Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Kelimelerin gücü her zaman mühimdir. Yön verici bir pusula gibidir. Kudretli ve itaatkardır. Dile dökemediklerimizin tercümanıdır…
Kelimelerle oynamayı severim. Edilmez ifadeleri mümkün kılar. Hata gözetmez.
Hayatta da gözde kelamlar olur. ‘Zaman’ ve ‘Tavsiye’ gibi mesela…
İlk okuyuşta birbirine uzak gibi durur ama aslında insanın hayatı boyunca aynı sahneyi paylaştığı iki başroldür.
Zaman, çoğu zaman sessizdir. Akarken fark edilmez. Ancak geriye dönüp baktığında, aniden ne kadar uzağa gittiğini görürsün.
Kimimiz bir töreni, bir vedayı, bir sözü kaçırırız… Sonra bir gün, aradan yıllar geçmişken, o anın bıraktığı boşluğu doldurmak için bir şey yaparız. Belki bir fotoğraf çektiririz, belki aynı sokağa geri döneriz.
O sokak artık eskisi gibi değildir belki. Ama içimizde bir şey tamamlanır. Çünkü zaman, geriye dönmeyi değil, eksik kalan duygularla barışmayı öğretir.
Bir de ‘tavsiye’ vardır. Kulağa masum gelen, ama çoğu kez kulaktan girip kalbe uğramadan çıkan bir kelime…
Bir dostumun dediği gibi: “Tavsiye, bu hayatta bedava verilen en pahalı derstir.”
Tavsiyeyi dinlemek, tecrübenin acısını yaşamadan öğrenmek demektir. Ama biz insanlar, genelde tecrübeyi bizzat yaşamayı tercih ederiz.
Oysa zaman ve tavsiye bir araya geldiğinde, insan hayatını yönlendiren iki pusulaya dönüşürler.
Biri ne kadar vaktin kaldığını hatırlatır, diğeri o vakti nasıl değerlendirmen gerektiğini…
İkisini doğru kullanan biri, ne geçmişte takılı kalır ne de geleceğe gecikir. Çünkü hayat, aslında zamanın içinde verilen tavsiyeleri fark edebilme cesaretidir.
Belki de tüm mesele; ‘zamanı dinlemek kadar, doğru sözü duymayı da bilmek’ ten geçiyor
Geriye dönüp baktığında, hem geçen zamana hem de verilen öğütlere teşekkür edebiliyorsan…
İşte o zaman gerçekten ‘başarmış’sındır.
Devletin yeniden demokrasi dışı yöntemlerle teslim alınma girişimi:
Casusluk soruşturması kapsamında gözaltına alınan şahısların ikametgâhlarında ve cep telefonlarında ele geçirilen veriler, dehşet verici bir tabloyu ortaya koydu. Ortaya çıkan bilgiye göre, şüpheli Hüseyin Gün isimli şahıs etrafında şekillenen ve yaklaşık 70.000 kişilik dijital bir yapılanmadan söz ediliyor.
Bu rakam, artık bireysel casusluk faaliyetlerini değil, örgütlü, sistematik ve uluslararası bağlantılı bir operasyonun varlığını işaret ediyor. Peki bu yapı ne yapmak istiyor? Amaç, Türkiye’nin karar alma mekanizmalarına, kamu bürokrasisine, yerel yönetimlerine ve medya altyapısına sızarak ülkenin bilişsel güvenliğini çökertmek; yani Türkiye’yi kendi içinde “zihinsel bir iç işgal” sürecine sokmak.
Ekrem İmamoğlu Dosyası: Hukuki Süreç mi, Stratejik Tuzak mı?
19 Mart’ta gündeme gelen Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması,bazı çevrelerce “Erdoğan’ın rakibini hukuk yoluyla tasfiye etme girişimi” şeklinde sunulmak istendi.
Oysa bu tür bir okuma, olup bitenlerin derin jeopolitik zeminini tamamen göz ardı ediyor. Bugün ortaya dökülen belgeler ve dijital veriler açık biçimde gösteriyor ki, küresel finans elitleri ve içerdeki işbirlikçileri aracılığıyla yeni bir hibrit darbe hareketliliği söz konusu
Bu savaşın sahası artık tanklarla, tüfeklerle değil; veriyle, bilgiyle, algıyla yürütülüyor. Ve bu sürecin merkezinde, sosyal medya bir savaş aygıtına dönüştürülmüş durumda.
FETÖ Kalıntıları, CHP Üst Yönetimi ve Sermaye Bağlantıları
Elde edilen bilgiler, FETÖ’nün içeride uyuyan hücreleriyle, kimi CHP üst yönetimi ve sermaye çevreleri arasında bir koordinasyon bulunduğuna işaret ediyor. Bu koordinasyonun amacı, Türkiye’nin iç siyasetinde kaotik bir atmosfer oluşturarak, Cumhurbaşkanlığı kurumunu uluslararası baskı altında bırakmak.
Fetö merkezlerinden gelen mesaj net:
“Elinizi çabuk tutun, Erdoğan’ı devirmekte gecikirseniz oyun bozulur.”
Bu talimatın yerli muhatapları da, toplumun ekonomik ve siyasi duyarlılıklarını kullanarak içeriden bir meşruiyet krizi üretmeye çalışıyor. Ekrem İmamoğlu figürü ise, bu oyunun psikolojik-siyasi cephesinde bir aparat olarak devreye sokulmak isteniyor. Bugün artık çok daha açık: Bu hazırlıklar, doğrudan yeni bir darbe denemesi kararlılığını içinde barındırıyor.
