SON YAZILAR
29.04.2025
Tüm Yazıları

Türkiye, dizi ticaretinde ikinci sırada yer alıyor. Peki bunun sebebi ne? Bu içerikleri kültürel bir etki mi, yoksa izleyiciye sunulan ve hızla tüketilen dramalar mı? Türk dizileri milyonlara ulaşmayı başarıyor. Hatta başrol oyuncularının her giydiği çok satıyor ya da hayran buluşmaları düzenleniyor.

Yapımlardaki mekanlar ve dizi karakterleri, Türkiye'ye dair bir algı oluşuyor mu? Dizi ihracatı sayesinde Türkiye hakkında olumlu bir imaj oluştuğu, turizme ve hatta dış politikaya dolaylı katkılar sağladığı iddia ediliyor. Ancak, gerçek dışı oluşturulan hikayeler ve karakterler Türkiye’nin imajı açısından negatif etki de oluşturabilir. Dizilerdeki kültür imajı, yüzeysel kalıyor; bir kültür derinliği yerine görsel şıklık ön planda tutuluyor.

Örneğin, Kimler Geldi Kimler Geçti dizisini izleyenler, gerçeklikle ilgisi olmadığını, 8 ile akşam 17.00 çalışan kişilerin dizideki gibi bir hayat süremeyeceğini belirtti. Türk kültüründen uzak yapımların çekilmesinin nedeni ise, Türk piyasasının yurt dışında da gösterilmesi ve ticari sebepler de içerik kalitesini etkilediği belirtildi. Bu durumda, Türk kültürü gerçekliğini yitirmeden yayınlanmasını mümkün kılmıyor. Türk dizileri dünya çapında büyük bir ilgiyle izleniyor; Ancak bu ilgi, bir “kültürel kalıcılık” mı yoksa “görsel geçiş dönemi eğlencesi” mi sunuyor?

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
29.04.2025
Tüm Yazıları

Türkiye siyasetinin son 20 yılına damgasını vuran AK Parti, bugüne kadar pek çok alanda önemli başarılara imza attı. Ancak her uzun iktidar döneminde olduğu gibi, başarıların yanında zamanla ortaya çıkan zafiyetler ve stratejik hatalar da birikti. Bugün geldiğimiz noktada, AK Parti'nin geleceğini şekillendirecek en kritik mesele, bu başarılar ile eksiklerin doğru bir muhasebesinin yapılmasıdır.

Başarı Hanesine Yazılabilecekler

Özellikle 2002-2013 arası dönemde AK Parti, birçok alanda reformist bir kimlik sergiledi. Örneğin; Karayolları, havayolu ve şehir hastaneleri gibi altyapı projeleri Türkiye’nin ulaşım ve sağlık sisteminde çıtayı yükseltti. Bugün İstanbul Havalimanı, Marmaray gibi projeler yalnızca Türkiye'nin değil, dünyanın da ilgisini çekiyor. Yine özellikle 2001 krizinin ardından gelen süreçte kamu maliyesinde disiplin sağlandı, enflasyon tek haneye indirildi, IMF borcu kapatıldı. Türkiye'nin dış yatırımlar açısından cazip bir ülke haline gelmesi bu dönemin ürünüdür. Ayrıca Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkeleriyle geliştirilen çok yönlü dış politika, Türkiye'yi geleneksel Batı ekseninin dışında da tanınır bir aktör haline getirdi. Tüm bunlara ek olarak Şartlı nakit transferi programları, sosyal konut projeleri ve sağlıkta dönüşüm programları geniş halk kesimlerinde büyük destek oluşturdu.

Başarısızlıklar ve Stratejik Hatalar

Ne var ki, başarılarla dolu bu uzun hikâye, bana göre özellikle son dönemde bazı ciddi stratejik hatalarla gölgelendi. Özellikle 2018 sonrası ekonomi politikalarında artan müdahalecilik, kur korumalı mevduat gibi geçici çözümler ve yüksek enflasyon ortamı, geniş kesimlerde ekonomik güvensizliğe yol açtı. Yine adalet sistemi başta olmak üzere bazı kurumsal yapıların zayıfladığı algısı çok hakim. Liyakat tartışmaları, devlet yönetiminde verimliliği azalttı ve genç seçmenlerde adalet duygusunun zedelenmesine sebep oldu. Ayrıca başlangıçta ‘herkes için demokrasi’ vurgusu yapılırken, zamanla artan kutuplaştırıcı dil, toplumun farklı kesimleri arasında mesafeleri açtı. Buna ek olarak "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesinden uzaklaşılarak, Suriye başta olmak üzere bazı dış politika adımları Türkiye'yi uzun vadeli risklerle karşı karşıya bıraktı.

Stratejik İzlenimler ve Öneriler

AK Parti'nin bundan sonraki yolu, geçmişteki başarılarının gölgesinde kalmadan yeni bir reform dalgası başlatmasına bağlıdır. İlkin öngörülebilir ekonomi politikaları, bağımsız kurumlar ve yabancı yatırımcıya güven veren düzenlemelerde öncelik olmalıdır. Yine adalet sisteminde reform ve kamu yönetiminde liyakati esas alan bir yaklaşım, seçmenin güvenini yeniden tesis edebilir. Buna ek olarak farklı düşüncelere, inançlara ve yaşam tarzlarına saygılı bir siyasi dil geliştirilmelidir. Ayrıca riskleri minimize eden, dostlukları artıran, dış politikada çok kutuplu ama dengeli bir yaklaşım benimsenmelidir. Nihayetinde, AK Parti halen Türkiye'nin en geniş siyasi tabanına sahip partisi olma avantajını koruyor. Ancak gelecekte bu gücü sürdürmek, geçmişteki başarıları değil, bugünün sorunlarına nasıl çözüm üreteceğini gösterebilmesine bağlı olacaktır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
29.04.2025
Tüm Yazıları

Dolandırıcılık insanlık tarihi kadar eski olabilir ama hiç bir zaman şimdiki kadar yaygınlaşmamıştı.

Teknoloji ve yapay zeka teknolojileri geliştikçe sadece insanlığın faydasına olan yenilikler de artış olmuyor, kötülükler de bir virüs gibi tüm dünyaya kolayca yayılıyor.

Belli bölgelere özgü dolandırıcılık yöntemlerinin, kopyala yapıştır yöntemiyle suç örgülleri tarafından ya da tamamen bireysel olarak dünyanın dört bir yanına taşındığını görüyoruz.

Dolayısıyla dolandırıcıların ağına düşen mağdurların sayısı da onbinlerden, yüzbinlere belki de milyonlara ulaşıyor.

Eskiden tamamen yalan ve kandırma, vaadedilen sözlerin yerine getirilmemesi gibi basit yöntemleri kullanan dolandırıcılar, şimdi akla hayale gelmeyen yöntemler kullanıyorlar.

Yeni bir kripto çıktı bu fırsatı kaçırma diyenler, Trump coin ya da Arjantin devlet başkanının şaka coini le milyarlarca doları buhar olanlar, yatırım fırsatları diye kandırılanlar, bu arsa şu kadar ayda, yılda bu kadar katlanacak diyenler, insanların merhamet duygularını istismar edenler vb…

Boyut atlayan bu kötü ve vicdansız insanlar, e-dolandırıcılık kavramını da hayatımıza sokmuş oldular.

Kredi kartı bilgilerini çalma, kimlik bilgileri hırsızlığı, sosyal medya platformlarından yapılan reklamlar derken deepfake teknolojisi ve yapay zeka alanında her gün ortaya çıkan yeni özellikler dolandırıcıların işini daha da kolaylaştırıyor.

Yakın zamana kadar sesler kopyalanırken, şimdi görüntüler dahi dijital ortamda birebir oluşturuluyor, kopyalanan ses tonları ve özellikleri ağız hareketleriyle senkronize hale getirilebiliyor ve gerçekle yalanı ayırt etmek artık neredeyse imkansız hale geliyor.

Durumun vahametinin farkına varan bazı devletler yeni önlemler almanın peşinde. Japonya’da artık 65 yaş üstü kişiler, ATM önünde işlem yaparken telefonla konuşamayacaklar.

Bu yeni kural size Türkiye’deki en yaygın dolandırıcılık yöntemini de hatırlatmıştır. İnsanların hayatları boyunca biriktirdikleri bir miktar parayı telefon dolandırıcıları önce kişisel bilgileri verip, devlet görevlisi ya da banka görevlisi olduğuna dair güven sağlayarak, kimi zaman da çeşitli suçlamalarla korkutarak, en çok da yaşlı vatadaşlarımızın paralarına, tarlalarına, evlerine çöküyorlar.

Aslında, Japonya’daki bu kural Türkiye’ye de getirilebilir.

Ya da artık sonderece uyanık olması gereken vatandaşlarımız da ve bu konuyla ilgili devletin yetkili mercileri de, dolandırılar nasıl teknoloji ve yapay zekadan faydalanıyorlarsa aynı şekilde faydalanmalılar.

Yapay zekadan olası tüm dolandırıcılık yöntemlerinden korunmak için bireysel ve devlet olarak hangi önlemlerin alınabileceğine dair öneriler alınabilir. Dikkat edilmesi gerekenlere sıkı sıkı uyulabilir.

ABD’de de bu konu yoğun olarak gündemde son günlerde. Her gün saat 17.00’de hazırlayıp sunduğum “Dünyada Bugün” isimli programda oradan bir habere yer vermiştim geçen hafta.

ABD’de de en çok yaşlılar hedefte. Ama yalnız insanların, duygusal olarak istismara açık olan kadınların da, en çok dolandırıcıların tuzağına düştüğünü istatistiklerden anlıyoruz.

En büyük istatistik ise sadece 2024 yılında küresel dolandırılığın 870 milyar dolara ulaşması, belki de bu sene 1 trilyon doları bulacak olmasıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.04.2025
Tüm Yazıları

“Sanki her tarafta var bir düğün,

Çünkü, en şerefli, en mutlu gün.

Bugün 23 Nisan,

Hep neşeyle doluyor insan.”

İlkokul 1. sınıftan 8. sınıfa kadar okul korosundaydım. Müzik öğretmenim Alev Hanım, belli bir kıvama geldiğimi hissettiğinde beni alt sınıfların provalarına göz kulak olmam için bırakırdı. Tüm resmî günlerin klasik şarkılarına hâlâ hâkimim…

BELKİ DE BU, BİR UYARIYDI

Bu 23 Nisan’da ise bir gazeteci olarak tercihen dinlenmeyi seçtim. Fakat hiç alışık olmadığım bir şey oldu: DEPREM!

İstanbul 6,2 büyüklüğünde bir depremle, ürkütücü şekilde sallandı...

Evde uyuyordum. Çok şiddetli bir şekilde uyandım. O an gerçekten öleceğimi düşündüm. Üç kedimle birlikte, ne olduğunu bile anlayamadan bu travmayı yaşadık. Sonrası tam bir kaos…

Artçılar hâlâ devam ediyor. Hepimiz diken üstünde uyuyoruz. Ama neden?

17 Ağustos 1999 depreminin ardından İstanbul, böylesine sarsılmamıştı. Tarih, sanki ucundan kıyısından bir kez daha tekerrür etti. Belki de bu, bir uyarıydı.

Deprem uzmanı değilim, ahkâm kesmeye niyetim de yok. Sadece kısa bir gözlemimi paylaşmak istiyorum:

EMPATİ Mİ, ÇARESİZLİK Mİ?

Birbirine selam bile vermeyen insanlar, bu birkaç günde ileri derecede bağ kurdu. Bunun sebebini tam olarak bilemiyorum. Empati mi, çaresizlik mi, insanlık mı? Adı her ne olursa olsun, olan biten büyüleyiciydi.

Günaydın bile demeyen komşular birlik oldu. Kavgalı olanlar barıştı. Yardımlaşma çoğaldı. Felaketten doğan bir bayram havası sardı etrafı… Ne acıklı ama bir o kadar da umut vericiydi.

Şimdi soruyorum:

Kıymet, hep felaketin ardından mı gelmeli?

Duygularımız illa artçılara mı bağlı olmalı?

Belki de artık beklemeden, bir sarsıntı olmadan da birbirimize sımsıkı sarılmayı öğrenmeliyiz.

Çünkü bazen en güzel artçı, kalpten kalbe yayılanbiriyiliktir

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.04.2025
Tüm Yazıları

Geçtiğimiz günlerde İstanbul, 6,2’lik bir depremle sarsıldı. Hepimiz bir anda kendimizi dışarı attık. Çok şükür, acı haber almadık ama yaşadığımız korku, geceyi dışarıda geçirmemize yetti. Hatta okullar tatil olunca, şehir dışına kaçanlar bile oldu… Peki ama neden? Sadece bir sarsıntı, bir “güvensizlik” duygusu mu? Yoksa bu korkunun kaynağı aslında daha mı derinlerde?

Bu sorunun cevabı, çoğumuzun depremle ilgili ne kadar az bilgiye sahip olduğumuzda yatıyor. Eğer deprem anında ne yapmamız gerektiğini bilseydik, korkumuz bu kadar büyümezdi. Bu, sadece bir “sarsıntı” değil, aynı zamanda bir bilinç eksikliği. İşte tam da bu yüzden, eğitim sistemimizin deprem bilinci konusunda daha fazla sorumluluk taşıması gerekmiyor mu?

Deprem bilinci, erken yaşta kazandırılması gereken bir yaşam becerisi aslında. İlkokuldan itibaren çocuklara yalnızca “çök-kapan-tutun” gibi temel reflekslerin öğretilmesi yetmez. Depremin bilimsel yönünü, nedenlerini, etkilerini ve risk azaltma yollarını da sistemli bir şekilde anlatmak gerekir. Müfredatta bu konu, sadece birkaç tatbikat ya da bir iki teorik bilgiyle geçiştirilmemeli; haftalık programlarda düzenli yer almalı. Deprem simülasyonları, saha çalışmaları, bilinçlendirme projeleriyle desteklenerek çocuklara gerçek bir afet bilinci kazandırılmalı.

Üstelik eğitim sadece teorik bilgiyle sınırlı kalmamalı; pratik yaşam becerilerini de kapsamalı. Bir binanın güvenli olup olmadığını nasıl anlayabileceğimiz, yaşadığımız çevrede risk analizi yapabilmek gibi konular da küçük yaşlardan itibaren öğretilmeli. Çünkü depremle ilgili bilinçli bir birey, sadece kendini değil, çevresini de korur; sadece canını değil, toplumu da kurtarır. Uzun vadede ise bu bilinç, daha sağlam yapılar, daha güvenli şehirler ve daha az kayıp demektir.

JAPONYA’DAN ŞİLİ’DEN NEYİMİZ EKSİK?

Dünya üzerinde deprem bilincinin yüksek olduğu birçok örnek ülke var. Japonya, bu konuda en bilinen örneklerden biridir. Deprem riskini en baştan kabul edip, eğitim ve altyapı çalışmalarına büyük yatırımlar yapmış bir ülke. Okullarda düzenli olarak deprem tatbikatları yapılır, çocuklara deprem sırasında nasıl davranmaları gerektiği öğretilir. Ayrıca, Japonya’daki binalar da deprem dayanıklılığı açısından en son teknolojiyle inşa edilir ve bina yönetmelikleri oldukça sıkıdır. Ülkede ayrıca gelişmiş erken uyarı sistemleri bulunmaktadır.

Bir başka örnek ise Türkiye’ye kıyasla çok daha az deprem yaşayan, ama yine de hazırlıklı olan Şili’dir. Şili, 2010’daki büyük depremde dünya çapında bir örnek göstermiştir; çünkü ülkede deprem öncesi, sırası ve sonrasına dair eğitimler her yaş grubuna verilmektedir. Deprem anında halkın büyük bir kısmı, doğru davranışları sergileyerek hayatlarını korumuştur. Şili’deki binalar da depreme dayanıklı olacak şekilde tasarlanmış ve afet yönetimi konusunda oldukça iyi altyapıya sahip bir ülkedir.

