Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
İnsanlar birbirlerini anlamamak için büyük bir ısrar içindeler. Ve bu ısrar, kırılmaların temelini oluşturuyor. Bazen “çağ mı bozuk, düzen mi?” diye düşünürken bir bakıyoruz ki aslında tüm sistem çoktan çökmüş. Hayatın merkezine stratejik ilişkiler, hesaplı konuşmalar yerleşmiş.
Artık biriyle arkadaş olmak bile zor. Çünkü insanlar birbirlerini gerçekten tanımadan, alt katmanlarını görmeden kendilerini yanlış tanıtıyor. Sonra o yanlış tanıtımın üzerine her şey inşa ediliyor. Ve bir gün, kaçınılmaz bir sarsıntıyla, bütün yapı yerle bir oluyor.
Yapaylaştık.
Gerçeklik algımız bozuldu.
Gerçek sevgi ağır geliyor artık; olgunluk, sorumluluk ise çok uzak kavramlar gibi duruyor.
Dünya değişmiyor belki ama insanlar bozuluyor. Tıpkı makineler gibi… Hatalı kodlarla kurulmuş sistemler içinde yaşıyoruz. Ve o sistemlerin içinde, birkaç insan diğer tüm insanları bir ekrandan izliyor. Toplum ise ekranın bu tarafında kalanları yargılıyor.
Oysa ekranın diğer tarafında kalanların tek “hatası”, yanlışı seçmek yerine yalnızlığı seçmiş olmaları.
Bugün yalnızlık bir suç gibi gösteriliyor. Uyum sağlamamak, yapay düzene dahil olmamak ayıplanıyor. Halbuki bazı insanlar, bozuk bir düzende yer almaktansa kenarda kalmayı tercih ediyor. Bu bir kaçış değil; bir duruş.
Kadir-i Mutlak, bu bozuk düzenden bizleri korusun.
Bizler, ekranın diğer tarafında kalmayı yeğleyenlerdeniz.
Sanıyorum 1996 yılıydı.
Bir derginin sayfaları arasında dolaşırken, gelecek üzerine yazılmış uzun bir dosyaya rastlamıştım. İnternet daha evlere yeni giriyor, cep telefonu bir statü göstergesi sayılıyor, “bilişim” kelimesi henüz bugünkü ağırlığını taşımıyordu. Ama metnin dili iddialıydı. Yer yer fazlasıyla cesur…
O yazıda, bilişim teknolojilerinin yeni bir toplum, yeni bir ekonomi ve yeni bir hukuk düzeni kuracağından söz ediliyordu. Dijital para, sanal müzeler, siber ilişkiler… Bugün kulağa sıradan gelen pek çok kavram, o günlerde neredeyse bilim kurgu sayılıyordu.
Hatta yazar, binlerce insanın internet üzerinde bir araya gelerek ortak bir bilinç üreteceğinden bahsediyor ve buna “Cybermind” adını veriyordu.
Sayfayı çevirdikçe şunu hissetmiştim:
Metin, geleceği hem merakla hem de tedirginlikle izliyordu.
Aradan neredeyse otuz yıl geçti. Bugün dönüp baktığımızda o metinde yazılanların bir kısmı gerçekleşti, bir kısmı ise hayal olarak kaldı.
Evden çalışma fikri vardı mesela.
1996’da bir ütopya gibi sunuluyordu. Bugün sıradan bir iş modeli.
Duvara asılan ince ekranlar, dijital cüzdanlar, cebimizde taşıdığımız ofisler…
Hepsi hayatımızın parçası oldu.
Ama bazı büyük tahminler gerçekleşmedi.
Herkesin haftada dört gün çalıştığı bir dünya gelmedi.
Şehir içi ulaşım helikopterlerle dolmadı.
Ay’da hafta sonu tatilleri hâlâ hayal.
Okuduğum o dergide dikkatimi çeken esas şey, teknolojinin hızından çok insanla kurduğu ilişkiydi.
O günlerde yazılanlar şunu fısıldıyordu:
Teknik olarak mümkün olan her şey, insan için uygun olmayabilir.
Bugün bunu çok daha net görüyoruz.
1990’larda bilgisayarlar özellikle biz gençler için umut demekti. Verimlilik, hız, kolaylık… Ama aynı metinlerde bir uyarı vardı: “İnsani ilişkiler zayıfladığında, verimlilik de düşer.” Bugün ofislerde, ekranların ardında yaşanan yalnızlığı anlatmak için akademik raporlara gerek var mı? Evden çalışmanın getirdiği tükenmişlik, sürekli çevrim içi olmanın baskısı, artık herkesin gündeminde. 1996’daki yazar, bilgisayarların teknik olarak kusursuz olmasının toplumsal olarak başarılı olacağı anlamına gelmediğini söylüyordu. Ve haklıydı.
1996’da yapay zekâdan söz edilirken daha çok “olur mu, olmaz mı?” çizgisindeydik. Bugün ise bambaşka bir noktadayız.
2030–2040 raporlarına baktığımızda yapay zekâ artık yalnızca bir araç değil; bir aktör oldu.
· Karar veren
· İçerik üreten
· Görüntü oluşturan
· Ses taklit eden
· Hukuk metni yazan
· Doktorlara teşhis desteği sunan
bir aktör haline geldi.
Dijital ikizler, insanın fiziksel ve zihinsel verilerinin sanal kopyalarını oluşturuyor. Şehirlerin, fabrikaların, hatta bireylerin dijital ikizleri üzerinden senaryolar çalışılıyor.
Bir insanın kalbi durmadan önce sistem uyarı verebiliyor. Ama aynı teknoloji, mahremiyetin sınırlarını da hiç ummadığınız bir şekilde aşabiliyor. Üretken yapay zekâ yazıyı, resmi, müziği demokratikleştirdi belki ama gerçeklerin üzerini de örtüyor. Gerçek ile kurgu arasındaki çizgi her geçen gün görünmez hale geliyor.
Yapay zekâ sistemleri hızlanıyor. Veri büyüyor. Fail belirsizleşiyor. Hukuk hâlâ bu hızın gerisinde. Etik tartışmalar çoğu zaman iş işten geçtikten sonra yapılıyor. Bu noktada durup sormak gerekiyor: Teknoloji böyle ilerlerken, insan ahlâkı aynı hızla gelişiyor mu?
Kanaatimce, en az teknolojik gelişmelere verilen önem kadar, insan ahlâkına da yatırım yapılmadığı sürece huzur mümkün olmayacak. Çünkü insan zekâsı belirli bir kayıt altına alınmazsa, er ya da geç getirilen bütün çözümleri aşmasını bilir. P.M. Dergisi’nde Massachusetts Enstitüsü’nden bir uzmanın şu sözü hâlâ geçerli: “Teknoloji değişir ama kişi, önce kötü kalbini değiştirmelidir.”
Bu eski yazılarla bugünkü raporları yan yana koyduğumda, değişmeyen tek şey şu:
Teknoloji, insanı merkeze almadığında sorun üretir. Ne kadar hızlı, ne kadar akıllı olursa olsun, insani ölçü kaybolduğunda sistemler kırılganlaşacaktır.
Gelecek daha dijital olacak bu kesin artık... Ama bu dijitalleşmenin yönünü belirleyecek olan şey işlem gücü değil, insanın sorumluluk duygusu olacak.
1996’da bir dergi sayfasında okuduklarım ve bugünkü halimle net olarak şunu söyleyebilirim. Gerçekten gelecek olan bir anda değil, parça parça geliyor… Yaşayarak gördüğümüz bu ilerleme gerçekten insan içinse teknolojik gelişmeler de insana yük olmayacak, bir araç olarak kalmaya devam edecektir.
Hoşça kalın.Düşünerek, tartarak, insan kalmaya çalışarak kalın…
...Bu ülkede gündem çoğu zaman yanlış yerden akıyor.
Birinin ne giydiği, kimin ne dediği, kimin kiminle fotoğraf verdiği saatlerce konuşulurken; üretim, eğitim, teknoloji ve ticaret sessizce kenara itiliyor. Oysa memleket tam da bu başlıklardan kaybediyor ya da kazanıyor.
Bu hafta magazinin gürültüsünün dışında kalmayı özellikle tercih ettim. Cumartesi sabahı Şanlıurfa’dan İstanbul’a geçtim. MÜSİAD’ın ev sahipliğinde düzenlenen “Geleceğ-e Ticaret Çalıştayı”nda, e-ticaretin Türkiye’de neden potansiyelinin gerisinde kaldığını, altyapıdan mevzuata, girişimciden lojistiğe kadar yaşanan yapısal sorunları masaya yatırdık. Masa başkanı olarak, süslü cümleler değil; sahadan gelen gerçek problemleri ve çözüm önerilerini konuştuk. Çünkü dijital ticaret, vitrin değil; strateji meselesidir. Ardından rota doğuya döndü.Erzurum, Iğdır ve oradan Nahçıvan…
Nahçıvan Devlet Üniversitesi'nin düzenlediği “Teknoparkların Eğitim ve Ekonomik Gelişmeye Katkısı” başlıklı sempozyumda, davetli konuşmacı olarak söz aldım. Şunu bir kez daha vurguladım:
Teknopark sadece bina değildir. Teknopark; üniversiteyi ezberden kurtaran, öğrenciyi memur hayalinden çıkaran, ekonomiyi ranttan üretime yönlendiren bir zihniyet dönüşümüdür. Bu vesileyle, başta Nahçıvan Devlet Üniversitesi Rektörü Sayın Elbrus İsayev’e, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Sayın Eşref Elekberov’a, ve kıymetli akademisyen Elçin Alibeyli’ye ayrıca bizlerle yakından ilgilenen tüm üniversite mensuplarına gönülden teşekkür ediyorum.
Programın ardından Ağrı’ya geçtik. İshak Paşa Sarayı'nın taşlarında sadece tarih değil, bu coğrafyanın neden ihmal edilmemesi gerektiğini bir kez daha düşündüm. Kültür, ekonomi ve eğitim; birbirinden kopuk değil. Biri eksikse diğerleri de aksıyor.
Tabi yolculuğum bitmedi önce Batmana… Perşembe günü ise yeniden Urfa’ya döndüm.
Bir hafta boyunca ne magazin tartışmalarına yetiştim ne de suni gündemlere. Ama şunu net söyleyebilirim:
Üretimi, ticareti, eğitimi ve teknolojiyi konuşarak geçen bir hafta insanın içini ferahlatıyor.Çünkü bu ülke, dedikoduyla değil;
çalıştaylarla, sempozyumlarla, teknoparklarla ve sahici fikirlerle ayağa kalkacak. Magazin konuşanlar çok olur.Memleket meselesiyle ilgilenenler ise azdır. Bu hafta, o azınlıkta olmaktan gerçekten çok mutlu oldum.
Sabah uyandığınızda telefonunuza gelen hava durumu bildirimi, arabanızda kullandığınız navigasyon, çiftçilerimizin tarlalarını analiz eden uydu görüntüleri... Farkında olmasak da uzay teknolojileri hayatımızın her anında yanı başımızda. Uzayın sonsuz derinliklerinde dönen uydular, sadece bilim kurgu filmlerinin konusu değil, günlük yaşamımızın vazgeçilmez birer parçası haline geldi.
Peki, bu teknolojileri geliştiren ülkeler arasında biz neredeyiz?
Türkiye olarak uzay yarışında hangi konumdayız?
Geçtiğimiz günlerde kuruluşunun 7.yılını kutlayan Türkiye Uzay Ajansı'nın (TUA) kurulması, Milli Uzay Programı'nın açıklanması ve TÜRKSAT 5A, 5B uydularımızın uzaya fırlatılması, ay görevinin çok başarılı bir şekilde ilerliyor olması, ülkemizin bu alandaki kararlılığını gösterdi. Ancak gerçek bir uzay gücü olmak için sadece devlet kurumlarının çabaları yeterli değil.
Toplumun her kesiminin, özellikle gençlerimizin bu vizyona ortak olması gerekiyor.
Bu noktada, TUA öncülüğünde, TÜMMİAD ve Valentura işbirliğiyle hayata geçirilecek olan "TUA Astro Hackathon" devreye giriyor. Türkiye'nin 81 ilinde eş zamanlı düzenlenecek bu etkinlik, sadece bir yarışma değil, milli uzay vizyonumuza giden yolda atılmış dev bir adım.
Geçmişte NASA Space Apps Challenge etkinliklerini ülkemizin birçok şehrine taşıyan TÜMMİAD ve Valentura, şimdi çok daha büyük bir hedef için kolları sıvadı. Bölgenin en büyük uzay hackathonunu düzenlemek gibi keyifli bir o kadar da zor görevi üstlendik. Türkiye sınırlarını aşarak Balkan ülkeleri, Türk devletleri ve Orta Doğu ülkelerini kapsayacak bu etkinlik, ülkemizi uzay teknolojileri alanında bir merkez haline getirme vizyonumuzun somut bir göstergesi.
Türkiye Uzay Ajansı, Tüm Mucitler İcat İnovasyon ve Araştırma Derneği ve Valentura Teknoloji ve Yatırım A.Ş. arasında imzalanan 5 yıllık bu protokol Türkiye'nin uzay misyonunda önemli bir yapı taşı olacak.
Açık konuşalım. Uzay, artık lüks değil, zorunluluk. Ekonomiden güvenliğe, tarımdan iletişime kadar her alanda bağımsızlığımızı güçlendirecek en stratejik alan. Bugün uzayda söz sahibi olmayan bir ülkenin, yarının dünyasında masada yeri olmayacak. Bu nedenle, TUA Astro Hackathon'u sadece bir teknoloji etkinliği olarak görmek, büyük bir yanılgı olur.
Bu hackathon, genç beyinlerimizin uzay teknolojilerine olan ilgisini ateşleyecek bir kıvılcım. Anadolu'nun dört bir yanındaki yetenekli gençlerimize "sen de yapabilirsin" demenin, onlara güvendiğimizi göstermenin bir yolu. SpaceX'i kuran Elon Musk da bir zamanlar sadece büyük hayalleri olan bir gençti. Bizim gençlerimizin ondan eksik yanı ne?
Uzay teknolojilerinde dışa bağımlılığımızı azaltmak, milli teknolojilerimizi geliştirmek ve uzay ekonomisinden pay almak için bu tür etkinlikler hayati önem taşıyor. TUA Astro Hackathon, gençlerimize ilham vermenin ötesinde, onları gerçek projelere yönlendiren, fikirden ürüne giden yolda destek olan bir platform sunuyor. Bir çok kritik olabilme potansiyeline sahip bilgi ve projenin de bizde kalması gibi bir öneme de sahip.
Benim vizyonum uzaya meraklı bir girişimci, yatırımcı daha da önemlisi Hayalperest olarak: Önümüzdeki on yıl içinde, uzay teknolojileri alanında kendi girişimlerini kuran, global pazarda rekabet eden, hatta uzay misyonlarına teknoloji sağlayan Türk şirketlerinin sayısının katlanarak artması. Bu hackathon, işte bu vizyona giden yolda atılmış en somut adımlardan biri.
Uzay meraklılarımıza, özelliklede gençlerimize, çocuklarımıza, onların ebeveynlerine sesleniyorum; Bu fırsat, sizin için sadece bir yarışma değil, ülkemizin geleceğinde söz sahibi olma şansı. Fikirlerinizi, hayallerinizi, projelerinizi bu platformda hayata geçirin. Biz sizin yanınızdayız.
Karar vericilere ve iş dünyasına da çağrım var: Bu girişimi destekleyin. Çünkü bugün uzay teknolojilerine yapılan yatırım, yarının Türkiye'sine yapılan en değerli yatırımdır.
TUA Astro Hackathon, sadece bir etkinlik değil, bir milletin uzayın sınırsız ufuklarına doğru başlattığı milli yolculuğun parçası. Bu yolculukta hepimize düşen sorumluluklar var. Gelin, geleceğimizi birlikte inşa edelim.
Uzayın derinliklerinde parlayan yıldızlar gibi, genç beyinlerimizin de parlamasına fırsat verelim. Çünkü biliyorum ki, Türk gençliği bunu başaracak güce ve zekaya fazlasıyla sahip.
Gökyüzüne baktığınızda, artık sadece yıldızları değil, Türkiye'nin sınırsız potansiyelini de görün.
Uzaya uzanan yolda, hep birlikte, omuz omuza...
Unutma: "İstikbal Göklerdedir"
...Sevgili ülkemde her senenin sonu yaklaşırken iki şey necip milletimizin ekseriyetini yakından ilgilendirir. Bunlar, asgari ücret ve emekli maaşlarının ne kadar artacağı sorularına aranan cevaplardır.
Dedelerden, ninelerden miras enflasyon belasıyla yaşamaya alışmış bir ülkede emek dökerek geçim telaşından sağ çıkmak öyle herkesin harcı değil elbette.
Bir ev ve bir otomobil için ömrünü verip bunların birisine olsun erişmeyi başarmanın kıvancındaki büyüklerimiz elbette emekli maaşının ne olacağını düşünecek, hatta bir kısmı televizyon kanallarındaki dini programlara telefonla bağlanarak “Bankadan promosyon alıyorum, caiz midir?” diye de soracaktır.
22 bin 104 liralık asgari ücretli de 2026 için “Acaba şu 20 binlerden kurtulup 30’ları da görür müyüz?” diye içinden geçirecektir.
Bunlar gayet doğal beklentilerdir. Ancak kenarda ekonomi profesörlerinin bile içinden çıkamayacağı bir soru daha beklemektedir: Yıllar önceleri tek maaşla 5 kişilik bir aile geçinirken şimdi neredeyse nüfusunun yarıdan fazlası maaş sahibi olan aileler neden “Geçinemiyoruz.” demektedir?
“Alım gücü değişti efendim, o zaman başkaydı, şimdi başka.” diyen ekonomistler olabileceği gibi “Paranın bereketi kalmadı, çoklukta yokluk yaşanıyor, bet-bereket kalmadı, eski çarşı-pazarların tadını ara ki bulasın.” sözleriyle işin manevi boyutuna dikkat çekenler de olacaktır.
* * *
Artık geride kaldığını kabul ettiğimiz güzel şeyler sadece bet bereketle mi sınırlı peki? Biz bir şeyleri yitirmeye, içinde yüz-yüz elli daireli zebellah gibi yapıların dikilmesi, insanların da içine sıkıştırılmasıyla başladık belki de.
Şimdi büyükşehirlerde bir işçi maaşıyla kirasına güç yetmeyen 1+1, 1+0, stüdyo daire denilen evleri ilk kim yaptı? Türkiye’ye bunu getirip yaygınlaşmasına sebep olanları buradan hep birlikte Allah’a havale edelim, yok etmeyelim derseniz hepsini Taksim Meydanı’na dizip falakaya yatıralım.
Oktay Akbal üstadın 1946’da yayımlanan "Önce Ekmekler Bozuldu" öyküsünün sonu şöyledir: “Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek.”
Ekmek derdi herkeste var, insanlıktan çıkmadan bu derdin dermanını helal rızık peşinde koşan herkes için bulmak, ülkenin refah seviyesini artıracaktır. Siz o zaman görün işte beti bereketi.
“Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar, / Bire on, bire yüzle akşama gebe / Şafakla doğan iş gücü.” diyor Ahmed Arif.
Sofrayı dolu tutmanın, anneleri ve çocukların yüzünü güldürmenin yolu bugünkü Türkiye’nin toplum manzarasında ne kadar mümkündür peki?
SOSYAL ÇÜRÜME ŞİMDİ DE MEDYADA
2 yıl önce elinde kedi taşıma çantası tutan mütevazı görünümlü bir hanımefendi, “Geçinebiliyor muyuz?” diye sorulan sokak röportajında “Türkiye’nin başka bir gerçekliği var. Sosyal çürüme var şu an.” demişti. Dikkat çeken bu sözlerin sahibi, bununla da yetinmeyerek “Ekonomi her zaman toparlanır, kapital kendini yok etmez.” gibi önemli bir tespit de yapmıştı. Sonra anlaşıldı ki sözlerin sahibi sıradan bir vatandaş değil, akademisyen Zeliha Bürtek’ti.
Yanlış işler yapanlara yönelik operasyon bereketinin yaşandığı sevgili ülkemde vıcık vıcık ilişkiler ne zaman ortaya çıksa aklıma Bürtek Hoca’nın “sosyal çürüme” tespiti geliyor. Hoca, tanınmasını sağlayan röportajda Türkiye’nin Latin Amerika ülkelerine benzemeye başladığına da dikkat çekmişti.
Hocanın tespitine bol bol örnek bulabileceğimiz bir durumdayız: Pencereden düşerek ölen ünlü arabesk sanatçısının katili olmakla suçlanan kişi özbeöz kızı, Türkiye’de bahis oynadığı tespit edilen çok sayıda futbolcu ve hakemin hakkında işlem başlatıldı, İstanbul’un en gözde lisesinde erkeklerin kızları taciz ettiği ortaya çıktı, okul müdürü açığa alındı, vatandaşın altınlarını toplayıp ortadan kaybolan kuyumculara neredeyse her hafta bir yenisi ekleniyor, olmayan çiftlikle daha fazla kazanma hırsına yenik düşen vatandaşların parasını iç edip kaçan tosuncuklar, boşanma aşamasında öldürülen kadınlar ve en son medyada spiker, genel yayın yönetmeni gibi en üst düzeyde bulunan isimlerin uyuşturucu kullandığının tespit edilmesi, sapkın ilişkilerle suçlanması.
Can Yücel’in Sevgi Duvarı şiirinde “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” dediği gibi birileri rezilliği bir yaşama biçimi olarak benimsemişe benziyor. Tam da Zeliha Hoca’nın sosyal çürüme tespitine uygun bir ülke görünümü bu. Son çürümenin medyaya yansıması soğuk havalarda bile inatla başımıza giymediğimiz takkemizi artık önümüze koyup düşünmemizi gerektirmiyor mu?
* * *
Son 6 ayda işinden olan basın emekçilerinin bu son olaya karşı kızgınlığının daha fazla olduğunu görüyorum. Hiç de haksız sayılmazlar. Namuslu bir hayatı ideal edip yaşamış ama bunu dillerine dolayarak önemini azaltmamış ve sonunda toplu ya da bireysel kıyımla İnsan Kaynakları’na yönlendirilmiş çalışanlar; bir yandan iş ararken bir yandan da kirli ilişkiler, taciz iddiaları ve alınan yüksek maaşlar karşısında sövme hakkını bile kendilerinde bulabilirler.
Hangi sektörde çalışırsak çalışalım, belki eksiğimiz, hatamız olacak ama her şeyden önce iyi bir insan olmak, işimizin önünde gelecek. Ve herkes aynı çatı altında çalıştığı arkadaşlarının yorumlarının ortalaması kadar bir karakterle anılacak. Mezar taşlarında ise hep Hüvelbâki yazacak. Ha bu arada Can Yücel’in o şiiri “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” diye bitiyordu!
İsmi uyuşturucuyla anılan medyanın tanınmış isimlerini konuşurken Türkiye’de son yıllarda uyuşturucu çetelerinin sayısındaki artışı ve bu lanet şeyin kullanımının yaygınlaşması gerçeğini de İstanbul Çekmeköy'deki operasyonda şehit edilen 27 yaşındaki Özel Harekat Polisi Emre Albayrak'ı da unutmayalım.
BİR ÖLÜMÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Bir süredir kanser tedavisi gören Şehzadeler Belediye Başkanı Gülşah Durbay’ın vefatı başta Manisa olmak üzere tüm ülkeyi üzdü.
Biz ne kadar unutsak da ölüm gerçeği her zaman yanı başımızda. Durbay’a Allah’tan rahmet, ailesine ve sevenlerine sabır dilemenin yanında çok kritik bir soruya da cevap aramalıyız: 37 yaşında bir insanın kolon kanserinden vefatı normal mi?
Bu kanser türü genelde 60-70 yaş arasında kendini belli etmesiyle bilinirdi, ne oldu da bu vakalar bu kadar yayıldı? Son bir yılda 30’lu yaşlarında nice gencin kansere yakalandığına şahit oldum, üstelik hiçbiri zararlı denen bir şey içip tüketmemişti.
Kanseri ve kalp krizini gündeme getirdiğimizde bir kesim koronavirüs dönemindeki aşıların ve o dönem bu hastalığa yakalananların kullandığı ilaçların bunda payı olabileceği iddiasında bulunuyor.
Bu iddianın karşısına kanıtlarla çıkan bazı kuruluşlar, aşılarla ilgili olumsuz bir yansıma olmadığını açıklarken o dönem kullandırılan ilaçlarla ilgili bir şey söylemiyor.
Kanser vakalarının 30’lu yaşlara inmesi, üstüne epey kafa yorulması gereken konudur. Sağlık her şeyin başıysa o zaman siyaseti, ekonomiyi bir kenarda bekletip olur olmaz hastalıkların gittikçe yayılmasının ve hiç umulmayacak insanlarımızda ortaya çıkmasının artık başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere tüm ilgili kuruluşların yakın merceğine girmesi gerekmez mi?
Sözü henüz 22 yaşındayken arkadaşı Rüştü Onur gibi veremden yitirdiğimiz şairimiz Muzaffer Tayyip Uslu’ya bırakmalı:
Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften,
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken
Meseleyi o saat anladım
Anladım ama iş işten geçmiş ola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ
Mesela gökyüzü,
Maviydi alabildiğince
İnsanlar dalıp gitmişti
Kendi alemine
...Bir çocuğun sessizliği bazen çığlığından daha tehlikelidir.
Çünkü o sessizlikte korku, utanç, çaresizlik… Her şey vardır.
Son dönemde okullarda çıkan haberler, bu sessizliğin artık görmezden gelinemeyecek kadar büyüdüğünü gösteriyor.
İstanbul Erkek Lisesi’nde yaşanan olay, akran zorbalığı gerçeğini bir kez daha Türkiye’nin gündemine taşıdı.
Fiziksel şiddet, psikolojik baskı, dışlama, alay, tehdit…
Üstelik sadece okul bahçesinde değil, sosyal medya hesaplarında da sürüp giden siber zorbalık…
Bu tablo karşısında Meclis’te kurulan Akran Zorbalığı ile Mücadele Alt Komisyonu, çok boyutlu bir mücadele planını masaya yatırdı.
Üstelik sadece Milli Eğitim’i değil, tam 8 bakanlığı kapsayan bir 'topyekün seferberlik' çağrısıyla.
Rapordaki en dikkat çekici başlıklardan biri, çocukların zorbalık anında tek tuşla yardım isteyebileceği 'KADES' benzeri acil destek uygulaması.
Çocuklar, telefon ya da tabletlere yüklenecek bu sistem sayesinde tehlike anında konumlarını anında paylaşabilecek.
Müfredata 'Empati ve Sosyal Beceriler' dersi zorunlu olarak ekleniyor.
Çatışma çözme teknikleri, öfke kontrolü, iletişim becerileri artık ders olarak öğrenilecek.
Çünkü zorbalık sadece disiplin sorunu değil, aynı zamanda duygusal gelişim meselesi.
Raporda altı çizilen önemli bir detay var: Mağdur korunurken, zorbalık yapan çocuk da empati, öfke kontrolü ve sosyal beceri eğitimleriyle rehabilite edilecek.
Aile içi şiddet tespit edilirse, ailelere yoğun sosyal hizmet desteği sağlanacak.
Zorbalık sadece sınıfta yaşanmıyor. O yüzden plan sadece okulla sınırlı değil, okul çevreleri denetlenecek.
Parklar ve oyun alanlarına bildirim kutuları yerleştirilecek.
Kimlik gizliliği korunarak şikayet edilebilecek özel hatlar kurulacak.
Belediyeler bünyesinde Çocuk Destek Merkezleri, mahallelerde ise polis, eğitimci ve sosyal hizmet uzmanlarından oluşan Risk İzleme Komiteleri devreye girecek.
Bu eylem planı hayata geçerse, belki de ilk kez bir zorbalık vakası 'çocuklar arasında olur' denilerek normalleştirilmeyecek.
...Bir Cümlenin Çevresinde Devlet Aklı
Bazı cümleler açıklama beklemez; etrafında durmayı, ağır ağır düşünmeyi, susarak yeniden okumayı ister. Bilge Kağan’ın Orhun Yazıtları’na kazıttığı o çağrı da böyledir:
Bu cümle, sadece bir hitabet gösterisi üzerinden okunursa daha en başta bir idrak kaybı var demektir. Bu söz, duygulanım üretme amacı taşımaz. Doğrudan idrak merkezine seslenir. Çünkü Bilge Kağan bu sözü bir zafer anında kurmamıştır; çözülmenin fark edildiği, dağılmanın işaret verdiği bir eşikte söylemiştir. Devlet aklı tam da böyle anlarda konuşmalıdır.
Milletler çoğu zaman bir savaş veya bir saldırıyla çözülmez. Çünkü savaşları ve her türlü saldırıyı önceden kestirebilirsiniz. Fakat görünmeyen çözülmeler, genellikle milletlerin hafızası aşındırılarak yok edilerek yapılır. Hafıza aşındığında, yön duygusu zayıfladığında, ölçü kaybolduğunda dağılma kendiliğinden başlar.
Bilge Kağan’ın yaşadığı çağda tehlikenin adı Çin’di. Tatlı söz, yumuşak ipek, konfor ve vaat… Bugün aynı yapı daha karmaşık bir biçimde dolaşımda. Tüketim kültürü, risksiz hayat ideali, hız, haz ve sürekli rahatlık telkini… Hepsi aynı kapıya çıkar: direncin törpülenmesi. Rahata alışan toplum, iradeyi yavaş yavaş dışarıya açar. Karar alma refleksi körelir. Sorumluluk duygusu geri çekilir..
İşte bu noktada Bilge Kağan’ın sesi yükselir: Titre.
Bu bir korkutma anlamı taşımaz; bir silkiniş çağrısı sunar. Uyuşmuş bilince, ağırlaşmış sezgiye, konforun içinde gevşeyen iradeye yönelir. Sana sunulan her kolaylığın, her rahatlığın ardındaki bedeli düşünmeni ister.
Ardından gelen çağrı daha derindir: Kendine dön.
Bu söz içe kapanmayı, kendi içine kilitlenmeyi, dünyadan bağımsız bir başına yasamayı anlatmak anlamında söylememiştir elbette ki. Bu söz, “Köklerle bağ kurmayı, hafızayı diri tutmayı, töreyi hatırlamayı önerir.”
Bilge Kağan için güç, başkasına benzemekten doğmaz. Güç, kendi yolunu tanımaktan beslenir. Kendi çizgisini yitiren toplum, yön pusulasını da kaybeder.
Bu yüzden Ötüken vurgusu yazıtlarda sürekli tekrar eder. Ötüken yalnızca bir coğrafya adı gibi ele alınmaz yazıtlarda. Merkez fikrini temsil eder. Devlet aklının toplandığı, bağımsız kararın üretildiği, iradenin kökleştiği alanı simgeler. Merkez zayıfladığında çevre savrulur. Başkasının gündemiyle hareket eden toplum, kendi geleceğini başkasının planına emanet eder.
Bilge Kağan içerideki çözülmeye dair uyarısını da açık biçimde yapar.
“Dokuz Oğuz kendi milletimdi” sözü bir yakınma gibi okunamaz, bu söz derin bir teşhis sunar. En büyük kırılmalar, aynı çatı altındaki bağlar gevşediğinde yaşanır. Ayrışma, bir milleti dış baskıdan daha önce kendinden uzaklaştırır. Ortak hafıza aşındığında, ortak gelecek fikri de silikleşir. Devlet aklı, birlik duygusu zayıfladığında işlevini kaybeder.
Töre meselesi bu noktada belirleyici bir yer tutar. Töre; adaletin, ölçünün, hukukun adıdır. Devletin omurgasını taşır. Töre zedelendiğinde düzen sarsılır, güven duygusu aşınır, bağlılık gevşer. Ayakta kalan yapı varlığını sürdürür gibi görünür; fakat içindeki denge yavaş yavaş çözülür.
Bilge Kağan’ın liderlik anlayışı da son derece berraktır. Yönetimin meşruiyeti halkın refahıyla kurulur. Aç doyurulur, çıplak giydirilir, yoksul güçlendirilir. Bu yaklaşım, sadece bir duyarlılık dili sunmaz; devlet aklının zorunlu şartını ortaya koyar. Toplum güç kaybettiğinde, yönetim de zeminini yitirir.
“Gece uyumadım, gündüz oturmadım” sözü makamın mahiyetini açıklar. Yönetmek, konfor üretmek anlamına gelmez. Yönetmek, yük taşımayı, bedel ödemeyi, sorumluluğu omuzlamayı gerektirir. Koltuğu amaç hâline getiren anlayış, devleti yıpratır; kurumsal hafızayı zayıflatır.
Ve belki de en sert uyarı budur:
Bilgisiz yöneticiler iş başına geldiğinde, onları sorgulamadan izleyen toplum da çözülme sürecine ortak olur. Sorgulama ortadan kalktığında akıl susar, vicdan geri çekilir. Devlet aklı, ancak bilinçli bir toplumla birlikte işler; bu bağ koptuğunda yönetim de savrulur.
Bilge Kağan sözünü taşa kazıttı. Çünkü geçici metinlere güvenmeyecek kadar zeki ve basiretli bir liderdi. Çünkü biliyordu: Hatırlanmayan, unutulan her musibet ve her ders, başka biçimlerde yeniden yaşanır. Bugün o taşlara bakıldığında görülen, sıradan bir tarih anlatısı, öylesine ayakta duran bir tarih abidesi değildir; aslında o vakarlı duruşa anlamlandırarak bakılırsa açıkça görülür:
Karşımızda dipdiri duran, tüm çağlarını silikleşmeden aşmış, paslanmadan her döneminde parlamış yaşayan bir aynadır.
Ve o aynada hâlâ aynı cümle bize derinlerden seslenir:
Titre ve kendine dön.
Her çağda düşman bulunur.
Hafızasını yitiren millet, her çağda savrulur.
Zengezur Koridoru: bir jeopolitik hat mı, yoksa Doğu Anadolu sofrasına açılan bir yol mu?
Tarih boyunca yollar; taşımacılığın yansıra kültürü, dili, mutfağı ve hafızayı da içinde barındırır. İpek Yolu’nun geçtiği şehirlerin bugün hâlâ “ticaret ve lezzet merkezi” olarak anılması bir tesadüf değil.
Aralık ayının başında, Ardahan Ticaret Odası ve Başkanı Çetin Demirci’nin davetiyle Nahçıvan’da düzenlenen 2. Türkiye–Azerbaycan Bölgesel İktisadi Forumuna katıldım. Bu buluşma, bence geleceğe açılan bir eşik gibiydi. Zengezur Koridoru’nun hayata geçmesiyle birlikte Azerbaycan ile Türk Devletleri arasında yeni bir Orta Koridorun şekilleneceği, bu hattın da Doğu Anadolu’dan Güney Kafkasya’ya uzanan geniş bir coğrafyada ticarete, üretime ve bölgesel refaha güçlü bir ivme kazandıracağı düşünülüyor.
Zengezur Koridoru işte tam bu noktada, Güney Kafkasya’nın jeopolitiğini olduğu kadar Doğu Anadolu’nun gastronomisini de etkileyebilecek bir eşikte duruyor.
Zengezur Koridoru, 2020 Karabağ Savaşı sonrası oluşan siyasi zemin ve Azerbaycan’ı Nahçıvan üzerinden Türkiye’ye bağlamayı hedefleyen çok katmanlı bir ulaşım ve lojistik merkezi olarak şekilleniyor. Demiryolu, karayolu, enerji ve dijital altyapıyla birlikte tasarlanan bu hat, devletler arası güç dengelerinin ve yerel ekonomilerin de yönünü belirleyecek nitelikte.
Zengezur Koridoru açıldığında Kars, Ardahan ve Iğdır’ın gastronomisi ve ekonomisi canlanır mı?
Potansiyeli var ama kesin değil.
Orta Koridor üzerine bazı çalışmalar yapılabilirse, sınır geçiş sürelerinin kısalması ve lojistik maliyetlerin düşmesi gibi özellikle tarım, gıda işleme ve soğuk zincir gerektiren ürünlerde ticareti hızlandırabilir.
Zengezur hattı, Iğdır-Kars-Ardahan-Nahçıvan dörtgeninde erişilebilirliği artırdığı ölçüde, bu üç ilimizin yerel ürünlerini daha geniş pazarlara taşıma imkânı oluşturabilir.
Kars gravyeri, Ardahan balı, Iğdır kayısısı ve sebzeciliği; bugün çoğunlukla yerel veya sınırlı ulusal pazarlarda dolaşımda. Ulaşım sürelerinin kısalması ve düzenli lojistik hatların oluşması, bu ürünlerin işlenmiş ve markalı hâlde Azerbaycan, Orta Asya ve hatta Avrupa pazarlarına açılmasını mümkün kılabilir.
Gastronomi, lojistiğin gölgesinde mi yükselir?
Gastronomi, tek başına “yol açıldı” diye büyümez. Ancak yollar, mutfağın gelişimini belirleyen en güçlü altyapılardan biri.
TEPAV tarafından 2025’te yayımlanan “Zengezur Koridoru’nun Stratejik Mimarisi” değerlendirmesi, koridorların yerel kalkınmaya etkisinin en hızlı gıda işleme, depolama ve lojistik kümelenmelerinde görüldüğü vurgulanıyor. Ardahan, Kars ve Iğdır’da soğuk hava depoları, küçük ölçekli işleme tesisleri ve kooperatif temelli üretim modelleri desteklenirse; bu hat, yerel mutfağı ham madde olmaktan çıkarıp katma değerli bir ürüne dönüştürebilir.
Aksi hâlde risk açıktır: Koridor transit yüklerin geçtiği, yerelin ise izlediği bir hat olarak kalabilir.
Turizm ve sofra arasındaki ince bağ
Ulaştırma hatlarının gastronomiye en hızlı yansıdığı alan bence turizm. Bazı Orta Koridor analizleri, ulaşım kolaylığı sağlanan bölgelerde kısa konaklamalı gastronomi ve kültür turizminin hızla arttığı yönünde değerlendirmeler var.
Zengezur hattı işlerlik kazandığında bölgenin gastronomik altyapısının hareketlenebileceği kanısındayım.
Ardahan’ın yayla ürünleri, Kars’ın özellikle peynir kültürü, Iğdır’ın verimli ovasından çıkan leziz ürünleri ve Nahçıvan’la ortak mutfak mirası sınır aşan tematik gastronomi rotaları hâlinde kurgulanabilir.
Bu durum, mutfağı sadece yerel tüketimden çıkarıp anlatılan, ziyaret edilen ve deneyimlenen bir değere dönüştürür.
Jeopolitiğin sofraya etkisi
Zengezur Koridoru çoğu zaman askerî ve jeopolitik bir “set” olarak tartışılsa da mevcut akademik literatür bu hattın esas etkisinin jeoekonomik dengeleme olduğunu söylüyor. Yani mesele, bir ülkeyi dışlamak değil; alternatifler oluşturarak bağımlılıkları azaltmak.
Bu yaklaşım, gastronomi açısından da önemli. Tek pazara, tek lojistik hatta bağımlı kalan yerel mutfaklar kırılgandır. Çoklu hatlar ise üreticiye nefes aldırır.
Yol olursa sofra için emek şart, lezzetin kalıcı olması için de o yolu yerelin sahiplenmesi gerekir.
Özetle, Zengezur Koridoru, doğru tasarlandığı ve yerel kalkınma politikalarıyla desteklendiği takdirde, Kars, Ardahan ve Iğdır için transit bir geçiş ve mutfak hafızasını ekonomik değere dönüştüren bir damar olabilir.
Toplantıya Katılanalar
• Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Yetkili Temsilcisi Ceyhun Celilov
• Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Ekonomi Bakanı Kazım Hüseynaliyev
• Kars Valisi Ziya Polat
• Iğdır Valisi Ercan Turan
• Ardahan Valisi Hayrettin Çiçek
• Kars Belediye Başkanı Prof. Dr. Ötüken Zenger
• Azerbaycan Kars Başkonsolosu Zamin Aliyev
• KOBİA Başkanı Orhan Mammadov
• Türk Ticaret ve Sanayi Birliği ve ASK Başkanı Memmed Musayev
• Türkiye–Azerbaycan İkili Ticaret Odası Eş Başkanı Vügar Abbasov
• Kars Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kadir Bozan
• Iğdır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kamil Arslan
• Ardahan Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Çetin Demirci
• Her iki ülkenin bürokratları, iş insanları, kamu temsilcileri ve basın mensupları
...Galatasaray’da Yunus Akgün’ün yeniden ilk 11’e dönmesiyle oyunda belirgin bir düzelme yaşandı. Fıtık ameliyatı sonrası sahalara olabildiğince erken dönen Yunus, Antalyaspor karşısında takımının hücumdaki en etkili isimlerinden biri oldu. Özellikle kapalı savunmalara karşı adeta çilingir görevi görmesi, gollerin de kapısını açtı. Mücadeleyi 2 asistle tamamlayan Akgün, Sane ve Sallai ile kurduğu bağlantı oyununda da oldukça başarılıydı.
Sane ise ligde üst üste gollerini atmaya devam ediyor. Antalyaspor her ne kadar sahada kötü bir oyun ortaya koysa da sarı-kırmızılı oyuncuların genel performansı oldukça tatmin ediciydi. Sallai de mücadeleyi boş geçmedi; sürekli rakip alana baskı yaptı ve temiz bir oyun ortaya koydu.
İlk 45 dakikada Osimhen yakaladığı fırsatları değerlendirebilseydi maç çok daha farklı bir noktaya gidebilirdi. Ancak o da golünü atmayı başardı. Tribünlerin sevgilisi Icardi ise bunca eleştiriye rağmen oyuna girer girmez skor katkısı verdi. Bu sezon 8. golünü atan Arjantinli yıldız, gol krallığı yarışında “ben de varım” demeyi sürdürüyor. Galatasaray taraftarı, Icardi’ye sıkıca sarılmalı; çünkü Osimhen’in olmadığı maçlarda sahne yine süper starın olacak.
...CHP’de Ekrem İmamoğlu gerginliğinin yeni bir aşamaya taşınacağı ve yolsuzluk yükünü taşımaktan rahatsız olan partililerin ayrılarak SHP benzeri bir parti kuracağı iddiaları Ankara kulislerinde yine konuşulmaya başladı… İmamoğlu Suç Örgütü iddianamesinin açıklanmasının ardından yeni parti tartışmaları hız kazanırken yargılamalar başladığında gerilimin daha da artması bekleniyor.
Ancak parti içinde özellikle milletvekilleri böyle birşeyin söz konusu olmadığını, yeni partinin başarısızlığa mahkum olduğunu savunuyor.
İstinaf Mahkemesindeki mutlak butlan davası henüz sonuçlanmadı. Parti içi muhalefetin beklentisi mutlak butlan çıkması yönünde. Bu davanın sonucunun ne olacağına bağlı olarak hareket edileceği belirtiliyor.
İstinaf Mahkemesinden mutlak butlan kararının çıkmaması yani CHP yönetiminde ‘mevcut yapıdan farklı’ bir değişim olmaması durumunda yeni parti için harekete geçileceği konuşuluyor.
Tek bir oyun bile önemli olduğu Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu bölünmenin gerçekleşmesi siyasi tabloyu tümüyle etkileyecektir.
Bu senaryo ile ilgili sizin için Meclis’te ve CHP örgütünde nabız yokladım. İmamoğlu savunucusu olmayan milletvekillerinin rahatsızlığı ve mutsuzluğu gözle görülebiliyor. Ancak aynı zamanda sessiz bir bekleyişte söz konusu. Çok sert çıkışlar yapılmıyor.
‘Yeni bir parti kurulacak mı ve partinin başında Kemal Kılıçdaroğlu mu olacak?’ diye sorduğum zaman ‘kesinlikle böyle bir şey yok’ yanıtını alıyorum.
Örgütte yıllardır emek veren, CHP’nin yolsuzluk sarmalında güç kaybedip yok olup gitmesini istemeyen, Atatürk’ün mirasına sahip çıkılmasını bekleyen partililerle konuştuğumda orada farklı bir tutum gördüm.
‘Atadan CHP’li’ diyebileceğimiz bu insanların parti programından tüzüğüne kadar birçok eleştirisi var…
Örgütten bu güne kadar beni yanıltmayan bir dostumla konuştuğumda ‘CHP’nin sosyal demokrat kimliğini kaybettiği’ yorumunu yaptı. Partinin merkez sağcı bir yapı kazandığını düşünen CHP’lilere göre, artık tek görev ‘İmamoğlu’nu savunmak’
Örgütteki kıdemli CHP’lilerin yorumu ise şöyle:
“Bizi buna mecbur bırakamazlar. Bu yükü biz taşıyamayız, taban bu yükü kaldıramaz. Bunu zaten yapılan mitinglerde görüyoruz. Ha bire mesaj geliyor, şurada miting var burada miting var ama katılım seviyesi çok düşük. Başka partilerden, belediyelerden kitleler taşınıyor… Ciddi bir tepki var.”
“Kamuoyu ile örgütü birbirine karıştırmamak gerekir. Her şey göz önünde televizyon ekranlarında olacak diye bir şey yok. Son Parti Meclisi’nin yapısı bir şeyi daha ortaya koydu. O da örgütün yok edildiği. Bu genel seçimlerede yansıyacaktır ve örgüt yine yok sayılacaktır. Yapılacak bir önseçim de bu durumu kurtarmaz.”
Örgüt abilerine göre CHP içinde bölünme kaçınılmaz. Sebebi ise; örgüte karşı uygulanan nefret ve ötekileştirme politikaları.
Örgüte göre; zor gibi görünse bile yeni parti ihtimali yüksek.
“Özgür Özel rehin alınmış durumda…Atatürk’ün koltuğunda oturuyor ama İmamoğlu’nun etkisinden kurtulamıyor. Bunu taban görüyor. Senaryo belli yeni bir parti kurulur. Şimdiden 40 yakın vekil bu partiye gelir. 20 kadar vekil de ikna edilebilir. Çünkü bu isimlerin siyaset yapma alanı kalmamıştır.”
Bu durumda parti içi muhalefetin önünde iki seçenek var, ya mutlak butlan sonrası partiyi yeniden dizayn etmek ya da yeni parti kurmak…
Daha önce 2023 seçimleri sonrası SHP dedikoduları yeniden alevlenmişti.
Geçmişte Deniz Baykal SHP’den ayrılarak CHP’yi kurmuş ve sonraki süreçte 1995’te tekrar birleşme kararı alınmıştı. Süreç gösteriyor ki bu birleşme halen tam olarak gerçekleşememiş. Sebebi de yapılan politika tercihleri…
İmamoğlu’nu savunarak bütün parti politikasını tek bir kişiye bağlamak mı yoksa Kürt meselesi, ekonomi gibi konularda toplumsal çıkarlara uygun hareket etmek mi? Yolsuzluk mu yolsuzlukla mücadele mi?
Görüşmelerimden edindiğim izlenim yeni parti adını dillendirenler olsa bile şimdilik böyle bir irade ortada görünmediği.
Şu bir gerçek ki CHP içinden çıkacak yeni bir parti kurulmasa bile ana muhalefet önümüzdeki seçimlere içerisindeki fikir ayrılıkları ile gidecek.
CHP’nin mevcut yönetiminin bütçe görüşmeleri dahil her konuyu İmamoğlu’na bağlama stratejisi sürecek gibi görünüyor. Bu arada Genel Başkan Özgür Özel dün (cumartesi) Cumhurbaşkanı aday ofisinde çalışacak olan gölge kabineyi açıklayacaktı ama nedense açıklayamadı.
CHP içinde gölgeleri bile paylaşamayan sıkıntılı bir durum var gibi görünüyor.