Mesele Bir Parti Meselesi Değil, Devletin Bekası Meselesidir
Bir kez daha altını çizelim: Bu mesele, ne bir parti meselesidir, ne de sadece Erdoğan meselesidir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’ni teslim almak isteyen küresel unsurlarla, devletin bekasını savunan milli güçler arasındaki mücadeledir. Devletin kurumları, özellikle de yargı, bu saldırılar karşısında tereddütsüz bir duruş sergilemektedir. Bu duruş, yalnızca bugünün değil, gelecek kuşakların bağımsız Türkiye’si için de hayati önemdedir.
Türkiye artık eski Türkiye değildir. Bu ülke, emperyalizmin içerde “vesayetli aktörler” eliyle kurguladığı hiçbir senaryoya boyun eğmeyecektir. Devlet aklı, tehditlerin nereden geldiğini görmekte; millet iradesi ise kimin safında durması gerektiğini artık çok iyi bilmektedir.
...Türk dizileri dünyanın dört bir tarafından yoğun ilgi görüyor. Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya, Balkanlar’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada Türk yapımları izleniyor. Peki, Türkiye’de izlenim oranı düşük diziler yurt dışı satışlarıyla nasıl ayakta kalıyor.
Türkiye’de dizilerin devam etmesinin en büyük unsurlarından biri de hatta en önemlisi reytinglerdir. Yani reytingler ne kadar yüksek olursa gelir ve dizinin ömrü o kadar uzun olur. Ancak son yıllarda bu kural değişti. Çünkü artık bir dizinin değeri sadece Türkiye sınırları içinde ölçülmüyor.
Düşük reyting alan diziler, çoğu zaman devasa prodüksiyon maliyetlerini karşılamaya yetmiyor. Ancak dizinin yurt dışı satışı olduğu zaman bütçelerde büyük oranda değişim oluyor.
“Hercai”, “Erkenci Kuş” veya “Sen Çal Kapımı” gibi yapımların düşen reytinglere rağmen devam etmesinin ilk kuralı ise yurt dışı satışları oldu.
Eğer dizi hem iç hem de dış pazarda parlak değilse ömrü kısa olur. Kanal, düşük reytingler karşısında maliyetleri karşılayamaz.
Bu sebeple yurt dışı satışları artık Türk dizilerinin kaderinde tamamlayıcı bir rol oynuyor. İlk olarak hala reyting günümüzde belirleyici bir etkiye sahip olsa da, yurt dışı satışı devamlılık sağlar. Türkiye’de biten dizi, Şili veya İspanya’da gündemin ilk sırasına oturmuş olabilir.
Geçen hafta “Geleceğin Kodu Türkçe Yazılıyor” başlıklı yazımda, kuantum çağının eşiğinde duran Türkiye’den söz etmiştim. Yani bilimin merkezine yeniden insanı koyma zorunluluğunun mini bir özetini geçmeye çalıştım… Çünkü teknoloji, yalnızca bir üretim meselesi değil, aynı zamanda bir kimlik, bir anlam meselesidir.
Bugün o düşüncenin bir adım daha ötesine geçmeye çalışalım. İnsan, artık yalnızca teknolojiyi üreten değil; kendini yeniden tanımlayan bir varlığa dönüşüyor. Yapay zekâ ve biyoteknolojinin birleştiği bu yeni dönemde, “insan olmak” kavramı bile yeniden yazılıyor.
Eskiden doğaya ayak uyduruyorduk; şimdi insanoğlu doğayı ve kendini şekillendirme iddiasında. DNA diziliminden hücre yenilenmesine, beyin sinyallerinden duygusal algoritmalara kadar insanın bütün katmanlarına teknolojinin dokunduğunu hepimiz görüyoruz. Ama bu dokunuş, salt bir mühendislik değil, varoluşun yeni bir yorumu hükmündedir.
Bugün laboratuvarlarda geliştirilen biyosentetik organlar, yapay zekâ destekli ilaç keşifleri, hastalıkları önceden tahmin eden modeller, insan bedenini bir veri ekosistemine dönüştürüyor. Ama asıl dönüşüm, insanın anlam arayışında yaşanıyor... Bu meselenin uzmanlarının sorduğu soruları ülke olarak bizler sanki 10 yıl geriden takip ediyormuşuz gibi bir hisse de kapılmıyor değilim. Çünkü onlar “Ne kadar yaşayacağız?” sorusunu değil, “Nasıl bir varlık olacağız?” sorusuna cevap arıyorlar! Peki ya biz?
Aslında Türkiye’de bu dönüşümde sessiz ama güçlü biçimde ilerliyor. Nedenini bilmediğim bir şekilde bu konular Türk medyasında çok da fazla gündem olmuyor. Ama, TÜBİTAK’ın yapay zekâ ve biyoteknoloji çağrıları, adresini buluyor. Gördüğüm kadarıyla da genç beyinler de bu davete icabet ederek yeni ufuklar açıyor. Hatta üniversite laboratuvarlarında geliştirilen biyosensörler, kişiye özel tedaviler ve gen düzenleme çalışmaları, artık küresel standartlara yaklaşmış durumda diyebilirim.
Bu gelişmelere, yalnızca bilimsel gözle bakmak da mümkün değil, benim gözlemim bu ülkece kültürel bir yenilenmenin de içinde olduğunu gösterir örnekliktedir.
Evet, bu ülkede insanın geleceğini sadece algoritmalarla değil, değerlerle de inşa etmemiz gerekiyor.
Görüyorsunuz ki artık yapay zekâ, insanlığın en büyük boy aynasıdır. Buna ister inanır ister inanmazsınız ancak durum tam olarak budur. Ve o aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, bir tüyleri diken diken eden veya bir devrim kadar umut vericidir. Bu devrimlerin bir de biyoteknolojiyle birleştirildiğinde, bu ayna da hücrelerimize kadar inildiğine de şahit olacağız... Ve belki de tarih boyunca ilk kez, “kendimizi yeniden yazma” gücüne sahip olacağız.
Esas konuşulması gereken ise bu saatten sonra bu gücü nasıl kullanacağımızdır. Zira bu bizi tarif edecek en önemli argümanımız olacak. Meselenin sadece insanı kopyalamak olmadığını, insanlığı nasıl korumamız gerektiğini burada anlamış olacağız.
Bu ülkenin genç zihinlerinin geçmişlerine, ecdatlarına olan saygıları gereği geleceğin en büyük buluşunun, bir makine olmadığını, vicdanla şekillenmiş bilgelik olacağını adım gibi biliyorum. Ve huzurluyum.
Haftaya, aynı yerden; belki insanın değil, insanlığın hafızasını konuşmak isterim. Çünkü kendini güncelleyen insan, aslında hatırlamayı da bilmeli diye düşünüyorum.
Kalın sağlıcakla…
Bazı teknolojiler vardır; ilk çıktığında 'aman ne gereksiz şey bu ya' denir. Sonra bir süre ortadan kaybolur, hatta gömülür. Ama bir gün yeniden karşımıza öyle bir şekilde çıkar ki, hepimizi ters köşe yapar. İşte ben buna çifte kavrulmuş teknolojiler diyorum. İlk seferinde tutmaz ama ikinci seferde tadından yenmez.
Düşünsene, tarih boyunca kaç tane böyle hikaye var. İnsanlık bazen fazla erken davranıyor, bazen de fazla kör. Teknolojiye şans tanımıyoruz, ama o küllerinden doğup ikinci raunda çıkınca ringi alıyor.
Mesela çok da geçmiş olmayan bir tarihten örnekler verelim, o zaman ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz.
Apple, 1993’te Newton isimli PDA cihazını çıkardı. Kalemle yazı yazıyorsun, not tutuyorsun, aslında bugünkü İpad'in atası. Ama millet dalga geçti, yazıyı doğru düzgün tanıyamıyordu, pahalıydı, kaba saba bir tasarımı vardı. Kısaca çöp dediler.
Aradan yıllar geçti. 2010’da Steve Jobs sahneye çıktı ve İpad'i tanıttı. O gün o salonda bir anda tarihin en büyük ters köşesi yaşandı. Çünkü 17 yıl önce gömülen fikir, internetin ve dokunmatik teknolojilerin gelişmesiyle yeniden kavrulmuştu. Bugün İpad kullanmayan çocuk bile yok. Newton? Tarihin tozlu rafında. Ama fikrin ruhu, ikinci şansını buldu.
Elektrikli arabalar aslında 1800’lerin sonlarında vardı. Hatta 1900’lerde Amerika’daki arabaların üçte biri elektrikliydi. Ama içten yanmalı motorlar daha ucuz ve pratikti. Elektrikli arabalar birinci raundu kaybetti, hem de nakavtla. 1990’larda General Motors, EV1 diye bir elektrikli araba yaptı. Kullanıcılar bayıldı ama şirket birden programı iptal etti. Arabaları toplatıp hurdalığa yolladılar. O günün aktivistleri hala “Who Killed the Electric Car?” diye sorar.
Sonra sahneye Tesla çıktı. Elon Musk ve tayfası bu çöpe atılmış fikri aldı, çifte kavurdu, üzerine sosunu döktü. Bugün elektrikli arabalar sadece gelecek değil, devlet politikası haline geldi. Yani zombi geri döndü, hem de dünyayı değiştirmek için.
90’larda sanal gerçeklik gözlükleri vardı. Hatta Sega ve Nintendo bile kendi VR cihazlarını çıkardı. Ama çözünürlük berbattı, kafanda kocaman bir tost makinesi taşımak gibiydi, baş ağrısı yapıyordu. Kimse de gelecek burada diyemedi.
2012’de Oculus sahneye çıktı. Bu kez grafikler iyiydi, internet hızlanmıştı, oyun ekosistemi hazırdı. Meta (Facebook) milyar dolarlık yatırımla işi sahiplendi. Artık VR, sadece oyun değil, iş toplantısı, eğitim, terapi, hatta uzaktan ameliyat için bile kullanılıyor. 90’ların komik oyuncakları, 2020’lerde dünyanın ciddi araçlarına dönüştü.
Aslında yapay zeka lafı 1950’lerde vardı. 60’larda bir heyecan, 80’lerde uzman sistemler, sonra bir sessizlik. AI kışı dediler. Çünkü bilgisayarlar yavaş, veri yok, işlem gücü yetmiyor. Sonra bir gün internet sayesinde milyarlarca veri, ucuz işlem gücü ve gpu'lar birleşti. ChatGPT, Midjourney, Copilot, hepsi aynı anda hayatımıza daldı. İnsanlık ya bu da mı gol değil? dedi. Hatta öyle gol oldu ki, yazılımcılar bile “bitiyoruz galiba” diye paniklemeye başladı. 70 yıllık hayal, çifte kavrulunca en büyük dönüşüm hikayesine dönüştü.
90’larda dronelar oyuncak gibi görülüyordu. Küçük helikopter işte, ne yapacaksın? deniyordu. Ama çifte kavrulmuş teknolojilerde işler böyle olmuyor. Bugün dronelar tarımda ürün ilaçlıyor, kargo taşıyor, film çekiyor, savaşta orduların kaderini değiştiriyor. Bir zamanlar hobi olan şey, şimdi devletlerin stratejik gücü.
Bu hikayelerin ortak noktası şu: teknoloji bazen yanlış zamanda doğuyor. Yani fikir doğru, ama dünya hazır değil. İnternet yokken sosyal medya olmazdı. Pil teknolojisi zayıfken elektrikli araba hayal olurdu.
Ama fikir ölmez. Bekler. Uygun zemin oluşunca, biri çıkar 'dur yahu, bu iş şimdi olur' der. Ve olur. İşte o yüzden, bugün 'bu fikir saçma' dediğimiz her şey aslında yarının unicornu olabilir. Çöpe attığımız girişimler, gelecekte bir gün geri dönüp bizi tokat gibi şaşırtabilir.
Bugün baktığında, metaverse hala sallanıyor. Kripto para herkesin ağzında ama bir o kadar da tartışmalı. Kuantum bilgisayarlar ise hala uçuk bilim kategorisinde. Belki bunlar da şu anda başarısız görünüyor. Ama kim bilir, 10 yıl sonra 'çifte kavrulmuş' olarak geri dönüp hayatımızı altüst edecekler.
O yüzden erken gömmeyelim. Teknoloji biraz Türk kahvesi gibidir: bir kere kavrulur, olmaz. İkinci kavrulmada ise tadına doyulmaz.
...“Bölüm başına 4 milyon TL alıyor” son günlerde oyuncularla ilgili sık sık gördüğümüz bu haberler düşündürmeye başladı. Toplamda normal bir insan ya da 3 kişilik bir aile bile aylık asgari ücret ve biraz üstü maaşla geçinmeye çalışırken kamera karşısına çıkan “bu insanların ne özelliği var?” diye düşünmeden edemiyorum.
Bölüm başına 4 milyon TL… haftalık 4 milyon TL gerçeğini normal karşılamamız büyük bir sorun. Bu kişi aylık 16 milyon TL kazanıyor. Günümüz ekonomisini ve fiyatları düşünürsek bu parayla gayet iyi ev-araba alınır tatil yapılır ama peki biz ne kazanıyoruz?
Kira ödeme süreçlerinde bile zorlanmaya başladığımız bu çağda bu parayı 10 yıl çalışsak bile kazanamıyoruz. Toplumun en büyük problemi bunları normalleştirmemiz. Nereden geliyor bu değirmenin suyu bunlara? Bizde yok! Sadece Türkiye değil dünya şartlarında hiçbir ülkede bu parayı kazanamıyor insanlar ancak bu oyuncular yapım şirketleri nasıl oluyor da kazanıyor? Bir kişi 4 milyon TL alırken o adamı çeken kameramanın haftalık değil aylık 100 bin TL kazanması şakasını da kabullenmek büyük sıkıntı. Dünyada komple bir ekonomik denge politikası izlenmesi gerekiyor. Ama maalesef bu sefer kürk de yok para da!
Kadıköy’de gezdiği bit pazarında öldürülen 15 yaşındaki Ahmet Minguzzi’nin davasında açıklanan karar sadece bir annenin değil, tüm Türkiye’nin yüreğini yaktı.
Altıncı kez hakim karşısına çıkan sanıklardan Umutcan Baba ve Berkay Budak’a 24 yıl hapis cezası verildi, Ayberk Doğan ve Kerim Özbağ ise beraat etti.
Ancak kararın detayları, toplumun vicdanında beklenen rahatlamayı sağlamadı.
Çünkü sanıklara verilen 24 yıl hapis cezasının sadece 16 yılı cezaevinde geçirilecek.
9 yılı kapalı, 6 yılı açık cezaevi… Son 1 yılı ise denetimli serbestlik!
Yani Ahmet’in katilleri, 30 yaşına bile gelmeden dışarıda olacak.
Ahmet’in yaşıtları okul sıralarında otururken, onu hayattan koparanlar dışarıda özgürce dolaşacak.
Öfke, korku, hayal kırıklığı… Tüm duyguları aynı anda hissettiren derin bir çığlık...
Ahmet’in annesi Yasemin Minguzzi, duruşma salonunda ''Bu mu adalet?'' diye haykırırken sadece oğlunun değil, bu ülkede sokakta öldürülen, kaybolan, susturulan bütün çocukların sesi oldu.
Ahmet Minguzzi’nin adı artık sadece bir dosya numarasına sıkıştırılamaz.
Bu dava, 'çocukların hayatı bu kadar ucuz olmamalı' diyen herkesin davası.
Karara itiraz etmekle birlikte yapılması gereken bu ülkede bir daha hiçbir annenin adliye önünde haykırmak zorunda kalmayacağı şekilde suçlulara caydırıcı cezalar vermek.
Adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, vicdanlarda da yerini bulsun.
...
1974 yazında Türk ordusu, tarihe “Barış Harekâtı” olarak geçen o büyük adımı attığında, Kıbrıs Türk halkı ölüm ile varlık arasındaki en keskin çizgideydi.
Bir millet, yok edilmenin eşiğinden dönmüş; yalnızca canını değil, onurunu da kurtarmıştı.
O gün, %3’lük dar bir alanda sıkışmış Türk nüfus, kendi kaderini yeniden yazdı. Toprak genişledi, özgürlük yeniden filizlendi.
Ama ne yazık ki o zafer, uzun vadeli bir bilinç inşasıyla taçlandırılamadı.
Aradan geçen yarım yüzyılda Türkiye, askeri bir başarıyı stratejik bir geleceğe dönüştürmekte ciddi bir sınav verdi.
Eğitimden kültüre, demografiden kimlik inşasına kadar birçok alanda pasif, hatta edilgen bir seyir izlendi.
Kıbrıs’ta “kurtarılmış topraklar” korunabildi belki, fakat “kurtarılmış zihinler” kaybedildi.
Rum tarafı, çocuklarına hâlâ aynı masalı anlatıyor:
“Ada Rumlara aittir, Türkler işgalcidir.”
Ve bu masal, yıllar geçtikçe inanca, inanç da politik bilince dönüşüyor.
Oysa Türk tarafında, ders kitapları 1974 öncesine dair tek bir satırla bile değinmiyor. Tarih unutturuluyor, kimlik silikleşiyor, millî hafıza bir müfredat hatasının satır aralarında kayboluyor.
Bu boşluk, elbette birileri tarafından dolduruluyor.
1975 sonrası Türkiye’den adaya yerleştirilen binlerce Türk ailesi, zaman içinde bilinçsizce kimlik krizi yaşayan kuşaklar yetiştirdi.
Yeni nesil, ne tam Kıbrıslı ne de tam Türkiyeli...
Kökleri bulanık, yönü belirsiz bir kimlik sarkacında gidip geliyor.
Bu zemin, doğal olarak Türkiye karşıtlığının mayalandığı bir toplumsal iklime dönüştü.
Seçimlerin Aynasında Yeni Gerçeklik
Ve bugün, bu kimlik erozyonunun en somut sonucu, sandıkta karşımıza çıktı.
19 Ekim 2025’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Tufan Erhürman, oyların %62,8’ini alarak yeni cumhurbaşkanı seçildi.
Türkiye ile yakın ilişkileri savunan mevcut başkan Ersin Tatar ise yalnızca %35,8’de kaldı.
Bu tablo, artık Kıbrıs Türk halkının büyük bir kesiminin yönünü Ankara’dan değil, Brüksel’den bulacağını gösteriyor.
Erhürman’ın söylemi uzun süredir aynı eksende:
Federal çözüm, AB üyeliği, Rum tarafıyla birleşme vizyonu.
Bu ise Türkiye’nin “iki devletli çözüm” ısrarıyla taban tabana zıt.
Dolayısıyla bu seçim sonucu, yalnızca bir iktidar değişikliği değil, Türkiye’nin ada üzerindeki politik ve kültürel nüfuzunun gerilemesi anlamına geliyor.
Zihinlerde Kaybedilen Savaş
Sandığa giden seçmenlerin önünde dört aday vardı; bunlardan üçü, Türkiye’ye mesafeli değil, doğrudan karşıt bir çizgideydi.
Kimi Avrupa pasaportu hayaliyle “KKTC diye bir şey yoktur” diyordu,
Kimi “Ankara gölgesinden çıkalım” çağrısını “bağımsızlık” kisvesine bürüyordu.
Ve bugün bu söylemler, toplumun neredeyse yarısı tarafından desteklenir hale geldi.
Bu tabloyu sadece bir seçim gerçeği olarak görmek büyük bir yanılgıdır.
Bu, yıllardır süren zihinsel ihmalin, kültürel kopuşun ve eğitimdeki boşluğun fotoğrafıdır.
Türkiye, Kıbrıs’ta sadece bir askeri varlıkla değil, bir medeniyet iddiasıyla bulunmak zorundaydı.
Fakat bu iddia ne müfredata, ne medya diline, ne de toplumsal hafızaya yansıyabildi.
Sonuçta, artık mücadele toprakta değil, zihinlerde kaybediliyor.
Beş Yıl: Son Pencere
Kıbrıs, eğer önümüzdeki beş yıl içinde stratejik, kültürel ve eğitimsel anlamda yeniden yapılandırılmazsa;
Nüfus planlaması yapılmaz, tarih bilinci köklenmezse;
Yeni bir “Barış Harekâtı” gerekmeden sessizlikle kaybedilecek.
Bu kez tankla değil, ihmalle;
Bu kez kurşunla değil, ihmalin soğuk sessizliğiyle.
Bir Ayna Olarak Kıbrıs
Kıbrıs, bugün bir coğrafyadan çok daha fazlasıdır.
Türkiye’nin dış politikadaki hafızası, kendi kimliğini koruyabilme iradesinin aynasıdır.
Ve o ayna, her geçen gün biraz daha buğulanıyor.
Buğuyu dağıtmak, yalnızca diplomasiyle değil, eğitimle, kültürle, tarihle mümkündür.
Yoksa bir sabah, buğulu aynada artık kendi yüzümüzü göremeyeceğiz.
...Ülkemizdeki Gastronomi dünyasının en saygın buluşmalarından biri olan Gastromasa Uluslararası Gastronomi Konferansı & Fuarı, bu yıl Sözen Group tarafından onuncu kez düzenleniyor.
6–7 Kasım 2025 tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşecek bu büyük etkinliğin ayrıntıları ve bu yılki teması olan “10 Yılın Hikâyeleri” – “The Sories of 10 Years” Raffles İstanbul’un zarif atmosferinde düzenlenen özel bir basın toplantısında bizimle paylaşıldı.
Gastronomi sahnesinin önde gelen şeflerini, sektörün duayen temsilcilerini ve basın dünyasının seçkin isimlerini bir araya getiren toplantıda masa başında konuşanlar;
Başta Sözen Group CEO’su ve Gastromasa Kurucusu Gökmen Sözen, sonrasında sırayla Türk Mutfağı Araştırmacısı Vedat Başaran, ETÜDER Yönetim Kurulu Başkanı Melih Şahinöz, HİB Turizm Komite Üyesi Sadettin Cesur ve Neolokal Kurucu Ortağı & Şefi Maksut Aşkar oldu.
Türk mutfağı ve sofrası;
Yüzyıllar boyunca coğrafyaların, iklimlerin ve medeniyetlerin kesişiminde şekillenen bir bilgelik sofrası. Ancak bu sofra, uzun yıllar boyunca kendi zenginliğini dünyaya yeterince anlatamamanın sessizliğinde. İşte bu sessizliği bir vizyon, bir kararlılık ve tutkuyla bozan bir isim var “Gökmen Sözen”. Onun öncülüğünde doğan Gastromasa ise sıradan bir etkinlik değil; bence bir kültürün yeniden doğuş hikâyesi.
2015 yılında, Türkiye’nin gastronomik potansiyelini küresel sahnede görünür kılmak hedefiyle yola çıkan Sözen, kısa sürede Gastromasa’yı dünyanın en büyük ikinci gastronomi konferansı konumuna taşıyor. Bu başarı, salt organizasyonel bir maharetin değil; toprağa, üreticiye, şefe, hikâyeye ve en önemlisi de “kimliğe” duyulan derin bir inancın eseri.
“Topraktan doğan yerli üretim bizim gerçek kimliğimizdir”
Diyen Gökmen Sözen bu sözüyle aslında Türk mutfağının özünü yeniden tanımlıyor; gelenekle geleceği, el emeğiyle inovasyonu, yerliyle evrenseli aynı sofrada buluşturuyor.
İstanbul, tarihiyle birlikte artık gastronomik söylemiyle de konuşuluyor
Gastromasa, geçen on yılda sayısız şefi, yatırımcıyı ve markayı aynı çatı altında toplamaktan ibaret kalmadı; Türkiye’yi gastronomi diplomasisinin merkezlerinden biri hâline getirdi. İstanbul artık tarihiyle birlikte gastronomik söylemiyle de konuşulan bir şehir oldu. Haliç’in kıyısında gerçekleşen her buluşma, bir tabak yemeğin ötesinde bir kültürün, bir vizyonun ve bir milletin kendini yeniden anlatma biçimine dönüşüyor.
Gökmen Sözen’in bu yolculukta adı, yaptığı etkinlikler dolayısıyla bir organizatör değil, bir kültür elçisinin, bir vizyon mimarının ismi hâline geliyor. Sözen Group’un Türk gastronomisinin uluslararası tanıtımının büyük kısmını tek başına üstlenmesi, bu alandaki özverinin ve stratejik bakışın en somut göstergesi.
“Takip eden” değil, “yön veren” bir Türk Gastronomisi
Bugün Türk gastronomisi artık “takip eden” değil, “yön veren” bir konumdaysa, bu dönüşümün mihenk taşlarından biri de hiç kuşkusuz Gastromasa’dır.
On yıl boyunca dünyanın dört bir yanından efsanevi şefler, düşünürler ve üreticiler İstanbul’da buluştu; yeni fikirler doğdu, ortaklıklar kuruldu, genç yetenekler ilham aldı. Her panel, her atölye, her konuşma Türk mutfağının geleceğine dair yeni bir kapı araladı.
Vedat Başaran’ın da vurguladığı gibi, Gastromasa bugünün değil, Türk gastronomisinin hafızasını ve geleceğini aynı anda taşıyan bir köprü oldu.
İstanbul’dan Londra’ya, oradan Dubai’ye
Bugün artık Gastromasa, İstanbul’dan Londra’ya, oradan Dubai’ye uzanan küresel bir marka. Ancak özünde hâlâ aynı: Toprağını tanıyan, emeğe saygı duyan, geleceği düşleyen bir vizyonun adı.
Bu vizyon, genç şeflerin ellerinde büyüyor, üreticilerin alın terinde güçleniyor, dünyaya yayılan Türk lezzetlerinde yankılanıyor.
Gökmen Sözen’in ve Gastromasa’nın hikâyesi, bir ülkenin kendi mutfağını yeniden keşfetme cesareti.
Ve belki de bu hikâyenin en güzel tarafı, hâlâ yazılmaya devam ediyor olması…
...Dünya yeni bir dil arıyor. Doğayı koruyan, insanı merkeze alan, iyiliği yönetim ilkesine dönüştüren bir dil.
Emine Erdoğan’ın öncülüğünde Türkiye’den doğan Sıfır Atık Hareketi, bu arayışa küresel bir cevap olarak dünyaya yayılıyor.
Artık mesele yalnızca atığı azaltmak değil; varoluşun anlamını, üretimin ahlakını ve insanın dünyayla kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlamak.
Birleşmiş Milletler çatısı altında kalıcı bir Sıfır Atık Mekanizması kurulması çağrısı, çevre diplomasisinden çok daha fazlasını anlatıyor:
Bu, insanlığın sürdürülebilir bir geleceğe ortak akılla yönelebilmesi için önerilen evrensel bir medeniyet reçetesidir.
Modern insan, tükettiği kadar tükeniyor artık.
Yalnızca doğayı değil, kendi iç kaynaklarını da hoyratça harcıyor: zamanı, sabrı, sevgiyi, emeği...
Bu çağ, insanın kendini israf ettiği çağdır.
Ve Emine Erdoğan’ın “Sıfır Atık” vizyonu, tam da bu tükenişin ortasında doğan bir uyarıdır, bir varoluş çağrısıdır.
Sıfır Atık, plastiklerin dönüşümü ya da çöp kutularının ayrıştırılmasından önce; insanın iç dünyasında, “yetinme” ile “şükür” arasındaki o ince çizgide başlarsa anlamlıdır.
İnsanı çevreden uzaklaştıran mesafe azaldıkça, insanın kendi vicdanına da mesafesi kısalır. Çünkü insan; çevresi, yaşadığı dünya ile ayrılmaz bir bütündür.
İşte bu yüzden “Sıfır Atık” bir çevre projesi değil, insanın varlığını israf etmeden yaşama felsefesidir.
Bugünün dünyası, sınırsız üretimle birlikte sınırsız yorgunluk üretmiştir.
Gelişme adına her şeyi çoğaltırken, anlamı eksiltmiştir.
İşte bu nedenle Emine Erdoğan’ın sözleri sadece bir politik çağrı değil, bir medeniyet muhasebesidir:
“21. yüzyılın en büyük iyilik hareketidir Sıfır Atık.”
Bu cümledeki “iyilik”, sadece doğayı koruma bilincinin yaydığı kuru yavan bir çevre hareketi değil; insanlığı koruma felsefesinin seçilmiş, tasarlanmış bilincidir.
Çünkü doğa, insanın aynasıdır:
Ağacı, denizi ,toprağı kurutan; kuşları, yıldızları, güneşi, ayı karartan, aslında kendi kökünü karartıyordur.
Dünyayı kirletenin; aslında kendi vicdanını bulanıklaştırdığını görmek gerekir.
İnsanın kirlettiği dünya, sonunda insanın ruhunu da kirletir.
Sıfır Atık, bu yüzden bir teknik meseleden ziyade, bir yaşamsal terbiye biçimidir.
İsraf, kendi benliğini unutmaktır; kendi varlığının farkındalığı ise bir arınmadır.
İnsan farkındalık düzeyiyle doğayı da, emeği de, anlamı da yeniden inşa edebilir ancak.
Bir medeniyetin büyüklüğü, gökdelenlerinin değil, gölgesinde nefes alınabilen ağaçlarının sayısıyla ölçülür.
İstanbul’un “sıfır atığın başkenti” olarak anılması, yalnızca çevre hareketi değil, bir medeniyet hafızasının yeniden dirilişidir.
Çünkü bu şehir, üç imparatorluğun taşıdığı kültürel bilinci, şimdi doğa ile barışık bir dünya tasavvuruna dönüştürmektedir.
Emine Erdoğan’ın sözleri, aslında bir ekolojik medeniyetin kapısını aralıyor:
“İstanbul sıfır atığın başkenti olacak inşallah.”
Bu cümledeki “inşallah”, politik bir dileğin değil, tarihsel bir inancın ifadesidir.
Çünkü İstanbul, geçmişte ilmin, sanatın, mimarinin ve zarafetin başkentiydi;
Şimdi ise doğaya saygının, sürdürülebilirliğin ve ahlaki bilincin başkenti olmaya hazırlanıyor.
Sıfır Atık Hareketi, yalnızca çevreye değil, medeniyetin kendisine yapılan bir restorasyondur.
Çünkü israf sadece doğayı yıpratmaz, toplumun ruh bilincini de aşındırır.
Bugünün dünyasında modernliğin maskesinde çöplerin arasında kaybolan insan, aslında kendi değerlerini yitirmiştir.
Emine Erdoğan’ın çağrısı bu yüzden teknik bir reform değil, kültürel bir rönesans niteliğindedir.
Geleneksel Türk evlerinin yazlık ve kışlık kat ayrımı, gıdaları koruyan mahzenler, elektrik gerektirmeyen mutfak gereçleri…
Bunlar sadece geçmişin kalıntıları değil, geleceğin sürdürülebilir mimarisidir.
Bir zamanlar doğa ile uyum içinde yaşayan toplum, şimdi o bilgeliği yeniden hatırlamak zorundadır.
Çünkü bir medeniyet, ne zaman ki doğadan koparsa kendi sonunu da hızlandırır.
Medeniyetin devamı, toprağın devamına bağlıdır.
Sıfır Atık felsefesi bu anlamda, insanın üretim biçimini değil, varoluş biçimini dönüştürmeyi teklif eder.
İstanbul’un kalbinde doğan bu hareket, yalnız Türkiye’ye değil, dünyaya da yeni bir yol haritası sunuyor:
Bilgiyle bilgelik birleştiğinde, insan hem şehirlerini hem vicdanını yeniden kurabilir.
Bir uygarlık çöplerinden değil, değerleriyle var olarak fazlalıktan arındığında yeniden doğar.
Ve belki de asıl sıfır atık, insanın içindeki hırsı, israfı, vurdumduymazlığı azaltmasıdır.
“Atıksızlık, İnsanın Kendini Yeniden İnşa Etmesidir”
Her dönüşüm, bir farkındalık anıyla başlar.
İnsanın eline geçen bir plastik parçası, bir anda evrensel bir sorumluluk duygusuna dönüşebilir; eğer o parça, kendi içindeki israfı fark ettirirse.
Sıfır Atık, işte bu farkındalığın somut biçimidir:
İnsanı nesneyle, nesneyi anlamla, anlamı eylemle yeniden buluşturan bir varoluş pratiği.
Bugünün insanı, çok şey üretip az şeyin anlamını biliyor.
Sahip oldukça, yoksullaşıyor.
Kullandığı eşyalar kadar, kullandığı kelimeleri de tüketiyor.
Bu yüzden atıksızlık, yalnızca çevresel bir tercih değil; bir ruh terbiyesi, bir varoluş disiplinidir.
Emine Erdoğan’ın sözleri bu bilinci yansıtıyor:
“Sıfır Atık Hareketi 21. Yüzyılın en büyük iyilik hareketidir.”
Bu iyilik, görünmeyen bir alanı onarıyor; insanın iç huzurunu.
Atıksız bir hayat, sadeleşmiş bir benliktir;
Sadeleşmiş bir benlik, evrene zarar vermez.
Çünkü insanın içinde bir iyilik dengesi oluşmuşsa dünyada da bir iyilik dengesi oluşmuştur.
Atık, bu denge evrensel bir uygarlığın aynasıdır.
Bir toplumun çöpleri, onun önceliklerini gösterir:
Ne kadarını dönüştürüyor, ne kadarını heba ediyor, ne kadarının farkında bile değil ...
Ve her çöp yığını, aslında o toplumun bir kayıtsızlık yığınıdır.
Sıfır Atık felsefesi, farkındalığın eyleme dönüştüğü noktada anlam kazanır:
Bir çocuk plastik şişeyi geri dönüşüme attığında, dünyaya değil;
Geleceğe küçük bir teşekkür notu bırakır.
Bu yüzden atıksızlık bir eylem biçiminden öte, insanın kendini yeniden kurma eylemidir .Bu yönüyle bu proje evrensel bir devrimdir .
Doğayla uyumlu yaşamak, insana karşı da şefkatli olmaktır.
Ve her davranış, bir dünya görüşünü yansıtır:
Eğer insan; harcadığı her şey icin bir saniye düşünebilir, tükettiği her bir parça icin utanabilirse ve sadeleştikçe yetinmeyi öğrenebilirse;
İşte o zaman sürdürülebilirlik, literatürde bir kavram değil, bir karakter biçimi olur.
Medeniyetin en saf hali, insanın dünyaya iyi davranma biçimidir.
Atıksız bir dünya, tam da bu iyiliğin görünür hâlidir:
Küçük eylemlerle başlayan büyük bir insanlık terbiyesi.
Çünkü insan, dünyaya yapay anlamlar yüklemeden önce kendini onarmalıdır.
Ve bu onarımın adı, çağımızın yeni vicdanı olan Sıfır Atık’tır.
Bir medeniyetin geleceği, onun inşa ettiği binalarda değil;
İnsanının inşa ettiği bilinçte saklıdır.
Bugün “sürdürülebilir insanlık ” dediğimiz şey, aslında iyiliğin mimarisidir.
Çünkü insan, iyiliği sistem hâline getirebildiğinde kalıcı olur.
İyilik, geçici bir duygudan değil, bilinçli bir seçimden doğar.
Ve bu seçim, doğaya dokunma biçimimizde, tükettiğimiz kadar koruyabilme gücümüzde, doğayla, dünya ile kurduğumuz ahlaki ilişkide gizlidir.
Emine Erdoğan’ın önderliğinde şekillenen Sıfır Atık Hareketi, bu çağın unuttuğu bir hakikati hatırlatıyor:
Dünya bizim evimiz değil, bize emanettir.
Ve emanete, sahip olunmaz; emanet korunur.
Bu bilinci taşıyan insan, artık tüketici değil, dünyanın mimarıdır.
Yaptığı her şey bir iz bırakır:
Bir ağacı korumak da bir mimaridir,
Bir çocuğa sade yaşamı öğretmek de,
Bir evde atığı azaltmak da.
Sıfır Atık bu yüzden yalnızca bir çevre modeli değil;
İnsanın iyilik potansiyelini açığa çıkaran bir medeniyet dersidir.
Her toplum, kendi çevre etiğini kurabildiği kadar geleceğini güvenceye alır.
Ve Türkiye, bu hareketle birlikte, dünyaya “ahlak merkezli kalkınma”nın mümkün olduğunu göstermektedir.
Bir toplum hem üretken hem merhametli olabilir;
Hem güçlü hem zarif;
Hem modern hem de köklerine sadık.
Sıfır Atık, bu bütünlüğün adıdır.
Bir yandan teknolojiyi, bilimi, yeniliği içerir;
Öte yandan insanın özündeki dengeyi, sadeliği ve şükrü yeniden hatırlatır.
Böylece modernliğin hızıyla kaybolan insan, doğanın ritmiyle yeniden buluşur.
İstanbul’un “yeni başlangıçların şehri” oluşu da tam buradan doğar:
Bir şehir, iyiliği merkezine aldığında, medeniyet yeniden filizlenir.
Artık mesele yalnızca çöpü azaltmak değil;
Kendimizi yeniden anlamlandırmaktır.
Çünkü insan, doğayı tükettiğinde kendi hikâyesini de tüketir.
Sıfır Atık Hareketi, işte bu hikâyenin yeniden yazılmasıdır:
İyiliğin diliyle, adaletin terazisiyle, doğanın vicdanıyla yazılmış bir insanlık manifestosu.
Ve belki de bütün mesele şudur:
“Bir uygarlık, doğaya iyi davrandığı gün yeniden doğar.”
...