BİLİNÇSİZLİĞİMİZ KADER OLMAMALI

İşte yine aynı yere geliyor konu. Deprem değil, bilinç eksikliği ve hazırlıksızlık öldürür. Eğer biz de bu ülkeler gibi, çocuklarımıza depremle ilgili doğru eğitimleri versek ve toplum olarak bilinçlensek, çok daha az kayıp yaşayabiliriz.

İstanbul’da depremde korkudan camdan, balkondan kendini aşağıya atan insanları gördük. Can kaybı olmadı çok şükür ama 250’den fazla vatandaş hastanelik oldu. Bu, felakete karşı gösterilen bilinçsizlik ve panik halinin en trajik örneklerinden biridir. Deprem anında panikle ve doğru bilgiye sahip olmadan verilen tepkiler, can kayıplarını artırabilir. Eğer insanlar, ne zaman ve nasıl güvenli bir şekilde dışarı çıkacaklarını bilselerdi, bu tür dramatik kazaların önüne geçilebilirdi.

Depremler kaçınılmaz olabilir, ama bilinçsizliğimiz kader olmak zorunda değil. Artık sadece yıkımların ardından üzülmeyi değil, onları önlemeyi de öğrenmeliyiz. Deprem sonrası çaresizlik içinde kalmak yerine, deprem öncesi hazırlıklı olmalıyız. Eğitim sistemimizde depreme daha fazla yer vererek, geleceğin bilinçli bireylerini yetiştirebiliriz. Bugün attığımız her adım, yarın kurtaracağımız hayatlar demek. Unutmayalım: Deprem değil, ihmal öldürür.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.04.2025
Tüm Yazıları

Nisan ayındaki tüm maçlarını kazanan Galatasaray adım adım şampiyonluğa gidiyor. Mayıs’ta son noktayı koymaya hazırlanan Cimbom, kupadaki Konya maçının ardından dün gece Eyüp’e de 5 attı. Fenerbahçe ile arasındaki puan farkını 5’te tuttu. En önemlisi de 5. Yıldızı takmak için sadece 5 maçı kaldı. Bu saatten sonra şampiyonluk modunu açmış bir Galatasaray’ı hangi takım durdurabilir ki?

Beşi bir yerde!

Eyüp deplasmansında 1 gol, 1 asitle oynayan Osimhen yine sahanın en istekli ve üretken oyuncusu olurken, Sallai sezonun ilk yarısındaki olduğu gibi golünü Eyüp’e attı. Torreira ise sezon sonu yaklaştıkça golcü kimliğini ortaya çıkarmaya devam ediyor. Morata oyuna sonradan dahil olsa da 2 gol atarak “ben buradayım” dedi. Lemina bitmek bilmeyen enerjisiyle estetik bir asistte imza attı. Kısacası Galatasaray takım halinde iyi reaksiyon verdi.

Umursuz vaka: Franky

Sahanın tek olumsuz isim ise: Frankowski oldu. Yapılan “Sağ bek değil, kanat beki” yorumlarını tekrar gözden geçirmekte fayda var. Polonyalı futbolcunun takıma uyum sağlayamadı net olarak ortada. Ne hücumda nede savunmada hiç bir artısını göremedim. Sağlıklı bir Kaan varsa, ikinci yarıda olduğu gibi hep oyunda olmalı.

Berke ile olmaz!

Bir konuya daha değinmek gerekirse, Muslera sonrası kaleye takviye yapacak olan Galatasaray, Eyüpspor kalecisi Berke’yi radarından çıkarmalı. Günay’ın verdiği güveni Berke kesinlikle veremez. Bu düşüncem biten farklı skordan bağımsız…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
28.04.2025
Tüm Yazıları

Akdeniz’in tuzla ıslanmış rüzgârları eşliğinde, Apollon Tapınağı’nın sütunları gölgeli birer zaman şahidi gibi yükselirken, Side antik sokakları bu kez bir mutfak geleneğinin, göçle gelen hafızanın ve dostlukla yoğrulmuş lezzetlerin ev sahibi oldu.

Manavgat Belediyesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen Uluslararası Manavgat Girit’ten Side’ye Kültür ve Lezzet Festivali, bir gastronomi etkinliği olmasının yanında; aynı zamanda bellekte yer etmiş bir göç öyküsünün sofralara taşan karşılığıydı.

Yüzyılı aşkın bir zaman önce Girit’ten gelenlerin yerleştiği Side, bugün hâlâ bu kadim adanın kültürünü taşıyor.

Ne var ki Girit mutfağı ülkemizde yeterince tanınmıyor. Oysa çoğumuzun damağında kalan zeytinyağlı tatlar, baharatla yoğrulmuş kokular, başka adlarla da olsa bu mutfağın izlerini taşıyor. İşte bu festival, o izleri netleştiren, Girit’in mutfak hafızasını görünür kılan bir çağrıydı adeta.

Festivalin açılış korteji, Side Antik Kenti’nden Apollon Tapınağı’na uzanan büyülü bir yürüyüşle başladı. Manavgat Belediye Başkanı Dr. Niyazi Nefi Kara ve Girit’in Hanya kentinden gelen yerel yöneticiler; Eleni Zervoudaki ve Ioannis Giannakakis, bu kültür köprüsünün canlı mimarlarıydı.

Antik taşların üstüne yağmur düşerken bile Giritli müzisyenler ve dansçılar neşelerini kaybetmeden şarkılarını söylediler. Apollon’un gölgesinde zeybek döndü, mandolin sustu, ama anılar konuştu.

Bu festivalin en unutulmaz anlarından biri ise, bir Girit mutfağı menüsünün eksiksiz şekilde sunulduğu Side’deki bir restoranda yaşandı. Avronezli ekmek ve avronez salatasıyla başlayan bu şölende, hardal otu salatası ve klasik dakos ile baharın Akdeniz’de nasıl koktuğunu hissettik. Kabak çiçeği dolması ise yalnızca damakta değil, zihinde de çiçek açtıran bir zarafetti.

Ara sıcak olarak sunulan Çullama Böreği, organik horoz eti ve tarçınla hazırlanan iç pilavla Anadolu ve Girit’in mutfak dostluğuna bir gönderme gibiydi. Ana yemeklerde ise arapsaçlı kuzu, kengerle pişmiş et ve geleneksel Girit düğün pilavı gibi lezzetler, yalnızca doymak için değil, anlamak için yenilirdi.

Tatlı olarak sunulan Portokalopita, portakalın rayihasını yufkanın çıtırlığına sararak festivalin finalini tatlı bir senfoniye dönüştürdü.

Dr. Niyazi Nefi Kara’nın da belirttiği gibi, “Manavgat artık yalnızca bir yaz destinasyonu değil, yılın her mevsimi keşfedilecek bir kültür ve lezzet hazinesi...” Bu festival Side’nin ve tüm Türkiye’nin gastronomi turizminde oynayabileceği öncü rolü gözler önüne serdi.

Türkiye’nin yıllık 61 milyar dolarlık turizm hasılasında %10’luk paya sahip Manavgat, bu iddiasını yalnızca deniziyle değil, mutfağıyla da ortaya koyuyor.

Bu anlamlı buluşmada alınan en kıymetli karar ise, benzer bir festivalin Girit’te de düzenlenmesi yönündeki görüş birliği oldu. Zira kültürler en çok sofra başında yakınlaşır; tabaklar birer mektuba dönüşür, tariflerse kuşaklar arası barışın sessiz dili olur.

Özetle, Apollon’un gökyüzüne bakan sütunlarının altında başlayan bu yolculuk, bize bir kez daha gösterdi ki, geçmişle gelecek arasındaki en güçlü köprü bazen bir lokma zeytinyağlıda saklı…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.04.2025
Tüm Yazıları

Sınırın öte yakasında, Dera Kapısı’ndan içeri adım attığımız anda tozun, tarihin ve insanın iç içe geçtiği bir başka gerçeklikle yüz yüze geldik. Suriye’nin toprağı, üzerinde yürüyeni sadece misafir etmez; ona geçmişin acılarını, bugünün umutlarını da fısıldar. Yol boyunca, bir ülkenin sessiz haykırışı, yıkılmış binaların gölgesinde, direncini hâlâ yitirmemiş insanlarda vücut buluyordu.

Bu kez yolculuğumuzun ekseni, Türkiye’nin ulaştırma ve altyapıdaki nabzını tutan isimle; Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ile Şam’daydı. Bir ülkenin başkentinde, mazinin gölgesiyle geleceğin tasarısı yan yana dururken, Sayın Bakan’ın "İki komşu ülke olarak ortak bir gelecek inşa etmek adına iş birliğimizi güçlendirmeye devam edeceğiz," cümlesi bu yolculuğun özünü özetliyordu. Şunu gördüm: Türkiye ve Suriye yalnızca sınırdaş değil, aynı kader coğrafyasının iç içe geçmiş iki yakasıdır. Ortak acının ve ortak umudun paydaşları…

Abdulkadir Uraloğlu, masada konuşulanla sahada yaşanan arasındaki ince çizginin, ancak ayakları bu toprağa basanlarca anlaşılabileceğinin bilincinde. O ve ekibi, "Ne yapılabilir?" sorusunun ötesinde, "Ne yapılmalı, ne yapılmazsa bu topraklar bir daha ayağa kalkamaz?" diye sorarak hareket ediyor. Görüşmelerde, bakan yardımcıları ve genel müdürler, karşılarındaki muhataplarıyla yalnızca diplomasi değil, gerçek bir çözüm arayışı yürütüyor. Modernizasyonu planlanan Şam Havaalanı, kara taşımacılığı ağlarının yeniden inşası, fiber altyapının Suriye’ye nefes olacak şekilde kurgulanması… Her biri, yalnızca teknik bir hamle değil; bu ülkenin yaralarını sarmaya, geleceğine güven duymaya dönük bir iradenin ürünü. Sayın Bakan’ın ve ekibinin basına açık, samimi ve içten yaklaşımı ise şeffaflığın ve ortak aklın gerekliliğine vurgu yapan önemli bir detay olarak hafızamda kaldı.

Suriye’nin Neye İhtiyacı Yok Ki?

Suriye’nin başkenti Şam’da, yalnızca Türk diplomatlarını ve teknik heyetlerini değil; Suudi Arabistan’dan Çin’e, Kore’den Avrupa’ya kadar onlarca ülkenin temsilcilerini görmek mümkün. Herkes bu toprakların yeniden inşasında pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye ise kardeşlik hukuku gereği, bölgedeki varlığını yeniden tesis ediyor; Şam’a açılan büyükelçilik, ülkenin kalbine uzanan yeni bir köprü gibi yükseliyor.

Ama kolay değil; on üç yıllık bir iç savaş, milyonlarca insanı yersiz yurtsuz bırakmış. ABD’nin uyguladığı ağır yaptırımlar, hayatın damarlarında bir buz gibi dolaşıyor. Katar, ekonomik ve insani yardımlarla etkili olmaya çalışsa da, Suriye’nin ihtiyacı olan şey yalnızca ekmek ya da ilaç değil: Birlikte yaşama iradesi, yeniden ayağa kalkacak bir devlet aklı… Dokuz milyon Suriyeli hâlâ sınırların dışında bir umut arıyor. Siyasi ve coğrafi bütünlük hâlâ bir özlem. İsrail’in işgali, Hermon Dağı’ndan Şam’a kadar uzanan bir hançer gibi, şehrin 20 kilometre ötesine kadar dayandı.

Ve tüm bu zorlukların ortasında, hâlâ bir milletin yeniden doğmaya inancı… Belki her şeye ihtiyaçları var ama, yine de Gazze’deki kardeşleri için yardım kampanyası başlatacak kadar yüce gönüllüler. Bu kadim topraklarda insanı asıl ayakta tutan şey, onuru ve vefası… Küllerinden doğmaya çalışan bu halkı görünce, insanın yüreğinde bir umut ışığı yanıyor.

Suriye’de Türk Varlığı

Şam’da bir akşam vakti, gazeteci dostlarım İdris Arıkan ve Emir Ünlü ile, Suriye Türkmen Dernekleri Federasyonu Başkanı Tarık Cevizci’yle buluştuk. Bize, bin yılın ötesinden gelen bir hikâyeyi, Türk varlığının bu topraklardaki derin izlerini anlattı. Şam’da hâlâ Türk mahalleleri var; 1967’de Golan’dan koparılan Türkmenler, Selçuklu ile Anadolu’dan bölgeye taşınan kadim boylar… Meydanlarda, Anadolu’dan esen bir rüzgâr gibi, abdal bir Türkmen genci sazını konuşturduğunda, insanın içini buram buram memleket hasreti sarıyor.

Hatay’ın anavatana katılmasıyla birlikte Şam’a yerleşenlerin çocukları, torunları bugün hâlâ o eski mahallenin dar sokaklarında yaşıyor. Osmanlı’dan kalma, İstanbul’dan gelip Şam’a yerleşen Gülizar Nine’yle karşılaşmak; insanı geçmişin gölgesinde bir yolculuğa çıkarıyor. Her bir anı, her bir hikâye, Anadolu’nun ve Türk milletinin bu topraklarda hâlâ canlı, hâlâ diri olduğunun kanıtı.

Suriye Bizim Öteki Yarımız

Suriye, bizim öteki yanımız; gönlümüzün yarısı, tarihimizin, kültürümüzün eksik kalan parçası… Ya ellerini uzatan kardeşlerimizin elinden tutup ayağa kaldıracağız, ya da bu coğrafyanın, bu tarihin bize başka bir yol bırakmayacağını bileceğiz.

Bir kez daha gördüm ki: Bu topraklarda, umut küllerin içinden doğar; onur ise yaraların arasından filizlenir. Suriye bizim için sadece bir komşu değil, mazimizin ve istikbalimizin aynasıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.04.2025
Tüm Yazıları

Dijital dönüşüm, hayatımızın her alanında köklü değişiklikler yaratırken, medya sektörü de bu değişimden nasibini alıyor. Özellikle yerel medya, bu yeni çağda hem büyük fırsatlarla hem de ciddi zorluklarla karşı karşıya. Türkiye gibi köklü medya geleneklerine sahip bir ülkede, yerel medyanın dijital dünyaya adaptasyonu, sadece haber üretimini değil, aynı zamanda toplumla kurduğu bağı da yeniden şekillendiriyor.

Peki, bu dönüşüm yerel medya için ne anlama geliyor? Gelin, bu konuyu biraz daha yakından inceleyelim…

Yerel medyanın kalbi: Toplumla bağ kurmak!

Yerel medya, bir bölgenin nabzını tutar. Mahalledeki bir esnafın hikayesi, küçük bir kasabadaki festival ya da şehirdeki altyapı sorunları… Bunlar, ulusal medyanın radarına pek takılmasa da yerel medya için hayati önem taşır. İnsanlar, kendi yaşadıkları yerin haberlerini almak, komşularının hikayelerini okumak ister. Ancak, dijital dönüşümle birlikte bu hikayeleri anlatma biçimi kökten değişiyor. Artık bir gazetenin matbaa kokulu sayfaları kadar, bir web sitesinin kullanıcı dostu arayüzü ya da bir sosyal medya paylaşımının anlık erişimi de oldukça önemli.

Örneğin, Türkiye’deki birçok yerel haber sitesi, dijital platformlar sayesinde yerel hikayeleri ulusal ve hatta uluslararası kitlelere taşıyarak, dijital dönüşümün öncüleri arasında yer alıyor. Bu siteler, mahalle ve ilçe haberlerini geniş kitlelere ulaştırarak, yerel medyanın etki alanını genişletiyor. Dijital Varlıklar olarak, bu tür platformların dijital dünyada varlık göstermelerine ve toplumun sesi olmalarına destek olmaya devam ediyoruz.

Dijitalleşmenin fırsatları

Dijital dönüşüm, yerel medyaya daha önce hayal bile edilemeyen fırsatlar sunuyor. Elbette ilk olarak, maliyet avantajı: Yani geleneksel gazetecilikte baskı, dağıtım gibi masraflar büyük bir yük oluştururken, dijital platformlar bu maliyetleri ciddi oranda düşürüyor. Bir yerel haber sitesi, birkaç kişiyle bile etkili yayınlar yapabiliyor. Üstelik, sosyal medya sayesinde haberler anında on binlerce kişiye ulaştırabiliyor. Üstüne bir de Google’ın yerel medyanın haberlerini Google Keşfet aracılığıyla sunması da bonusu oluyor. Bir diğer büyük fırsat ise kuşkusuz veri analitiğidir. Yerel medya şirketleri dijital araçlar sayesinde okuyucularının neyi sevdiğini, hangi haberlere daha çok ilgi gösterdiğini anlık görebiliyor. Örneğin, bir kasabadaki spor etkinliği mi daha çok tıklanıyor, yoksa belediye hizmetleriyle ilgili bir eleştiri mi? Bu veriler, içeriği daha iyi şekillendirmek için adeta bir altın değerinde. Öte taraftan, multimedya içerikler de yerel medyaya yeni bir ses, yeni bir nefes getiriyor. Artık sadece yazılı haber değil, videolar, podcast’ler hatta interaktif grafikler aracılığıyla hikayeler anında hazırlanıp anlatılabiliyor. Özellikle YouTube gibi platformlar, yerel medyanın görsel hikayeler üretmesine muhteşem olanaklar tanıyor. Paris’te bizim de katıldığımız etkinlikte YouTube’un gazetecilikteki rolü konuşulurken, yerel medyanın da bu araçları kullanarak nasıl bir geleceğe dokunduğuna şahit olmuştuk.

Dijitalleşmenin yerel medyaya yansımaları nasıl olacak?

Yerel medyanın dijital dönüşüm yolculuğunda, yapay zekâ ve yeni medya teknolojileri artık tahin ile pekmez kadar ayrılmaz bir ikili oldular. Bu konuyla ilgili: “Yapay Zekâ Dijital Yayıncılığı Nasıl Etkileyecek?” başlıklı yazımda, yapay zekanın haber yazımından veri analizine kadar medyayı yeniden ve nasıl şekillendirdiğine değinmeye çalışmıştım. Bu teknolojiler, yerel medya için de hem bir hazine hem bir sınavdır. Zira bunlar doğru kullanıldığında, okuyucuların tam da istediği, kişiselleştirilmiş haberleri üretmek mümkün. Yerel medya, bu tartışmalardan ilham alıp dijital dünyada hem köklerine sadık kalmalı hem de yenilikçi yollarla okuyucularının kalbine dokunmayı bilmelidir.

Zorluklar ve çözüm yolları!

Elbette, her güzel hikâyenin bir de zor yanları vardır. Dijital dönüşüm, yerel medya için finansal sürdürülebilirlik gibi ciddi bir sorunu da beraberinde getiriyor olsa da, reklam gelirleri, büyük teknoloji şirketlerinin domine ettiği bir dünyada yerel medya için her geçen gün azalmaya devam etse de bu kimseyi ümitsizliğe düşürmemeli diye düşünüyorum. İyi bir iş yap isterseniz gidin Ağrı Dağı’nın tepesinde yapın mutlaka iyi alıcıları çıkacaktır. Yeter ki güvenilirliğinize halel getirmeyin. Yeter ki yanlış bilgi ve manipülasyon yapmayın. Bu tutumlar sadece yerel medyanın da değil tüm medyanın itibarını zedeleyebilecek en büyük tehlikeler arasında yer alıyor.

Evet, bu zorlukların üstesinden gelmek için yerel medya, kreatif çözümler üretmek zorunda. Yine, yerel medya kuruluşlarının bir araya gelerek ortak dijital platformlar oluşturma fikrini de benimsiyorum. Bu fikir maliyetleri düşürebilir, daha geniş kitlelere ulaşmanıza vesile olabilir. Güvenilirlik için şeffaflık ve etik gazetecilik ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalmak şartıyla elbette!

Yerel medyanın geleceği ne olacak?

Yaşadığımız söz konusu bu dijital dönüşüm, yerel medyanın hem bir sınavı hem de büyük bir fırsat kapısıdır. Bu süreçte, teknolojiyi kucaklayan, okuyucularıyla güçlü bir bağ kuran ve akıllı çözümler üreten yerel medya kuruluşlarının, ayakta kalmakla yetinmeyecek, aynı zamanda büyüyeceklerine inanıyorum. Bu ülkede Dijital Varlıklar olarak bizler de oldukça önemli adımlar attık, atmaya da devam ediyoruz. Özellikle yerel medya platformlarının dijital dünyada da toplumun sesi olması için elimizi taşın altına sokmaya devam edeceğiz. Çünkü ne kadar dijitalleşirsek dijitalleşelim, insanlar her zaman kendi hikayelerinde daha fazla sıcaklık ve estetik bulacaklardır. Son olarak dijital dönüşümün, yerel medya için bir son değil, yeni bir başlangıç olduğuna canı gönülden inanıyorum. Ve aklını kullanan yöneticilerle her zaman yardımcı olmaya oturup konuşmaya açık olduğumu bu vesile ile paylaşmış olayım. Bizim sizlere, sizin bizlere önerebileceğiniz fikirleri vardır ve bu durumu en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğine inanıyorum…

Kalın sağlıcakla…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
25.04.2025
Tüm Yazıları

İstanbul, Türk milletinin medeniyet yürüyüşünde merkezi bir rol oynamış; yüzyıllar boyunca kültürün, ticaretin ve yönetimin başkenti olmuş bir şehir. Ancak bu benzersiz şehir, tarih boyunca defalarca yıkıcı depremlerle sarsıldı. Bugün ise karşı karşıya olduğumuz deprem tehdidi, yalnızca doğal bir afet olarak değil, toplumsal huzurdan ekonomik istikrara, milli güvenliğe kadar her alanda ülkemiz için büyük riskler barındırıyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “İstanbul depremi bir milli güvenlik meselesidir” sözü, şehirleşme anlayışımıza ve gelecek vizyonumuza derin bir sorumluluk yüklüyor.

Tarihte İstanbul Depremleri: Hafızamızdaki Uyarılar

İstanbul, bin yılı aşkın tarihinde birçok yıkıcı depreme tanık oldu. Her biri, dönemin sosyal dokusunu, mimari mirasını ve yönetim anlayışını derinden etkiledi:

1509 “Küçük Kıyamet” Depremi: Osmanlı döneminde yaşanan bu büyük deprem, şehrin dört bir yanında ağır yıkıma yol açtı. Binlerce ev, cami ve köprü hasar gördü, halk arasında derin bir korku ve belirsizlik hakim oldu.

1766 Büyük İstanbul Depremi: İstanbul’un büyük camileri, sarayları ve hanları ciddi zarar gördü. Şehir günlerce yangın ve yıkımla mücadele etti, Osmanlı yönetimi afet sonrası büyük bir seferberlik başlattı.

1894 Depremi: Yine Osmanlı döneminde yaşanan bu deprem, modern İstanbul’a geçişin eşiğinde kenti bir kez daha sarsarken, hem sosyal yaşamda hem mimaride kalıcı izler bıraktı.

1999 Gölcük Depremi: İstanbul doğrudan merkezinde olmasa da, Marmara Bölgesi’ndeki bu felaket, kentin deprem riskine ne kadar hazırlıksız olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koydu ve şehirde derin bir dönüşümü zorunlu kıldı.

Bu tarihsel depremler, İstanbul’un jeolojik gerçekliğiyle yüzleşmesini sağlamış; şehirleşme, altyapı ve yönetim anlayışında defalarca yeniden yapılanmaya yol açmıştır. Fakat her seferinde unutulan, risk yönetimi ve hazırlık kültürünün sürdürülebilir bir şekilde yerleşememiş olmasıdır.

Şehirleşme, Deprem ve Milli Güvenlik Bağlantısı

Günümüz İstanbul’unda hızlı nüfus artışı, plansız yapılaşma, tarihi dokunun ihmal edilmesi ve zayıf altyapı, şehri büyük bir depremde çok daha ağır sonuçlara açık hale getiriyor. Deprem, sadece fiziksel bir yıkım değil; toplumsal düzenin bozulması, ekonomik hayatın sekteye uğraması ve devletin güvenlik kapasitesinin zedelenmesi anlamına geliyor.

Kamu Düzeni: Deprem sonrası ortaya çıkan kaos, asayişin bozulması ve panik ortamı, şehirde güvenlik açıklarına neden olabilir.

Ekonomik Kayıplar: İstanbul’un ticaret ve finans merkezlerinin zarar görmesi, Türkiye ekonomisinin genel dengesini sarsar.

Altyapı ve Stratejik Tesisler: Enerji, iletişim ve ulaşım ağlarındaki tahribat, ülke genelinde güvenlik ve savunma zafiyeti doğurabilir.

Göç ve Toplumsal Huzur: Kitlesel göç hareketleri, hem şehirde hem de ülke genelinde sosyal huzursuzluklar yaratır.

Dış Müdahale ve Bilgi Güvenliği: Kriz ortamında siber saldırı, dezenformasyon ve sabotaj riskleri artar.

İşte bu nedenlerle, deprem gerçeği yalnızca afet yönetimi değil, milli güvenliğin de ayrılmaz bir parçası olarak görülmelidir.

Tarihsel Mirası ve Şehri Korumak: Sorumluluğumuz

İstanbul’un Fatih’ten Cumhuriyet’e uzanan camileri, sarayları, medreseleri ve hanları, geçmişin mirası olarak deprem tehdidi altında.
Her kayıp eser, yalnızca bir bina değil, milletin hafızasında silinen bir hatıradır.
Bu yüzden, mimari mirası çağdaş şehircilik ilkeleriyle buluşturmak, tarihi yapıları bilimsel yöntemlerle güçlendirmek ve yeni şehirleşme vizyonunda dayanıklılığı ve sürdürülebilirliği ön plana almak zorundayız.

Çözüm: Dirençli ve Bilinçli Şehirler

Bilimsel zemin etüdü ve sağlam mühendislik uygulamaları,

Tarihi eserlerin ve kültürel mirasın profesyonelce korunması,

Akıllı şehir altyapısı ve kriz yönetim planlarının geliştirilmesi,

Toplumsal bilinç ve dayanışmanın mahalle ölçeğinde güçlendirilmesi, geleceğin İstanbul’unu şekillendirecek temel adımlardır.

Sonuç: Geleceğe Sorumlulukla Bakmak

İstanbul’un depremlerle şekillenen tarihi, bize sürekli olarak riskleri hatırlatıyor.
Artık bu uyarıları dikkate almak, şehirleşmeyi risk yönetimi ve milli güvenlik bakış açısıyla bütünleştirerek hareket etmek zorundayız.
Her sağlam yapı, her korunan eser, her bilinçli adım; hem geçmişimize hem geleceğimize sahip çıkmaktır.

Unutmayalım: İstanbul’un güvenliği, Türkiye’nin güvenliğidir.
Tarihten aldığımız derslerle, geleceğe daha dirençli, daha güvenli ve bilinçli şehirler bırakmak, hepimizin ortak görevidir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş