Tufan, insanlık tarihinin en eski hafızalarından biridir. Gılgamış Destanı’ndan Tevrat’a, Kur’an’dan Yunan mitlerine kadar farklı kültürlerde aynı hikâye tekrar eder: İnsanlık adaletsizliğe, zulme ve çürümüşlüğe gömüldüğünde, sular yükselir; kurtuluş ise bir gemiye sığınanlarla mümkündür. Nuh’un Gemisi, bu yüzden yalnızca bir kurtuluş aracı değil, bir sorumluluk sembolüdür: canlıları, hafızayı ve insanlığın geleceğini taşıyan bir umut mekânı.
Bugün Gazze’de gökyüzünden yağan bombalar, susuz bırakılan çocuklar, boş tencerelerin başında sessizleşen anneler bize gösteriyor ki tufan yeniden başlamıştır. Gazze, yalnızca bir şehir değil, insanlığın sınav kâğıdıdır. İki milyon insanın üzerine çöken bu “küçük kıyamet”, sekiz milyarlık bir kalabalığın vicdanını tartıyor. Bir yanda açlığa, kuşatmaya rağmen varlığını haykıranlar; öte yanda suskunluklarıyla zulmü meşrulaştıranlar. Filistinli yazar Elias Sanbar’ın dediği gibi: “Yeryüzünde hiçbir halk, yok sayıldığında bile varlığını bu kadar ısrarla savunmamıştır.” Gazze, bu sözün ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Ve işte bu tufanın ortasında, denizde yol alan gemiler beliriyor. Sumud Filosu, Zaytouna-Oliva, El-Awda, Handala, Madleen… Bu tekneler yalnızca yiyecek, ilaç ya da battaniye taşımıyor. Her biri koca bir sorumluluk; insanlığın onurunu, hafızasını ve direncini sırtlıyor. Gemiler kuru yük değil, insanlık taşıyor. Mevlânâ’nın Mesnevî’de : “Gemilere binenler yalnızca bedenlerini değil, ruhlarını da kurtarır.” Der.Bugün Akdeniz’in dalgaları üzerinde yol alan tekneler, insanlığın ruhunu tufandan korumaya çalışıyor.
Bu deniz yolculuğu yeni değil. 2008’de Free Gaza ve Liberty, bütün engellere rağmen Gazze sahillerine ulaştığında bu sıradan bir yolculuk değildi. O küçücük tekneler, büyük devletlerin sessizliğine karşı insanlığın sesini taşıdı. 2016’da kadınların yol aldığı Zaytouna-Oliva, 2018’de El-Awda, 2023’te Madleen ve Handala engellendi. Ama her seferinde aynı şey oldu: baskınlar ve sessizlik, ama aynı zamanda yeniden uyanan hafıza. Filistinli yazar Ghassan Kanafani’nin dediği gibi: “Küçük bir kıvılcım, bütün bir karanlığı teşhir etmeye yeter.” Bu tekneler o kıvılcımı taşımaya devam etti.
Ve hiç unutulmayan bir gece: 2010’da Mavi Marmara’ya uluslararası sularda yapılan saldırı. On Türk aktivistin şehadeti, uluslararası hukukun nasıl yok sayılabileceğini bütün çıplaklığıyla gösterdi. O gün güvertede akan kan, aslında 2023’te başlayacak büyük Gazze yıkımının habercisiydi. Çünkü dünya bu saldırıdan sonra sessiz kalmayı seçti. Sessizlik ise kötülüğün en büyük suç ortağı oldu. Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un sözünü hatırlatmak gerekir: “Asıl felaket, insanın başkasının acısını kendi acısı gibi hissedememesidir.” Mavi Marmara’da yaşanan tam da buydu.
Bugün Gazze’de açlık bir silaha, suyun yokluğu bir kuşatmaya, ilaçsızlık bir infaza dönüşmüş durumda. Çocuklar un çuvallarının gölgesinde oyun oynamaya çalışıyor, anneler boş tencerelerin önünde sessizleşiyor. Dünya bu tabloya bakarken diplomatik pazarlıklara sıkışıyor. ABD’nin açık desteği Siyonist yapıyı cesaretlendiriyor; uluslararası mekanizmalar etkisiz, egemen güçler kayıtsız. Fakat halkların vicdanı, kıtalar arası bir dalga gibi ayağa kalkıyor. Paris’ten İstanbul’a, Kuala Lumpur’dan New York’a meydanlarda aynı slogan yankılanıyor: Özgürlük! Bu dip dalga, devletlerin hesaplarını aşıyor; insanlık ittifakı büyüyor.
Bu noktada Türkiye’nin rolü, yalnızca siyasi bir aktör olmanın ötesindedir. İstanbul’dan Akdeniz’e açılan Mavi Marmara, Anadolu’nun vicdanının denize yazdığı bir destandı. O günün hafızası, Türkiye’nin Gazze konusundaki duruşunu bir ülke meselesi olmaktan çıkarıp, insanlığın ortak sorumluluğuna dönüştürdü. Çünkü Gazze, yalnızca Filistin’in değil, insanlığın sınavıdır.
Platon, Devlet’te adaletin kaybolduğu toplumların tufana sürükleneceğini söyler. Ona göre bir düzen, adaleti kaybettiğinde kendi kendini batırır. Gazze’nin yaşadığı kuşatma ve dünyanın suskunluğu, bu kadim uyarıyı doğruluyor. İbn Haldun ise zulmü toplumların çöküşünün en kesin işareti sayar. Bugün Gazze’de yaşanan zulüm, yalnızca bir halkı değil, insanlığın ahlâk düzenini de çökertiyor.
Tarih bize defalarca öğretti: İnsanlık yüzünü vicdandan çevirdiğinde tufanlar kaçınılmaz olur. Gazze, işte bu yüzden yalnızca bir şehir değil; insanlığın hafızasını yeniden yazan bir tufan sahnesidir. Yardım gemileri de bu sahnede yeni birer Nuh’un Gemisi’dir. Belki ablukayı tek başına kıramazlar, ama unutturulmak istenen hakikati haykırırlar: Onurlu bir mücadele, suskunluktan elbette büyüktür.
Gazeteci Fulya Öztürk’ün Tunus’tan söylediği cümle, bütün bu destansı tabloyu özetler niteliktedir:
“İnsanlık için Gazze’den ötesi yok.”
Şair Adonis diyor ki: “Bazen şiir, hayatın ta kendisidir; çünkü şiir, unutulanı hatırlatır.”
Gazze’de bugün şiir, enkazların arasından yükseliyor; denizde yol alan gemiler, bize şiirin en yalın hâlini hatırlatıyor: Yaşamak, direnmek, onurlu kalmak. Unutulan insanlığı hatırlamak ...
Gazze
Gazze bir gemidir tufan içinde,
Vicdanlar yürür, onur peşinde.
Çocuk nefesidir yelken ucunda,
Gazze insana en derin şiirdir.
Kuru gürültü değil, taşır kalbin yükünü,
Unutmaz asla insanlık gününü.
Bir anne gözyaşı çizer yönünü,
Gazze insana en derin şiirdir.
Dalgalar vururken sancak yanına,
Hakikat düşer her bir kıtasına.
Nuh’un Gemisi’dir çağlar başına,
Gazze insana en derin şiirdir.
...Bir genç düşünün… Elinde telefon, kulağında kulaklık ve gözleri ekranda. Ama aslında o, sadece sosyal medyada gezinen biri değil; kimliğini, benliğini, dünyadaki yerini arayan bir yolcu. Önceki kuşaklar kimliklerini sokakta, okul bahçesinde, dost meclislerinde kurarken; bugünün genci kimliğini ekrandaki piksellerin arasında, algoritmaların işaret ettiği yollarda arıyor.
Bu yeniçağın gençleri için “ben kimim?” sorusunun cevabı artık nüfus cüzdanında değil. Bir paylaşımın altındaki beğenilerde, çevrimiçi oyunlardaki avatarlarında, bazen bir influencer ağzından duydukları cümlelerde. Kimlik, görünürlük ile kayboluş arasında her gün yeniden kuruluyor.
Evet, dijital dünya gençlere çok geniş bir sahne açıyor. Kendini gösterebilmek, sesini duyurabilmek artık her zamankinden kolay. Ama aynı sahne, başka bir risk de taşıyor: Gençlerin kendi sesleri, küresel gürültü ve patırtının içinde kaybolabiliyor. Kendi köklerinden koparılarak, başka bir kültürün gölgesinde silikleşebiliyor.
İşte bence asıl mesele de tam da burada başlıyor!
Kıymetli dostlar, değerli okuyucularım, İhlas Holding çatısı altında Dijital Varlıklar bünyesinde gençlere ait mecraların hepsini çok önemsiyorum. Çok şükür “Genç TG”, onların kendilerini ifade edebilecekleri etkili bir alan oldu. XTG Spor, gençleri sporun birleştirici ruhuyla buluşturuyor, buluşturmaya da devam ediyor.
İDA E-Spor’un, gençleri yalnızca oyunların seyircisi değil, kendi dünyalarının aktörleri haline getiriyor. Tüm bu çalışmalar, gençlerin asimile olmadan kendi kültürleriyle, kendi dilleriyle var olabilmeleri için açılmış alanlar. Kurum olarak gençlerimizin sadece tüketici değil, üretici olmasına çok kıymet veriyoruz.
Bir yanda dijital dünyanın akışı, diğer yanda Anadolu’nun kökleri… Bizim gençlerimiz bu iki dünyanın arasında yürüyor. Bir gün dedesinin anlattığı bir masalı dinleyip kendi hikâyesini öğreniyor, ertesi gün bir e-spor turnuvasında dünyanın başka bir ucundaki akranıyla aynı heyecanı yaşayabiliyor. Bu çift yönlü yolculuk en büyük zenginliğimiz değilse nedir? Biz inanıyoruz ki gençlerimiz kimliğini kaybetmeden evrenselleşebilen bir gençlik olabilir, hem de bu ülkenin ve dünyanın geleceğine rahatlıkla yön verebilirler.
Unutmamak gerekir ki gençler, kimliklerini dijitalde ararken asıl cevabı yine kendi hayatlarında buluyorlar. Size absürt gelebilir ama onlar bir fotoğraf karesi, bir oyun ekranı, bir paylaşımın gelip geçici olduğunun farkındalar artık. Onlar kendi değerlerini taşıyabilen, kendi hikâyesini anlatabilen genç olmak istiyor. Bunu onlarla konuştuğum zaman rahatlıkla fark edebiliyorum. İşte bu gözlerinin içi parlayan gençlerimizi ne algoritmalar teslim alabilir, ne de bir başkasının gölgesinde kaybolurlar.
Sevgili genç kardeşim, bu çağ sizden çok şey istiyor. Ama aynı zamanda sizlere gerçekten müthiş imkanlar sunuyor. O yüzden kendinizi kaybetmeden görün, kendi sesinizle konuşun, kendi hikâyenizi yazın. Zira sonunda hepimiz biliyoruz ki asıl mesele ne kadar göründüğümüz değil, hangi değerlerle göründüğümüzdür diyorum.
Kıymetli genç kardeşim, bu yazıyı sizinle yol arkadaşlığı yapmak için kaleme aldığımı bilmenizi istiyorum. Biliyorum ki yarınları kuracak olan sizlersiniz. Kimliğinizi kaybetmeden, kendi sesinizle bu çağda var olmanızı istiyorum. Biz yöneticiler ağabeyleriniz olarak güçlenmeniz, değerlerinizle hareket etmeniz için ellerimizden ne geliyorsa yapmaya gayret göstereceğiz. Hiç kuşkunuz olmasın.
Haftaya cuma günü yine buluşmak dileğiyle… Özellikle siz gençlerle, yeniden..
...Geçtiğimiz sezona damga vuran Uzak Şehir dizisi, 15 Eylül Pazartesi günü başlıyor. Yeni yapımlar yayın günü seçerken, pazartesi gününü pas geçti. Hiçbir dizi, Uzak Şehir dizisine rakip olmak istemedi. Dün gelen haberle Cennetin Çocukları ve A.B.İ. dizisinin yayın gününün pazartesi olduğu açıklandı.
Cennetin Çocukları dizisinin başrolünde İsmail Hacıoğlu ile Özge Yağız yer alırken, A.B.İ. dizisinin başrolünde ise Kenan İmirzalıoğlu ile Afra Saraçoğlu yer alıyor.
Kenan İmirzalıoğlu’nun oynadığı hiçbir dizi bu zamana kadar final kararı almadı. Ancak ünlü oyuncu bu sefer finali tadacak gibi duruyor. Dizi zaten başlamadan eleştiri oklarının hedefi oldu bile. Uzak Şehir’in tanıtım videosu bile kısa sürede 12 milyon izlenmeye ulaştı. Kenan İmirzalıoğlu uzun bir aradan sonra ekrana dönecek ancak istediği başarıya ulaşamayacak.
Cennetin Çocukları dizisinde ise başlamadan kaos çıktı. İsmail Hacıoğlu ve Özgü Kaya'nın başrolünde yer aldığı Cennetin Çocukları dizisinin afiş çekimi iptal edildi, tüm çekimler çöpe atıldı. Sosyal medyada dizinin başında problemler yaşanması projeyi olumsuz etkiledi.
...Hatırlıyor musunuz? 2021’de hayatımıza fırtına gibi girip 'hepimiz sanal evrende avatarlarımızla yaşayacağız' diye ortalığı ayağa kaldıran o büyük vaat. Gözlükler, sanal ofisler, konserler, dijital arsa satışları… Facebook bile adını Meta yapacak kadar iddialıydı. Sonra bir şey oldu! Hype balonu söndü. İnsanlar gözlükleri çıkarıp 'mide bulandırıyor', migren yaptı dedi, sanal arsalar değerini kaybetti, çeşitli metaverse ortamlarında markaların showroomları terk edilmiş lunaparklara döndü.
Ama işin ilginç kısmı; metaverse ölmedi. Sadece bağırmayı bıraktı. Şu an sessizce evrim geçiriyor. Ve bu evrim gözlüklerin ötesinde, çok daha sağlam bir zeminde oluşuyor: ekonomi ve altyapı.
İlk dalgada herkes görüntüye, yani deneyime odaklandı. VR gözlükler, grafikler, avatarlar… Fakat gerçek şu ki, gözlüğü takıp sanal ofiste toplantı yapmaya kimse hevesli değildi. Çünkü Zoom zaten vardı. İnsanlar, sırf yeni olduğu için daha zahmetli bir şeyi tercih etmedi. Ama arka planda başka bir şey işliyordu! Dijital ekonominin omurgası oluşmaya başlamıştı bile. Yani ödeme sistemleri, sanal mülkiyet modelleri, blockchain tabanlı kimlik ve varlık doğrulama mekanizmaları. Bugün Metaverse denilince gözlüklerden ziyade, “dijital ekonomide mülkiyet nasıl tanımlanacak, kim yönetecek, kimin cebine para girecek?” soruları öne çıkıyor.
Tıpkı internetin 90’larda şirin web siteleri dönemi yaşaması gibi, Metaverse de ilk hype dalgasını atlattı. Şimdi sıra, arkadaki gerçek değerlerin oturmasında. İnternetin ilk dönemlerinde olan saçmalıklar ya da acemilikler olmasaydı şimdi belki bu yazıyı bile okuyamıyor olabilirdin. İnternet Mahiri ziyaret ediyor ve onun yabancı kadınlara 'kiss me' dediği yazılarla meşgul olabilirdin. Çok şükür o günleri kazasız belasız atlattık :)
Yeni teknolojilerin hayatlarımıza entegresinin zaman alması oldukça normal fakat tetikledikleri şeyler bambaşka oluyor. Demem o ki; olaylara bakış açısı önemli.
Herkes metaverse öldü, balondu söndü, patladı diye dursun... Bakmayın sosyal medyada Metaverse konuşmalarının azaldığına. Büyük teknoloji şirketleri hala ciddi yatırımlar yapıyor. Meta, VR/AR konusunda milyarlarca dolar zarar açıklasa da, bu aslında uzun vadeli bir yatırım. Apple, Vision Pro ile premium bir giriş yaptı. Microsoft, oyun ve iş dünyasını birleştirmek için altyapı kuruyor.
Ama esas kritik hamleler finans tarafında oluyor. Bankalar, sigorta şirketleri, hatta lojistik devleri; sanal ortamda işlem yapmayı mümkün kılacak sistemler kuruyor. Metaverse ekonomisinin kalbi, grafiklerden değil, görünmeyen protokollerden atıyor.
Bugün Metaverse'ün asıl oyuncuları geliştiriciler, telekom şirketleri, yapay zeka firmaları ve blockchain girişimleri. 5G ve sonrasında gelecek 6G olmadan, yüz milyonlarca insanı aynı sanal ortamda kesintisiz buluşturmak imkansız. Aynı şekilde, yapay zeka sayesinde gerçek zamanlı etkileşimler ve canlı hissettiren sanal karakterler üretilebiliyor.
Blockchain tarafında ise, NFT çılgınlığı geçse de 'dijital mülkiyet' konusu hiç olmadığı kadar güncel. Örneğin, gelecekte bir oyunda aldığınız kılıcı başka bir platformda da kullanabilmek, sadece eğlencelik değil, ekonomik değer taşıyan bir gerçeklik olacak. NFT konusunu ne kadar yanlış anladı insanlar maalesef fotoğraf, sanat eseri zannedildi sadece. Altında yatan değer ve teknoloji ise bambaşkaydı.
Metaverse’ün ilk perdesinde herkes sahne ışıklarına odaklandı! Gözlükler, avatarlar, konserler. İkinci perdeyse çok daha sessiz açılıyor: altyapı ve ekonomi. Tıpkı internetin dot-com balonundan sonra Amazon ve Google gibi gerçek devlerin ortaya çıkması gibi, Metaverse de hype sonrası küllerinden doğma dönemine giriyor.
Metaverse öldü mü? diye soranlara aslında verilecek cevap şu: Hayır, sadece sesini kıstı. Ama altyapıdaki inşaat devam ediyor.
Haydi biraz zihnimizi zorlayalım neler olabilircesine!
Çalışma hayatı: Gözlükler değil, dijital kimlikler öne çıkacak. İş sözleşmeleri, toplantılar, hatta maaş ödemeleri Metaverse altyapısı üzerinden yapılabilecek.
Eğlence sektörü: Konsere gitmek yerine sanatçının hologramı evinize gelebilecek. Bu, telif ve biletleme ekonomisini değiştirecek.
E-ticaret: Sanal mağaza konsepti gözlükle değil, tamamen dijital mülkiyetle büyüyecek. Bir markadan aldığınız ayakkabının fiziksel versiyonu ayağınıza, dijital versiyonu avatarınıza gelecek.
Finans: Kripto paralar ve merkez bankası dijital paraları metaverse’ün omurgası olacak.
Metaverse’ün sessiz evrimi bize şunu öğretiyor: Büyük dönüşümler her zaman göz alıcı sahnelerle gelmez. Bazen arka planda, görünmeyen kabloların, protokollerin ve finansal modellerin arasında şekillenir.
Bir gün farkında olmadan metaverse içinde yaşayacağız. Ama o gün geldiğinde gözümüzde kocaman bir VR gözlük olmayabilir. Cüzdanımız, kimliğimiz, işimiz, alışverişimiz, hepsi çoktan o evrene taşınmış olacak.
Yani özetle; Metaverse gözlükten ibaret değil. Asıl devrim ekonomide pişiyor. Ve biz fark etmeden, sessizce yeni bir dünyanın temelleri atılıyor.
...Dizi sektöründe son yıllardaki tekelleşme haberlerinden sonra şimdi de yeni sezonda ekranlara gelecek olan dizilerde başroller arasında ortaya çıkan yaş farkları damga vurdu. Erkek oyuncuların özellikle kadın oyunculardan az olması sosyal medyada oldukça çok konuşuldu.
Son olarak Kenan İmirzalıoğlu ve Afra Saraçoğlu arasındaki yaş farkı çok konuşuldu. Sektörün erkek oyuncularının halen yeni sezonlarda yer alması seyirciler tarafından da tepkiyle karşılandı.
27 yaşındaki Afra Saraçoğlu’nun doğum tarihi ile başrol oynayacağı partneri Kenan İmirzalıoğlu’nun Best Model seçildiği yılının aynı olması da konuşulan konular arasında yer aldı. Yeni soluklu erkek oyuncuların bu kadar geri planda tutulması ise akıllara yeni bir tekelleşmeyi getirdi. Yeni sezon diziler arasında seyirciyi nasıl bir tablonun beklediği merak edildi.
Bu tartışmaların gölgesinde yapım şirketleri bu başroller arasında aşk olmayacağı daha çok hikaye vurgulanacağını belirten açıklamalar yapsa da seyirciler tepkilerine devam etti.
Yeni sezonda özellikle seyircinin karışışına dijital platformlardan çok Televizyon dizilerinin de yer alması bekleniyor. ABİ adlı dizi öncelikli olarak merak edilenler arasında yer aldı. Kenan İmirzalıoğlu’nun uzun bir aradan sonra ekranlarda yer alması hayranlarını heyecanlandırdı. Bu sezon Türk Televizyon kanallarında bizleri hangi senaryolar bekliyor hep birlikte göreceğiz.
...Her gün yeni bir kadın cinayetiyle uyanıyoruz.
Birinin boğazı sıkılıyor, bir diğeri sokak ortasında samuray kılıcıyla öldürülüyor, bir başkası gündüz vakti herkesin gözleri önünde kurşunlanıyor, öteki evinde bıçaklanıyor…
Ve biz ne yazık ki ''Bir kadın daha öldürüldü'' cümlesine öyle alıştık ki, artık haberlerin dili bile kanıksatıcı hale geldi.
Henüz 15 yaşındaki Hilal Özdemir, 20 yaşında ve 24 suç kaydı bulunan bir insan müsveddesinin elinde can verdi. Daha hayata başlamadan, hayalleriyle birlikte toprağa gömüldü.
20 yaşına gelmiş birinin 24 suç kaydı olur da nasıl hala sokakta dolaşabilir?
15 yaşında bir çocuk gitti!!!
Eğer bugün bunu öfkeyle haykırmazsak, yarın başka bir kız çocuğunun, başka bir kadının adını okuyacağız.
Şimdi geriye yine aynı cümle: ''Bir kadın daha öldürüldü''
Ve biz bu cümlenin sonunu değiştirmedikçe, Hilal’in adı da, diğer tüm kadınlarınki gibi, sadece kara bir listeye eklenecek.
Artık ''kader'' diyerek bu vahşetleri normalleştirmekten vazgeçmek zorundayız.
Bu ülkede kadınların yaşaması için devletin atması gereken daha sert adımlar var.
Israrlı takip ve şiddet girişiminde bulunanlara şikayet sonrası elektronik kelepçe ve sıkı denetim uygulanmalı.
Ceza indirimleri kaldırılmalı. 20 yaşında birinin 24 suç kaydı olabiliyor ise ceza indirimi tarihe karışmalı.
Kadınları ve çocukları koruyan özel mahkemeler kurulmalı. Bu mahkemeler hızlı tedbir kararı alarak caydırıcı cezalar vermeli.
Sığınma evleri ve destek hatları artırılmalı, kadınların kendini gerçekten güvende hissetmesi sağlanmalı.
Hilal’in adı, geleceği ve hayalleri geri gelmeyecek ama bugün bu adımlar atılır ise, yarın başka Hilal’ler hayatta kalabilir...
...Batı dünyası uzun yıllardır insan haklarını evrensel bir değer olarak sunuyor. Bildirgeler, sözleşmeler, mahkemeler… Kâğıt üzerinde kusursuz görünen bu düzenin, sahada nasıl yok sayıldığını ise her gün Filistin’de görüyoruz. Gazze’nin yıkılmış sokakları, Batı Şeria’nın kuşatılmış köyleri bize bir gerçeği hatırlatıyor: Batı için insan hakları, kendi çıkarlarıyla çelişmediği sürece hatırlanan bir slogandan ibarettir.
İsrail ve İnsan Onurunun Çöküşü
İsrail, yalnızca işgaliyle değil; insan onurunu zedeleyen uygulamalarıyla da gündeme geliyor. 2011’de İsrail’de yapılan bir akademik araştırma, üniversite öğrencilerinin önemli bir bölümünün “tanıdığı biriyle zorla cinsel ilişkiyi tecavüz olarak görmediğini” ortaya koydu. Bu sonuç, bireysel bir ahlak sorunu değil, toplumsal bir zihniyetin göstergesiydi.
Birleşmiş Milletler raporları ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık insan ticareti değerlendirmeleri, İsrail’de yabancı işçilerin sömürüldüğünü, özellikle tarım sektöründe çalışan göçmenlerin cinsel saldırıya uğradığını kayda geçiriyor. Bu tablo, münferit olayların ötesinde, sistemin insanlık karşıtı her duruma göz yumduğu bir düzeni işaret ediyor. Yani insanı, hak ettiği insanca yaşam hakkından mahrum etmek... Ve bunu sistemli devlet eliyle gerçekleştirmek ...
Soykırımın Sessiz Tanıkları
Bugün Gazze’de olanları başka türlü adlandırmak mümkün değil: Uluslararası hukukta tanımı yapılmış bir soykırım söz konusu. Kadınların, çocukların, sivillerin bilinçli şekilde hedef alınması, şehirlerin yeryüzünden silinmesi, uluslararası hukukun “insanlığa karşı suç” tanımına bire bir karşılık geliyor.
Ama Batı sessizdir. Bir yandan “insan hakları” söylemini sürdürürken, diğer yandan İsrail’in saldırılarını görmezden gelmektedir. İşte bu nedenle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2009 Davos Zirvesi’nde İsrail Cumhurbaşkanı’na söylediği söz hâlâ tarihin kaydıdır:
“Siz insan öldürmeyi çok iyi bilirsiniz.”
“İnsan Öldürmeyi Bilmek” Ne Demektir?
Bu cümle, sadece bir politik çıkış değil; tarihsel hafızaya kazınmış felsefi bir teşhistir. Çünkü “insan öldürmeyi bilmek”, yalnızca fiilî şiddeti değil; ölümün sistematik hale getirilmesini, devlet politikası düzeyine çıkarılmasını, hatta bir ustalık gibi sahiplenilmesini işaret eder.
Tarih boyunca zalimler hep öldürmeyi “bilirlerdi”: Roma arenalarında gladyatörlerin kanı üzerine kurulan seyirlik düzen, Orta Çağ’da engizisyon mahkemelerinin yakma cezaları, 20. yüzyılda Auschwitz’in fabrikaları… Hepsi, insan öldürmeyi bir “mekanizma” haline getirmenin örnekleriydi. Bugün Gazze’de olanlar da aynı zincirin son halkasıdır.
Ama öldürmeyi bilmek, aynı zamanda adaleti öldürmeyi, vicdanı susturmayı, hafızayı yok etmeyi bilmektir. Mevlânâ’nın, “Bir gönül yıkmak Kâbe’yi yıkmaktan beterdir” uyarısı bu yüzden evrenseldir. Pir Sultan Abdal’ın “Kul olayım kalem tutan ellere” dizeleri, yaşamın kalemle korunması gerektiğini söyler. Yunus Emre’nin “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” çağrısı, öldürmeye karşı yaşatmanın ilahisidir.
Batı’da da benzer sesler yükselmiştir. Albert Camus, insanın ahlaki pusulası olarak “Öldürmeyeceksin” ilkesini koyar. Hannah Arendt, kötülüğün sıradanlığını anlatırken, en korkunç suçların sessizlik ve kayıtsızlıkla mümkün olduğunu söyler. Simone Weil, “adalet, sevginin dünyevi biçimidir” diyerek yaşamayı kutsar.
İnsanlığın Vicdan Testi
Artık mesele yalnızca Filistin meselesi değildir; insanlığın vicdan testidir. Uluslararası hukuk mekanizmaları baskı altına alınsa da dünya kamuoyu sessiz kalmamalıdır. Çünkü sessizlik, mazlumların yarasını büyütürken, zalimlerin cesaretini artırır.
Bugün yapılması gereken; suçu işleyenlerin isimlerini kayda geçirmek, raporları dosyalarda bırakmayıp mahkeme salonlarına taşımak ve Batı’nın ikiyüzlülüğünü açıkça teşhir etmektir.
Yaşatmayı Bilmek
Gazze’den yükselen çığlık bize şunu hatırlatıyor: Eğer insan hakları gerçekten evrensel bir değer olacaksa, bunun en büyük sınavı Filistin’dir. Ve bu sınavda kaybetmek, yalnızca bir halkın değil, bütün insanlığın kaybı olacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarihe geçen sözü, bu bağlamda yalnızca bir öfke değil, çağların ötesinden gelen bir çağrıdır:
“Siz insan öldürmeyi çok iyi bilirsiniz.”
Aslında Erdoğan bu sözü söylerken yalnızca zalimin maharetini teşhir etmiyordu; insanlığı yaşatmanın yollarını arıyordu. Çünkü çok iyi biliyordu ki asıl mesele, dünyanın bu son düzleminde şudur:
Biz insanı yaşatmaya talibiz.
Çünkü biz, Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturuyla kök salan bir çınarın gölgesinde büyüdük. O çınarın köklerinde hikmet, gövdesinde sabır, dallarında merhamet, gölgesinde adalet vardır. Ve bugün tüm insanlığın unuttuğu bir hakikat vardır :
Bilinmelidir ki Doğu’nun çınarıyla Batı’nın meşesi, Kudüs’ün zeytin dallarıyla Amerika’nın göğe uzanan sekoyaları buluştuğunda hep aynı hakikati söyler:
Öldürmek, insanın en ilkel bilgisidir; yaşatmak ise insanlığın en yüce sanatıdır.
...Avrupa’ya hoş geldin Kairat…
Hafta içinde oynanan play- off maçlardan sonra Şampiyonlar Ligi’nde Lig aşamasına, eski adıyla gruplara kalan takımlar belli oldu.
İskoçların en başarılı takımlarından Celtic’i eleyerek tarihlerinde ilk kez Avrupa Şampiyonlar Ligi’ne girdiler.
Genelde favori takımların play-off maçlarını kazanarak gruplara kaldığı maçalarda en büyük sürprizi hiç şüphesiz ki; İskoçların en başarılı takımlarından biri olan Celtic’i eleyerek gruplara adını yazdıran Kazak takımı Kairat yaptı.
Kairat bu başarısıyla tüm Avrupa takımlarının dikkatlerini çekerken, Kairat’ın bu başarı Türkiye’de büyük sevinçle karşılandı.
Dört tur geçerek gruplara kaldı
Kairat - Celtic eşleşmesinin iki maçı da 0-0 bitti. Maç sonu yapılan penaltı atışlarıyla
Celtic’i eleyen Kazak ekibi tarihinde ilk kez 4 eleme turu geçerek Şampiyonlar Ligi, Lig aşamasına adını yazdırdı.
1. Ön eleme maçında Ljubljana, 2. Ön Eleme maçında Kuopion, ve 3. Ön Eleme maçında Bratislava Play-Off maçında ise Celtic'i eleyerek 4 tur birden geçip bileğinin hakkıyla Şampiyonlar Ligi Lig aşamasına katıldı.
Bu sevinç sadece Kazakistan’da değil, Türk devletlerinin tamamında sevinçle karşılandı. Türk medyası da bu başarıya büyük yer verdi.
Kairat, takımındaki futbolculara baktığımızda ülke dışından 7 farklı ülkeden futbolcuları var.
Bu ülkeler Belarus, Rusya, Sırbistan, Portekiz, Brezilya, Gürcistan ve İsrail…
Henüz takımda Türkiye’den futbolcu yok.
Temennimiz önümüzdeki senelerde Türk futbolcularının da Kazakistan’da forma giymeleridir.
Kairat FK, Kazakistan Premier Ligi'nde mücadele eden, Almatı merkezli bir futbol takımıdır.
Almatı Orta Asya’nın en gelişmiş 2 milyon nüfuslu büyük bir şehirdir.
Kairat Kulübü, 1954'te Lokomotiv Alma-Ata adıyla kurulmuş, sonrasında 1955'te Urozhay ve 1956'da Kairat adını aldı.
Kulübün maçlarını oynadığı stadyum, 23.804 koltuk kapasiteli Almatı Merkez Stadı’dır. Forma renkleri ise sarı-siyahtır.
Avrupa için en uzak deplasman
Kairat Almatı, Şampiyonlar Ligi’nde en uzak deplasman olarak tarihe geçecek.
Almatı şehrinin Avrupa'nın önemli futbol merkezlerine olan uçuşları da rakip takımları kara kara düşündürmektedir.
Belki de futbolcular JETLAG olmaktan korkmaktadır.
Aynı şekilde Almatı Kairat içinde uzun yolculuklar sıkıntı olacak gibi.
Almatı Kairat’ın maç programı ve şehirlere olan uzaklığı şöyle: :
18 Eylül Sporting Lizbon (Portekiz) - Almatı Kairat 6900 km
30 Eylül Almatı Kairat- Real Madrid (İspanya) 6400 km
21 Ekim Almatı Kairat – Pafos (Kıbrıs Rum Kesimi) 4000 km
5 Kasım İnter (İtalyan) - Almatı Kairat 5255 km
26 Kasım Kopenhag (Danimarka)– Almatı- Kairat 6091 km
9 Aralık Almatı Kairat- Olimpiakos Yunan) 4500 km
20 Ocak Almatı Kairat – Clup Brugge (Belçika) 5400 km
28 Ocak Arsenal (İngiliz)- Almatı Kairat 5500 km
Almatı takımı Kairat Portekiz deplasmanına en uzun seyahati yapacak. Direk uçuş 10 saat sürmektedir.
Real Madrid’de en uzun seyahatini Almatı’ya yapacak. 9 saat 30 dakika direk uçuş ile Almatı’ya gidecek.
En kısa mesafeyi ise 4500 km ile Clup Brugge yapmaktadır. Bu uçuş bile 6,5 saat sürmektedir.
Başkan, teknik ekip ve futbolcuları kutluyoruz.
Hiç şüphe yok ki, başarıda en büyük pay futbolcu kardeşlerimizindir.
Onlar, isimlerini ülkelerinin futbol tarihine altın harflerle yazdırdılar.
Bu bir ekip işidir.
Futbolcu kardeşlerimiz kadar alkışı hak eden, bu kadroyu oluşturan Almatı Kairat Kulübü Başkanı Kairat Boranbayev’i ve futbol takımına cesur futbol oynatan Teknik Direktör Rafael Urazbakhtin’i de alkışlamadan geçemeyiz.
Temennimiz Şampiyonlar Ligi Lig aşamasında da çıkış yapmalarıdır. Ancak zorlu bir gruptalar…
Burada olmak bile başlı başına büyük başarıdır.
Dualarımız sizinle Kazak kardeşlerim.
Lahmacun, Arapça kökenli bir kelime olup hamurlu et anlamına gelir. Osmanlı yemek kitaplarında bizzat lahmacunu anlatan tarif tam olarak bulunmamakla beraber 17. yüzyılda Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde Şam’da yediği yemeklerden biri olarak “lahm-ı acînli börek” ifadesini kullandığı belirtiliyor. Gaziantep, lahmacunun coğrafi işaret başvurusunda da bu terimden bahsettiği biliniyor. UNESCO tarafından “Gaziantep Mutfağının tescillenmesiyle birlikte lahmacun daha çok öne çıkan bir lezzet hâline geliyor.
Aslında lahmacun bir şehrin değil, tüm bir Anadolu coğrafyasının simgesi haline gelen bir lezzet. Yaklaşık 300 yıldır da bu bölgede tüketiliyor.
Lahmacun, ülkemizin bir lezzet haritasıdır ve her şehir bununla ilgili kendine özgü bir tarif geliştirir. Her bölge, kendi malzemesi, baharat dengesi ve pişirme tekniğiyle de bu sınırsız lezzet haritasına özgün bir katkı sunar.
Lahmacun, bir nevi Anadolu coğrafyasının zenginliğini, ustalığını ve kültürünü de buluşturur. Gaziantep’ten Urfa’ya, Adana’dan Malatya’ya her yörede farklılaşan tarifler aslında aynı reçetenin farklı varyasyonları...
İşte İstanbul’da öne çıkan 4 ilin lahmacun lezzeti
Gaziantep lahmacunu, sarımsağın keskinliği ve maydanozun ferahlığıyla öne çıkar. İncecik açılan hamuru ustanın maharetini, çıtır kıvamı ise şehrin karakterini yansıtır. Maydanoz yaprak yaprak ayıklanır, sarımsaklar temizlenir, biberlerin çekirdekleri çıkarılır. Ardından tüm malzemeler zırhla kıyma haline getirilir, kıymayla karıştırılarak harç hazırlanır. Bu harç, pide fırınında ince hamurun üzerine yayılır ve meşe odunuyla yakılan taş fırında pişirilir. Zırh kullanımı, baharat seçimi ve odun ateşinde pişirilmesi, Antep usulü lahmacuna eşsiz lezzetini kazandırır.
Antep Lahmacunu, 31.03.2017 tarihinden itibaren korunmak üzere 20.11.2017 tarihinde tescil edilmiştir.
İstanbul’da bu lezzeti Kaşıbeyaz, Tatbak ve Develi Restaurant gibi Antep ruhunu taşıyan mekanlarda deneyimleyebilirsiniz.
Şanlıurfa Lahmacunu, sebze ve baharat zenginliğiyle öne çıkar; mayasız hamurla, soğan, biber ve domates ete eşlik ederek dengeli bir lezzet oluşturur. Urfa usulünün en önemli farkı, sarımsak yerine soğan kullanılması ve coğrafi işaretli Şanlıurfa biberi (isot) ile hazırlanmasıdır. Geleneksel olarak evlerde kadınlar tarafından yapılan iç harç, meşe odunlu taş fırında pişirilirdi. Ayrıca kullanılan et, yöreye özgü meralarda yetişen İvesi ırkı koyunların kuzularından elde edilir. 1960’lardan sonra Urfa Lahmacunu’nun ünü tüm Türkiye’ye yayılmıştır.
Urfa Lahmacunu, 02.05.2013 tarihinden itibaren korunmak üzere 29.05.2018 tarihinde tescil edilmiştir.
İstanbul’da bu tarz bir deneyim için 25 şubeye ulaşan restoran zinciri ile Esto Lahmacun, Beylikdüzü’nde Haz Kebap ve Şişli’de Mahir Lokantasını sayabiliriz.
Adana Lahmacunu, yaklaşık 20 cm çapında yuvarlak şekliyle bilinir ve kentin yemek kültüründe özel bir yere sahiptir. 5 adet bir porsiyondur. Düğün, cenaze gibi kalabalık törenlerde ve önemli misafirler için tercih edilir. En kritik nokta, kullanılan etin kalitesidir. İç harçta ince doğranıp suyu süzülmüş soğan, domates, kırmızı biber, biber salçası, baharat ve ince kıyılmış maydanoz bulunur; ayrıca yağ ile lezzet zenginleştirilir. Hamuru ise mayalıdır. Adana’da “tabakaltı” da denilir. Henüz coğrafi işareti alınmamıştır.
İstanbul’da Adana Menşeli Acıbadem de Birbiçer Kebap, Taksim’de 01 Adana Kebap Lahmacun gibi restoranlarda bulunur.
Malatya Usulü Lahmacun, Anadolu’nun birçok çeşidinden farklı olarak biraz daha kalın ve uzun hamuru ve yüksek et oranıyla dikkat çeker. Genellikle bir tanesiyle bir kişinin doyabileceği bu lahmacun, sofraya bir sıcaklık katar. Malatya usulünün en belirgin özelliği ise soğanın ön planda olmasıdır. Az yağlı kıyma, bol soğan, biber, domates, maydanoz, salça, baharat ve zeytinyağıyla hazırlanan iç harcı sayesinde hem doyurucu hem de kendine has bir lezzet sunar.
İstanbul Başakşehir’de Malatya Pide & Lahmacun Fırınında şahane yapılıyor.
Özetle;
Lahmacun, lezzetli bir yiyecek olmasının çok ötesinde Anadolu’nun ortak hafızasıdır. İncecik hamurun üzerinde birleşen malzemeler, aslında farklılıkların bir araya gelişini, ortak bir kimlikte buluşmasını simgeler. Her lokmada taş fırının kokusu, toprağın bereketi ve ustanın emeği duyulur.
...Yapay zeka gündemi hiç yavaşlamıyor hatta günden güne hızlanıyor ve geleceğin kapısını aralıyor. Her geçen gün daha fazla insana benzeyen işler yapıyor. Kod yazıyor, beste yapıyor, resim çiziyor, senaryo üretiyor, müşteri hizmetleri sunuyor. Hatta bazı durumlarda bizden daha hızlı, daha verimli ve daha hatasız. Eğer yapay zeka her şeyimizi devralacaksa, biz insanlara ne kalıyor?Burada kritik ayrımı koymamız lazım: İnsan = Kod mu, yoksa İnsan = Ruh mu?
Yapay zeka, çok güçlü bir hesaplama makinesi. Ama asıl mesele, bizim zihnimizin kusurlu ama yaratıcı olması. Biz hata yaparız, ama o hatalar bazen yeni fikirler doğurur. Picasso’nun yanlış bir fırça darbesi, bir akımı başlatabilir. Bir mühendisin masada unuttuğu bir denklem, yeni bir buluşun tohumu olabilir. Yapay zeka ise kusursuz taklitçi; ama henüz o yanlış ama dahice yolu seçemiyor.
Evet, sana üzgün olduğunda 'üzüldüğünü anlıyorum' diyebilir. Ama o duyguyu gerçekten hissedemez. Çocuğunu ilk kez kucağına alan bir annenin gözyaşı, bir arkadaşın kahkahasına istemsizce katılman, kaybettiğin biri için kalbinin sıkışması… Bunlar algoritma değil, biyolojinin, ruhun ve yaşanmışlığın bir bileşimi. İşte burada hala eşsiziz.
Yapay zeka bilgi üretir, insan ise anlam üretir. Şiiri şiir yapan, satırdaki kelimeler değil, okurun ruhunda uyandırdığı titreşim değil midir. Bir müziğin seni geçmişe götürmesi, bir fotoğrafın içini burkması… Bunlar matematiksel veri değil. İnsanın ruhu, deneyimlerinden ve duygularından süzülerek anlam katar.
Anti yapay zekacı değilim aksine kesinlikle bir devrimin başlangıcına şahitlik ediyor olduğumuzu düşünüyorum ve çok heyecanlıyım. Ancak yine de insan beyninin kapasitesine ve yüreğine güveniyorum. Yani hayal gücümüzün gerçekten güç olduğunun farkedildiği şu günlerde hala umudum var. Çünkü; hayal gücü ve sezgi yaratıcılığın sadece algoritmik değil, içsel bir ışıktan beslendiği yer değil midir zaten!
Peki ya ahlak ve değerlerimiz; iyilik, kötülük, adalet gibi kavramlar hala insanın kolektif ruhundan doğuyor. Yapay zeka sadece kuralları uyguluyor.
İnsan sosyal bir varlık; topluluk, sevgi, dostluk hissi makine tarafından yaşanılabilir ya da yaşatılabilir mi?
Yapay zeka da bir gün beni neden yaptınız diye soracak mı? Biz istediğimiz ya da kodladığımız için değil, gerçekten bir gün o kafaya gelecek mi?
Çünkü biz insanlar soruyoruz...
"Allah'ım beni neden yarattın :)" dediğin günleri unutma!
Şaka bir yana biz neden varız, neye hizmet ediyoruz, başkaları var mı gibi milyonlarca sorunun peşinden koşan binlerce bilim insanı gibi yapay zeka da dertlenecek mi?
Yapay zeka çağında insanın gücü, bizlerin birer hızlı işlemci olmadığımızı anlamaktan geçiyor. Bizim eşsizliğimiz, kalbimizin kırılabilirliğinde, hayallerimizin sınırsızlığında ve anlam arayışımızda. Yapay zeka belki bir gün tüm işleri bizden iyi yapabilir ama şundan vazgeçmek istemiyorum: Onun “yaptığı” şeyler var, bizim ise “yaşadığımız” şeyler.
Yapay Zeka da insan gibi, bizim gibi dertlenecek mi?
O yüzden cevap net: İnsan, kod değil. İnsan = Ruh.
Ve bu denklem bozulmadığı sürece, gelecekte bizim sahnemiz hep var olacak.
...