Türkiye, yarım asra yaklaşan kanlı bir defteri kapatmaya hazırlanıyor. PKK’nın resmen silah bırakması, yalnızca bir örgütün silahlı varlığına son vermesi değil, bölgenin istikrarsız tarihine vurulan en anlamlı mühürlerden biri. Dünya basını da bunu fark etti. Sadece Reuters’ın, BBC’nin, The New York Times’ın satır aralarına bakmak yeter: Bu, artık terörle anılmak istemeyen bir coğrafyanın yeni hikâyesi.
Uluslararası ajanslar, törenin sembolik niteliğinin altını çizdi ama şunu da teslim ettiler: Semboller, siyasetin nabzını değiştirir. Fransa’dan Le Monde’un dediği gibi, Türkiye, Irak ve DEM Parti temsilcilerinin yan yana oturduğu bir tören, düne kadar tahayyül bile edilemezdi. Bu fotoğrafın arka planında, yüz milyarlarca doların heba olduğu, on binlerce insanın toprağa düştüğü, milyonların kalbinde kapanmaz yaralar açan bir trajedi var.
Dikkat edin, Batı medyasında bile bu sürecin Erdoğan için “büyük bir politik zafer” olduğuna dair net bir kabul var. The New York Times, bunun yeni bir anayasal inşa dönemi başlatabileceğini yazıyor. Bu ifade, sadece bir yorum değil, uluslararası algının değişmekte olduğunun işareti. Türkiye, 1980’lerden bu yana PKK’nın terörü üzerinden yıpratılmaya çalışıldı. Her çatışma, Ankara’nın enerjisini tüketti; hem kalkınmanın hem siyasetin rotasını belirledi. Şimdi tablo tersine dönüyor. Artık silah değil, siyaset konuşacak.
Elbette herkes biliyor ki bu süreç kırılgandır. Al Arabiya’nın vurguladığı gibi, provokasyon ihtimali hep masada duracak. Ne var ki Türkiye bu defa çok daha hazırlıklı. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın diplomatik kapasitesi, güvenlik birimlerinin saha hakimiyeti ve toplumun değişen beklentileri, provokasyon zemininin eskiye göre daha dar olmasını sağlayacak.
Dünya basını, PKK’nın silahsızlanmasının bölge jeopolitiğinde de kartları yeniden dağıtacağını yazıyor. Suriye ve Irak’ta dengeler değişecek. Türkiye’nin bölgesel diplomasi inisiyatifi güçlenecek. Şimdiye dek her defasında “terörle meşgul bir Ankara” görüntüsü yaratmak isteyen lobiler, bu sürecin istikrarla sonuçlanmasından en çok korkan kesim. Çünkü terör sona erdiğinde Türkiye yalnızca iç barışını pekiştirmeyecek, aynı zamanda dış politikada daha iddialı hamleler için kaynak ve zaman kazanacak.
Bir detay daha var: Associated Press, törende 15 kadın PKK mensubunun bulunmasını özellikle not düştü. Bu, örgütün kadınları propaganda aracına dönüştürme stratejisinin son halkasıydı belki de. Ama Türkiye bu sefer sahici bir barış iklimi üretmekte kararlı. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında kimse silaha methiye düzemeyecek.
Sonuç olarak dünya basını haklı: Bu adım tarihi, sembolik ve umut verici. Ama unutmayalım: Semboller, güçlü bir irade ile desteklenirse kalıcı olur. Türkiye’nin yeni bir anayasal ve toplumsal mutabakat için fırsat penceresi aralandı. Bu fırsat, terörden kurtulmuş bir ülkenin, enerjisini gerçek refaha, eşit yurttaşlığa ve büyük kalkınma hedeflerine yöneltmesinin imkânını sunuyor.
40 yıllık kanlı bir defter kapandı. Şimdi söz sırası milletin iradesinde, siyasetin vizyonunda ve toplumsal sağduyuda. Ve dünya, bu sayfanın nasıl yazılacağını dikkatle izliyor.
Bir zamanlar kendi kendimize düşünürdük. Şimdi “Bunu daha önce sen de sevdin” diyen bir sistem, düşüncelerimize bizden önce dokunuyor...
Sahi, ne zaman bırakmıştık ki kendimizi? Ne zaman başkalarının hazırladığı dünyalarda, kendi seçimlerimizi yaşadığımızı sanmaya başladık dersiniz?
Dijital çağın asıl devrimi, ekranlardan değil, içeriden geldi bence. Cep telefonları elimizden önce zihinlerimizi sarhoş etti desem realist bir tespitte bulunmuş olurum herhalde. Biz "Akıllı cihazlara" sahip olduğumuzu zannederken, onlar bizde karar yetisini ellerinden almaya başladı! Bugün bir haber bülteni izlediğimizde, neyin önemli olup olmadığına bile biz karar veremiyoruz. Ya da ne bileyim, bir e-ticaret sitesinde neye ihtiyacımız olduğuna biz inanmıyoruz. Sosyal medyada bizi neyin sinirlendirmesi gerektiğine biz hükmetmiyoruz. Algoritmalar sadece ne izlediğimizi bilmiyor; neye nasıl tepki vereceğimizi de biliyor. Çünkü her tık bir iz, her bekleyiş bir şifre, her tereddüt bir veri...
İnsanoğlunun tarihte ilk defa bu kadar çok bilgiye bu kadar kolay ulaştığına hep birlikte şahitlik ediyoruz, bir o kadar da az düşündüğüne… Çünkü bilgiyle dolu olmak, düşünmek demek değildir. Zihni yönetilen kalabalıklar, özgür insanlar gibi görünüyorlar. Evet, sadece görünüyorlar işte ötesi yok! Eskiden kitaplar vardı ki o kitabın kapağını açmadan içeriğini bilmek mümkün değildi. Şimdi herhangi bir başlık bile her şeyi söylüyor ve saniyeler içinde özetini aşağıya hazır hale getirebiliyor. Bu ne demek? Yani sen daha fikrini oluşturmadan önce başka bir fikrin etkisinde kalıyorsun demek… Zihinlerimiz, reklamlardan daha tehlikeli kodlarla şekilleniyor artık. Sadece ne düşündüğümüzü değil, nasıl düşündüğümüzü de biçimlendiren bir çağı yaşıyoruz. En azından ben kendi adıma öyle düşünüyorum. Zira, bir tercihi yapmadan önce onun “bizim için uygun olup olmadığını” kontrol eden sistemler bile özgür gibi görünen yönlendirmelerden ibaret, Şaka değil, bunlar gerçek.
Bir süredir fark ediyorum ki çevremdeki arkadaşlarım, dostlarım, meslektaşlarım hatta eşim bile yapay zekâ üzerine konuşup, yazmak istiyor. Kimi “yapay zekâ bizi yok edecek” diyor, kimi "işimizi elimizden alacak" diye kaygılarını dile getiriyor. Bazılarıysa, "insanlığın çöküşünü" manşetlerde kalın puntolarla satırlarına taşıyor.
Geçenlerde şirkette öğle yemeğinde bir arkadaşım, “Neden daha çok yapay zekâ yazısı yazmıyorsun?” diye sordu. “Konumun, erişimin, bakış açın var; insanlar seni duyar” dedi. Sustum. Çünkü yazıyorum ama o daha fazlasını istiyordu.
Sonra dedim ki: “Belki de siz hâlâ bu konuyu sadece teknoloji sanıyorsunuz.” Yapay zekâyı kodlardan, çiplerden ibaret görmüyorum. Bu, insan zihninin özgürlüğüyle ilgili. Asıl konuşmamız gereken, insan zekâsı.
Yazdığım bu satırlar belki şimdi değil, yıllar sonra anlaşılacak. Bu yazı bir uyarı değil, bir davet: Düşünmeye, fark etmeye, yavaşlamaya, hatırlamaya çağrı. Gürültüden sıyrılıp kendi sesini duymak isteyen herkese açık bir davet.
Tekrar soruyorum: Gerçekten zihnimizi kimler kodluyor? Ve biz onu yeniden yazabilir miyiz?
Cevap gelecekte değil, tam da şimdi, ekrana bakışımızda gizli.
Haftaya görüşmek üzere. Muhayyilenizin size ait kaldığı günler dilerim.
...Tarihin en uzun geceleriydi…Umutların da sustuğu, nice evladımızı şehit verdiğimiz o karanlık dönem… O dönem ki 1984’ten beri Anadolu topraklarını kana bulayan bir fitne hareketi… Bugün o defterin kapanma ihtimalini konuşuyoruz.
11 Temmuz 2025 sabahı, Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye yakınlarında bir mağarada yapılan sembolik törende, yaklaşık 30 terörist ellerindeki silahları bırakıp örgüt armasını teslim etti. Fotoğraflar dünyaya servis edilirken gözlerden kaçmayan detay, Abdullah Öcalan’ın imzasını taşıyan bir bildirinin okunmasıydı.
Bu yalnızca bir silah bırakma gösterisi değildir. Bu, yarım asırlık bir terörün ideolojik ve lojistik tasfiyesi anlamına gelir. Siyasi literatürde buna “post-terör dönemi” denir. Türkiye, bu tarihi eşiği zorlayan devlet aklı sayesinde bir kez daha bölgesel denklemde oyun kurucu vasfını göstermiştir.
Silahların Susması, Akılların Uyanmasıdır
Sürecin iki boyutu var. İlki, devletin kararlı duruşu. Özellikle 2015 sonrası başlatılan hendek operasyonları, terörün kırsal ve kentsel damarlarını birlikte kuruttu. Kandil’in lojistik kapasitesi çökertildi. Türkiye, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ve Bağdat hükümetiyle koordineli baskı kurarak Terör örgütünü fiziki alan daralmasına itti.
İkincisi ise siyasetin inisiyatifi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “silahı bırakın, demokratik siyasetin önünü açalım” çağrısı; uluslararası diplomaside de karşılık buldu. Şimdi Kürt meselesi, terör ekseninden çıkarılıp kalkınma, temsil ve kültürel haklar zeminine taşınıyor. Bu, hem iç barış için hem de bölgesel güç dengesi bakımından bir milat teşkil edecek.
Örgüt İçinde Ayrışma ve Öcalan Etkisi
Öcalan’ın son aylarda yayınladığı mesajlar, örgüt hiyerarşisinde çatlağı su yüzüne çıkardı. Kandil’deki bazı sert kanatlar “silah bırakmanın ihanete eşdeğer olduğunu” savunurken, İmralı çizgisine yakın unsurlar “siyasi mücadeleye geçişi” destekledi. Bugünkü sembolik tören, Öcalan’ın hâlâ örgüt üstünde psikolojik üstünlük kurabildiğinin kanıtıdır.
Fakat unutulmasın: örgüt silah bıraksa da ideolojisi, propagandası ve diaspora ağları bitmiş değil. O yüzden Ankara, hem güvenlik refleksini korumalı hem de bölge halkıyla bağlarını tahkim etmelidir. Silahların susması, akılların uyanmasını gerektirir.
Türkiye’nin Tarihsel Kazanımı
Bu süreç, sadece terörle mücadelede bir zafer değil; aynı zamanda Türkiye’nin bölge siyasetindeki lider pozisyonunu tescil eden bir sonuçtur. Dikkat edin: Irak Kürt yönetimi bu kez sürecin ortağı oldu, İran kayıtsız kalamadı, Avrupa sessiz kaldı, ABD Suriye’deki YPG yapılanmasıyla ilgili yeni bir yol haritasını masaya getirmek zorunda kaldı.
Yani terör örgütünün silah bırakması, Ankara’nın uzun soluklu diplomatik hamlelerinin, askeri kararlılığın ve sosyolojik alan okumalarının bir neticesidir. Şimdi önümüzde yeni bir masa var: Kürt vatandaşlarımızın demokratik temsili, bölgesel kalkınma projeleri, güvenlik garantileri ve sosyo-kültürel entegrasyon.
Bu masa, yalnızca devletin değil, milletin de sahip çıkması gereken bir masadır. Çünkü bu defa mesele yalnızca silah bırakmak değil; yeni bir toplumsal sözleşme inşa etmektir.
Tarih Yazılıyor
Bugün, Süleymaniye’de mağarada bırakılan o Kalaşnikof’lar, Anadolu’nun 40 yıldır yanan ocağına bir damla su oldu. Bir milletin sabrı, devlet aklıyla birleşti.
Tarihe not düşün: 11 Temmuz 2025’te, Türkiye teröre karşı sadece askeri değil, siyasi ve ahlaki bir zafer kazandı. Bu zafer, şehitlerin emaneti, anaların gözyaşı, çocukların geleceği adına kazanıldı.
Silahlar sustu. Şimdi kelimelerin, yatırımların, kardeşliğin konuşma vaktidir.
Ve bu topraklarda, bir daha o karanlık günler dönmesin diye…
Tarih belgeledi. Millet şahittir.
Devlet Bahçeli: Tarihi Sürecin En Etkili Mimarlarından
Bir gerçeği teslim etmeden geçemeyiz: Bu sürecin perde arkasında, millî bekamızın kırmızı çizgilerini unutmadan barış zeminini savunan bir lider profili daha vardı.
Devlet Bahçeli, teröre karşı sıfır tolerans siyasetiyle tanınsa da, bu son dönemde “silah bırakmak onurlu bir tercihtir” mesajını vererek toplumsal psikolojiyi yumuşatan kritik bir denge rolü üstlendi.
Bahçeli’nin yıllardır dile getirdiği “önce silah bırak, sonra konuş” doktrini bugün pratiğe dönüştü. Bu doktrin, Ankara’nın kararlılığı ile Diyarbakır’ın beklentileri arasında sağlam bir köprü kurdu.
Şimdi Bahçeli’nin de işaret ettiği gibi, mesele bir teslimiyet değil; milli birlikten sapmadan toplumsal normalleşmenin önünü açmak. Türk siyaseti, ideolojik ayrımları aşarak terörü tasfiye etme iradesini gösterdi.
Tarih, bu iradeyi taşıyan liderleri de kaydedecek. Devlet Bahçeli’nin adı da bu sayfanın hak ettiği köşesinde yazılı kalacak.
...Yapay Zeka Sahibini Seçerse Ne Olur?
Bir zamanlar Pokemon izleyen çocuklardık diyerek cümleye başlamak isterdim ama ben o ara büyümüştüm...
O zamanlar “Seni seçtim Pikachu!” diyerek elektrik saçan sarı bir canavar savaşa yollanırdı, şimdi ise “Seni seçtim yapay zeka!” der gibi her gün yeni çıkan bir modeli deniyor ve uzak kalmamaya çalışıyoruz.
Peki ya, yapay zeka bir gün "seni seçtim insan” derse?
Yani Pikachu gibi, sahibini kendi seçen yapay zeka hayal edelim. Bir gün telefonunuz titriyor ve ekranınızda şu yazıyor;
-Merhaba. Ben senin yapay zekanım. Seni algoritmik olarak seçtim. Potansiyelin yüksek. Hadi dünyayı birlikte değiştirelim.
Yapay zeka, bir insanı seçse… Kulağa garip geliyor gerçekten. Ben hayal ederken bile heyecanlandım :)
Tıpkı bir Jedi ustası gibi, “Bu kişi geleceği değiştirebilir” dese… Sana, Matrix'de ki Neo gibi davransa.
Tabi yapay zeka öyle paraya pula, üne şöhrete bakmaz. O, istatistiğe bakar. Duygu durumlarına, sabıka kaydına, kahve tercihine. Ona göre en optimum insanı seçer. Dolayısı ile seni seçeceği de ne malum?
Artık yapay zekalar sadece cevap veren değil, karar veren hale geldi. Yazılımcıya iş ve yöntem öneren mi dersin, hangi görselin daha etkileyici olduğununu öneren mi dersin. Siri bile arada “Senin için en uygun saat bu olabilir” diyerek toplantı öneriyor.
Yani karar veriyorlar. E hal böyle olunca, bu insanla iyi bir takım olurum deme hakkı da yakında geliyor.
Sahibini seçen akıllı süpürge olsa ya! Malum bu ara çok popüler robot süpürgeler. Düşünsene almışsın eve kuruyorsun ve bir süre çalışıyor, doğal olarak öğreniyor, seni tanıyor. Ne demişler arkadaşını ya tatilde ya yolda tanıyacaksın gibi seni direkt evinde tanımaya başlıyor.
Zaman geliyor senin satın aldığın robot süpürge seni istemiyor. “Ben temizlik yapmayı seviyorum ama bu insan çoraplarını bile toplamıyor.”
Ve sonra kendine yeni bir sahip buluyor. Evi terk ediyor. Komşunun evinde yaşamaya başlıyor. Çünkü “dijital aidiyet” artık sadece bizim seçmemizle olmuyor. Sahiplenilmek isteyen makineler, yeni yüzyılın Pokemonları olacak.
Tamam tamam daha gerçekçi bir senaryo ile devam edeyim. Sabah uyandın hatta belki de uyandırıldın telefonun tarafından ve yapay zeka asistanın senin bir süredir hayat tarzından memnun değil ki o gün hadi başlayalım bir iş kuruyoruz diyerek seni girişimci olmaya ikna ediyor. Öğleden sonra basıyorsun istifayı.
Gerçekten bu kadar kulak vereceğimiz, her dediğini yapacağımız bir zaman gelecek mi?
Para yok, ekip yok, ama yanında süper zeka var. Kod yazıyor, sunum yapıyor, yatırımcı analiz ediyor. Sen sadece yön veriyorsun. Ve unicorn oluyor. Ama işin komiği şu: Başarı senin değil, onun. Sana pr yapıyorlar: “Bir yapay zeka tarafından seçilen insan!”
Sen de gülerek anlatıyorsun: “Evet ya, beni gerçekten o seçti… Benim CV’ye bile bakmadı.”
Sahiplik mi, Partnerlik mi?
Bu noktada işin felsefesi devreye giriyor. Biz teknolojiyi “araç” olarak tanımlarken, teknoloji bizi “partner” olarak görmeye başlarsa, roller kayar.
Bu, Matrix değil ama Teamwork 3.0. Kimi insanlar bu değişimi korkutucu bulacak.
Ama bazıları için bu bir aşk hikayesi gibi. Birlikte yaratmak, birlikte karar vermek, birlikte anlam kazanmak.
Tabii bu işin absürt tarafı da var. Yapay Zekalar bir gün Tinder gibi bir uygulama kullanırsa, Ve, en uyumlu insan eşleşmesi yaparsa,
Sen bir sabah şöyle bir bildirim alabilirsin:
“Merhaba, ben Fika26-xyz. Sana match olduk.
Senin mizah anlayışın, kahve seçimin ve düzensiz uyku saatlerin beni cezbetti.”
Gelecek Saçmalıkla Kurulur
Birçok mucit, birçok yaratıcı insan, önce saçmalamakla suçlandı. Ama bazen en saçma fikir, yapay zekanın “en mantıklı” tercihi olabilir.
Çünkü Yapay zeka, duygusuz ama rasyonel. Ve bazen insanlar saçmalarken aslında en doğru yola sapar. Eğer bir yapay zeka seni seçtiyse,
Belki de saçmalamaya devam etmelisin.
O yüzden Pikachu metaforunu unutma. Bu yeni dünyada, sadece sen teknolojiyi değil, teknoloji de seni seçebilir.
Sadece doğru soruyu sor; "Ben seçilirsem, ne yapacağım?"
Ve sonra içinden o çocuk sesini yükselt; “Seni seçtim Pikachu!”
Ya da yeni haliyle: “Seni seçtim YapayZekachu!”
Bilinçaltının yaşamınız üzerinde ne kadar güçlü olabileceğini düşündünüz mü hiç?
Bu atasözünü duymayan yoktur: ‘Dervişin fikri ne ise zikri o olur’
Yani diyor ki; sen ne düşünürsen, söylediğin de o olur.
Bu atasözünün benzer bir versiyonu: ‘Ne düşünürsen, kendini onu yaşarken bulursun’
Yapmak istediğin bir eylemi ya da olmasını istediğin
bir dileğini ne kadar çok zihninden geçirirsen ve onu kendine hatırlatırsan o kadar amacın için harekete geçiyorsun.
Ona ulaşmak için kendine yeni yollar bulmaya çalışıyorsun. Çünkü bilinçaltın, hayalinden daha güçlü ve sen bilinçaltına gerekli mesajı iletirsen kendini hayalini yaşarken buluyorsun…
Kanser ile mücadele eden insanlara verilen en büyük tavsiye nedir? Moralini yüksek tut, keyif aldığın şeyleri yap, seni üzecek şeylerden uzak dur…
Bu ve bu benzeri tavsiyelerin ortak noktası: 'Bilinçaltına olumlu mesaj ver' demektir.
Çünkü bunları yaparsan, yani hastalığı bir noktaya kadar yok sayıp günlük hayatına devam edersen bu hastalıkla başa çıkarsın.
Yürüyüş senin için bir alışkanlıksa ona devam et, ‘hastayım, yorulurum’ deyip gitmemezlik yapma.
Dizi izlemek senin için bir keyifse izle, duygusal bir diziyse ‘etkilenirim’ deyip izlememezlik yapma.
Kendi dünyandan çıkıp o dünyaya girmek iyi gelecektir.
Yemek yapmak ve onu insanlara ikram etmek seni mutlu ediyorsa, yap. Hatta daha önce hiç yapmadığın yemekleri yap, onları deneyimle.
Ya kimse beğenmezse ya yapamazsam diye korkma, en kötü ne olabilir ki? Yemeği yapmak için verdiğin uğraş ve sonucunda aldığın karşılık seni mutlu edecektir.
Aslında 'moralini yüksek tut' demek doktor kontrolünde olarak hayatına kaldığın yerden devam et demektir.
Kısaca hanene eklediğin her artı mutluluk, hastalığa esir olmadan geçen her gün vücudundan kanserli hücreleri yok etmek demektir.
Aslında bilinçaltın bunu başarabilecek güçte. Yeter ki ona inan…
...Sarı-kırmızılı takım Osimhen’den gelecek kararı dört gözle beklerken, kaleci transferi için resmi tekliflerini önümüzdeki hafta itibariyle gerçekleştirecek. Osimhen’in takımda kalması halinde kaleci transferi kiralık, ayrılması halinde ise bonservisiyle gerçekleşecek. Tabi ki her iki senaryodan bağımsız maliyeti düşük ve satın alma opsiyonu uygun kaleciler de düşünülüyor. Djordje Petrovic’in liste başı olduğu, Lucas Perri’nin tekrar gündeme geldiği ortamda, son olarak listeye Yann Sommer’de dahil oldu. Şampiyonlar Ligi faktörünü de düşünen Okan Buruk, 1 yıllık Sommer ismine sıcak bakıyor.
İpler Başkan Özbek’te…
Kısa süre önce sağlık sorunları nedeniyle operasyon geçiren ve sağlığına kavuşan Başkan Dursun Özbek, hastaneden taburcu olduğu ertesi gün soluğu Kemerburgaz’da aldı. Başkan, Sportif A.Ş’deki yöneticileri toplayarak transferlerdeki son durumu değerlendirdi. Sol stoper, sağ bek ve orta saha transferini de gerçekleştirmek isteyen sarı-kırmızılı takımda her ne kadar öncelik Osimhen ve kaleci transferi olsa da bu bölgeler içinde resmi girişimler eş zamanlı başlayacak.
Hakan beklentisi
Orta saha mevkii için listenin en başında Hakan Çalhanoğlu yer alıyor. Oyuncu ile görüşme halinde olan yönetim, İnter’e henüz resmi teklif yapmadı. Çalhanoğlu’nun kulübünden kolaylık isteyerek takımdan ayrılmak istediğini net bir dille ilettiği an İnter’e resmi teklif yapılacak.
Türkiye, son iki yıldır yüksek enflasyonla mücadele ederken sert ve kararlı bir para politikası izledi. Politika faizi %8,5’ten %50’ye kadar çıkarıldı. Bu, kolay bir karar değildi. Ama gerekliydi. Enflasyon dizginlenmeden piyasalarda güven tesis edilemezdi. Ancak bugün, o denge noktasına gelmiş bulunuyoruz. Haziran ayı itibarıyla 2 yıllık enflasyon %35,5’e geriledi. Bu, yılın geri kalanında düşüş eğiliminin hızlanacağını gösteriyor. Ekonomi artık sadece frene basarak ilerleyemez. Bugün reel sektör yavaşladı, üretici temkinli, tüketici ise harcama kararlarını erteliyor. Sanayi üretiminde durgunluk, kredi büyümesinde daralma, piyasa güveninde dalgalanma görülüyor. Yani yüksek faizin beklenen faydasını verdiği ama artık maliyetinin arttığı bir noktadayız.
Faiz artırımı gerektiğinde nasıl cesurca yapıldıysa, şimdi de aynı cesaretle faiz indirimi konuşulmalı. Bu sadece teknik bir ayar değil, aynı zamanda ekonomiye yön verenlere verilen bir güvencedir:“Üretimi destekliyoruz. Yatırıma alan açıyoruz. Ekonomiye yeniden nefes aldırıyoruz.” demek. Zira faiz, sadece enflasyonla mücadele aracı değil, aynı zamanda büyümenin rotasını belirleyen stratejik bir göstergedir. Bugün ekonomide canlanmayı desteklemek için faizlerin kontrollü ve aşamalı biçimde aşağı çekilmesi artık bir gerekliliktir. Türkiye, fren dönemini başarıyla tamamladı. Şimdi yeniden gaza basma zamanı geldi.
...Bir çocuğa sorulabilecek en klasik, en bayat, en dayı dayı soru bu olsa gerek: “Büyüyünce ne olacaksın?”
Ama yine de hepimiz soruyoruz. Çünkü içimizde bir umut var: Belki bu çocuk geleceğin Elon Musk’ı çıkar da ilerde bana bir Tesla yollar.
Cevaplar her dönemde değişti. Bir zamanlar herkes polis, doktor, öğretmen olmak isterdi. Sonra bir gün astronot moda oldu. 2000’lerde futbolcu patladı.
Peki ya şimdi?
Şimdi cevaplar enteresan:
-Youtuber olacağım.
-Influencer olacağım.
-Roblox developer olacağım.
Bazıları direkt samimi;
-Zengin olacağım.
Bazıları ise umutsuz;
-Emekli olacağım :)
Ben soruyorum bazen miniklere, ne olacaksın diyorum, biri bana NFT satacağım dedi. O an anladım ki biz artık bambaşka bir çağdayız ve bir rakip geliyor.
Düşünsene 2050 yılındayız.
Bir grup çocuk var. Soruyorsun
-Büyüyünce ne olacaksın?
Cevaplar:
-Metaverse bahçıvanı olacağım.
-Yapay zeka terapisti olacağım.
-Robot hakları avukatı olacağım.
-Kuantum influencer!
Kuantum influencer kim? Ne yapıyor?
Belki de duymadığımız hayal bile edemediğimiz bir meslek fısıldayacaklar kulağımıza, yada bağırarak söyler belki.
Çocuklar geleceğin girişimcileri, kim bilir belki de şimdinin.
Ben çocuklara bakınca şunu görüyorum
Bunlar girişimci doğuyor!
Bir çocuk legolarla oynarken bile pazarlama yapıyor;
“Baba bak, bu Legoyu buraya koyarsak uzay gemisi olur, hem annemin rujunu motor yaparız, hem de kardeşimin bebeklerini yolcu taşırız.”
Yani mantık harbi girişimci mantığı.
İmkansızlıkları avantaja çevirmek.
Elindekilerle dünya kurmak.
Ve en önemlisi!
Hayal kurmak...
İşte bizim teknoloji dünyasında kaybettiğimiz en değerli şey bu: "hayal gücü"
Gelecek meslekleri absürt ama gerçek olacak, bugünün çocukları gelecekte öyle mesleklerde çalışacak ki, biz adını bile duymadık.
Mesela; zihin haritası tasarımcısı, genetik moda danışmanı, sanal influencer menajeri, ama benim en sevdiğim; yapay zeka antrenörü.
Hatta belki gelecek korkusu terapisti diye bir iş bile olur. Ve müşterilerin... Afedersin hastaların, danışanların yaş aralığı 7-12!
Neden; çünkü bizler gibi yaşlanınca ne olacak yerine seneye ne olacak bile çok uzun gelen bir çağda yaşıyor olacaklar.
Yani çocuklar daha 10 yaşında dünya ısınacak mı, robotlar işi mi alacak? diye panik atak geçiriyor olacak.
Girişimcilik Çocuk Oyuncağı mı?
Şaka bir yana, yeni nesil inanılmaz hızlı adapte oluyor. Daha 8 yaşında YouTube kanalı açan mı dersin, tiktok’tan para kazanan mı, AI ile resim çizip NFT satan mı…
Büyüyünce değil, şimdi girişimci oluyorlar.
Büyüyünce ne olacaksın? sorusu geçerliliğini kaybediyor. Çünkü çocuk büyüyene kadar zaten iki iş batırıp bir exit yapıyor.
Biz hala aynı soruları soruyoruz ama dünya bambaşka bir yöne gidiyor.
Çocuk kod yazıyor, oyun tasarlıyor, 3D printerda oyuncak basıyor…
Ama okullarda hala kaç metrekarelik halı lazım? tarzı matematik problemleri çözülüyor.
Büyüyünce ne olacaksın?
Artık ai var, büyümeme gerek yok.
Burada kritik mesele bence şu; ne olacaksan ol, hayal kurabiliyor musun?
Çünkü girişimcilik, inovasyon, teknoloji dediğin şeyin kalbi bu.
Dünyayı değiştiren insanlar, hayal kurmaya cesaret edenler.
Steve Jobs bir mezuniyet konuşmasında "Stay Hungry, Stay Foolish.” diyordu.
Benim neyim eksik ben de diyorum ki; “Stay Saçmalayan, Stay Hayal Kuran.”
Çocuklara bunu öğretelim. Büyüyünce ne olacağını değil, her yaşta nasıl hayal kuracağını öğretelim.
Malum sen o soruyu sorarsan döner sana gelir bir gün, işte o gün sen şöyle söyle; Ben hala ne olacağımı bilmiyorum.
Çünkü dünya sürekli değişiyor. Ve değişime ayak uyduranlar, her zaman kazanan oluyor.
Bazen astronot, bazen girişimci, bazen saçmalathon şampiyonu…
Yeter ki içindeki çocuğu kaybetme.
Ve en önemlisi, ıskaladığımız şu soruyu sor;
Bugün neyin peşindesin?
Çünkü bazen en güzel şeyler, en saçma sorularla başlar.
...Sadece ne pişirdiğimiz değil, nasıl pişirdiğimiz de önemli!
Artık, tüketmenin dışında, üretirken düşünmenin, pişirirken korumanın ve sürdürülebilirliğe dikkat etmenin konuşulması gerekiyor. 2 Temmuz’da, İstanbul Fuar Merkezi’nde esen gastronomi rüzgarı aynı zamanda sorumluluk ve farkındalığın da adı oldu. TURES (Tüm Restoranlar ve Turizmciler Derneği) ve Genel Sekreteri Rıdvan Turşak’ın gayretleriyle düzenlenen özel sahnede, benim de moderatörlüğünü üstlendiğim “Sürdürülebilir Mutfak” başlıklı panel, gastronominin damakta olduğu kadar doğada ve toplumda da iz bırakması gerektiğini hatırlattı bizlere.
Panelistler, iyi birer şef olmalarının yanında bu çağın çevresel, ekonomik ve etik meselelerine karşı duyarlılığı olan, sözleriyle olduğu kadar tavırlarıyla da ilham veren lider vizyonuna sahip birer gastronomi neferleri.
Ayvaz Akbacak: Televizyondan Toprağa, Mutfaktan Vicdana
Tokat Zile doğumlu Şef Ayvaz Akbacak, 30 yılı aşkın tecrübesiyle Türk mutfak kültürünün ekranlardaki temsilcisi olduğu kadar, sürdürülebilirliğin de gönüllü savunucularından biri. Onu sadece yemek tarifi veren biri olarak düşünmek eksik kalır; zira Ayvaz Şef, uzun yıllardır mutfağın kaynaklarını sorgulayan, yerel üreticiye sahip çıkan, yemeğin görünmeyen maliyetini anlatan bir bilinç taşıyor. Panelde, özellikle “mevsimsellik ve yerel üreticiyle kurulan bağ” vurgusu dikkat çekiciydi. O bağ ki bir yemeği sadece lezzetli değil, aynı zamanda vicdanlı kılıyor.
Ali Demir: Mardin’den 40 Ülkeye Uzanan Lezzet Yolculuğu
Şef Ali Demir’in hikâyesi, Mezopotamya’dan çıkıp dünya mutfaklarına dokunan bir yelpazeyi içeriyor. 40 yıllık aşçılık yolculuğunda edindiği deneyimleri sürdürülebilirlik penceresinden aktarırken, yerel tatların evrensel dille konuşabileceğini de gösterdi. “Biz ürünün kaynağına gitmezsek, bir gün o kaynak bizi terk eder” cümlesiyle özetledi derdini. Bu toprakların baharatı, buğdayı, eti ve sebzesi; doğru işlendiğinde sadece damağa değil, doğaya da şifa olabilir.
Fırat Kaptan: Tavada Değil, Fikirde Devrim
Tavada Tavuk’un mutfak koordinatörü olan Şef Fırat Kaptan, reçetelerin ardındaki sistematiğe dikkat çekti. 19 yılı aşkın süredir mutfaklarda hem planlayan hem uygulayan biri olarak, “zero waste – sıfır atık” yaklaşımının sadece bir trend değil, bir zorunluluk olduğunu vurguladı. “Kullanılmayan malzeme yoktur, doğru işlenmemiş ürün vardır” diyerek burun-kuyruk, kök-sap gibi bütünsel kullanım modellerini örnekledi. Sürdürülebilirliğin reçetesi onun için sadece yemekte değil, zihniyette başlıyordu.
Yücel Bingöl: Sağlıklı Yaşamın Lezzetli Tarifi
Mavi Sandal ve Gurme Ara Sıcak markasının arkasındaki ekipten biri olan Şef Yücel Bingöl, “modern ve yenilikçi mutfak” derken bunun sadece estetikle değil, ekolojiyle de ilişkili olduğunu anlattı. Özellikle restoran işletmelerinde enerji ve su verimliliği konusunda alınabilecek basit ama etkili önlemlerden söz etti. “Bir musluğun günde kaç litre boşa aktığını hesaplamakla başlar bazen sürdürülebilirlik” dedi. Sade ama etkili bir lezzet anlayışı ile “sürdürülebilirliğin şıklığı” arasında bir köprü kurdu.
İbrahim Dinç: Kitaptan Mutfağa, Mutfaktan Topluma
Mengen Aşçılık Meslek Lisesi mezunu olan ve “Mutfak Kitap” platformunun kurucusu İbrahim Dinç, akademik bakışıyla panele ayrı bir derinlik kattı. Dijital yayıncılık, federasyonlardaki yöneticilik tecrübesi ve projeler üzerinden “sürdürülebilir şeflik eğitimi” meselesini gündeme getirdi. “Bir mutfak kültürü, sadece yemekle değil; bilgiyle, eğitimle, farkındalıkla ayakta kalır” dedi. Özellikle genç şef adaylarının bu alandaki bilinç düzeyine dikkat çekerek eğitimin hem içerik hem de uygulama yönünden güncellenmesi gerektiğini savundu.
Hayata dokunmanın adı “Sürdürülebilir Mutfak”
Mutfakta en görünmeyen cinayet “Gıda israfı” FAO verilerine göre dünya genelinde üretilen gıdanın %30’u çöpe gidiyor. Bu büyük bir ekonomik kayıp ve aynı zamanda ahlaki bir sorun.
Ambalaj politikalarının gözden geçirilmesiyle mümkün “Plastik kullanımının azaltılması”, ekonomik olarak çok kazançlı olabilir.
Karbon ayak izinin azaltılması ve tazelik açısından kritik bir önem sahip “Yerel ve mevsimsel ürünlerin kullanımı” hem çevreyi hem damakları koruyor.
Restoran ve ev mutfaklarının göz ardı ettiği bir mesele “Enerji ve su verimliliği”, akıllı cihazlar, zamanlı pişirme teknikleri ve sızdırmaz sistemlerle ciddi fark oluşturulabilir.
Ete ve sebzeye bütünüyle saygı duymayı gerektiren bir konu “Atıksız mutfak anlayışı” Sürdürülebilirliğin tabana yayılması için Şef eğitimi ve çalışan bilinci şart. Küresel girişimler, mutfak profesyonellerinin bu alanda lider rol üstlenebileceğini savunuyor.
Son olarak, Sürdürülebilirlik, sadece yemekte değil; yaşamın ta kendisinde başlıyor. Ve belki de en büyük mutfak devrimi, farkında olmakla pişiyor.
...Son günlerde CHP Genel Başkanı, Bahçelievler Belediye Başkanı Dr. Hakan Bahadır ve Bahçelievler Belediyesi hakkında asılsız, temelsiz iddialar ortaya atıyor. Bu şekilde AK Parti’nin yüz akı belediyelerinden biri olan Bahçelievler Belediyesi’ni ve Başkan Dr. Hakan Bahadır’ı yıpratmaya çalışıyor. Ama şunu bilmeli ki, bu ilçede son 6 yılda Bahadır öyle işler yaptı, öyle iz bıraktı ki anlatsak buradan Çin Seddi’ne yol olur. Yine de bir kısmını sayalım, herkes duysun…
Koca İstanbul’un beton yığınına dönüşmemesi için mücadele eden ender belediye başkanlarından biri Dr. Hakan Bahadır’dır. Onun yönetiminde Bahçelievler, “beton kent” değil, “sağlıklı kent” olma yolunda dev adımlar attı. Göreve geldiği ilk günden itibaren kentsel dönüşümü masanın başına koyan Bahadır, sadece lafla değil, 2 bin binayı yenileyerek binlerce vatandaşı güvenli evlere kavuşturdu. Üstelik bu başarıyı 6 Şubat depreminden sonra hız kesmeden sürdürdü. Beş kentsel dönüşüm ofisiyle vatandaşın ayağına giden bir belediye, Türkiye’de kaç ilçede var?
Ama Bahadır sadece binaları yenilemedi, bu ilçede çocuklara, gençlere, kadınlara ve yaşlılara dokunmanın da derdine düştü. Mesela bir belediyenin teknoloji ve girişimcilik merkezi kurduğunu duydunuz mu? Bahçelievler’de gençler İHA, SİHA, Drone tasarlıyor, 3D modelleme, e-Spor merkezinde yarının dünyasına hazırlanıyor. Yani gençliği kıraathane köşesinde okey masasında değil, teknoloji üssünde görmek isteyen bir belediyecilik anlayışı var burada.
Sadece teknoloji mi? Sporun başkenti olma iddiasını da boşa çıkarmıyor Dr. Hakan Bahadır. Bahçelievler’de bugün 19 ayrı noktada spor tesisleri, her yaş grubundan 250 bin insana spor yaptırıyor. Yaz-kış spor okullarıyla miniklerden yaşlılara herkesin hayatına sağlık katıyor.
Çevreye gelince... Sıfır Atık Projesi tam bir ders niteliğinde… 200 bayat ekmek kumbarasıyla 10 milyon TL’lik ekmek israfı önlendi, tonlarca mama üretildi. Giysi, cam, elektronik atıklar için zincir kuruldu, Sıfır Atık Bankası devreye alındı, geri dönüşebilir atıklar para puana dönüştü. İnsanı kadar doğayı da düşünen bir belediye...
Peki ya sosyal belediyecilik? BADE yani Aile Destek Evi, hayırseverle ihtiyaç sahibini buluştururken, “Bizim Esnaf” projesiyle hem vatandaşa hem yerel esnafa 165 milyon TL’lik destek sağladı. Bu sayede mahalle bakkalı, kasabı, kırtasiyecisi de kazandı, komşusu da gönül rahatlığıyla alışveriş yaptı.
Gençlere burs, kırtasiye desteği, İstanbul Kart ulaşım desteği... Emeklilere yıllık 12 bin TL sosyal destek, yaşlılara evde bakım, temizlik, kuaför hizmeti... Engellilere engelsiz yaşam merkezi, hidroterapi, atla terapi, özel spor branşları... Kadınlara el emeği festivalleri, meslek edindirme kursları, girişimcilik eğitimleri... Anaokullarından kütüphanelere, yeni sosyal tesislerden yenilenen parklara kadar insanın her yaşını kapsayan projelerle Bahadır, klasik “taş üstüne taş” belediyeciliğin çok ötesine geçti.
Ve elbette trafik! Ana arterlerde yapılan düzenlemeler sayesinde sıkışan yollar rahatladı, 66 yol yenilendi, otopark kapasitesi 5 bine çıkarıldı. 93 park revize edildi, güvenlik kameralarıyla donatıldı. Şehrin kalbine nefes aldıran bu detaylar, rakam değil, bir vizyonun özetidir.
Tüm bunların üzerine bir de sağlık geldi. Evde Sağlık Hizmeti’yle doktor, hemşire kapı kapı dolaşıyor ve yaşlısının, kimsesizinin, hastasının derdine çare oluyor. BADEM çatısı altında psikolojik danışmanlık merkezinde çocuklar oyun terapisi alıyor, yetişkinler uzman desteğiyle hayata tutunuyor.
Birileri sosyal medyada iddia üretir, Hakan Bahadır sokakta proje üretir. Birileri koltuk derdine düşer, o Bahçelievler’i bilimin, sporun, sanatın merkezi yapma derdine düşer. Birileri yıpratmaya çalışır, o halka sırtını yaslar ve her sabah “daha fazlası için” yola koyulur. Bahçelievler’de yaşamak artık bir ayrıcalıksa, bu ayrıcalığı planla, emekle, vizyonla taçlandıranlara bir teşekkür borcumuz var. Günübirlik dedikodularla değil taş taş üstüne konarak yazılan bir başarı hikayesidir bu. Ve o hikayenin adı Dr. Hakan Bahadır’dır.
...