Bu Ateş Herkesi Yakabilir
Ortadoğu yeniden sıcak... Bu kez hedef İran.
İsrail’in gerçekleştirdiği nokta atışı saldırılarda, İran’ın kritik askeri merkezleri, savunma ağı ve bazı üst düzey isimleri doğrudan hedef alındı. Bu saldırı bir güvenlik önlemi değil, açık bir savaş ilanı niteliğinde. İsrail sahada artık gizli değil; doğrudan oynuyor.
İran ise büyük bir sessizlik içinde. Ama bu sessizlik fırtına öncesi mi, yoksa stratejik bir soğukkanlılık mı; bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz.
İRAN CEVAP VERİRSE NE OLUR?
İran’ın elinde büyük bir vekil güç ağı var. Hizbullah, Haşdi Şabi, Husiler gibi aktörler bölgeyi kolayca ateşe sürükleyebilir. Ancak doğrudan İsrail’e yanıt verilirse, bu durum sadece iki ülkeyi değil, tüm bölgeyi içine alacak zincirleme bir savaşı tetikler.
ABD’nin, Avrupa’nın ve Körfez ülkelerinin pozisyonu da belirleyici olacak. Özellikle Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin bu süreçte İsrail'e dolaylı destek verdiği konuşuluyor. İran yalnız. Ama yalnız bir ülkenin nereye kadar sessiz kalacağını kimse kestiremiyor.
İSRAİL’İN AMACI NE?
İsrail uzun süredir İran’ın nükleer programını tehdit olarak gösteriyor. Ama asıl hedef, İran’ın bölgede kurduğu etkinliği kırmak. Bu saldırıyla İran’ın caydırıcılığına darbe vurulmak isteniyor. Aynı zamanda içeride Netanyahu üzerindeki siyasi baskılar da dış politikada agresif adımlarla yumuşatılmak isteniyor.
İsrail için bu saldırı; iç politika, güvenlik ve stratejik üstünlük anlamında çok boyutlu bir hamledir.
TÜRKİYE BU DENKLEMDE NEREDE?
Türkiye için bu kriz sadece bir dış politika konusu değil. Güvenlik, ekonomi ve iç istikrar açısından doğrudan etkili.
İran’dan gelebilecek olası bir göç dalgası, yeni bir insani kriz anlamına gelir.
Sınır güvenliği, yeni bir terör dalgası, enerji fiyatları ve ticaret rotaları açısından da tablo hassas.
Türkiye’nin arabulucu rolü bugün her zamankinden daha önemli.
Ankara hem ABD hem iran’la aynı anda konuşabilen tek ülkedir.
Ve bölgede güçlü diplomasi yürütebilecek yegâne aktördür.
BU SALDIRILARIN DÜNYADAKİ YANKISI NE?
Dünya sessiz.
Birleşmiş Milletler etkisiz.
Avrupa Birliği dağınık.
Amerika saldırıyı "meşru müdafaa" çerçevesinde değerlendiriyor.
Bu tablo, küresel sistemin çifte standardını bir kez daha gözler önüne seriyor.
İran’a yönelik bu saldırının herhangi bir uluslararası meşruiyeti yok. Ancak İsrail, artık hukuku değil, kendi güvenlik perspektifini referans alıyor.
Bu, sadece Ortadoğu için değil; tüm dünya için tehlikeli bir örnek.
BİR SORU: İRAN BU SALDIRIDAN KURTULABİLİR MİYDİ?
Evet.
İran eğer son yıllarda Türkiye ile daha sağlam bir stratejik ortaklık kurabilseydi, bu saldırının istihbari olarak önüne geçilmesi veya etkisinin azaltılması mümkündü.
Ama İran, kendi yalnızlığını kendi tercih etti.
Bölgesel iş birliklerinden uzak durdu, ideolojik kutuplaşmaları tercih etti.
Bugün -istenmeyen bir gerçeklik olmakla birlikte- ne yazık ki bedelini ödüyor.
ATEŞLE OYNANIYOR
Ortadoğu bir kez daha uçurumun kenarında.
Sadece İsrail ve İran değil; tüm bölge diken üstünde.
Bu kriz doğru yönetilmezse; yeni göçler, yeni çatışmalar, yeni krizler kapıda.
Türkiye'nin bu süreçte sergileyeceği akılcı ve dengeleyici politika, sadece Ankara’nın değil, bölgenin kaderini belirleyecek.
Savaş çığırtkanlığı değil, diplomasi zamanı.
Ama herkesin susması, bu savaşın sessizce büyümesine neden oluyor.
Bu ateş, yalnız İran’ı değil; tüm insanlığı yakabilir.
Her zamanki gibi masum siviller yine bir ateş hattına atıldı. Ve yine baş aktör insanlık katili Netanyahu.
...Dijital çağda kahvemizi nasıl içtiğimiz, nereye tatile gittiğimiz, sabah hangi manzarayla uyandığımız bile içerikleşti. Şimdi soralım: İçerik mi bizi şekillendiriyor, biz mi içeriği?
Eskiden haber, “olay” üzerine kurulurdu; şimdi “olay”dan çok, onun nasıl hissedildiği haber oluyor. Bir bakanın eşi, ayrı bir masaya oturunca başlayan tartışma, artık sadece bir protokol meselesi değil. Satır aralarında toplumun derin kimlik kodlarıyla oynayan bir içerik stratejisi var. Bu, bir iletişim kazası değil, bilinçli bir yönlendirme.
Bugünün medya düzeni, hızla akan içerik selleriyle dolu. Ancak bu içeriklerin çoğu su değil, köpük. Üstelik o köpüğün içinde, algoritmaların belirlediği gündemler var. Görünürde “çeşitlilik” gibi duran şey, aslında tekrar eden, “iyi yaşam”, “yeni trend”, “gününü gün et” mesajlarının farklı ambalajlarla servis edilmesinden ibaret.
Keyif haberciliği bu ülkede neden bu kadar yükseldi?
Yapay zekâ, içerik üretiminde muazzam bir ivme sağladı. Ama bu hız, derinliğin düşmanı. Instagram'da bir ‘story’, TikTok’ta 15 saniyelik bir video, artık haberden daha fazla etkileşim alıyor. Çünkü modern insan, bilgiden çok his arıyor. “Güldürdü mü, şaşırttı mı, iştah kabarttı mı?” gibi kriterler, “doğru mu, önemli mi, etkili mi?”nin önüne geçti.
Bu noktada medya ile toplum arasındaki ilişki tavuk-yumurta ikilemine dönüyor. İnsanlar bu tarz içerikleri talep ettiği için mi medya üretiyor, yoksa medya bunları sunduğu için mi toplum alışıyor? Gerçek şu ki, algoritmaların eğlenceyi ödüllendirdiği bir çağda yaşıyoruz. Ve yapay zekâ, ne yazık ki anlamdan çok ilgiyi ödüllendiriyor.
Dijital hukuk ve etik nerede durmalı?
Burada “dijital etik” ve “dijital hukuk” kavramları önem kazanıyor. Bir içeriğin viral olması, onun doğru ya da değerli olduğu anlamına gelmez. Tıpkı bir yemeğin güzel görünmesinin sağlıklı olduğunu göstermediği gibi. İçerik de bir besindir; ruhumuzu besler ya da çürütür.
Algoritmalar, bize hep görmek istediklerimizi gösterdiğinde, asıl kaybettiğimiz şey merak oluyor. Oysa merak, insanlığın yürüyen aklıdır. Farklı düşünceleri, yeni fikirleri, zıt kutupları merak etmediğimizde entelektüel körelme başlar. Medya, bu yüzden hâlâ bir sorumluluk mecrasıdır. Eğlenceyi sunabilir, ama bilgilendirmeyi ıskalayamaz.
O halde çözüm ne?
İhlas Holding’in dijital varlıklarında yürüttüğümüz vizyonun temelinde şu yatıyor: Teknolojiyi içeriğin düşmanı değil, müttefiki yapmak. Yapay zekâyı, sadece “ne tıklanır” sorusuna değil, “ne anlamlıdır” sorusuna da cevap verecek şekilde kullanmak.
Çünkü dijitalleşme, sadece hız değil; aynı zamanda vicdan testidir. Hangi içeriklerin çoğaldığı, hangi seslerin yükseldiği, sadece algoritmaların değil, bizim kültürel pusulamızın da bir sonucudur.
Son olarak keyif haberciliği gazeteciliği öldürmüyor, ama başka bir şeyin ölümüne yol açıyor olabilir ki o da derinlikli düşünmenin... Bilgi çağında “bilgi”ye erişim çok, ama anlamak zor. Bu yüzden dijital dünyada sadece “ne izledin” değil, “ne öğrendin?” sorusunu sormalıyız. Çünkü günün sonunda bir haber, kalbe dokunmuyorsa sadece kuru gürültüdür ötesi laf-ı güzaf...
Haftaya Cuma görüşmek üzere.
Dijital gürültüde kaybolmayanlara selam olsun...
Sudan... Afrika'nın kuzeydoğusunda haritada büyük ama haberlerde küçük görünen bir ülke. Oysa orada olan biten, ne sadece Hartum'un meselesi, ne de kabilelerin kadim husumetlerinin sonucu. Bugün Sudan’daki çatışmaların ardında, perde önünde iç savaş gibi görünen ama perde arkasında uluslararası bir hesaplaşma barındıran çok katmanlı bir denklem var.
İç Savaş mı, Vekaletler Savaşı mı?
Sudan’da çatışan taraflar ordu ile paramiliter gruplar gibi görünüyor. Ancak bu tarafların arkasında kimlerin durduğunu sorduğumuzda karşımıza bölge dışı güçler, bölge içi rakipler ve sahada güç devşirmek isteyen aktörler çıkıyor. Bugün Sudan’daki mücadele, Libya’daki çatışmalardan, Orta Afrika Cumhuriyeti’nin etnik fay hatlarından, Çad’daki askeri geçiş hükümetlerinden ve Mısır’ın Nil üzerindeki siyasi hesaplarından bağımsız değil.
Sudan bir Afrika devleti olsa da yaşadığı kriz, Ortadoğu’nun kalbinde atıyor. Çünkü bu topraklar hem Nil’in kaderini belirliyor hem de Kızıldeniz’in sıcaklığını jeopolitik bir yarışa dönüştürüyor.
Yardım Engelini Kim Aşacak?
Bugün Sudan halkı açlıkla, göçle, güvensizlikle sınanırken, yardım kanalları tıkanıyor. Türkiye, Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, hatta Çad üzerinden gönderilen insani yardımlar ya milislerce ya da ordu tarafından engelleniyor. Sadece yardım değil, insani koridorlar da hedef alınmış durumda. Oysa bu yardımlar; bir annenin çocuğuna vereceği mama, bir hastanın ihtiyacı olan ilaç, bir mültecinin yeniden doğmak için tutunduğu umut demek...
Sudan’daki aktörler, bu insani damarları keserek yalnızca birbirlerine değil, tüm bölgeye zarar veriyorlar. Çünkü Sudan’daki kriz büyürse, sadece Hartum yanmaz; N’Djamena, Juba, Bangui, Kahire ve hatta Ankara da bu yangının dumanını hisseder.
Türkiye’nin Duruşu ve Sessiz Diplomasi
Türkiye, Afrika politikasında “kazanan-kazanır” modelini savunan bir aktör. Sudan’da da bu anlayışını sürdürüyor. Açık cephe diplomasisi yerine daha çok “sessiz diplomasi” yürüten Türkiye, hem insani yardımları ulaştırma hem de tarafları sükunete çağırma yönünde çaba gösteriyor. Özellikle Türk Kızılayı, AFAD ve TİKA üzerinden yürütülen destekler sahadaki en etkili girişimler arasında.
Ankara, Sudan’ı sadece Afrika’nın bir parçası olarak değil; Ortadoğu’nun istikrar zincirindeki en kırılgan halka olarak okuyor. Bu yüzden Türkiye, bölgedeki Mısır-Suudi ekseninin dengeleyicisi olarak dikkatle izlenmeli.
Mısır, Suudi Arabistan ve Çad: Sessiz Denklemler
Mısır, Güney’de istikrarsızlık istemiyor ama Sudan üzerindeki etki alanını da kimseyle paylaşmak istemiyor. Suudi Arabistan ise Afrika Boynuzu’nda büyüyen Körfez etkisinin elden gitmesinden endişeli. Çad, sınır güvenliği nedeniyle diken üstünde; çünkü milislerin kontrolündeki bölgelerden gelen her çatışma, Çad’ın iç istikrarını da tehdit ediyor.
Sudan: Büyümeyen Ama Bitmeyen Bir Tehdit
Sudan’daki kriz belki bugün Libya gibi geniş cepheli bir vekalet savaşına dönüşmedi. Ama her an tetiklenmeye hazır bir volkan gibi. Bu kriz büyümese bile hep bir tehdit, hep bir risk olarak masada kalacak. Özellikle gıda, su, göç ve güvenlik zincirinde bu kadar hassas bir coğrafyada yaşanan her kırılma, bölgesel sarsıntıya yol açabilir.
Sonuç olarak Sudan’da yaşananlar sadece kabileler arası bir çekişme değil; küresel aktörlerin, bölgesel güçlerin ve iç dinamiklerin harmanlandığı karmaşık bir satranç. Türkiye bu satrançta, sessiz ama ilkeli hamlelerle insani ve stratejik varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Unutulmamalı ki Afrika’da olan hiçbir gelişme, artık sadece Afrika ile sınırlı kalmaz. Sudan yanarsa, Ortadoğu tutuşur. Bu yüzden Sudan’da atılan her adım, sadece Sudan’ın değil; insani vicdanın, bölgesel barışın ve küresel dengenin de kaderini belirler.
...Oyuncuların ağzında bir ‘audition’. Nedir bu audition? Menajer Ayşe Barım’ın tutuklanmasının ardından bazı ünlü isimler herkesin “audition” vermesi gerektiğini savundu. Audition, oyuncuların karaktere uygun olup olmadığını belirlemek için yapılan deneme çekimleridir. Popüler olan ünlü isimler audition vermek istemiyor. Kızılcık Şerbeti dizisinde Nilay karakteriyle yer alan Feyza Civelek, "Ben buraya kendi emeğimle geldim. Annemin senarist olması hiçbir şeyi değiştirmiyor çünkü diziye audition ile girdim.” Diyerek olması gereken durumu. Geçtiğimiz günlerde Sinem Ünsal audition konusuna değinerek, “Sektörde değişmesi gereken çok şey var. Herkesin audition vermesi gerekiyor bence her şey için. Biz de yapılmıyor bu durum” dedi.
Yurt dışında dünyaca ünlü yıldızlar audition verirken, yerli oyuncularımız bu konuya neden mesafeli oldukları büyük bir soru işareti. Kendini denemek sonuçta. Kendinle yarışta atılması gereken büyük bir adım bence.
Popüler olmuş oyuncular, deneme çekimini bir tabu olarak görüyor. Sanırım şuanda Kıvanç Tatlıtuğ, Özgü Namal, Tuba Büyüküstün ve Kenan İmirzalıoğlu’nu audition verirken göremeyiz. Dizideki o karakteri herkes farklı yorumlar, en iyisi rolü kapar. Ancak bizde durum öyle değil. İsim yapmış isimler üzerinden kadro kurulur, cast oluşturulur.
...2010’da Mavi Marmara,
2025’te Madleen.
Tam 15 yıl geçti ama aynı vahşet yine sahnede!
Senaryo aynı, zalim aynı: İsrail!
Her geçen gün insanlık dışı hamlelerine bir yenisini eklemekten geri durmayan İsrail, 2010 yılında Gazzelilere yardım götüren Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda müdahalesinin ardından, bu kez yine Gazze’ye yardım götüren Madleen gemisine uluslararası sularda müdahale etti.
Şaşırmadınız değil mi?
İsrail tam da bildiğimiz gibi!
Madleen gemisi ile Gazze’ye insani yardım götürülüyordu.
Yani içinde silah değil; yiyecek, ilaç, temel ihtiyaç malzemeleri vardı.
Skandal hamlesiyle uluslararası hukuku bir kez daha ihlal eden İsrail, sadece gemiye müdahalede bulunmakla yetinmedi elbette.
Yardım gemisine el koyarak, içinde Yasemin Acar ve Şuayb Ordu isimli iki Türk vatandaşın da bulunduğu 12 aktivisti kaçırdı.
Bu sadece bir saldırı değil, açıkça bir zorbalıktır.
Bu sadece hukuksuzluk değil, insanlığa hakarettir.
15 yıl önce Mavi Marmara, şimdi Madleen…
Peki ya bundan sonra?
İsrail, kendisine hesap sorulmayan her suçu tekrar tekrar yapmaya devam edecektir.
Bugün yaşananlar sadece Madleen meselesi değildir.
Bu, İsrail’in Filistin halkına ve onlara yardım etmek isteyenlere karşı yıllardır sürdürdüğü hukuksuz kuşatmanın devamıdır.
Üstelik yalnızca gemilere saldırmakla da yetinmiyorlar.
İsrail’in aşırı sağcı bakanı Ben-Gvir, kaçırılan aktivistlerin hücrelerinde Filistin yanlısı hiçbir sembol taşımaması ve televizyon ile radyodan mahrum bırakılmaları yönünde talimat verdi.
Yani hukuksuzluğun yanında psikolojik işkence de cabası.
Bu hukuksuzluk döngüsünü kırmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Artık seyretmek değil, gerçekten harekete geçme vakti.
...İnsanlar kurbanla birlikte kolektif bir şuur yaşar. Aynı anda aynı duaların edilmesi, aynı etin farklı evlerde pişirilmesi, insanları birbirine görünmez bağlarla örer. Aslında imtihan yalnızca bireysel değildir; bazen toplumlar da zor sınavlardan geçer. İşte toplumsal psikolojiyi onaran tedavili bir bayramdır “Kurban”. Çünkü paylaşmak, en derin ruhsal iyileşmelerin ilacıdır. Psikoterapistler, “anlamlı fedakârlıklar”ın iyileştirici etkisinden söz eder. Kurban da tam olarak budur.
Kurban ve kurulan sofra
Kurban, kesilen hayvanla birlikte, onun ardından kurulan sofrayla tamamlanır. İşte tam bu noktada gastronomi devreye girer. Çünkü kurban, bir ibadet olmasının ötesinde, aynı zamanda bir sofra medeniyeti... O et, kesilir, pişirilir, paylaşılır ve ikram edilir. Kurban etiyle yapılan kavurmalar, tencerelerde kaynayan etli yemekler, üzerinde bolca et olan pilavlar, köy evlerinde açılan tandır sofraları… Hepsi bu ibadetin bir devamı sayılır.
Her yıl bayram sabahı, içimizde tuhaf bir ürpertiyle uyanırız. Bir yanımız telaş, bir yanımız huşû dolu... Çünkü Kurban Bayramı, dini bir ritüelin zamanı olmakla beraber, insan ruhunun derinlerine açılan bir arınma mevsimi. Kesilen kurban hayvanıyla birlikte elimizi, yüreğimize götürmemiz gereken bir gün.
Kurban, bir bakıma içimizde kök salmış korkuların, yerleşik bencilliklerin ve alışkanlıklarla örülü konfor alanlarının da usulca kesilip hayatımızdan ayrıldığı manevi bir arınma zamanı
Anlamlı bir vazgeçiş
Psikolojik olarak bakıldığında ise kurban, insanoğlunun en kadim içsel çelişkileriyle yüzleştiği bir ayna... Sahip olduklarını bırakabilme, bir şeyden vazgeçebilme ve “ben”den “biz”e geçişin pratiği. Zihnimizin derinliklerinde tutunduğumuz korkular, güvensizlikler ve hırslar, kurban aracılığıyla gün yüzüne çıkar ve temizlenir. Kurban, inancın ve ruh sağlığının birlikte bir imtihanı...
Türk mutfağının kurbanla şekillenen özgün lezzetleri
Bayram sabahı hemen pişirilen ve sıcak sıcak yenilen kavurma, bir damak zevki olmakla birlikte aynı zamanda toplumsal bir hafıza... Etin bu şekilde kesimden hemen sonra tüketilmesi, gelenekle birleşmiş bir gastronomik bilgeliği yansıtır. Kurban etiyle yapılan yöresel yemekler, sac kavurma gibi etli lezzetler, bol etli güveç, etli keşkek vs. protein açısından iyi bir beslenme aracı olmakla beraber hatıraları da besliyor.
Gastronomi bilimi bize şunu söyler: Lezzet, dille beraber zihinde ve bellekte başlar. Kurban sofraları bu anlamda hem gastronomik hem psikolojik hem de kültürel bir aktarım alanı... Çocuk, kurban kesilen evde ilk kez kurban kavurmasını tattığında yeni bir yemeğin lezzetini, paylaşmanın bereketini ve şükrün anlamını da öğrenir. Belki de bu yüzden, kurbanın mutfağa, tencereye ve kalbe taşınması gerekiyor. Çünkü kurbanın gerçek anlamı, o eti kimlerle paylaştığında, nasıl pişirdiğinde ve sofraya nasıl oturduğunda saklı…
Mesele kurbanı sadece bireysel kesmek değil
Keşke herkes kurbanını kendi kesebilse ama günümüz şartları bunu mümkün kılmıyor. Bugün birçok şehirde kurban artık daha çok ortak kesim alanlarında kesiliyor ve etler paketlenip eve geliyor. Ya da bazı hayır kurumlarına bağış yapılıyor. Yani Kurbanın ruhu sanki bir kenarda unutuluyor gibi düşünülebilir. Bana göre böyle düşünmek doğru değil. Çünkü mesele kurbanı sadece bireysel kesmek değil; onu hissetmek, onu paylaşmak, onunla birlikte gönül sofraları kurabilmek değil mi? Bende bu yıl kurbanımı “Bir İyilik Yap” derneğine bağışladım.
Kurban, bir anlamda hayatın döngüsünü de hatırlatır bize
Can almanın sorumluluğu, o canı şefkatle pişirip sofraya koymanın inceliği… Etin bir nimet olduğunu, onunla gelen her lokmanın bizi şükre taşıdığını anlatır. Modern insan için bu, giderek unutulan bir farkındalık. Tükettiklerimizin ardındaki emeği, canı, hikâyeyi düşünmekten uzaklaştık. Kurban, bu farkındalığı hatırlatan bir eşik olabilir.
Sonuçta kurban, akan kanla birlikte; niyetle, sabırla, pişirme biçimiyle ve paylaşma ahlakıyla anlam kazanır. Bana göre kurban, psikolojik bir arınma, gastronomik bir şölen ve sosyolojik bir birlikteliktir. Kurban keserken bir elin bıçağı tutması gibi diğer elin de paylaşmak için sofraya uzanması gerekir.
Ve o sofraya, aç biri oturduğunda, kurban tamam olur.
...Dünya ekonomisi büyük bir satranç tahtasıdır. Taşlar bazen krizle yerinden oynar, bazen de diplomasiyle. Ama ne olursa olsun, her devrilmiş taş, başka bir aktöre yeni bir hamle alanı sunar. Bu acımasız döngüde, birinin felaketi, öbürünün kurtuluşu olur. Türkiye son 20 yılda bu döngünün hem mağduru hem kazananı olmuştur. Irak Savaşı'nın ardından Türkiye’nin Güneydoğu illerinde tır dorseleri kuyruk oluşturdu. Suriye iç savaşı patlak verdiğinde, Halep ve Şam’dan çekilen birçok üretim kolunun yerini Gaziantep ve Mersin doldurdu. Rusya, Ukrayna’ya saldırdığında dünya tahıl krizine girerken, Türk limanları tahıl koridorunun kilit aktörü haline geldi. Kırım’ın ilhakı, Türkiye’nin Karadeniz’deki jeopolitik değerini artırdı. Ve şimdi İsrail-Gazze hattındaki savaş, Doğu Akdeniz ticaretinde İstanbul merkezli alternatif senaryoları tetikliyor.Her savaş, her kriz, her siyasi sarsıntı Türkiye'nin haritasında bir “ihracat potansiyeli” olarak yeniden şekilleniyor. Kimse yüksek sesle söylemese de gerçek bu.Bugün Avrupa, Çin'e olan bağımlılığını sorgularken "yakın coğrafyada üretim" diyor. “Nearshoring” adını verdikleri bu yeni trendde Türkiye, en avantajlı aday. Lojistik üstünlük, güçlü sanayi, kur avantajı ve politik esneklik Türkiye’yi Batı için vazgeçilmez hale getiriyor. Çünkü Batı’nın gözünde krizle boğuşan Ukrayna bir risk, ama Türkiye bir opsiyon.
Ancak asıl dramatik olan şu, Türkiye sadece kriz yaşayan ülkelerin yerine geçmiyor; aynı zamanda kriz yaşayan ülkelere daha fazla ihracat yapıyor. Lübnan ekonomik olarak çökerken Türkiye oraya gıda ve ilaç sattı. Pakistan IMF ile boğuşurken Türk ev tekstili orada rafları süsledi. Sudan’da iç savaş sürerken Türk lojistik şirketleri Hartum üzerinden Orta Afrika pazarına köprü oldu.
Bu tablo bize ne anlatıyor? Şunu:Ticaretin kendi ahlakı yoktur. Ticaret fırsatı sever. Ve bu fırsatlar çoğu zaman yıkımın içinden doğar. Bu yüzden, Türkiye’nin ekonomik başarı öykülerinde zaman zaman krizlerin kanı vardır. Savaşlardan doğan koridorlar, iflaslardan açılan pazarlar, çöken para birimlerinin tetiklediği alım talepleri... Bunlar Türkiye'nin dış ticaretinin görünmeyen yakıtlarıdır. Elbette bu gerçek, etik sorgulamayı da beraberinde getiriyor: Başkalarının felaketi üzerinden kazanmak vicdana sığar mı? Sorunun cevabı karmaşık. Çünkü dünya sistemi zaten bu mantıkla işliyor. Güçlü olan, hızlı olan ve alternatif üreten kazanıyor. Bu sebeple Türkiye için asıl mesele, krizlerden doğan fırsatları sadece geçici kazanca değil, sürdürülebilir stratejik üstünlüklere dönüştürebilmek. Aksi hâlde bir gün başkasının mucizesi oluruz; bizim felaketimizden doğan.
...90'lı çocuklarına 30 yaş sınırını geçmesinden sonra bayramların eski tadı kalmadı. Mezarlık ziyaretleri bayram alışverişleri ziyaretler hepsinin yerini tatil yerleri aldı. Aile büyüklerinin gözünün yollarda kaldığı bayramlar çoğaldı. Değerlerimizi kaybetmeye başlamak biraz can sıkıcı olsada bundan bir 10 yıl sonrasında bizi farklı bir toplum düzeni bekliyor. Tabii şimdilik bazı bölgelerde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu da bu telaşlar devam ediyor. Mega kentlerde kaybolan öz köylerde sabah namazıyla başlıyor. Kalpten bir İyi bayramlar sesleri yükselir. Kurban kesimi için evlerde buzdolapları ve dondurucular düzeltilir. Bayram için alınan kıyafetler öğle saatlerinde giyilir. Evlerden kurban eti kokusu yükselir. Baklavalar tepsi tepsi dağıtılır. Samimiyet uzaklardan yakınlara gelir. Tabi ki de eskisi gibi bu günlerce sürmez ama ilk gün de olsa çocuklar kapı kapı dolaşır.
Nerede o eski bayramları özleyecegimiz yıllar çoğalmadan bizim bu gelenekleri korumamız lazım. Bayramlar sen ola güzel ola hayırlı ola...
...Darılma yok; dayanma var. Bu cümleyi yıllar önce zihnime kazıdım. Ne zaman hayat sertleşse, insanlar kırıcılaşsa, teknoloji hızla önümüze engeller yığsa, dönüp bu cümleye sarılırım. Çünkü insan, her çağda ama özellikle bu dijital çağda, düşmemek için direnmeyi öğrenmek zorunda.
Dijital dünyanın yolları artık asfalt değil, buz kaplı. Her an bir haberle devrilebiliyor, bir görselle hedefe dönüşebiliyoruz. Algoritmalar duygularımızı emiyor, daha fazla etkileşim için öfkemizi kaşıyor. Bizden istenen şey aklı kaybetmemiz, iradeyi teslim etmemiz. Oysa bugün en çok ihtiyacımız olan şey, soğukkanlılık. Duyguların değil, düşüncenin hâkim olduğu bir yaklaşım. Dijital hukuk bu nedenle bir ihtiyaçtan çok bir zaruret artık. Etik kurallar sadece platformlara değil, bireylerin vicdanına da yerleşmeli.
Yapay zekâ, hem nimet hem tehdit. Bir yandan hastalıkları teşhis ediyor, diğer yandan mahremiyetimizi sorgusuzca delip geçiyor. Birileri bu teknolojiyi kullanarak hayatı kolaylaştırmaya çalışırken, başkaları aynı gücü yıkım için kullanıyor. Yani mesele teknoloji değil, onu tutan el.
Bugün artık sadece içerik tüketicisi değil, içerik üreticisi de olabiliyoruz. Her birey, bir medya kanalı kadar etkili hâle geldi. Yazdığımız bir yorum, çektiğimiz bir video, hazırladığımız bir içerik yüz binlere ulaşabiliyor. Bu güçle beraber sorumluluk da büyüyor. Ürettiğimiz şey sadece eğlenceli mi, yoksa aynı zamanda faydalı mı? Doğru bilgi mi, yoksa yalnızca dikkat çekmek için üretilmiş bir yanılsama mı? Yeni çağın en büyük ihtiyacı; bilgiyle donanmış, değerle yön bulan üreticiler. Çünkü dijital çöplüklerde yolunu arayan nice zihin, bir dürüst cümleyle kurtulabilir.
Zaman elimizden kayıyor. Gençlik, enerji, fırsatlar... Hepsi ekran ışığına gömülüyor. Ama hâlâ bir yol var: Kalp, dava ve vicdan üçlüsünü pusula yaparsak, bu çağın karanlık virajlarını dönebiliriz.
Gün vefa günüdür. Kutsî sorumlulukları olan herkes; dijital çağda da doğruluğu, hakkı, sabrı ve şükrü savunmalı. İnanıyorum ki, aklı ve iradeyi inançla harmanlayan her birey, bu çağın Fatih’i olabilir…
Kurban Bayramı vesilesiyle; kesilen kurbanların, kırılan kalpleri onardığı, küskünlerin barıştığı, infakın ve paylaşmanın hayata karıştığı bir bayram olmasını diliyorum. Gönüller bir olsun. Bayramınız mübarek olsun.
Sağlıcakla kalın.
Bir Gün Tüm İnsanlık Aynı Sofrada Oturursa…
Bayram ola…
Belki de bu çağın en çok ihtiyacı olan cümle bu. İçinde barış var, kucaklaşma var, helalleşme var, affedişin hafifliği, hatırlayışın sıcaklığı var. Bayram, insanlığın kendini unuttuğu bu yüzyılda, kendine dönüş temennisi terennüm eden eski bir şarkı gibi… Kudüs’ten Saraybosna’ya, Şam’dan Diyarbakır’a, Buhara’dan Endülüs’e kadar ezgisi aynı olan bir çağrı: “Bayram ola!”
Oysa bayram, sadece takvimlerin kırmızıyla işaretlediği bir tatil günü değil. Bayram; bir kavuşmadır, bir yavaşlayış, bir yüzleşme, bir dua. Yeryüzünün en çok ihtiyaç duyduğu da bu değil mi zaten? Birbirini anlamadan geçen kalabalıklar çağında, yavaşlayıp sarılabilmek, dinleyebilmek, affedebilmek…
İnsanoğlu kendine bir bayram borçlu.
Çünkü hiçbir uygarlık, yıkıntıların içinde annesini arayan bir çocuğun gözyaşını açıklayamaz.
Ve hiçbir kalkınma modeli, annesiz kalan bir bayram sabahını telafi edemez.
Gazze’de bayram; bir mezarlık başında sessizce oturan çocuğun gözlerinden akan yaşlardır.
Uygur’da bayram, susturulan dillerin kıyısında, göğe açılmış ellerle hâlâ beklemektedir.
Sudan’da, Yemen’de, Arakan’da bayram bir yudum suya, bir tutam umuda gizlenmiş vaziyette…
Dünya milletlerinin kalbinde, farklı isimlerle anılsa da benzer bir öz vardır bayramlarda:
Birlik, bereket, merhamet, hatırlama…
Japonya’da Obon Bayramı ataların ruhlarını anmak için kutlanırken;
Afrika’da Kwanzaa, köklerle yeniden bağ kurmak içindir.
Brezilya’da Carnaval bir nevi içsel arınma, maskelerin ardındaki hakikati kutlamadır.
Noel, Paskalya, Holi, Diwali... Her biri kendi inancının içinde barışı, affı, ışığı arar.
Ve her biri insanlığın bir başka yüzünden aynı duaya katılır:
"Bayram ola!"
Ama ya ortak bir bayram?
Dünyanın bütün çocuklarının aynı sofrada oturduğu, dilin, ırkın, sınırın olmadığı bir gün?
Birleşmiş Milletler kararlarıyla değil; kalpten imzalanmış sözleşmelerle ilan edilmiş bir insanlık bayramı?
Ne silah sesi, ne açlık, ne ayrımcılık…
Sadece bir masa: Ortasında ekmek, çevresinde insanlar.
Ve bir kelime dolanıyor dudaklardan: Bayram ola…
Düşünsenize, bir gün bütün liderler gözyaşlarına tercüman olmayı öğrenirse;
Kudüs’e barış gelir, Şam’a bahar…
Gazzeli bir çocuğun başını okşar Berlinli bir kadın,
Kabil’den Tokyo’ya bir bayram tebessümü yayılır.
Bu bir ütopya değil.
Bu, bayramın asli hüviyetidir: İnsanlığı yeniden insan kılmak.
Çünkü bayram, geleceğe bakar hep...
Bayram, göç yollarında doğan bebeklerin vatansız büyümemesi için edilen duadır.
Bayram, Afrika’nın kırgın topraklarında yeniden yeşeren zeytin dalıdır.
Bayram; binlerce çocuğun, aynı anda kendi dillerinde "ben de buradayım" deyişidir.
Ve biz, bu çağda birbirimize bir bayram borçluyuz.
Toprağa, denize, gökyüzüne…
Anneye, çocuğa, göçmene, yetime…
Kendimize.
O hâlde, bayram ola…
İlk bayram, birbirimizi affettiğimiz gün başlayacak.
İkinci bayram, öteki dediğimiz herkesle aynı sofraya oturduğumuzda…
Üçüncü bayram, barışı sadece pankartlara değil, kalplere yazdığımızda gelecek.
Ve dördüncü bayram...
Belki de hiçbir bayrağın dalgalanmadığı ama insanlık onurunun göklere yükseldiği o büyük gün...
Bayram ola, dünya…
Bayram ola, insanlık…
Bayram ola, kara çağ...