesini oluşturuyor. Adalet Bakanlığı’nın çizdiği yol haritası, bu vizyonun adalet eksenli ayağı olarak değerlendirilebilir. Yargının güçlendirilmesi, hak temelli reformların sürdürülmesi ve hukukta dijital dönüşüm gibi alanlarda atılan adımlar, hem iç güvenlik hem de toplumsal refah açısından önemli dayanaklar sunmaktadır.
Bakan Tunç’un vurguladığı “gelecek nesillere daha güvenli ve huzurlu bir Türkiye bırakmak” hedefi, bu yaklaşımın hem stratejik hem de insani boyutunu yansıtıyor.
Türkiye’nin “Terörsüz Türkiye” hedefi, yalnızca güvenlik güçlerinin başarısıyla değil; adaletin, kardeşliğin ve toplumsal dayanışmanın güçlenmesiyle gerçekleşecektir. Adalet Bakanlığı’nın öncülüğünde yürütülen bu yeni dönem; devletin kararlılığını, milletin dirayetini ve hukuk sisteminin güvence işlevini aynı eksende buluşturmaktadır. Bu yaklaşım, Türkiye’nin yalnızca bugününü değil; gelecek yüzyılını da güvence altına alan bir stratejik vizyonun habercisidir.
...Bitlis’in dağları, insan elinin değmediği yüksek yaylaları, kimyasal ilaçlardan arınmış florasıyla adeta bir doğa laboratuvarı. Bu coğrafyada arılar, yaratanın onlara öğrettiği yoldan gidiyor. Onun için “ondan (bal) insanlar için şifa vardır” buyruluyor. Çünkü her damla bal, kekik ve geven gibi endemik bitkilerin özünden süzülerek oluşuyor.
Yaylalardan dünyaya uzanan umut
Bitlis’in o saf yaylalarından süzülen her damla bal, doğanın bir mucizesi gibi ama aynı zamanda eğitimin, umudun ve toplumsal dayanışmanın da bir sembolü. Çünkü o bal damlaları eğitime bir umut oluyor.
“Kaldera Bal”
Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı (BETAV), yıllardır bir vakıf olmanın ötesinde bir vicdan kurumu gibi çalışıyor. 1987’den bu yana binlerce gencin eğitim yolculuğuna destek olan vakıf, 2021 yılında başlattığı Kaldera Bal projesiyle bu desteği kalıcı, sürdürülebilir ve üretime dayalı bir modele dönüştürüyor. İki bini aşkın arıcının emeğini bir çatı altında toplayan bu proje, bir markalaşma girişiminin çok ötesinde bir sosyal yatırım modelinin ete kemiğe bürünmüş hâli.
İşte Kaldera Bal’ı dünya sahnesine taşıyan büyük güç.
2400 metre yükseklikteki Bitlis yaylalarında bin bir çiçek arıya gıda olur; o arı, dağ kekiklerinden, gevenlerden, endemik bitkilerin özünden bir damla alır, sonra bir başka çiçeğe konar. Bu döngü, arıya ilham verenin ve onu bize ulaştıran insan emeğinin bir hikâyesi.
Bir sosyal yatırımdan uluslararası başarıya
Kaldera Bal, ilk damlasından itibaren toplumsal bir amaca adandı. BETAV’ın kurduğu 4.500 metrekarelik dolum ve paketleme tesisinde üretilen bal hem kalite hem sürdürülebilirlik açısından örnek bir model. Burada üretilen her bir kavanoz, binlerce öğrencinin geleceğini taşıyor. Çünkü elde edilen gelir, doğrudan burs fonuna aktarılıyor; her yıl yaklaşık 1.000 öğrenci, bu bal sayesinde eğitimine devam ediyor.
Vakfın bugüne kadar burs verdiği 4.600’ü aşkın mezun öğrenci yetiştirmiş olması, Kaldera Bal’ın ekonomik faaliyet olmasının yanında bir gelecek inşa projesi olduğunu gösteriyor. Bu yönüyle Kaldera hem bölgesel kalkınmanın hem de sosyal sorumluluğun adeta yeni bir dilini yazıyor.
Bitlis’in florasından doğan ödüllü safiyet
2023 ve 2024 yıllarında Londra’da düzenlenen International Honey Awards’ta Kaldera Bal, iki yıl üst üste altın madalya kazanıyor.
“Yüksek Yayla Balı” ve “Organik Bal” kategorilerinde gelen bu ödüller, Bitlis’in ve Türkiye’nin doğasından doğan potansiyelin de bir tescili gibi.
“Bir Değer Döngüsü”
BETAV Genel Sekreteri ve Kaldera Bal Yönetim Kurulu Üyesi Beritan Karaçay, projenin özünü “değer döngüsü” kavramıyla özetliyor:
“Bitlis, endemik bitki çeşitliliğiyle dünya markası çıkarmayı hak eden bir coğrafya. Biz bu potansiyeli, hem binlerce arıcının emeğini markalaştırarak dünyaya taşımak hem de bu değeri eğitime aktarmak için değerlendirdik. Artık her kavanoz bal hem sağlıklı bir ürün hem de bir burs kaynağı.”
Karaçay’ın da vurguladığı gibi, Kaldera Bal bir üretim projesi elbette ama aynı zamanda ekonomik, sosyal ve kültürel değerlerin iç içe geçtiği bir kalkınma modeli. Yerel üretici güçleniyor, bölge ekonomisi canlanıyor, gençler eğitimle buluşuyor ve tüm bunlar uluslararası düzeyde takdir topluyor.
Bir kavanozda doğa, emek ve gelecek
Bugün, market raflarında ve dijital platformlarda satışa sunulan “Kaldera Bal” ürünlerini satın aldığınızda o kavanozun içinde doğanın saflığı, arıcının alın teri ve öğrencinin umudu olduğunu bilmeniz gerekir. Çünkü her kaşıkta, Bitlis’in dağ kokusu duyulur; her damlada bir genç daha okula gider.
BETAV’ın geliştirdiği bu model, Türkiye’de sosyal girişimciliğin yeni bir yönünü işaret ediyor. Tarımı, eğitimi ve markalaşmayı aynı potada buluşturan bu yaklaşım, bir başarı öyküsü ve örnek bir kalkınma vizyonu.
Balın ötesinde bir hikâye
Bitlis’in yaylalarından süzülen o altın renkli damlalar, artık doğanın ve insan emeğinin de bir nişanesi. Bir coğrafyanın potansiyelini, bir halkın dayanışmasını ve bir ülkenin geleceğe bakışını sembolleştiriyor. Doğadan sofraya, sofradan eğitime uzanan bu hikâye, Türkiye’nin doğusundan dünyaya yayılan bir umut ışığı belki.
Kaldera Bal, bir değerin, bir emeğin ve bir geleceğin adı
...Galatasaray, Süper Lig’de rakiplerini çaresiz bırakmaya devam ediyor. Ligde 10 haftada 9 galibiyet alan ve Avrupa’da da galibiyet serisi oluşturmaya çalışan Okan Buruk ve öğrencileri rekora doymuyor. Özellikle Okan Hoca, takımının başında çıktığı 120 maçta 100’üncü galibiyetine imza attı. Osimhen ise 43 golle, hocasının futbolculuk kariyeri boyunca attığı gole ulaştı ve Göztepe’yi boş geçmedi.
Torreira ve İlkay’ın yokluğunda orta sahada Sara yıldızlaşarak golü buldu. Icardi oyunun ikinci yarısında oyuna dahil olmasına rağmen tsubasa golü kaydetti. Galatasaray’da her maçın kahramanı ayrı olsa da hikayesi farklı olmuyor! Çünkü sarı-kırmızılı takım yenilgi nedir bilmiyor.
Galatasaray, Göztepe karşısında geriden gelerek galibiyete imza attı. Göztepe’nin ligin en az gol yiyen takımlarından birtanesi olduğunuda hatırlatmak isterim. Osimhen’in kaydettiği gol VAR olmasaydı güme gidecekti. Böyle bir pozisyonda hakemin VAR’a gitmesi tam anlamıyla fiyaskoydu. VAR’da görev alan hakemler topun Göztepeli futbolcudan çıktığını göremiyor mu? Ligde her geçen gün hakem skandalı artıyor. Bence, Göztepe’de Bokele’nin ikinci sarı karttan, kırmızı kart görmesi doğru karardı. Osimhen’e net şekilde dirsek atıyor. Pozisyonun başlangıcında Osimhen’in faul yaptığına katılmıyorum. Ağır çekimde ve cımbızla çeker gibi görüntülerle sonuca varılmaz...
...Kelimelerin gücü her zaman mühimdir. Yön verici bir pusula gibidir. Kudretli ve itaatkardır. Dile dökemediklerimizin tercümanıdır…
Kelimelerle oynamayı severim. Edilmez ifadeleri mümkün kılar. Hata gözetmez.
Hayatta da gözde kelamlar olur. ‘Zaman’ ve ‘Tavsiye’ gibi mesela…
İlk okuyuşta birbirine uzak gibi durur ama aslında insanın hayatı boyunca aynı sahneyi paylaştığı iki başroldür.
Zaman, çoğu zaman sessizdir. Akarken fark edilmez. Ancak geriye dönüp baktığında, aniden ne kadar uzağa gittiğini görürsün.
Kimimiz bir töreni, bir vedayı, bir sözü kaçırırız… Sonra bir gün, aradan yıllar geçmişken, o anın bıraktığı boşluğu doldurmak için bir şey yaparız. Belki bir fotoğraf çektiririz, belki aynı sokağa geri döneriz.
O sokak artık eskisi gibi değildir belki. Ama içimizde bir şey tamamlanır. Çünkü zaman, geriye dönmeyi değil, eksik kalan duygularla barışmayı öğretir.
Bir de ‘tavsiye’ vardır. Kulağa masum gelen, ama çoğu kez kulaktan girip kalbe uğramadan çıkan bir kelime…
Bir dostumun dediği gibi: “Tavsiye, bu hayatta bedava verilen en pahalı derstir.”
Tavsiyeyi dinlemek, tecrübenin acısını yaşamadan öğrenmek demektir. Ama biz insanlar, genelde tecrübeyi bizzat yaşamayı tercih ederiz.
Oysa zaman ve tavsiye bir araya geldiğinde, insan hayatını yönlendiren iki pusulaya dönüşürler.
Biri ne kadar vaktin kaldığını hatırlatır, diğeri o vakti nasıl değerlendirmen gerektiğini…
İkisini doğru kullanan biri, ne geçmişte takılı kalır ne de geleceğe gecikir. Çünkü hayat, aslında zamanın içinde verilen tavsiyeleri fark edebilme cesaretidir.
Belki de tüm mesele; ‘zamanı dinlemek kadar, doğru sözü duymayı da bilmek’ ten geçiyor
Geriye dönüp baktığında, hem geçen zamana hem de verilen öğütlere teşekkür edebiliyorsan…
İşte o zaman gerçekten ‘başarmış’sındır.




