SON YAZILAR
15.10.2025
Tüm Yazıları

Katil İsrail’in Gazze’de yıllardır sürdürdüğü vahşetin ardından sonunda bir ateşkes sağlandı.

Ancak herkesin aklında tek bir soru var: Gerçekten barış mı geliyor, yoksa yeni bir oyunun perdesi mi açılıyor?

Mısır’da düzenlenen Barış Zirvesi, kağıt üzerinde umut verici.

Arabulucu ülkeler konumundaki Türkiye, ABD, Mısır ve Katar’ın imzaladığı kalıcı barış niyet beyanı, bölgede yıllardır kanla yazılan tarih için yeni bir sayfa açabilir.

Ancak masanın iki önemli figürü dikkat çekiyor: Tabii ki İsrail ve arkasındaki Trump yönetimi!

Bu süreçte, İsrail askerleri ‘sarı hat’ diye tanımlanan noktalara doğru kısmi şekilde çekildi. Gazze’ye ilk insani yardım tırları girdi, esir değişimi süreci gerçekleştirildi.

Bugün ise İsrail'in Refah Sınır Kapısı’nı açması bekleniyor.

Bir yanda barışın başlangıcı olabilecek bu tablo, diğer yanda kısa bir nefes arası olabilir!

Çünkü dünya daha önce de bu filmi defalarca izledi…

Her ateşkesin ardından gelen yeni saldırılar, her anlaşmadan sonra artan yerleşim politikaları…

Madem bu adımlar atılabiliyordu, neden on binlerce insan öldükten sonra? Neden çocuklar, kadınlar, yaşlılar katledildikten sonra?

Türkiye de Mısır, Katar ve ABD ile birlikte anlaşmanın sahadaki uygulamalarını denetleyecek ortak görev gücü içinde bulunuyor.

Bu, Türkiye’nin bölgedeki diplomatik ağırlığını yeniden hissettirdiği bir adım.

Orta Doğu’da dikkatli olunması gereken yeni bir dönem başlıyor.

Çünkü İsrail’in 'geri adımı', çoğu zaman sonraki hamlenin parçası olur...

ABD ise bölgede 'barışın hamisi' rolünü üstlenirken aslında güç dengelerini yeniden dizayn etmenin peşinde.

Barışın gerçekten kalıcı olabilmesi için Gazze’nin yeniden inşası, sivillerin korunması, savaş suçlarının yargılanması ve ablukanın tamamen kaldırılması gerekiyor.

Yoksa bu ateşkes, sadece geçici bir illüzyon olur.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
13.10.2025
Tüm Yazıları

Adana’ya her gelişimde aynı duyguyu hissederim: bu şehir Akdeniz coğrafyası ve Çukurova denilen mümbit toprakların içinde kokusu, sesi ve insanı ile tam anlamıyla yaşayan bir kültür… Her yıl biraz daha büyüyen ve biraz daha kök salan Adana Lezzet Festivali de bu kültürün en parlak yansıması, adeta kendisine ayna tutan bir gelenek…

Bu yıl dokuzuncusu düzenlenen festival, “Kuşaktan Kuşağa” temasıyla, geçmişin lezzetlerini geleceğin sofrasına taşıyan bir köprü gibi.

Adana Valiliği himayesinde, Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyelerinin desteğiyle 10-12 Ekim tarihlerinde Adana Merkez Park’ta gerçekleşen festival, bir karnaval coşkusundan öte lezzet cazibe merkezini andırıyordu adeta.

Festivalin cümbüşüyle yankılanan sokaklarda, yöresel kıyafetlerin renkleri gökyüzüyle yarışıyor, kortej yürüyüşü adeta bir kültür geçidi hâline dönüşüyordu. Ve o an… Mangal ateşi yakıldığında, duman etin değil, geçmişten bugüne taşınan bir geleneğin kokusunu göğe savuruyordu sanki.

“Lezzet, yalnızca damak tadı değil, bir hayat kültürüdür”

Adana Valisi Yavuz Selim Köşger’in sözü bu anlamda kent için çok değerli. Gerçekten de öyle. Adanalı lezzeti bildiği gibi paylaşmayı da bilir; sofraya kebap ve diğer lezzetlerle birlikte değil, dostluğunu, misafirperverliğini, gönül zenginliğini de koyar. Belki de bu yüzden bu şehir, UNESCO Gastronomi Şehri unvanına en layık adaylardan biri… Çünkü burada lezzet, tabakta başlar belki ama insanda, üretimde, emeğin terinde ve toprağın bereketinde saklı olarak devam eder.

Ben de bu yıl yine festivalin bir parçası olmanın mutluluğunu yaşadım.

Her sene üstüne kata kata büyüyen bu etkinlik, sadece Adana’ya değil, Türkiye’nin gastronomi dünyasına da nefes katıyor. Altı ay kadar önce başka bir etkinlik için ile geldiğimde de aynı şeyi düşünmüştüm: Adana, artık bir festival kenti olmayı çoktan hak ediyor.

Bu kez kebapların, ciğerlerin dumanı arasında bir mola verip şehrin en iyi restoranlardan birinde nefis balıklar yedik. Çünkü Adana kebabın yanında engin sularında yetişip yine közde pişen lezzetlerin de şehridir. Balığın yanına şalgam, şalgamın yanına da keyifli bir sohbet yakışır burada.

Kadın kooperatiflerinin birliği

Festivalin bir başka güzel yanı da kadın emeğinin bu büyük şölende yer bulmasıydı. On bir kadın kooperatifi el ele verip bir birlik kurmuş. Ulucami yakınında valiliğin tahsis ettiği alanda kendi ürettikleri ürünleri satma imkânı bulmuşlar. Anadolu’nun bereketli topraklarında kadın eliyle büyüyen bu üretim hareketinin tüm illerde de örnek alınmasını dilerim. Çünkü gastronomi yemek değildir; üretimdir, dayanışmadır, geleceğe kök salmaktır.

Adana artık yalnız yürümüyor

Vali Köşger’in de vurguladığı gibi, Adana artık yalnız yürümüyor; Hatay, Gaziantep, Mersin, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş gibi kadim lezzet şehirleriyle birlikte bölgesel bir gastronomi atlası oluşturuyor. Bu birliktelik, gastronomi turizmini olduğu kadar, kültürümüzü de güçlendirecek.

Bu yıl festival geçen yıllardan daha mı iyiydi, yoksa bir tık daha mı sadeydi, tam karar veremedim. Ama şunu biliyorum: Adana’nın sokaklarında gezerken, farklı şehirlerden gelen insanların heyecanına şahit oldum. Her biri bir lokmanın, bir sohbetin, bir kentin hikâyesini arıyordu. Ve buldular da…

Çünkü Adana, arayanın bulduğu, tattıkça anlaşılan bir şehir…

Adana Lezzet Festivali, her geçen yıl olduğu gibi nefis tatlarıyla insanlara dokunuyor. Ateşin başında pişen her kebapta, kadınların tezgâhında sergilenen her ürünle, ustaların terinde bir hikâye var. Adana, lezzetiyle, emeğiyle ve insanıyla bu unvanı fazlasıyla hak ediyor.

Ve ben inanıyorum:

Bir gün Adana, Türkiye’nin ve belki de dünyanın lezzet başkenti olarak anılacak. Kim bilir? O gün geldiğinde, bu ateşin ilk kıvılcımını yakanların emeği, tarih sayfalarında bir gurur vesilesi olarak yerini alacak.

Çünkü Adana’da pişen et değil, pişen kardeşliktir, berekettir, umuttur.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
12.10.2025
Tüm Yazıları

Toplumların zamanla sessizleştiği anlar vardır. Kimi zaman bu sessizlik, olgun bir kabullenişin değil, tekrarlanan umutsuzlukların mirasıdır.

Bir düşünce, bir kimlik, bir yaşam biçimi defalarca yanlış anlaşıldığında, sonunda insanlar anlatmaktan vazgeçer.

Anlaşılmamak, bir süre sonra ‘zaten anlatılsa da değişmez’ duygusuna dönüşür.

Bu durum yalnız bireylerin değil, toplumun da ruh hâlini yansıtır: Kabullenilmiş çaresizlik…

ÇEŞİTLİLİĞİN ARMONİSİ

Bir ülkenin insanları, yıllar boyunca önyargılarla, kalıplaşmış fikirlerle, birbirini dinlemeyen seslerle karşılaştığında,
zamanla tepki verme refleksini kaybeder.

Bir noktadan sonra ne yanıt verir, ne tartışır…

Bugün de böyle bir sessizliğin içindeyiz belki. Birinin kıyafetine, inancına, görünüşüne ya da konuşma biçimine bakarak nasıl biri olduğuna karar veriyoruz.

Oysa toplum dediğimiz yapı, tek tip bir düşüncenin değil, çeşitliliğin sesinden doğan bir armoni. Bu armoni bozulduğunda, sessizlik yayılır, kabullenmekten kaçınılır hâle gelinir.

KALABALIKLARIN ARASINDAKİ YALNIZLAR

Kabullenilmiş çaresizlik, görünürde sükûnettir ama aslında içten içe bir yorgunluğun işaretidir.

İnsanlar, ‘düzelmez’ diyerek geri çekilir, insanlar metropollerdeki kalabalıklar içinde yalnızlaşır.

Oysa değişim, dışarıda bir dokunuşta değil, içeride bir fark edişten başlar. Toplumun her kesimi, kendini ifade edebilme cesaretini yeniden kazanmadıkça, hiçbir değişim tam anlamıyla mümkün olamaz.

Belki de bu sessizlik hâlinden çıkış, büyük söylemlerle değil, küçük davranışlarla başlar.

Birinin kim olduğuna değil, nasıl bir kalbe sahip olduğuna bakabilmekle. Kelimeler yerine anlamı, görünüş yerine özü fark edebilmekle.

Ve en önemlisi, farklılıkların bizi bölen değil, tamamlayan yanlar olduğunu hatırlamakla.

Çünkü bazen bir toplumun en büyük direnişi, nazik kalabilme cesaretidir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
12.10.2025
Tüm Yazıları

İstanbul’da sahnelenen “Uluslararası İstihbarat Kongresi”, bir akademik toplantıdan çok daha fazlasıydı.
Kâğıt üzerinde görünen program, istihbaratın bilgiyle buluştuğu bir “entelektüel forum”du; ancak perde arkasında işleyen mekanizma çok daha derin, çok daha stratejikti.

MİT’in bu kongreyle yapmak istediği şey, bir vitrinden çok bir manifestoydu: Türkiye, artık sadece sahada operasyon yürüten değil, masada kavram üreten, kendi doktrinini inşa eden bir istihbarat aklını dünyaya ilan ediyor.

Bu bir güç gösterisi değil, bir zihin vitriniydi.
İstihbarat dünyasında en gürültülü mesajlar çoğu zaman en sessiz toplantı salonlarında verilir. MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Kahire’deki müzakere masasından kalkıp İstanbul’daki bu açılışa bizzat katılması da bu sessizliğin içindeki en yüksek sesti. Bu tesadüf değil, zamana karşı dikkatle örülmüş bir stratejik senkronizasyondu.

Kuruma yeni bir kimlik kazandırma çabası, bu buluşmanın satır aralarında gizliydi: Saha refleksiyle masadaki kavramsal kapasiteyi aynı bünyede birleştirmek.
Türkiye, bu hamleyle hem rakiplerine hem müttefiklerine “artık yalnızca bilgi toplayan değil, bilgiyi şekillendiren bir aklın sahibiyim” mesajı veriyor.

Listeye bakın: Yapay Zeka, Nörobilim, Medikal İstihbarat, Finansal İstihbarat.
Bu başlıklar, akademik merakın değil, geleceğin güç haritasının koordinatlarıdır.
“Medikal istihbarat”, bir virüsü tahmin etmekten çok, bir liderin sağlık raporundaki bir notu uluslararası politikada ne zaman kullanacağını bilmektir.
“Nörobilim” ise, kitle psikolojisini çözerek bir toplumun korkularını ve arzularını yönlendirebilme sanatıdır.

Bu kongre, yeni çağın “silahsız silahlarının” sergilendiği bir fuar gibiydi.
Demirden değil, veriden; barutla değil, bilinçle çalışan silahlar…

Kamuoyuna “akademikleşme” olarak sunulan bu vizyon, aslında iki hedefe yöneliyor:
Birincisi, Türkiye’nin uluslararası istihbarat mimarisinde yeni bir konum alması.
İkincisi ise içeride, insan kaynağını dönüştürmesi.
MİT artık sadece cesur saha ajanlarını değil; veri analistlerini, sosyologları, davranış bilimcileri, hatta felsefecileri de kendi evrenine davet ediyor. Bu, istihbaratın “zihin mühendisliği” evresine geçişinin ilanı.

Kongredeki “ismi açıklanmayan 19 ülke temsilcisi” detayı da en az içeriğin kendisi kadar anlamlı. Çünkü mesele kimlerin geldiği değil, bu çağrıya kimlerin dahil edilmediği. Bu bir yoklama: Türkiye, hangi ittifak kümesine dahil olacak veya kendi eksenini mi kuracak? Gizlilik burada güvenlik değil, diplomatik bir koz olarak işlev görüyor.

Dünya artık bilek güreşinden, veri güreşine geçti.
Tanklar, tüfekler, gemiler hâlâ sahnede; ama oyunun yönünü artık bir yazılım güncellemesi, bir algoritma, bir psikolojik analiz değiştirebiliyor.
Bir ülkenin kaderi, bir “Finansal İstihbarat” hamlesiyle, bir seçim verisinin manipülasyonuyla şekillenebiliyor.

MİT, bu yeni çağın mantığını erken okuduğunu göstermek istiyor: “Savaşın biçimi değiştiyse, aklın biçimi de değişmek zorunda.”
Kongre, işte bu dönüşümün sembolüydü.
Artık “reaktif” değil, “proaktif” bir akıl devri başlıyor.
Yani bir tehdidi beklemek yerine, tehdidi doğuracak zemini henüz tohumken analiz edip yönlendirme çabası.
Bu, daha az kan dökülen ama daha fazla akıl teri dökülen bir dönem anlamına geliyor.

Sonuçta bu kongre, Türkiye istihbarat tarihinin yeni bir sayfasını açacak.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.10.2025
Tüm Yazıları

Haberler yayınlandıktan sonra sosyal medyada yorumlar, paylaşımlar yapılmaya başlıyor. O ölen kişilerin ailesi olduğu, işin aslının ne olduğunu bilmeden hem de. Son olarak evinin penceresinden düşerek hayatını kaybeden Güllü’nün ölümüyle ilgili soruşturma sürerken, çocuklarına yapılanlar, sosyal medyanın negatif yönlerini tekrar gözler önüne serdi.

Çocukları hakkında hemen spekülasyonlar yapıldı. “Neden paylaşmadılar?”, “Hiç mi üzülmediler?”, “Story atmadı bile!” “Videoyu neden paylaştılar? gibi sorular sorulmaya başladı. Oysa acının şekli sorgulanmaz, olay sonucu belli değilken kimse suçlanamaz gibi gerçekler vardır.

Güllü’nün oğlu ve kızı son röportajında acılarını yaşayamadıklarını belirtip gözyaşlarına boğulmuştu. Güllü’nünn otopsi raporu çıkmasının ardından sosyal medyada yapılan yorumlar bir bir ortadan kalktı. Sosyal medyanın kişiler üzerindeki etkisinin kısa sürede nasıl büyük bir boyuta ulaştığı bu olayla bile gözler önüne serildi. Bir anda herkes savcı, hakim oldu ve sosyal medyada adalet dağıtır hale geldi.

Bugün Güllü'nün otopsi sonucunda alınan örneklerde başka birine ait herhangi bir DNA izine rastlanmadı. Özellikle Güllü'nün tırnaklarından alınan örneklerde başka birine ait DNA'nın olmaması, olay öncesi herhangi bir boğuşma olmadığı ihtimalini güçlendirdi. Sonuçlar gün yüzüne çıkmadan yapılan yorumlar, sosyal medyanın insanlar üzerindeki etkisini gözler önüne serdi.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.10.2025
Tüm Yazıları

Güven ve güven duygusu, insanlığın en eski algoritmasıdır. Bir bakışla, bir sözle, bir yolculukla, sofrada tuz ekmek paylaşmayla veya bir sessizlikle kurulurdu eskiden.

Şimdi o algoritma, veriyle, kodla, makineyle yeniden yazılıyor biliyorsunuz…
Yazılıyor yazılmasına da, insan bu ister istemez hâlâ “güven”mek istiyor!

***

Geçtiğimiz hafta İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen IAB Connect: Medyada Yapay Zekâ zirvesinde bunu etraflıca düşünme fırsatı yakaladım. Moderasyonunu üstlendiğim oturumda, haberciliğin geleceğini tartışırken aslında hepimiz aynı eksende buluştuk: “’Güven”i kim koruyacak?”

Bir yanda yapay zekâ destekli içerik üretimi, diğer yanda doğrulama süreçleri...
Bir tarafta reklamcılığın kişiselleştirilmiş hedefleme teknolojileri, diğer tarafta veri mahremiyeti... Hepsi aynı denklemin parçaları, yani güvenin dijital anatomisinin.

Yapay zekâya güvenmek, birine sırtını dönmekten daha zor artık. Çünkü makine bizim gibi hata yapmıyor belki ama bizim kadar da pişman olmuyor! Bu fark, insanın yerini değil, sorumluluğunu değiştiriyor. Artık “doğruyu seçen” biz değiliz; “doğruyu tanımlayan” biz olmalıyız!

Dijital Varlıklar olarak son dönemde TGRT Haber ve Türkiye Gazetesi dijital platformlarında yaptığımız yapay zekâ yatırımlarının da temelinde tam da bu arayış var. Teknolojiyi sadece hız için değil, güven için nasıl konumlandırabiliriz?
Bir haberi okurun alışkanlıklarına göre öneren sistem, aynı zamanda onun dünyasını nasıl daha adil biçimde aydınlatabilir? Ya da içeriği hızla özetleyen bir algoritma, gerçeği basitleştirmeden nasıl koruyabilir?

Bu soruların yanıtını ararken, IAB Connect’te bir konunun özellikle altını çizdim:
Artık yalnızca kişiselleştirme değil, yerelleşme de dijital haberciliğin merkezinde olmalı.
Oturumun katılımcılarından biride TGRT Haber.com Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Günay’dı. Kendisi TGRT Haber’in yeni yapay zekâ destekli yazılım altyapısı sayesinde, çok yakın zamanda kullanıcılarının habere hangi şehirden giriyorsa, o bölgedeki gelişmeler de onların ekranında olacağı ve bu konuya çok önem verdiklerini belirtti.
Yani okur, yalnızca genel akışı değil, kendi coğrafyasını da takip edebiliyor olacak.
Bu sistem, yerel farkındalığı güçlendirirken haberciliği daha insanî ve anlamlı hâle getiriyor.

Ayrıca bu dönüşüm yalnızca içerik zenginliğiyle sınırlı değil. Her haber, doğruluk süzgecinden geçiyor. Zira güven, hızla değil, teyitle inşa edilir. Özellikle haberin yayına girmeden önce geçtiği bu etik kontrol mekanizması, dijital çağda “inanılabilirliğin” yeni zırhı olmak zorundadır. İçerik üretiminde ne kadar yapay zekâ kullanırsak kullanalım, o içeriğin ardında hâlâ bir insan eli, bir editör vicdanı olmalı.

Görüyorsunuz ki sosyal medyayı bir “silah” gibi kullanmak isteyen çetelerin çağında yaşıyoruz. Bu yüzden neredeyse her makalemde “teknolojiye değerini, kullanan ellerin niyeti verir” derken kast ettiğim şey tam da buydu.

Yapay zekâ sistemleri büyüdükçe, “niyet” kavramı da kaybolma riskiyle karşı karşıya.
Bir algoritmanın neden o sonucu verdiğini anlayamadığımız anda, güven bir istatistik meselesine dönüşüp kalıyor. Oysa güvenin özü, bildiğiniz gibi anlamaktır.
Birinin neden “öyle” davrandığını bilmeden, onunla bağ kurmamız mümkün mü?
Aynı şekilde, bir makinenin neden öyle düşündüğünü bilmeden, ona “etik” diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz dostlarım. Dememeliyiz…

İşte geleceğin en kritik meselelerinden biri, teknolojik gelişmelerin yanında etik mühendisliği olacaktır. Evet, tekrar yazayım: Etik mühendisliği…
O kodun içine vicdanı, yapay zekânın mantığına toplumsal değerleri gömebilen sistemleri kurmak mecburiyetindeyiz. Aksi halde geleceğin en akıllı cihazları, en kör kararları, en küçük bir vicdani sızı duymadan verebilir.

Fuarlarda gördüğümüz, laboratuarlarda test ettiğimiz her yeni sistemin ardında, “İnsan olmadan, insanı koruyabilir miyiz?” sorusu var. Belki de güvenin dijital çağdaki tanımı tam olarak burada saklıdır. Kim bilir? Belki…

Bu yüzden veriyi değil, niyeti şeffaf kılmak zorundayız. O makineyi değil, insanı merkeze almak mecburiyetindeyiz. Ve en önemlisi, teknolojiyle değil, teknoloji aracılığıyla insan kalabilmenin yollarını aramalıyız.

Dijital güven bir hedef değil; bir yürüyüştür. Her satırında, her kodunda, her yayında yeniden kurulması gereken bir denge işidir.

Evet, bu haftada böyle oldu. Çok yoğun, inanılmaz tempolu bir dönem geçiriyorum. Bu yüzden sürçülisanım olduysa affola.

Haftaya yeniden buluşmak üzere, hoşça kalın…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
09.10.2025
Tüm Yazıları

Gökyüzü Artık Sınır Değil, Oyun Alanımız

Bir zamanlar 'aya bak' derdik… romantizmden.
Şimdi 'aya bak' diyoruz… yatırım fırsatı var mı acaba diye.
İşte bu dönüşümün tam ortasında Türkiye’nin uzay ekosistemi sessiz sedasız ama güçlü adımlarla büyüyor.
Ve bu hikayenin görünmeyen kahramanlarından biri de yıllardır uzay farkındalığı için çalışan Tümmiad.

Tümmiad, Türkiye’de NASA Space Apps Challenge etkinliklerinin yaygınlaşmasında neredeyse itici roket etkisi yarattı.
Yıllardır gönüllüleriyle, üyeleriyle, enerjisiyle bu global etkinliği Türkiye’nin dört bir yanına taşıdı.
Eskiden sadece birkaç büyük şehirde düzenlenebilen bu hackathonlar, artık Anadolu’nun birçok ilinde yapılıyor.
Bu sayede binlerce genç ilk defa kod yazarken Mars’ta yaşanabilir koloni nasıl kurulur? ya da asteroit madenciliği için hangi sensörler gerekir? gibi cümleler kurdu.
Yani Tümmiad, sadece etkinlik yapmadı; insanlara gökyüzüne bakmak için bir sebep verdi.
Ve o sebep, bir ülkenin girişimcilik dna'sına yavaş yavaş uzay tozunu bulaştırdı.

Girişimciliğin yeni yörüngesi, uzay farkındalığı

Bugün bir girişimci sadece yapay zeka veya fintech konuşmuyor.
Artık uzay verisiyle tarım, uydu tabanlı enerji ölçümü ya da mikro yer gözlemiyle afet yönetimi gibi kavramlar iş modellerinin merkezine yerleşiyor.
Yani uzay, sadece gökbilimcilerin değil, girişimcilerin de alanı haline geliyor.

Bu dönüşümün arkasında ise Türkiye Uzay Ajansı (TUA) var.
Ajans, uzayda söz sahibi bir Türkiye hedefiyle sistematik bir altyapı kuruyor.
Milli Uydu Programından, mikro uydu teknolojilerine; Ay Araştırma Programından, uzay sanayii kümelenmesine kadar ciddi bir strateji yürütülüyor.
Ve bu ekosistemin içindeki özel sektör, üniversiteler ve STK’lar artık birbirinden bağımsız değil, bir ekosistem gibi nefes alıyor.

TUA’nın ortaya koyduğu vizyon, sadece roket göndermekle ilgili değil;
aynı zamanda teknoloji transferi, yerli üretim kapasitesi ve girişimci zihinlerin uzaya doğru yönlendirilmesiyle ilgili.
Çünkü artık uzay teknolojisi sadece bilim değil, aynı zamanda ekonomi.

Son dönemde dünya uzay teknolojilerinde üç ana kırılım yaşanıyor.
Miniaturization (küçülme), democratization (demokratikleşme) ve commercialization (ticarileşme).
Yani daha küçük uydular, daha fazla girişimci erişimi ve daha güçlü ticari modeller.

Türkiye de bu dalgayı yakalıyor.
Yerli mikro uydular, hibrit roket sistemleri, otonom yer istasyonları ve yapay zeka destekli görüntüleme sistemleri artık laboratuvar değil, ürün safhasında.
Birkaç yıl önce bizden olmaz denilen şeyler artık Türk mühendislerin ellerinde yükseliyor.

Yapay zeka da uzay teknolojilerinin görünmez iticisi haline geldi.
Uydu görüntülerinden tarım verilerini analiz eden, orman yangınlarını erken tespit eden, uzay çöplerinin yörüngesini takip eden sistemler artık Türkiye’de geliştiriliyor.
Yani space-tech artık sadece birkaç ülkede değil, bizim topraklarımızda da filizleniyor.

Bugünün Z kuşağı gökyüzüne sadece yıldız saymak için bakmıyor. Bu yıldızların verisini nasıl monetize ederim? diye bakıyor.
İşte burada Tümmiad gibi yapılar devreye giriyor. Çünkü gençlere sadece hayal kurmayı değil, o hayali ürüne dönüştürmeyi öğretiyor.

Bir hackathonla başlayan fikir, birkaç ay sonra startupa dönüşüyor. Bir prototip, bir yatırım turu, bir patent… derken artık Türk girişimciler 'Earth observation' ya da 'satellite data analytics' gibi kavramlarda söz sahibi olmaya başlıyor.

Tümmiad’ın yıllardır yaptığı şey tam olarak bu: "Uzay farkındalığı”nı bir hobi değil, bir ekonomik fırsat olarak tanıtmak.
Ve bunu yaparken NASA gibi global ekosistemlerle köprü kurmak. Yani 'biz de varız' demekle kalmayıp, 'biz de üretiyoruz' demek.

Türkiye’nin uzay yolculuğu aslında bir farkındalık hareketiyle başladı. Bugün geldiğimiz noktada artık sadece farkında değiliz, oyunun içindeyiz.
Tümmiad gibi kurumlar, TUA gibi stratejik yapılar, üniversiteler, girişimciler ve genç yazılımcılar, hayalperetler… hepsi aynı teleskoptan bakıyor.
Evet geleceğe bakıyorlar. Bu alanın farkında olan, varan, katkı sağlayan kişi, kuruluş, şirket, üniversite, öğrenci ve hatta ona destek olarak hackathona katılmasına imkan veren ebeveynler... Herkes artık bu geleceğin ortağı.

Astronotlarımız Milli Uzay Programı kapsamında tarihimizde önemli bir eşiği geride bırakarak uzaya çıktılar. Fakat çok üzücü söylemler duyduk, turistik gezi vb şeklinde. Öyle olsa bile bu milletin, bu gençliğin, geleceğimiz olan nesillerin bunu görmesi yaşaması gerekiyordu. İnsanlık için büyük adım söylemi tam anlamıyla yerine oturuyordu. Eğer bu programlara daha erken başlasaydık ve önemini hem ekonomik, hem stratejik ve hatta psikolojik etkilerini anlamamız daha kolay olurdu. Bu denli önemli gelişmeyi anlamsız çıkarcı tavırlarla eleştirmiyor olurduk. Gençlerimiz artık yapılan özverili çalışmalar sayesinde, gönüllü arkadaşlar sayesinde daha fazla bilgiye sahip ve uzayın farkındalar.

Artık mesele 'uzaya çıkabilir miyiz?' değil, 'Uzayda ne iş yapabiliriz?' sorusu.
Ve bu soru, Türkiye’deki her genç girişimcinin yeni pusulası olacak.

Dünya Uzay Haftasında gerçekleşen tüm etkinliklerde görev yapan isimlerini tek tek sayamayacağım gelmiş geçmiş tüm Tümmiad üyeleri ve gönüllülerine, bu süreçte bizimle yada ayrı organizasyon yapısı veya bireysel manada katkı sağlayan tüm kişi ve kurumlara, destek veren tüm Türkiye'ye teşekkürü bir borç bilirim.

Çünkü gökyüzü sınır değil.
Orası artık bizim oyun alanımız.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
08.10.2025
Tüm Yazıları

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gebele’de yaptığı açıklamalar, Türk dünyasının dil ve kültür birliği açısından tarihi bir dönüm noktasını işaret ediyor. Erdoğan, “Ortak alfabe hususunda Türkiye olarak ilk adımı atıyoruz” derken, yalnızca bir yazı sisteminin değişimini değil, köklerimize ve ortak geçmişimize dönük derin bir bağ kurma arzusunu dile getiriyordu. Bu adım, 19. yüzyılın sonlarında Türk milletinin çağdaşlaşma mücadelesini başlatan Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarını günümüz şartlarına taşıyan somut bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.

Ve Ak Parti Türk Devletleri Teşkilatı Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Kürşat Zorlu’ nun da bu anlamda yaptığı tüm çalışmalar, bu konuya derinlemesine dikkat çekiyor. Zorlu'nun çalışmalarıyla Türk Devletleri Teşkilatı'nın ekonomik ve kültürel bağlarının güçlendirilmesi, ortak projelerin hayata geçirilmesi ve Türk dünyasıyla ilişkilerin derinleştirilmesi hedefleniyor.

Gaspıralı, dönemin zorlayıcı şartları altında bile Türk dünyasının birliğinin ön koşulunun dil olduğunu söylerdi. Ona göre, ortak bir alfabe ve ortak bir kültür, insanları bir araya getiren görünmez bir bağdır; dil sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda kimliğin ve vicdanın aynasıdır. Erdoğan’ın sözlerinde de bu mirasın günümüz karşılığı açıkça görülüyor: “Cengiz Aytmatov’u anlatan bir eser ile Oğuznameleri ortak alfabeyle basıyoruz.” Bu, yalnızca edebiyatın, tarihin ve kültürün paylaşılması değil; Türk dünyasının kendi çocuklarına, gençlerine ve geleceğe bırakacağı ortak bir mirasın inşasıdır.

Türk devletleri arasındaki siyasi ve ekonomik iş birliği ne kadar önemliyse, dil birliği de o kadar hayati. Erdoğan, TDT Plus formatı üzerinden üçüncü taraflarla iş birliği ve bölgesel güvenliği tartışırken, bu çerçevenin altındaki en güçlü dayanak, kültürel ve dilsel birliktir. Gaspıralı’nın “Türkler arasında anlaşmazlıklar, dil farklılıklarından kaynaklanır; dil birliği sağlanmadıkça milletin birliği mümkün değildir” sözleri, bugün bir kez daha doğrulanıyor. Alfabenin ortaklaştırılması, yalnızca harflerin değişimi değil; fikirlerin, değerlerin, tarihin ve üslubun ortaklaştırılması anlamına geliyor.

Bugün, Türk dünyası, coğrafi olarak geniş bir alana yayılmış olsa da ortak geçmiş ve kültürel hafıza ile birbirine bağlıdır. Erdoğan’ın vurguladığı gibi, bölgesel barış ve güvenlik ancak bu tür bağların güçlenmesiyle mümkündür. Ortak alfabe, ortak yazın ve ortak eserler, kuşaklar boyunca birbirini anlamanın ve güvenin temelini atar. Bu bağlamda Gaspıralı’nın “Her Türk, kendi dilini bilmezse, başkasının dilinde köle olur” ifaseleri, bir kez daha güncelliğini koruyor.

Ayrıca Erdoğan’ın altını çizdiği gibi, Türk dünyasının teknoloji, yapay zeka ve bilim alanında ilerleyebilmesi, dil ve kültür birliğine dayalı bir eğitim altyapısı olmadan mümkün değil. Türkçe Büyük Dil Modeli gibi projeler, ortak dilin sadece kültürel değil, aynı zamanda bilimsel ve ekonomik bir güç olarak da kullanılabileceğini gösteriyor. Bu, Gaspıralı’nın hayalini kurduğu “fikri birlik” vizyonunun günümüz teknolojik dünyasındaki karşılığıdır.

Elbette, ortak alfabe adımı sembolik olduğu kadar somut sonuçlar da doğuracak bir süreçtir. Cengiz Aytmatov’un eserleri ve Oğuznameler gibi kültürel hazinelerin ortak alfabeyle basılması, yalnızca geçmişin paylaşılması değil, gelecek nesillere de bir rehber sunuyor. Dil, kültür ve tarih aracılığıyla oluşan bu bağ, Türk dünyasında yeni bir bilinç ve aidiyet duygusu oluşturacaktır.

Gaspıralı’nın vizyonu, Erdoğan’ın politik adımlarıyla birleştiğinde, yalnızca Türkiye veya Azerbaycan, Kırgızistan gibi devletler için değil, tüm Türk dünyası için bir dönüm noktası niteliği taşıyor. Ortak alfabe, ortak kültür ve ortak gelecek, birbiriyle iç içe geçen bu üç temel unsur sayesinde mümkün. Bugün Gebele’de atılan adım, yüzyıllardır Türk dünyasını birleştirme hayalini gerçekleştirmek için küçük ama kararlı bir adım olarak kaydedilecek.

Sonuç olarak, Türk dünyasında dil birliği ve kültürel iş birliği, yalnızca estetik veya akademik bir tercih değil, aynı zamanda stratejik bir zorunluluktur. Erdoğan’ın başlattığı ortak alfabe girişimi, Gaspıralı’nın “Dilde birlik, fikirde birlik, işte birlik” felsefesini 21. yüzyıl şartlarına taşırken, yeni nesillere ortak bir kimlik ve güven duygusu miras bırakıyor. Ortak alfabe, ortak geleceğin kapısını aralıyor ve Türk dünyasının çocuklarına, gençlerine ve liderlerine bu mirası koruma sorumluluğunu hatırlatıyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
08.10.2025
Tüm Yazıları

Filistin halkına insani yardım ulaştırmak için yola çıkan en büyük gemi olma özelliğini taşıyan Sumud Filosu, Akdeniz’in ortasında bir kez daha İsrail vahşetiyle karşı karşıya.

Gazze’ye insani yardım götürmek isteyen yüzlerce aktivisti hedef alan İsrail ordusu, uluslararası sularda yine kanunsuzluk başrolünde.

Özgürlük, dayanışma ve vicdan adına denize açılan gönüllülerin tek amacı, zulüm gören Filistin halkına umut olmak ve onlara insani yardım taşımaktı.

Ancak İsrail, bu yardımı bile bir tehdit olarak gördüğü için gemileri abluka altına aldı. Tıpkı yıllar önce Mavi Marmara’da olduğu gibi…

Yine kanun, insanlık ve vicdan tanımadılar.

Onlarca teknede içlerinde Türklerin de bulunduğu aktivistleri kaçıran İsrailliler, insanlık dışı zorbalıklarına bir yenisini daha ekledi.

Gazeteci Semanur Sönmez Yaman da İsrail tarafından kaçırılan Sumud Filosu aktivistlerinden biriydi.

Tgrthaber.com’a yaşadığı zorlu sürece dair çok özel açıklamalar yapan Yaman, İsraillilerin zorla alıkoyduğu hapishanelerde çok kötü muamelelere maruz kaldıklarını anlattı.

Aşdod Limanı’na götürülerek burada kafeslerde tutulduklarını belirten aktivist Yaman, aç ve susuz bırakıldıklarını söyledi.

Gazeteci Yaman, İsrail’in bunca zorbalığı yetmezmiş gibi, tutuldukları hapishanelerde Filistin halkına yapılan zulmün fotoğraflarını göstererek yalnızca fiziksel değil, psikolojik işkenceye de başvurduklarını ifade etti.

Türk aktivist Yaman, İsrail’in insanlık dışı muamelesini, Filistin halkının yaşadığı zulümle kıyaslayarak şu sözlerle vurguladı: ''Bizim yaşadıklarımız, Filistinlilerin gördüğü zulmün yanında aslında hiçbir şey''

Yaman son sözlerini, Sumud Filosu’nun yapılan tüm zorbalıklara rağmen yılmadan Filistinlilere yardım etmek üzere yoluna devam edeceği yönündeki mesajıyla bitirdi.

Bir gazetecinin, bir kadının, bir vicdanın sesi bu kadar açıkken, uluslararası toplumun sessizliği ve kimsenin harekete geçmemesi utanç verici.

Tüm dünyanın şahitliğinde süren bu işgal politikası, artık sadece Filistin’in değil, tüm insanlığın abluka altına alınmasıdır.

İsrail’in zorbalığı, Sumud’un direncini durduramayacak.

Filistin’e giden o yol, her engelleme girişimine rağmen bir gün mutlaka özgürlüğe kavuşacak...

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
06.10.2025
Tüm Yazıları

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde geçen hafta gerçekleştirilen “Türkiye–Türkmenistan Enerji ve Ekonomi Vizyonu” paneli, Türk dünyası açısından önemli bir etkinlik olarak gördüğümden bugünkü köşemde yer vermek istedim. Bu etkinlik sadece bir akademik toplantı değildi, aynı zamanda geleceğe uzanan ortak kalkınma yolunun güçlü bir sembolüydü bence.

Türkmenistan’ın Ankara Büyükelçiliği, EkoAvrasya Vakfı ve Türk Dünyası Sivil Toplum İşbirliği Derneği’nin iş birliğiyle düzenlenen bu panel, diplomasi, ekonomi ve enerji ekseninde derin bir stratejik diyalog zemini oluşturdu. Panelin gerçekleştirildiği mekân, yani Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, başlı başına bir anlam taşıyordu. Bu, Türk dünyasının ekonomik ve enerji iş birliğine verilen en üst düzey önemin bir göstergesiydi. Artık mesele sadece enerji hatları, ticaret yolları ya da yatırım rakamları değil; Türk devletlerinin ortak bir kalkınma ufkunda buluşması meselesidir. Program, yoğun bir katılımla gerçekleşti. Türkmenistan’ın Ankara Büyükelçisi Mekan İşanguliyev, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Türk Devletleri ile İlişkiler Başkanı Prof. Dr. Kürşad Zorlu, Dışişleri Bakanlığı Orta Asya ve Türk Devletleri Teşkilatı Genel Müdürü Büyükelçi Togan Oral ve EkoAvrasya Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Dr. Hikmet Eren gibi isimlerin katılımı, Türkiye’nin Türk dünyasına bakışındaki kurumsal ciddiyeti bir kez daha ortaya koydu. Panelin akademik çerçevesi ise oldukça güçlüydü. Benimde panelist olduğum bu organizasyonda, Hacı Bayram Veli Üniversitesi’nden ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Başdanışmanı Doç. Dr. Esma Özdaşlı, Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Bedri Sarıyev, İstinye Üniversitesi’nden Emekli Büyükelçi Prof. Dr. Osman Can Ünver, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nden Doç. Dr. İzzet Arı ve Vali Hüdayar Mete Buhara gibi isimlerin yer aldığı panel, bilimsel derinliği ve diplomatik birikimi bir araya getirdi. Konuşmalarda enerji arz güvenliği, ticaretin kolaylaştırılması ve yatırımın finansmanı gibi kritik başlıklar ele alındı. Bugün Türk dünyasının en büyük ihtiyacı, doğal kaynaklarını ortak bir kalkınma aklıyla yönetmek ve bunu küresel enerji rekabetinde etkin bir avantaja dönüştürmektir. Türkmenistan’ın zengin enerji kaynaklarıyla Türkiye’nin jeostratejik konumu birleştiğinde, ortaya sadece ekonomik değil, jeopolitik bir güç merkezi çıkmaktadır.

Benim de konuşmacı olarak yer aldığım bu panelde, özellikle enerji diplomasisinin yeni dönemde sadece kaynak paylaşımı değil, refah paylaşımı anlamına geldiğine vurgu yaptım. Türk dünyasının kaderi artık birbirine daha çok bağlı. Dolayısıyla enerji boru hatları aslında gönül hatlarına dönüşmekte; ekonomik entegrasyon, kültürel dayanışmayı da beraberinde getirmektedir. Bu tarz etkinlikler, sadece düşünce üretmekle kalmıyor; aynı zamanda Türk dünyası vizyonunun kurumsallaşması açısından da stratejik öneme sahip. Üniversiteler, diplomatlar, sivil toplum kuruluşları ve devlet temsilcilerinin aynı masa etrafında buluşması, gelecekteki ortak projelerin temellerini bugünden atmaktadır. Bugün artık Ankara’da, Bakü’de, Aşkabat’ta ya da Taşkent’te yapılan her toplantı, sadece bir ülkenin değil, bütün Türk dünyasının geleceğine dair alınan stratejik kararların bir parçası haline geliyor. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleştirilen bu panel, bu gerçeğin en somut örneklerinden biri oldu.

Türk dünyasının ortak sesi, ortak enerjisi ve ortak geleceği, işte bu tür vizyoner platformlarda inşa ediliyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş