SON YAZILAR
27.10.2025
Tüm Yazıları

Bitlis’in dağları, insan elinin değmediği yüksek yaylaları, kimyasal ilaçlardan arınmış florasıyla adeta bir doğa laboratuvarı. Bu coğrafyada arılar, yaratanın onlara öğrettiği yoldan gidiyor. Onun için “ondan (bal) insanlar için şifa vardır” buyruluyor. Çünkü her damla bal, kekik ve geven gibi endemik bitkilerin özünden süzülerek oluşuyor.

Yaylalardan dünyaya uzanan umut

Bitlis’in o saf yaylalarından süzülen her damla bal, doğanın bir mucizesi gibi ama aynı zamanda eğitimin, umudun ve toplumsal dayanışmanın da bir sembolü. Çünkü o bal damlaları eğitime bir umut oluyor.

“Kaldera Bal”

Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı (BETAV), yıllardır bir vakıf olmanın ötesinde bir vicdan kurumu gibi çalışıyor. 1987’den bu yana binlerce gencin eğitim yolculuğuna destek olan vakıf, 2021 yılında başlattığı Kaldera Bal projesiyle bu desteği kalıcı, sürdürülebilir ve üretime dayalı bir modele dönüştürüyor. İki bini aşkın arıcının emeğini bir çatı altında toplayan bu proje, bir markalaşma girişiminin çok ötesinde bir sosyal yatırım modelinin ete kemiğe bürünmüş hâli.

İşte Kaldera Bal’ı dünya sahnesine taşıyan büyük güç.

2400 metre yükseklikteki Bitlis yaylalarında bin bir çiçek arıya gıda olur; o arı, dağ kekiklerinden, gevenlerden, endemik bitkilerin özünden bir damla alır, sonra bir başka çiçeğe konar. Bu döngü, arıya ilham verenin ve onu bize ulaştıran insan emeğinin bir hikâyesi.

Bir sosyal yatırımdan uluslararası başarıya

Kaldera Bal, ilk damlasından itibaren toplumsal bir amaca adandı. BETAV’ın kurduğu 4.500 metrekarelik dolum ve paketleme tesisinde üretilen bal hem kalite hem sürdürülebilirlik açısından örnek bir model. Burada üretilen her bir kavanoz, binlerce öğrencinin geleceğini taşıyor. Çünkü elde edilen gelir, doğrudan burs fonuna aktarılıyor; her yıl yaklaşık 1.000 öğrenci, bu bal sayesinde eğitimine devam ediyor.

Vakfın bugüne kadar burs verdiği 4.600’ü aşkın mezun öğrenci yetiştirmiş olması, Kaldera Bal’ın ekonomik faaliyet olmasının yanında bir gelecek inşa projesi olduğunu gösteriyor. Bu yönüyle Kaldera hem bölgesel kalkınmanın hem de sosyal sorumluluğun adeta yeni bir dilini yazıyor.

Bitlis’in florasından doğan ödüllü safiyet

2023 ve 2024 yıllarında Londra’da düzenlenen International Honey Awards’ta Kaldera Bal, iki yıl üst üste altın madalya kazanıyor.

“Yüksek Yayla Balı” ve “Organik Bal” kategorilerinde gelen bu ödüller, Bitlis’in ve Türkiye’nin doğasından doğan potansiyelin de bir tescili gibi.

“Bir Değer Döngüsü”

BETAV Genel Sekreteri ve Kaldera Bal Yönetim Kurulu Üyesi Beritan Karaçay, projenin özünü “değer döngüsü” kavramıyla özetliyor:

“Bitlis, endemik bitki çeşitliliğiyle dünya markası çıkarmayı hak eden bir coğrafya. Biz bu potansiyeli, hem binlerce arıcının emeğini markalaştırarak dünyaya taşımak hem de bu değeri eğitime aktarmak için değerlendirdik. Artık her kavanoz bal hem sağlıklı bir ürün hem de bir burs kaynağı.”

Karaçay’ın da vurguladığı gibi, Kaldera Bal bir üretim projesi elbette ama aynı zamanda ekonomik, sosyal ve kültürel değerlerin iç içe geçtiği bir kalkınma modeli. Yerel üretici güçleniyor, bölge ekonomisi canlanıyor, gençler eğitimle buluşuyor ve tüm bunlar uluslararası düzeyde takdir topluyor.

Bir kavanozda doğa, emek ve gelecek

Bugün, market raflarında ve dijital platformlarda satışa sunulan “Kaldera Bal” ürünlerini satın aldığınızda o kavanozun içinde doğanın saflığı, arıcının alın teri ve öğrencinin umudu olduğunu bilmeniz gerekir. Çünkü her kaşıkta, Bitlis’in dağ kokusu duyulur; her damlada bir genç daha okula gider.

BETAV’ın geliştirdiği bu model, Türkiye’de sosyal girişimciliğin yeni bir yönünü işaret ediyor. Tarımı, eğitimi ve markalaşmayı aynı potada buluşturan bu yaklaşım, bir başarı öyküsü ve örnek bir kalkınma vizyonu.

Balın ötesinde bir hikâye

Bitlis’in yaylalarından süzülen o altın renkli damlalar, artık doğanın ve insan emeğinin de bir nişanesi. Bir coğrafyanın potansiyelini, bir halkın dayanışmasını ve bir ülkenin geleceğe bakışını sembolleştiriyor. Doğadan sofraya, sofradan eğitime uzanan bu hikâye, Türkiye’nin doğusundan dünyaya yayılan bir umut ışığı belki.

Kaldera Bal, bir değerin, bir emeğin ve bir geleceğin adı

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
27.10.2025
Tüm Yazıları

Galatasaray, Süper Lig’de rakiplerini çaresiz bırakmaya devam ediyor. Ligde 10 haftada 9 galibiyet alan ve Avrupa’da da galibiyet serisi oluşturmaya çalışan Okan Buruk ve öğrencileri rekora doymuyor. Özellikle Okan Hoca, takımının başında çıktığı 120 maçta 100’üncü galibiyetine imza attı. Osimhen ise 43 golle, hocasının futbolculuk kariyeri boyunca attığı gole ulaştı ve Göztepe’yi boş geçmedi.

Yenilmez

Torreira ve İlkay’ın yokluğunda orta sahada Sara yıldızlaşarak golü buldu. Icardi oyunun ikinci yarısında oyuna dahil olmasına rağmen tsubasa golü kaydetti. Galatasaray’da her maçın kahramanı ayrı olsa da hikayesi farklı olmuyor! Çünkü sarı-kırmızılı takım yenilgi nedir bilmiyor.

Ya VAR olmasaydı?

Galatasaray, Göztepe karşısında geriden gelerek galibiyete imza attı. Göztepe’nin ligin en az gol yiyen takımlarından birtanesi olduğunuda hatırlatmak isterim. Osimhen’in kaydettiği gol VAR olmasaydı güme gidecekti. Böyle bir pozisyonda hakemin VAR’a gitmesi tam anlamıyla fiyaskoydu. VAR’da görev alan hakemler topun Göztepeli futbolcudan çıktığını göremiyor mu? Ligde her geçen gün hakem skandalı artıyor. Bence, Göztepe’de Bokele’nin ikinci sarı karttan, kırmızı kart görmesi doğru karardı. Osimhen’e net şekilde dirsek atıyor. Pozisyonun başlangıcında Osimhen’in faul yaptığına katılmıyorum. Ağır çekimde ve cımbızla çeker gibi görüntülerle sonuca varılmaz...

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.10.2025
Tüm Yazıları

Kelimelerin gücü her zaman mühimdir. Yön verici bir pusula gibidir. Kudretli ve itaatkardır. Dile dökemediklerimizin tercümanıdır…


Kelimelerle oynamayı severim. Edilmez ifadeleri mümkün kılar. Hata gözetmez.
Hayatta da gözde kelamlar olur. ‘Zaman’ ve ‘Tavsiye’ gibi mesela…


İlk okuyuşta birbirine uzak gibi durur ama aslında insanın hayatı boyunca aynı sahneyi paylaştığı iki başroldür.


Zaman, çoğu zaman sessizdir. Akarken fark edilmez. Ancak geriye dönüp baktığında, aniden ne kadar uzağa gittiğini görürsün.


Kimimiz bir töreni, bir vedayı, bir sözü kaçırırız… Sonra bir gün, aradan yıllar geçmişken, o anın bıraktığı boşluğu doldurmak için bir şey yaparız. Belki bir fotoğraf çektiririz, belki aynı sokağa geri döneriz.


O sokak artık eskisi gibi değildir belki. Ama içimizde bir şey tamamlanır. Çünkü zaman, geriye dönmeyi değil, eksik kalan duygularla barışmayı öğretir.
Bir de ‘tavsiye’ vardır. Kulağa masum gelen, ama çoğu kez kulaktan girip kalbe uğramadan çıkan bir kelime…


Bir dostumun dediği gibi: “Tavsiye, bu hayatta bedava verilen en pahalı derstir.”
Tavsiyeyi dinlemek, tecrübenin acısını yaşamadan öğrenmek demektir. Ama biz insanlar, genelde tecrübeyi bizzat yaşamayı tercih ederiz.


Oysa zaman ve tavsiye bir araya geldiğinde, insan hayatını yönlendiren iki pusulaya dönüşürler.


Biri ne kadar vaktin kaldığını hatırlatır, diğeri o vakti nasıl değerlendirmen gerektiğini…
İkisini doğru kullanan biri, ne geçmişte takılı kalır ne de geleceğe gecikir. Çünkü hayat, aslında zamanın içinde verilen tavsiyeleri fark edebilme cesaretidir.


Belki de tüm mesele; ‘zamanı dinlemek kadar, doğru sözü duymayı da bilmek’ ten geçiyor
Geriye dönüp baktığında, hem geçen zamana hem de verilen öğütlere teşekkür edebiliyorsan…


İşte o zaman gerçekten ‘başarmış’sındır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.10.2025
Tüm Yazıları

Devletin yeniden demokrasi dışı yöntemlerle teslim alınma girişimi:

Casusluk soruşturması kapsamında gözaltına alınan şahısların ikametgâhlarında ve cep telefonlarında ele geçirilen veriler, dehşet verici bir tabloyu ortaya koydu. Ortaya çıkan bilgiye göre, şüpheli Hüseyin Gün isimli şahıs etrafında şekillenen ve yaklaşık 70.000 kişilik dijital bir yapılanmadan söz ediliyor.

Bu rakam, artık bireysel casusluk faaliyetlerini değil, örgütlü, sistematik ve uluslararası bağlantılı bir operasyonun varlığını işaret ediyor. Peki bu yapı ne yapmak istiyor? Amaç, Türkiye’nin karar alma mekanizmalarına, kamu bürokrasisine, yerel yönetimlerine ve medya altyapısına sızarak ülkenin bilişsel güvenliğini çökertmek; yani Türkiye’yi kendi içinde “zihinsel bir iç işgal” sürecine sokmak.

Ekrem İmamoğlu Dosyası: Hukuki Süreç mi, Stratejik Tuzak mı?

19 Mart’ta gündeme gelen Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması,bazı çevrelerce “Erdoğan’ın rakibini hukuk yoluyla tasfiye etme girişimi” şeklinde sunulmak istendi.

Oysa bu tür bir okuma, olup bitenlerin derin jeopolitik zeminini tamamen göz ardı ediyor. Bugün ortaya dökülen belgeler ve dijital veriler açık biçimde gösteriyor ki, küresel finans elitleri ve içerdeki işbirlikçileri aracılığıyla yeni bir hibrit darbe hareketliliği söz konusu

Bu savaşın sahası artık tanklarla, tüfeklerle değil; veriyle, bilgiyle, algıyla yürütülüyor. Ve bu sürecin merkezinde, sosyal medya bir savaş aygıtına dönüştürülmüş durumda.

FETÖ Kalıntıları, CHP Üst Yönetimi ve Sermaye Bağlantıları

Elde edilen bilgiler, FETÖ’nün içeride uyuyan hücreleriyle, kimi CHP üst yönetimi ve sermaye çevreleri arasında bir koordinasyon bulunduğuna işaret ediyor. Bu koordinasyonun amacı, Türkiye’nin iç siyasetinde kaotik bir atmosfer oluşturarak, Cumhurbaşkanlığı kurumunu uluslararası baskı altında bırakmak.

Fetö merkezlerinden gelen mesaj net:

“Elinizi çabuk tutun, Erdoğan’ı devirmekte gecikirseniz oyun bozulur.”

Bu talimatın yerli muhatapları da, toplumun ekonomik ve siyasi duyarlılıklarını kullanarak içeriden bir meşruiyet krizi üretmeye çalışıyor. Ekrem İmamoğlu figürü ise, bu oyunun psikolojik-siyasi cephesinde bir aparat olarak devreye sokulmak isteniyor. Bugün artık çok daha açık: Bu hazırlıklar, doğrudan yeni bir darbe denemesi kararlılığını içinde barındırıyor.

Mesele Bir Parti Meselesi Değil, Devletin Bekası Meselesidir

Bir kez daha altını çizelim: Bu mesele, ne bir parti meselesidir, ne de sadece Erdoğan meselesidir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’ni teslim almak isteyen küresel unsurlarla, devletin bekasını savunan milli güçler arasındaki mücadeledir. Devletin kurumları, özellikle de yargı, bu saldırılar karşısında tereddütsüz bir duruş sergilemektedir. Bu duruş, yalnızca bugünün değil, gelecek kuşakların bağımsız Türkiye’si için de hayati önemdedir.

Türkiye artık eski Türkiye değildir. Bu ülke, emperyalizmin içerde “vesayetli aktörler” eliyle kurguladığı hiçbir senaryoya boyun eğmeyecektir. Devlet aklı, tehditlerin nereden geldiğini görmekte; millet iradesi ise kimin safında durması gerektiğini artık çok iyi bilmektedir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
24.10.2025
Tüm Yazıları

Türk dizileri dünyanın dört bir tarafından yoğun ilgi görüyor. Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya, Balkanlar’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada Türk yapımları izleniyor. Peki, Türkiye’de izlenim oranı düşük diziler yurt dışı satışlarıyla nasıl ayakta kalıyor.
Türkiye’de dizilerin devam etmesinin en büyük unsurlarından biri de hatta en önemlisi reytinglerdir. Yani reytingler ne kadar yüksek olursa gelir ve dizinin ömrü o kadar uzun olur. Ancak son yıllarda bu kural değişti. Çünkü artık bir dizinin değeri sadece Türkiye sınırları içinde ölçülmüyor.
Düşük reyting alan diziler, çoğu zaman devasa prodüksiyon maliyetlerini karşılamaya yetmiyor. Ancak dizinin yurt dışı satışı olduğu zaman bütçelerde büyük oranda değişim oluyor.

“Hercai”, “Erkenci Kuş” veya “Sen Çal Kapımı” gibi yapımların düşen reytinglere rağmen devam etmesinin ilk kuralı ise yurt dışı satışları oldu.
Eğer dizi hem iç hem de dış pazarda parlak değilse ömrü kısa olur. Kanal, düşük reytingler karşısında maliyetleri karşılayamaz.
Bu sebeple yurt dışı satışları artık Türk dizilerinin kaderinde tamamlayıcı bir rol oynuyor. İlk olarak hala reyting günümüzde belirleyici bir etkiye sahip olsa da, yurt dışı satışı devamlılık sağlar. Türkiye’de biten dizi, Şili veya İspanya’da gündemin ilk sırasına oturmuş olabilir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
24.10.2025
Tüm Yazıları

Geçen hafta “Geleceğin Kodu Türkçe Yazılıyor” başlıklı yazımda, kuantum çağının eşiğinde duran Türkiye’den söz etmiştim. Yani bilimin merkezine yeniden insanı koyma zorunluluğunun mini bir özetini geçmeye çalıştım… Çünkü teknoloji, yalnızca bir üretim meselesi değil, aynı zamanda bir kimlik, bir anlam meselesidir.
Bugün o düşüncenin bir adım daha ötesine geçmeye çalışalım. İnsan, artık yalnızca teknolojiyi üreten değil; kendini yeniden tanımlayan bir varlığa dönüşüyor. Yapay zekâ ve biyoteknolojinin birleştiği bu yeni dönemde, “insan olmak” kavramı bile yeniden yazılıyor.
Eskiden doğaya ayak uyduruyorduk; şimdi insanoğlu doğayı ve kendini şekillendirme iddiasında. DNA diziliminden hücre yenilenmesine, beyin sinyallerinden duygusal algoritmalara kadar insanın bütün katmanlarına teknolojinin dokunduğunu hepimiz görüyoruz. Ama bu dokunuş, salt bir mühendislik değil, varoluşun yeni bir yorumu hükmündedir.
Bugün laboratuvarlarda geliştirilen biyosentetik organlar, yapay zekâ destekli ilaç keşifleri, hastalıkları önceden tahmin eden modeller, insan bedenini bir veri ekosistemine dönüştürüyor. Ama asıl dönüşüm, insanın anlam arayışında yaşanıyor... Bu meselenin uzmanlarının sorduğu soruları ülke olarak bizler sanki 10 yıl geriden takip ediyormuşuz gibi bir hisse de kapılmıyor değilim. Çünkü onlar “Ne kadar yaşayacağız?” sorusunu değil, “Nasıl bir varlık olacağız?” sorusuna cevap arıyorlar! Peki ya biz?
Aslında Türkiye’de bu dönüşümde sessiz ama güçlü biçimde ilerliyor. Nedenini bilmediğim bir şekilde bu konular Türk medyasında çok da fazla gündem olmuyor. Ama, TÜBİTAK’ın yapay zekâ ve biyoteknoloji çağrıları, adresini buluyor. Gördüğüm kadarıyla da genç beyinler de bu davete icabet ederek yeni ufuklar açıyor. Hatta üniversite laboratuvarlarında geliştirilen biyosensörler, kişiye özel tedaviler ve gen düzenleme çalışmaları, artık küresel standartlara yaklaşmış durumda diyebilirim.
Bu gelişmelere, yalnızca bilimsel gözle bakmak da mümkün değil, benim gözlemim bu ülkece kültürel bir yenilenmenin de içinde olduğunu gösterir örnekliktedir.
Evet, bu ülkede insanın geleceğini sadece algoritmalarla değil, değerlerle de inşa etmemiz gerekiyor.
Görüyorsunuz ki artık yapay zekâ, insanlığın en büyük boy aynasıdır. Buna ister inanır ister inanmazsınız ancak durum tam olarak budur. Ve o aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, bir tüyleri diken diken eden veya bir devrim kadar umut vericidir. Bu devrimlerin bir de biyoteknolojiyle birleştirildiğinde, bu ayna da hücrelerimize kadar inildiğine de şahit olacağız... Ve belki de tarih boyunca ilk kez, “kendimizi yeniden yazma” gücüne sahip olacağız.
Esas konuşulması gereken ise bu saatten sonra bu gücü nasıl kullanacağımızdır. Zira bu bizi tarif edecek en önemli argümanımız olacak. Meselenin sadece insanı kopyalamak olmadığını, insanlığı nasıl korumamız gerektiğini burada anlamış olacağız.
Bu ülkenin genç zihinlerinin geçmişlerine, ecdatlarına olan saygıları gereği geleceğin en büyük buluşunun, bir makine olmadığını, vicdanla şekillenmiş bilgelik olacağını adım gibi biliyorum. Ve huzurluyum.
Haftaya, aynı yerden; belki insanın değil, insanlığın hafızasını konuşmak isterim. Çünkü kendini güncelleyen insan, aslında hatırlamayı da bilmeli diye düşünüyorum.
Kalın sağlıcakla…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
23.10.2025
Tüm Yazıları

Bazı teknolojiler vardır; ilk çıktığında 'aman ne gereksiz şey bu ya' denir. Sonra bir süre ortadan kaybolur, hatta gömülür. Ama bir gün yeniden karşımıza öyle bir şekilde çıkar ki, hepimizi ters köşe yapar. İşte ben buna çifte kavrulmuş teknolojiler diyorum. İlk seferinde tutmaz ama ikinci seferde tadından yenmez.

Düşünsene, tarih boyunca kaç tane böyle hikaye var. İnsanlık bazen fazla erken davranıyor, bazen de fazla kör. Teknolojiye şans tanımıyoruz, ama o küllerinden doğup ikinci raunda çıkınca ringi alıyor.
Mesela çok da geçmiş olmayan bir tarihten örnekler verelim, o zaman ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz.

TABLET BİLGİSAYARLAR – NEWTON’UN İNTİKAMI

Apple, 1993’te Newton isimli PDA cihazını çıkardı. Kalemle yazı yazıyorsun, not tutuyorsun, aslında bugünkü İpad'in atası. Ama millet dalga geçti, yazıyı doğru düzgün tanıyamıyordu, pahalıydı, kaba saba bir tasarımı vardı. Kısaca çöp dediler.

Aradan yıllar geçti. 2010’da Steve Jobs sahneye çıktı ve İpad'i tanıttı. O gün o salonda bir anda tarihin en büyük ters köşesi yaşandı. Çünkü 17 yıl önce gömülen fikir, internetin ve dokunmatik teknolojilerin gelişmesiyle yeniden kavrulmuştu. Bugün İpad kullanmayan çocuk bile yok. Newton? Tarihin tozlu rafında. Ama fikrin ruhu, ikinci şansını buldu.

ELEKTRİKLİ ARABALAR – DEFALARCA DİRİLEN ZOMBİ

Elektrikli arabalar aslında 1800’lerin sonlarında vardı. Hatta 1900’lerde Amerika’daki arabaların üçte biri elektrikliydi. Ama içten yanmalı motorlar daha ucuz ve pratikti. Elektrikli arabalar birinci raundu kaybetti, hem de nakavtla. 1990’larda General Motors, EV1 diye bir elektrikli araba yaptı. Kullanıcılar bayıldı ama şirket birden programı iptal etti. Arabaları toplatıp hurdalığa yolladılar. O günün aktivistleri hala “Who Killed the Electric Car?” diye sorar.

Sonra sahneye Tesla çıktı. Elon Musk ve tayfası bu çöpe atılmış fikri aldı, çifte kavurdu, üzerine sosunu döktü. Bugün elektrikli arabalar sadece gelecek değil, devlet politikası haline geldi. Yani zombi geri döndü, hem de dünyayı değiştirmek için.

SANAL GERÇEKLİK – OYUN DEĞİLMİŞ MEĞER

90’larda sanal gerçeklik gözlükleri vardı. Hatta Sega ve Nintendo bile kendi VR cihazlarını çıkardı. Ama çözünürlük berbattı, kafanda kocaman bir tost makinesi taşımak gibiydi, baş ağrısı yapıyordu. Kimse de gelecek burada diyemedi.

2012’de Oculus sahneye çıktı. Bu kez grafikler iyiydi, internet hızlanmıştı, oyun ekosistemi hazırdı. Meta (Facebook) milyar dolarlık yatırımla işi sahiplendi. Artık VR, sadece oyun değil, iş toplantısı, eğitim, terapi, hatta uzaktan ameliyat için bile kullanılıyor. 90’ların komik oyuncakları, 2020’lerde dünyanın ciddi araçlarına dönüştü.

YAPAY ZEKA – 70 YILLIK SABIR TAŞI

Aslında yapay zeka lafı 1950’lerde vardı. 60’larda bir heyecan, 80’lerde uzman sistemler, sonra bir sessizlik. AI kışı dediler. Çünkü bilgisayarlar yavaş, veri yok, işlem gücü yetmiyor. Sonra bir gün internet sayesinde milyarlarca veri, ucuz işlem gücü ve gpu'lar birleşti. ChatGPT, Midjourney, Copilot, hepsi aynı anda hayatımıza daldı. İnsanlık ya bu da mı gol değil? dedi. Hatta öyle gol oldu ki, yazılımcılar bile “bitiyoruz galiba” diye paniklemeye başladı. 70 yıllık hayal, çifte kavrulunca en büyük dönüşüm hikayesine dönüştü.

DRONELAR – OYUNCAKTAN SAVAŞ ALANINA

90’larda dronelar oyuncak gibi görülüyordu. Küçük helikopter işte, ne yapacaksın? deniyordu. Ama çifte kavrulmuş teknolojilerde işler böyle olmuyor. Bugün dronelar tarımda ürün ilaçlıyor, kargo taşıyor, film çekiyor, savaşta orduların kaderini değiştiriyor. Bir zamanlar hobi olan şey, şimdi devletlerin stratejik gücü.

ÇİFTE KAVRULMANIN SIRRI NE?

Bu hikayelerin ortak noktası şu: teknoloji bazen yanlış zamanda doğuyor. Yani fikir doğru, ama dünya hazır değil. İnternet yokken sosyal medya olmazdı. Pil teknolojisi zayıfken elektrikli araba hayal olurdu.

Ama fikir ölmez. Bekler. Uygun zemin oluşunca, biri çıkar 'dur yahu, bu iş şimdi olur' der. Ve olur. İşte o yüzden, bugün 'bu fikir saçma' dediğimiz her şey aslında yarının unicornu olabilir. Çöpe attığımız girişimler, gelecekte bir gün geri dönüp bizi tokat gibi şaşırtabilir.

Bugün baktığında, metaverse hala sallanıyor. Kripto para herkesin ağzında ama bir o kadar da tartışmalı. Kuantum bilgisayarlar ise hala uçuk bilim kategorisinde. Belki bunlar da şu anda başarısız görünüyor. Ama kim bilir, 10 yıl sonra 'çifte kavrulmuş' olarak geri dönüp hayatımızı altüst edecekler.

O yüzden erken gömmeyelim. Teknoloji biraz Türk kahvesi gibidir: bir kere kavrulur, olmaz. İkinci kavrulmada ise tadına doyulmaz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.10.2025
Tüm Yazıları

“Bölüm başına 4 milyon TL alıyor” son günlerde oyuncularla ilgili sık sık gördüğümüz bu haberler düşündürmeye başladı. Toplamda normal bir insan ya da 3 kişilik bir aile bile aylık asgari ücret ve biraz üstü maaşla geçinmeye çalışırken kamera karşısına çıkan “bu insanların ne özelliği var?” diye düşünmeden edemiyorum.

Bölüm başına 4 milyon TL… haftalık 4 milyon TL gerçeğini normal karşılamamız büyük bir sorun. Bu kişi aylık 16 milyon TL kazanıyor. Günümüz ekonomisini ve fiyatları düşünürsek bu parayla gayet iyi ev-araba alınır tatil yapılır ama peki biz ne kazanıyoruz?

Kira ödeme süreçlerinde bile zorlanmaya başladığımız bu çağda bu parayı 10 yıl çalışsak bile kazanamıyoruz. Toplumun en büyük problemi bunları normalleştirmemiz. Nereden geliyor bu değirmenin suyu bunlara? Bizde yok! Sadece Türkiye değil dünya şartlarında hiçbir ülkede bu parayı kazanamıyor insanlar ancak bu oyuncular yapım şirketleri nasıl oluyor da kazanıyor? Bir kişi 4 milyon TL alırken o adamı çeken kameramanın haftalık değil aylık 100 bin TL kazanması şakasını da kabullenmek büyük sıkıntı. Dünyada komple bir ekonomik denge politikası izlenmesi gerekiyor. Ama maalesef bu sefer kürk de yok para da!

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.10.2025
Tüm Yazıları

Kadıköy’de gezdiği bit pazarında öldürülen 15 yaşındaki Ahmet Minguzzi’nin davasında açıklanan karar sadece bir annenin değil, tüm Türkiye’nin yüreğini yaktı.

Altıncı kez hakim karşısına çıkan sanıklardan Umutcan Baba ve Berkay Budak’a 24 yıl hapis cezası verildi, Ayberk Doğan ve Kerim Özbağ ise beraat etti.

Ancak kararın detayları, toplumun vicdanında beklenen rahatlamayı sağlamadı.

Çünkü sanıklara verilen 24 yıl hapis cezasının sadece 16 yılı cezaevinde geçirilecek.

9 yılı kapalı, 6 yılı açık cezaevi… Son 1 yılı ise denetimli serbestlik!

Yani Ahmet’in katilleri, 30 yaşına bile gelmeden dışarıda olacak.

Ahmet’in yaşıtları okul sıralarında otururken, onu hayattan koparanlar dışarıda özgürce dolaşacak.

Öfke, korku, hayal kırıklığı… Tüm duyguları aynı anda hissettiren derin bir çığlık...

Ahmet’in annesi Yasemin Minguzzi, duruşma salonunda ''Bu mu adalet?'' diye haykırırken sadece oğlunun değil, bu ülkede sokakta öldürülen, kaybolan, susturulan bütün çocukların sesi oldu.

Ahmet Minguzzi’nin adı artık sadece bir dosya numarasına sıkıştırılamaz.

Bu dava, 'çocukların hayatı bu kadar ucuz olmamalı' diyen herkesin davası.

Karara itiraz etmekle birlikte yapılması gereken bu ülkede bir daha hiçbir annenin adliye önünde haykırmak zorunda kalmayacağı şekilde suçlulara caydırıcı cezalar vermek.

Adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, vicdanlarda da yerini bulsun.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
21.10.2025
Tüm Yazıları

1974 yazında Türk ordusu, tarihe “Barış Harekâtı” olarak geçen o büyük adımı attığında, Kıbrıs Türk halkı ölüm ile varlık arasındaki en keskin çizgideydi.

Bir millet, yok edilmenin eşiğinden dönmüş; yalnızca canını değil, onurunu da kurtarmıştı.

O gün, %3’lük dar bir alanda sıkışmış Türk nüfus, kendi kaderini yeniden yazdı. Toprak genişledi, özgürlük yeniden filizlendi.

Ama ne yazık ki o zafer, uzun vadeli bir bilinç inşasıyla taçlandırılamadı.

Aradan geçen yarım yüzyılda Türkiye, askeri bir başarıyı stratejik bir geleceğe dönüştürmekte ciddi bir sınav verdi.

Eğitimden kültüre, demografiden kimlik inşasına kadar birçok alanda pasif, hatta edilgen bir seyir izlendi.

Kıbrıs’ta “kurtarılmış topraklar” korunabildi belki, fakat “kurtarılmış zihinler” kaybedildi.

Rum tarafı, çocuklarına hâlâ aynı masalı anlatıyor:

“Ada Rumlara aittir, Türkler işgalcidir.”

Ve bu masal, yıllar geçtikçe inanca, inanç da politik bilince dönüşüyor.

Oysa Türk tarafında, ders kitapları 1974 öncesine dair tek bir satırla bile değinmiyor. Tarih unutturuluyor, kimlik silikleşiyor, millî hafıza bir müfredat hatasının satır aralarında kayboluyor.

Bu boşluk, elbette birileri tarafından dolduruluyor.

1975 sonrası Türkiye’den adaya yerleştirilen binlerce Türk ailesi, zaman içinde bilinçsizce kimlik krizi yaşayan kuşaklar yetiştirdi.

Yeni nesil, ne tam Kıbrıslı ne de tam Türkiyeli...

Kökleri bulanık, yönü belirsiz bir kimlik sarkacında gidip geliyor.

Bu zemin, doğal olarak Türkiye karşıtlığının mayalandığı bir toplumsal iklime dönüştü.

Seçimlerin Aynasında Yeni Gerçeklik

Ve bugün, bu kimlik erozyonunun en somut sonucu, sandıkta karşımıza çıktı.

19 Ekim 2025’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Tufan Erhürman, oyların %62,8’ini alarak yeni cumhurbaşkanı seçildi.

Türkiye ile yakın ilişkileri savunan mevcut başkan Ersin Tatar ise yalnızca %35,8’de kaldı.

Bu tablo, artık Kıbrıs Türk halkının büyük bir kesiminin yönünü Ankara’dan değil, Brüksel’den bulacağını gösteriyor.

Erhürman’ın söylemi uzun süredir aynı eksende:

Federal çözüm, AB üyeliği, Rum tarafıyla birleşme vizyonu.

Bu ise Türkiye’nin “iki devletli çözüm” ısrarıyla taban tabana zıt.

Dolayısıyla bu seçim sonucu, yalnızca bir iktidar değişikliği değil, Türkiye’nin ada üzerindeki politik ve kültürel nüfuzunun gerilemesi anlamına geliyor.

Zihinlerde Kaybedilen Savaş

Sandığa giden seçmenlerin önünde dört aday vardı; bunlardan üçü, Türkiye’ye mesafeli değil, doğrudan karşıt bir çizgideydi.

Kimi Avrupa pasaportu hayaliyle “KKTC diye bir şey yoktur” diyordu,

Kimi “Ankara gölgesinden çıkalım” çağrısını “bağımsızlık” kisvesine bürüyordu.

Ve bugün bu söylemler, toplumun neredeyse yarısı tarafından desteklenir hale geldi.

Bu tabloyu sadece bir seçim gerçeği olarak görmek büyük bir yanılgıdır.

Bu, yıllardır süren zihinsel ihmalin, kültürel kopuşun ve eğitimdeki boşluğun fotoğrafıdır.

Türkiye, Kıbrıs’ta sadece bir askeri varlıkla değil, bir medeniyet iddiasıyla bulunmak zorundaydı.

Fakat bu iddia ne müfredata, ne medya diline, ne de toplumsal hafızaya yansıyabildi.

Sonuçta, artık mücadele toprakta değil, zihinlerde kaybediliyor.

Beş Yıl: Son Pencere

Kıbrıs, eğer önümüzdeki beş yıl içinde stratejik, kültürel ve eğitimsel anlamda yeniden yapılandırılmazsa;

Nüfus planlaması yapılmaz, tarih bilinci köklenmezse;

Yeni bir “Barış Harekâtı” gerekmeden sessizlikle kaybedilecek.

Bu kez tankla değil, ihmalle;

Bu kez kurşunla değil, ihmalin soğuk sessizliğiyle.

Bir Ayna Olarak Kıbrıs

Kıbrıs, bugün bir coğrafyadan çok daha fazlasıdır.

Türkiye’nin dış politikadaki hafızası, kendi kimliğini koruyabilme iradesinin aynasıdır.

Ve o ayna, her geçen gün biraz daha buğulanıyor.

Buğuyu dağıtmak, yalnızca diplomasiyle değil, eğitimle, kültürle, tarihle mümkündür.

Yoksa bir sabah, buğulu aynada artık kendi yüzümüzü göremeyeceğiz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş