SON YAZILAR
10.06.2025
Tüm Yazıları

2010’da Mavi Marmara,

2025’te Madleen.

Tam 15 yıl geçti ama aynı vahşet yine sahnede!

Senaryo aynı, zalim aynı: İsrail!

Her geçen gün insanlık dışı hamlelerine bir yenisini eklemekten geri durmayan İsrail, 2010 yılında Gazzelilere yardım götüren Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda müdahalesinin ardından, bu kez yine Gazze’ye yardım götüren Madleen gemisine uluslararası sularda müdahale etti.

Şaşırmadınız değil mi?

İsrail tam da bildiğimiz gibi!

Madleen gemisi ile Gazze’ye insani yardım götürülüyordu.

Yani içinde silah değil; yiyecek, ilaç, temel ihtiyaç malzemeleri vardı.

Skandal hamlesiyle uluslararası hukuku bir kez daha ihlal eden İsrail, sadece gemiye müdahalede bulunmakla yetinmedi elbette.

Yardım gemisine el koyarak, içinde Yasemin Acar ve Şuayb Ordu isimli iki Türk vatandaşın da bulunduğu 12 aktivisti kaçırdı.

Bu sadece bir saldırı değil, açıkça bir zorbalıktır.

Bu sadece hukuksuzluk değil, insanlığa hakarettir.

15 yıl önce Mavi Marmara, şimdi Madleen…

Peki ya bundan sonra?

İsrail, kendisine hesap sorulmayan her suçu tekrar tekrar yapmaya devam edecektir.

Bugün yaşananlar sadece Madleen meselesi değildir.

Bu, İsrail’in Filistin halkına ve onlara yardım etmek isteyenlere karşı yıllardır sürdürdüğü hukuksuz kuşatmanın devamıdır.

Üstelik yalnızca gemilere saldırmakla da yetinmiyorlar.

İsrail’in aşırı sağcı bakanı Ben-Gvir, kaçırılan aktivistlerin hücrelerinde Filistin yanlısı hiçbir sembol taşımaması ve televizyon ile radyodan mahrum bırakılmaları yönünde talimat verdi.

Yani hukuksuzluğun yanında psikolojik işkence de cabası.

Bu hukuksuzluk döngüsünü kırmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor.

Artık seyretmek değil, gerçekten harekete geçme vakti.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
09.06.2025
Tüm Yazıları

İnsanlar kurbanla birlikte kolektif bir şuur yaşar. Aynı anda aynı duaların edilmesi, aynı etin farklı evlerde pişirilmesi, insanları birbirine görünmez bağlarla örer. Aslında imtihan yalnızca bireysel değildir; bazen toplumlar da zor sınavlardan geçer. İşte toplumsal psikolojiyi onaran tedavili bir bayramdır “Kurban”. Çünkü paylaşmak, en derin ruhsal iyileşmelerin ilacıdır. Psikoterapistler, “anlamlı fedakârlıklar”ın iyileştirici etkisinden söz eder. Kurban da tam olarak budur.

Kurban ve kurulan sofra

Kurban, kesilen hayvanla birlikte, onun ardından kurulan sofrayla tamamlanır. İşte tam bu noktada gastronomi devreye girer. Çünkü kurban, bir ibadet olmasının ötesinde, aynı zamanda bir sofra medeniyeti... O et, kesilir, pişirilir, paylaşılır ve ikram edilir. Kurban etiyle yapılan kavurmalar, tencerelerde kaynayan etli yemekler, üzerinde bolca et olan pilavlar, köy evlerinde açılan tandır sofraları… Hepsi bu ibadetin bir devamı sayılır.

Her yıl bayram sabahı, içimizde tuhaf bir ürpertiyle uyanırız. Bir yanımız telaş, bir yanımız huşû dolu... Çünkü Kurban Bayramı, dini bir ritüelin zamanı olmakla beraber, insan ruhunun derinlerine açılan bir arınma mevsimi. Kesilen kurban hayvanıyla birlikte elimizi, yüreğimize götürmemiz gereken bir gün.

Kurban, bir bakıma içimizde kök salmış korkuların, yerleşik bencilliklerin ve alışkanlıklarla örülü konfor alanlarının da usulca kesilip hayatımızdan ayrıldığı manevi bir arınma zamanı

Anlamlı bir vazgeçiş

Psikolojik olarak bakıldığında ise kurban, insanoğlunun en kadim içsel çelişkileriyle yüzleştiği bir ayna... Sahip olduklarını bırakabilme, bir şeyden vazgeçebilme ve “ben”den “biz”e geçişin pratiği. Zihnimizin derinliklerinde tutunduğumuz korkular, güvensizlikler ve hırslar, kurban aracılığıyla gün yüzüne çıkar ve temizlenir. Kurban, inancın ve ruh sağlığının birlikte bir imtihanı...

Türk mutfağının kurbanla şekillenen özgün lezzetleri

Bayram sabahı hemen pişirilen ve sıcak sıcak yenilen kavurma, bir damak zevki olmakla birlikte aynı zamanda toplumsal bir hafıza... Etin bu şekilde kesimden hemen sonra tüketilmesi, gelenekle birleşmiş bir gastronomik bilgeliği yansıtır. Kurban etiyle yapılan yöresel yemekler, sac kavurma gibi etli lezzetler, bol etli güveç, etli keşkek vs. protein açısından iyi bir beslenme aracı olmakla beraber hatıraları da besliyor.

Gastronomi bilimi bize şunu söyler: Lezzet, dille beraber zihinde ve bellekte başlar. Kurban sofraları bu anlamda hem gastronomik hem psikolojik hem de kültürel bir aktarım alanı... Çocuk, kurban kesilen evde ilk kez kurban kavurmasını tattığında yeni bir yemeğin lezzetini, paylaşmanın bereketini ve şükrün anlamını da öğrenir. Belki de bu yüzden, kurbanın mutfağa, tencereye ve kalbe taşınması gerekiyor. Çünkü kurbanın gerçek anlamı, o eti kimlerle paylaştığında, nasıl pişirdiğinde ve sofraya nasıl oturduğunda saklı…

Mesele kurbanı sadece bireysel kesmek değil

Keşke herkes kurbanını kendi kesebilse ama günümüz şartları bunu mümkün kılmıyor. Bugün birçok şehirde kurban artık daha çok ortak kesim alanlarında kesiliyor ve etler paketlenip eve geliyor. Ya da bazı hayır kurumlarına bağış yapılıyor. Yani Kurbanın ruhu sanki bir kenarda unutuluyor gibi düşünülebilir. Bana göre böyle düşünmek doğru değil. Çünkü mesele kurbanı sadece bireysel kesmek değil; onu hissetmek, onu paylaşmak, onunla birlikte gönül sofraları kurabilmek değil mi? Bende bu yıl kurbanımı “Bir İyilik Yap” derneğine bağışladım.

Kurban, bir anlamda hayatın döngüsünü de hatırlatır bize

Can almanın sorumluluğu, o canı şefkatle pişirip sofraya koymanın inceliği… Etin bir nimet olduğunu, onunla gelen her lokmanın bizi şükre taşıdığını anlatır. Modern insan için bu, giderek unutulan bir farkındalık. Tükettiklerimizin ardındaki emeği, canı, hikâyeyi düşünmekten uzaklaştık. Kurban, bu farkındalığı hatırlatan bir eşik olabilir.

Sonuçta kurban, akan kanla birlikte; niyetle, sabırla, pişirme biçimiyle ve paylaşma ahlakıyla anlam kazanır. Bana göre kurban, psikolojik bir arınma, gastronomik bir şölen ve sosyolojik bir birlikteliktir. Kurban keserken bir elin bıçağı tutması gibi diğer elin de paylaşmak için sofraya uzanması gerekir.

Ve o sofraya, aç biri oturduğunda, kurban tamam olur.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
08.06.2025
Tüm Yazıları

Dünya ekonomisi büyük bir satranç tahtasıdır. Taşlar bazen krizle yerinden oynar, bazen de diplomasiyle. Ama ne olursa olsun, her devrilmiş taş, başka bir aktöre yeni bir hamle alanı sunar. Bu acımasız döngüde, birinin felaketi, öbürünün kurtuluşu olur. Türkiye son 20 yılda bu döngünün hem mağduru hem kazananı olmuştur. Irak Savaşı'nın ardından Türkiye’nin Güneydoğu illerinde tır dorseleri kuyruk oluşturdu. Suriye iç savaşı patlak verdiğinde, Halep ve Şam’dan çekilen birçok üretim kolunun yerini Gaziantep ve Mersin doldurdu. Rusya, Ukrayna’ya saldırdığında dünya tahıl krizine girerken, Türk limanları tahıl koridorunun kilit aktörü haline geldi. Kırım’ın ilhakı, Türkiye’nin Karadeniz’deki jeopolitik değerini artırdı. Ve şimdi İsrail-Gazze hattındaki savaş, Doğu Akdeniz ticaretinde İstanbul merkezli alternatif senaryoları tetikliyor.Her savaş, her kriz, her siyasi sarsıntı Türkiye'nin haritasında bir “ihracat potansiyeli” olarak yeniden şekilleniyor. Kimse yüksek sesle söylemese de gerçek bu.Bugün Avrupa, Çin'e olan bağımlılığını sorgularken "yakın coğrafyada üretim" diyor. “Nearshoring” adını verdikleri bu yeni trendde Türkiye, en avantajlı aday. Lojistik üstünlük, güçlü sanayi, kur avantajı ve politik esneklik Türkiye’yi Batı için vazgeçilmez hale getiriyor. Çünkü Batı’nın gözünde krizle boğuşan Ukrayna bir risk, ama Türkiye bir opsiyon.

Ancak asıl dramatik olan şu, Türkiye sadece kriz yaşayan ülkelerin yerine geçmiyor; aynı zamanda kriz yaşayan ülkelere daha fazla ihracat yapıyor. Lübnan ekonomik olarak çökerken Türkiye oraya gıda ve ilaç sattı. Pakistan IMF ile boğuşurken Türk ev tekstili orada rafları süsledi. Sudan’da iç savaş sürerken Türk lojistik şirketleri Hartum üzerinden Orta Afrika pazarına köprü oldu.

Bu tablo bize ne anlatıyor? Şunu:Ticaretin kendi ahlakı yoktur. Ticaret fırsatı sever. Ve bu fırsatlar çoğu zaman yıkımın içinden doğar. Bu yüzden, Türkiye’nin ekonomik başarı öykülerinde zaman zaman krizlerin kanı vardır. Savaşlardan doğan koridorlar, iflaslardan açılan pazarlar, çöken para birimlerinin tetiklediği alım talepleri... Bunlar Türkiye'nin dış ticaretinin görünmeyen yakıtlarıdır. Elbette bu gerçek, etik sorgulamayı da beraberinde getiriyor: Başkalarının felaketi üzerinden kazanmak vicdana sığar mı? Sorunun cevabı karmaşık. Çünkü dünya sistemi zaten bu mantıkla işliyor. Güçlü olan, hızlı olan ve alternatif üreten kazanıyor. Bu sebeple Türkiye için asıl mesele, krizlerden doğan fırsatları sadece geçici kazanca değil, sürdürülebilir stratejik üstünlüklere dönüştürebilmek. Aksi hâlde bir gün başkasının mucizesi oluruz; bizim felaketimizden doğan.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
06.06.2025
Tüm Yazıları

90'lı çocuklarına 30 yaş sınırını geçmesinden sonra bayramların eski tadı kalmadı. Mezarlık ziyaretleri bayram alışverişleri ziyaretler hepsinin yerini tatil yerleri aldı. Aile büyüklerinin gözünün yollarda kaldığı bayramlar çoğaldı. Değerlerimizi kaybetmeye başlamak biraz can sıkıcı olsada bundan bir 10 yıl sonrasında bizi farklı bir toplum düzeni bekliyor. Tabii şimdilik bazı bölgelerde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu da bu telaşlar devam ediyor. Mega kentlerde kaybolan öz köylerde sabah namazıyla başlıyor. Kalpten bir İyi bayramlar sesleri yükselir. Kurban kesimi için evlerde buzdolapları ve dondurucular düzeltilir. Bayram için alınan kıyafetler öğle saatlerinde giyilir. Evlerden kurban eti kokusu yükselir. Baklavalar tepsi tepsi dağıtılır. Samimiyet uzaklardan yakınlara gelir. Tabi ki de eskisi gibi bu günlerce sürmez ama ilk gün de olsa çocuklar kapı kapı dolaşır.

Nerede o eski bayramları özleyecegimiz yıllar çoğalmadan bizim bu gelenekleri korumamız lazım. Bayramlar sen ola güzel ola hayırlı ola...

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
06.06.2025
Tüm Yazıları

Darılma yok; dayanma var. Bu cümleyi yıllar önce zihnime kazıdım. Ne zaman hayat sertleşse, insanlar kırıcılaşsa, teknoloji hızla önümüze engeller yığsa, dönüp bu cümleye sarılırım. Çünkü insan, her çağda ama özellikle bu dijital çağda, düşmemek için direnmeyi öğrenmek zorunda.


Dijital dünyanın yolları artık asfalt değil, buz kaplı. Her an bir haberle devrilebiliyor, bir görselle hedefe dönüşebiliyoruz. Algoritmalar duygularımızı emiyor, daha fazla etkileşim için öfkemizi kaşıyor. Bizden istenen şey aklı kaybetmemiz, iradeyi teslim etmemiz. Oysa bugün en çok ihtiyacımız olan şey, soğukkanlılık. Duyguların değil, düşüncenin hâkim olduğu bir yaklaşım. Dijital hukuk bu nedenle bir ihtiyaçtan çok bir zaruret artık. Etik kurallar sadece platformlara değil, bireylerin vicdanına da yerleşmeli.


Yapay zekâ, hem nimet hem tehdit. Bir yandan hastalıkları teşhis ediyor, diğer yandan mahremiyetimizi sorgusuzca delip geçiyor. Birileri bu teknolojiyi kullanarak hayatı kolaylaştırmaya çalışırken, başkaları aynı gücü yıkım için kullanıyor. Yani mesele teknoloji değil, onu tutan el.


Bugün artık sadece içerik tüketicisi değil, içerik üreticisi de olabiliyoruz. Her birey, bir medya kanalı kadar etkili hâle geldi. Yazdığımız bir yorum, çektiğimiz bir video, hazırladığımız bir içerik yüz binlere ulaşabiliyor. Bu güçle beraber sorumluluk da büyüyor. Ürettiğimiz şey sadece eğlenceli mi, yoksa aynı zamanda faydalı mı? Doğru bilgi mi, yoksa yalnızca dikkat çekmek için üretilmiş bir yanılsama mı? Yeni çağın en büyük ihtiyacı; bilgiyle donanmış, değerle yön bulan üreticiler. Çünkü dijital çöplüklerde yolunu arayan nice zihin, bir dürüst cümleyle kurtulabilir.


Zaman elimizden kayıyor. Gençlik, enerji, fırsatlar... Hepsi ekran ışığına gömülüyor. Ama hâlâ bir yol var: Kalp, dava ve vicdan üçlüsünü pusula yaparsak, bu çağın karanlık virajlarını dönebiliriz.


Gün vefa günüdür. Kutsî sorumlulukları olan herkes; dijital çağda da doğruluğu, hakkı, sabrı ve şükrü savunmalı. İnanıyorum ki, aklı ve iradeyi inançla harmanlayan her birey, bu çağın Fatih’i olabilir…


Kurban Bayramı vesilesiyle; kesilen kurbanların, kırılan kalpleri onardığı, küskünlerin barıştığı, infakın ve paylaşmanın hayata karıştığı bir bayram olmasını diliyorum. Gönüller bir olsun. Bayramınız mübarek olsun.

Sağlıcakla kalın.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
05.06.2025
Tüm Yazıları

Bir Gün Tüm İnsanlık Aynı Sofrada Oturursa…
Bayram ola…
Belki de bu çağın en çok ihtiyacı olan cümle bu. İçinde barış var, kucaklaşma var, helalleşme var, affedişin hafifliği, hatırlayışın sıcaklığı var. Bayram, insanlığın kendini unuttuğu bu yüzyılda, kendine dönüş temennisi terennüm eden eski bir şarkı gibi… Kudüs’ten Saraybosna’ya, Şam’dan Diyarbakır’a, Buhara’dan Endülüs’e kadar ezgisi aynı olan bir çağrı: “Bayram ola!”
Oysa bayram, sadece takvimlerin kırmızıyla işaretlediği bir tatil günü değil. Bayram; bir kavuşmadır, bir yavaşlayış, bir yüzleşme, bir dua. Yeryüzünün en çok ihtiyaç duyduğu da bu değil mi zaten? Birbirini anlamadan geçen kalabalıklar çağında, yavaşlayıp sarılabilmek, dinleyebilmek, affedebilmek…
İnsanoğlu kendine bir bayram borçlu.
Çünkü hiçbir uygarlık, yıkıntıların içinde annesini arayan bir çocuğun gözyaşını açıklayamaz.
Ve hiçbir kalkınma modeli, annesiz kalan bir bayram sabahını telafi edemez.
Gazze’de bayram; bir mezarlık başında sessizce oturan çocuğun gözlerinden akan yaşlardır.
Uygur’da bayram, susturulan dillerin kıyısında, göğe açılmış ellerle hâlâ beklemektedir.
Sudan’da, Yemen’de, Arakan’da bayram bir yudum suya, bir tutam umuda gizlenmiş vaziyette…
Dünya milletlerinin kalbinde, farklı isimlerle anılsa da benzer bir öz vardır bayramlarda:
Birlik, bereket, merhamet, hatırlama…
Japonya’da Obon Bayramı ataların ruhlarını anmak için kutlanırken;
Afrika’da Kwanzaa, köklerle yeniden bağ kurmak içindir.
Brezilya’da Carnaval bir nevi içsel arınma, maskelerin ardındaki hakikati kutlamadır.
Noel, Paskalya, Holi, Diwali... Her biri kendi inancının içinde barışı, affı, ışığı arar.
Ve her biri insanlığın bir başka yüzünden aynı duaya katılır:
"Bayram ola!"
Ama ya ortak bir bayram?
Dünyanın bütün çocuklarının aynı sofrada oturduğu, dilin, ırkın, sınırın olmadığı bir gün?
Birleşmiş Milletler kararlarıyla değil; kalpten imzalanmış sözleşmelerle ilan edilmiş bir insanlık bayramı?
Ne silah sesi, ne açlık, ne ayrımcılık…
Sadece bir masa: Ortasında ekmek, çevresinde insanlar.
Ve bir kelime dolanıyor dudaklardan: Bayram ola…
Düşünsenize, bir gün bütün liderler gözyaşlarına tercüman olmayı öğrenirse;
Kudüs’e barış gelir, Şam’a bahar…
Gazzeli bir çocuğun başını okşar Berlinli bir kadın,
Kabil’den Tokyo’ya bir bayram tebessümü yayılır.
Bu bir ütopya değil.
Bu, bayramın asli hüviyetidir: İnsanlığı yeniden insan kılmak.
Çünkü bayram, geleceğe bakar hep...
Bayram, göç yollarında doğan bebeklerin vatansız büyümemesi için edilen duadır.
Bayram, Afrika’nın kırgın topraklarında yeniden yeşeren zeytin dalıdır.
Bayram; binlerce çocuğun, aynı anda kendi dillerinde "ben de buradayım" deyişidir.
Ve biz, bu çağda birbirimize bir bayram borçluyuz.
Toprağa, denize, gökyüzüne…
Anneye, çocuğa, göçmene, yetime…
Kendimize.
O hâlde, bayram ola…
İlk bayram, birbirimizi affettiğimiz gün başlayacak.
İkinci bayram, öteki dediğimiz herkesle aynı sofraya oturduğumuzda…
Üçüncü bayram, barışı sadece pankartlara değil, kalplere yazdığımızda gelecek.
Ve dördüncü bayram...
Belki de hiçbir bayrağın dalgalanmadığı ama insanlık onurunun göklere yükseldiği o büyük gün...
Bayram ola, dünya…
Bayram ola, insanlık…
Bayram ola, kara çağ...

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
04.06.2025
Tüm Yazıları

Dijital ne kadar yayılsa da Türkiye’de ana akım popülerliğini koruyor. Kanalların dizileri başlatma saatleri 20.00 olarak belirleniyor ve bitişi 00.00’ı buluyor. Neredeyse bir sinema filmi uzunluğunda olan bu bölümler, artık izleyiciyi keyiflendirmekten çok yoruyor. Peki, bu sistem neden değişmiyor?

Türkiye’de diziler neredeyse 20 yıldır aynı formatta devam ediyor. Hafta da bir kez yayınlanan dizilerin ortalama süresi ortalama 140-160 dakika. ABD’de bir dizi bölümü ortalama 40-50 dakika. Avrupa’da bu süre daha da kısa.
Sürelerin bu kadar uzun olmasının arkasında yatan ana neden reklam gelirleri. Uzun dizilerde reklam arası daha çok olur ve gelirde haliyle artış gösterir. Peki bu durum en çok kimleri zorluyor? Bu model artık hem izleyiciyi hem oyuncuyu hem de senaristi zorluyor.
Yapım ekipleri haftanın 5-6 günü neredeyse 15-16 saat çalışıyor. Bu koşullar, hem iş güvenliği hem de yaratıcı kalite açısından büyük bir risk oluşturuyor.
Dizilerin ilk bölümlerinin çekim açıları, kaliteleri hep dikkat çeker. Çünkü zaman kısıtlaması olmadan yapılan iş, sonuç olarak daha özenle çekiliyor. Oyuncular her röportajlarında bölümü yetiştirebilme konusunda yaşadıkları sıkıntıyı paylaşıyor.

Artık hem seyircinin beklentisi hem de sektörün sürdürülebilirliği açısından dizi sürelerinin kısalması bir zorunluluk haline geldi. Oyuncular ve set çalışanları dizi sürelerine tepki gösterirken, kanallar dizi süreleri konusunda ısrarlı.

Çünkü izleyici sadece izlemek değil, anlamak, hissetmek ve bağ kurmak istiyor. 2.5 saat süren dizilerle bu bağ her geçen gün biraz daha kopuyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
04.06.2025
Tüm Yazıları

Ketojenik, su, patates diyeti derken şimdi de sosyal medyada son zamanlarda dikkat çeken bir diyet yöntemi olan ‘Streç film diyeti’ yeni tartışma konusu oldu.

Bu yöntemde yiyecekler, doğrudan tüketilmeden önce streç filme sarılarak bir süre bekletiliyor. Bekletilen yiyeceğin içindeki kullanılmış olan soslar ve fazla yağ, streç film tarafından emildiği için daha 'hafif' bir öğün yapılmış oluyor.

SAĞLIKLI MI, TEHLİKELİ Mİ?

‘Böyle bir şey nasıl sağlıklı olur?’ dediğinizi duyar gibiyim.

Bilimsel olarak kanıtlanmayan streç film diyetini savunanlar, bu yöntemin yemeklerin özellikle yüzeyindeki fazla yağı emerek kalori alımını düşürdüğünü iddia etse de beslenme uzmanları, bu etkinin 'yüzeysel' olduğunu belirtiyor.

Yine uzmanlar, bu yöntemin beklenen faydayı sağlamadığını ve hatta bazı riskleri taşıdığını ifade ediyor.

Çünkü yiyeceğin plastik ile teması söz konusu!

PLASTİK TEMASI SEBEBİYLE KİMYASAL AÇIDAN RİSKLİ

Uzmanların en büyük uyarısı: Streç filmle temas eden yiyeceklerde olası 'kimyasal bulaşmalar'

Özellikle sıcak ve asitli gıdalarla temas eden plastik streç filmlerden yiyeceklere zararlı maddelerin geçme riski bulunuyor.

HORMONAL DENGESİZLİKLER YAŞANABİLİR

Bu durum, uzun vadede hormonal dengesizliklerden kansere kadar çeşitli sağlık sorunlarına sebep olabilir.

Streç filmlerin oda sıcaklığında soğuk gıdalar için kullanıldığını ve uzun süre bekletilmiş olan ya da mikrodalgada ısıtılan gıdaların insan sağlığını tehdit ettiğini unutmamak gerek!

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
03.06.2025
Tüm Yazıları

Yaşadığımız zaman diliminde, gözlemleyebildiğim kadarıyla en büyük yanılgıları insan ilişkilerinde yaşıyoruz. Çünkü hâlâ sorgusuz sualsiz güveniyor, niyetlerin temizliğine inanmaya meyilli oluyoruz. Belki de içimizde bir yerlerde hâlâ 'iyi'nin galip geleceğine inanan o eski masalın yankısı var. Ama gerçek dünya, artık başka bir dil konuşuyor.

SAHTE MERHAMET SERBEST

Oysa artık gülümsemelerin arkasında parmak izi yok. Sahte merhamet serbest! Yüzlerde içtenlik değil, strateji var. Yardımlar gösterişle bezeli, sohbetler çıkar terazisinde tartılıyor.

En büyük yankıyı, içi boş kalp atışları çıkarıyor… Çünkü artık kalpler, rol yapıyor. Ve bu tiyatronun en büyük seyircisi de yine biziz.

KÖTÜLÜĞÜN FİLTRESİ

Yardım ederken üstünlük kuruyor, dinlerken yargılıyor, severken tüketiyoruz. Kötülüğün bile filtresi var artık. Herkes olduğundan başka biri gibi görünmenin telaşında. Ve belki de bu yüzden, en çok kendi yalanlarımıza inanıyoruz. Kendimizi kandırdığımız bir dünyada, başkalarına dürüstlük beklemek tuhaf bir çelişki…

Tüm bu kaotik ortamda, sahici kalmaya çalışarak hayata tutunmaya çalışan bir kesim de var. Onlar, hayatın taptaze fidanları gibi… Sessiz ama dirençli, ince ama köklü… Dalgalarla boğuşan ama denize küsmeyenler gibi.

SAHİCİLİK ZAYIFLIK MI?

Sahici olmak, sanıldığı kadar zayıflatmaz insanı. Aksine, kim olduğunu, ne hissettiğini, neyi neden yaptığını bilmenin verdiği bir içsel sağlamlık kazandırır. Gerçekliğin ağırlığını sırtlamayı göze alanlar, başkalarının gölgelerinde yaşamazlar. Dürüstlük, her zaman kolay bir yol değildir ama insanı kendisine daha da yaklaştırır.

TEHDİT DEĞİL ÖZGÜRLÜK

Kimseden bir şey saklamadığında, hiçbir şeyden korkmazsın. Dürüst ilişkilerde hesaplaşma değil, huzur olur. Maskelerin düşmesi tehdit değil, bir özgürlük alanıdır.

İnsan, en çok da kendi çıplaklığıyla barıştığında hafifler.

Ve en önemlisi: Kendine karşı açık olduğunda, hayat da sana açık olmaya başlar.

Çünkü sahicilik yorar sanılır ama aslında özgürleştirir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
03.06.2025
Tüm Yazıları

Yapay zeka (YZ)... Son yılların en parlak, en umut vadeden teknolojisi. Hayatımızı kolaylaştıracağına, verimliliği artıracağına, hatta insanlığın çözemediği sorunlara çare olacağına dair büyük bir beklenti var. Tıp, eğitim, ulaşım, sanat; dokunmadığı alan neredeyse kalmadı. Ancak bu göz kamaştırıcı madalyonun bir de karanlık, pek konuşulmayan bir yüzü var. Acaba bu teknolojik devrim, gezegenimizin ve belki de kendi geleceğimizin sonunu getirecek bir canavara dönüşüyor olabilir mi?
Yapay zekanın açlığı, özellikle enerjiye olan açlığı korkunç boyutlarda. Bugün itibarıyla YZ sistemlerinin çalışması için harcanan enerjinin, orta büyüklükte bir ülkeden daha fazla seviyelere ulaştığı biliniyor. Daha da endişe verici olan, bu tüketimin katlanarak artacak olması. Yapılan projeksiyonlara göre, 2024 yılında yaklaşık 10 terawatt-saat (TWh) olan YZ kaynaklı enerji tüketiminin, 2026’da 90 TWh gibi devasa bir rakama fırlayacağı düşünülüyor. Ve acı gerçek şu ki, bu devasa enerji ihtiyacının büyük bir kısmı hala fosil yakıtlardan karşılanıyor. Yani YZ geliştikçe, karbon ayak izimiz de onunla birlikte büyüyor.



Peki, bu enerjiyi bu kadar hızlı ve sürekli sağlamak için ne yapıyoruz? Ekosisteme geri dönülmez zararlar veriyoruz. Ama sorun sadece enerji üretimiyle sınırlı değil. Yapay zeka sistemlerini oluşturan o karmaşık işlemcilerin, ekran kartlarının ve diğer donanımların üretimi için de doğanın derinliklerine iniyoruz. Silisyum (Si), Galyum (Ga), Germanyum (Ge) gibi yarı iletkenlerden, Lityum (Li), Kobalt (Co), Nikel (Ni) gibi batarya hammaddelerine; Neodyum (Nd), Disprozyum (Dy), Terbiyum (Tb), İtriyum (Y), Gadolinyum (Gd), Lantan (La), Skandiyum (Sc), Evropiyum (Eu) gibi Nadir Toprak Elementleri'ne (NTE-17); Altın (Au), Gümüş (Ag), Kalay (Sn), Paladyum (Pd), Tungsten (W) gibi kıymetli metallerden Titanyum (Ti) ve hatta Neon, Argon, Kripton gibi gazlara kadar uzanan geniş bir maden yelpazesine ihtiyaç duyuluyor. Bu madenlerin çıkarılması, işlenmesi ve taşınması; doğal yaşam alanlarının yok olmasına, su kaynaklarının kirlenmesine ve toprağın zehirlenmesine neden oluyor.

İşte tam bu noktada insanlık kendini bir köşeye sıkıştırmış durumda. Bir yanda, eğer yapay zeka geliştirme hızı bu şekilde devam ederse, ekosistem üzerindeki baskı katlanarak artacak ve gezegenimizin taşıma kapasitesini aşacağız. Diğer yanda, eğer bu gelişim durdurulursa veya yavaşlatılırsa, çok ciddi ekonomik kayıplar ve belki de toplumsal bir gerileme yaşanacak. Çünkü YZ, artık pek çok sektörün lokomotifi haline geldi.

Dahası, yapay zekaya olan bağımlılığımız her geçen gün artıyor. Artık "agent" olarak adlandırılan yapay zeka yardımcıları, tüm işlerimizi devralmaya aday. Muhasebeden müşteri hizmetlerine, içerik üretiminden kişisel asistanlığa kadar her alanda YZ'yi konumlandırdığımızda, bu sistemler olmadan iş yapamaz hale geleceğiz. Bir kez bu kolaylığa ve verimliliğe alıştığımızda, geri dönüşümüz pek mümkün olmayacak. Bu da demek oluyor ki, enerji açlığımız ve dolayısıyla ekosisteme verdiğimiz zarar, bu bağımlılıkla birlikte katlanarak devam edecek. İnsanlığın refahı için yola çıkan bir teknoloji, ironik bir şekilde insanlığın yaşam alanını tehdit eder hale gelecek.

Hammadde sıkıntısı kapıda, enerji krizi derinleşiyor ve ekolojiye verdiğimiz zararlar artık görmezden gelinemeyecek seviyede. Tüm bunlar, yapay zeka çağının karanlık mirası olabilir.

Peki, madalyonun bu diğer yüzünü görmezden gelerek, gerçekten de yapay zeka ile sonumuzu mu hazırlıyoruz? Belki de asıl zeka, bu gidişata "dur" diyebilecek kolektif bir bilinç geliştirmek, sürdürülebilir enerji kaynaklarına ve geri dönüştürülebilir materyallere öncelik vermek, YZ'nin gelişimini etik ve ekolojik sınırlar içinde tutabilmektir. Yoksa, Prometheus'un ateşi gibi kontrolümüzden çıkan bu teknoloji, oluşturduğumuz canavarın ilk kurbanının yine kendimiz olmasına yol açabilir. Düşünmek ve acilen harekete geçmek zorundayız.

Enerji Tüketiminin Yükselişi

YZ teknolojileri, özellikle üretici modeller gibi ChatGPT, muazzam miktarda enerji tüketiyor. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) verilerine göre, veri merkezleri, kripto para birimleri ve YZ’nin toplam enerji tüketimi 2022’de küresel enerji talebinin yaklaşık %2’sini oluşturuyordu (IEA Electricity 2024). Bu rakamın 2026’ya kadar iki katına çıkarak Japonya’nın toplam enerji tüketimine eşit olabileceği öngörülüyor. Daha spesifik olarak, YZ’nin enerji tüketiminin 2024’te 10 TWh iken, 2026’da 90 TWh’a ulaşması bekleniyor. Bu, orta büyüklükte bir ülkenin enerji tüketimine denk bir rakam.

Özellikle üretici YZ modelleri, enerji açısından yoğun. Örneğin, bir ChatGPT sorgusu, standart bir Google aramasından yaklaşık 10 kat daha fazla enerji tüketiyor (Polytechnique Insights). Günlük 9 milyar Google aramasının yıllık enerji tüketimi yaklaşık 0.295 TWh iken, benzer bir kullanım oranıyla ChatGPT’nin tüketimi 9.52 TWh’a ulaşabilir (Designboom). Bu rakamlar, YZ’nin enerji açlığının ne kadar büyük olduğunu açıkça ortaya koyuyor.


Bu enerji talebinin büyük bir kısmı hala fosil yakıtlardan karşılanıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş devam etse de, YZ’nin hızla artan talebi, bu geçişi zorlaştırıyor ve karbon emisyonlarını artırıyor. Örneğin, Microsoft’un 2020’den bu yana karbon emisyonlarının %30 artması, YZ odaklı veri merkezi genişlemelerine bağlanıyor (World Economic Forum).

Madenler ve Ekosisteme Zararlar

YZ teknolojisinin donanımları, işlemciler ve ekran kartları gibi bileşenler için çok sayıda maden gerekiyor. Bunlar arasında silikon (Si), galyum (Ga), germanyum (Ge), arsenik (As), fosfor (P), bor (B), alüminyum (Al), altın (Au), gümüş (Ag), kalay (Sn), nikel (Ni), kobalt (Co), tantal (Ta), paladyum (Pd), volfram (W), nadir toprak elementleri (neodimyum (Nd), disprozyum (Dy), terbiyum (Tb), itriyum (Y), gadolinyum (Gd), lantan (La), skandiyum (Sc), avrupyum (Eu)), lityum (Li), titanyum (Ti) ve soyl gazlar (neon, argon, kripton) yer alıyor.

Bu madenlerin çıkarılması ve işlenmesi, çevreye ciddi zararlar veriyor. Nadir toprak elementlerinin madenciliği, yoğun su kullanımı ve toksik atıklar üretiyor, bu da yerel ekosistemleri tahrip ediyor. Örneğin, Çin’deki nadir toprak madenciliği, su kirliliği ve toprak erozyonu gibi sorunlara yol açıyor. Ayrıca, bu madenlerin çoğu belirli ülkelerde yoğunlaşmış durumda, bu da tedarik zincirinde güvenlik riskleri ve sürdürülebilirlik sorunları oluşturuyor. YZ’nin artan talebi, bu madenlere olan ihtiyacı daha da artırarak çevresel yıkımı hızlandırıyor.

İkilem: Teknolojik İlerleme mi, Çevresel Sürdürülebilirlik mi?

YZ’nin hızlı gelişimi, ekonomik büyümeyi destekliyor ve hayatımızı kolaylaştırıyor. Ancak bu ilerleme, ekosisteme verilen zararlarla gölgeleniyor. Eğer YZ gelişimini durdurursak, ekonomik kayıplar kaçınılmaz olabilir; yeni teknolojilere dayalı iş modelleri, otomasyon ve verimlilik artışları sekteye uğrayabilir. Öte yandan, mevcut hızda devam etmek, çevresel sürdürülebilirliği riske atıyor. Bu, insanlığın kendini köşeye sıkıştırdığı bir ikilemi yansıtıyor: teknolojik ilerleme ile gezegenimizi koruma arasında bir denge bulmak zorundayız.

Bağımlılık ve Gelecek Riskleri

YZ’ye olan bağımlılığımız her geçen gün artıyor. Akıllı ajanlar, otomasyon sistemleri ve diğer YZ uygulamaları, iş süreçlerimizi ve günlük yaşamımızı dönüştürüyor. Ancak bu bağımlılık, enerji açlığımızı da körüklüyor. YZ sistemleri hayatımıza daha fazla entegre oldukça, geri dönüşü olmayan bir yola girebiliriz. Enerji talebinin artması, fosil yakıtlara bağımlılığı sürdürebilir ve ekosisteme verilen zararları artırabilir. Bu durum, uzun vadede insanlığa ciddi zararlar verebilir; iklim değişikliğinden su kaynaklarının tükenmesine kadar pek çok sorunla karşı karşıya kalabiliriz.

Çözüm Önerileri ve Geleceğe Bakış

YZ’nin çevresel etkisini azaltmak için birkaç yol izlenebilir. İlk olarak, yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş hızlandırılmalı. Veri merkezlerinin güneş, rüzgar veya hidroelektrik gibi temiz enerji kaynaklarıyla çalışması, karbon ayak izini azaltabilir. İkinci olarak, YZ modellerinin enerji verimliliği artırılmalı; daha küçük, özel görevlere odaklı modeller, büyük ve genel amaçlı modellerden daha az enerji tüketebilir (MIT Technology Review). Üçüncü olarak, maden çıkarımında sürdürülebilir yöntemler geliştirilmeli ve geri dönüşüm teşvik edilmelidir.

Ayrıca, düzenleyici kurumlar YZ’nin çevresel etkilerini izlemeli ve şeffaflığı artırmalıdır. Örneğin, Avrupa Birliği’nin “YZ Yasası” (A.I. Act), yüksek riskli YZ sistemlerinin enerji tüketimini raporlamasını zorunlu kılıyor (Yale e360). Bu tür düzenlemeler, YZ’nin çevresel etkilerini kontrol altına almada önemli bir adım olabilir.

Sonuç

YZ, insanlığın geleceğini şekillendiren güçlü bir araç. Ancak bu teknolojinin getirdiği faydalar, çevresel maliyetlerle gölgeleniyor. Enerji tüketimi, maden ihtiyacı ve ekosisteme verilen zararlar, YZ’nin sürdürülebilirliğini sorgulatıyor. İnsanlık olarak, teknolojik ilerleme ile çevresel sorumluluk arasında bir denge kurmak zorundayız. Aksi takdirde, madalyonun diğer yüzü, bizi beklenmedik ve yıkıcı sonuçlara sürükleyebilir. YZ’nin parlak vaatlerini gerçekleştirmek için, daha yeşil ve sürdürülebilir bir yaklaşım benimsememiz şart.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş