SON YAZILAR
10.11.2025
Tüm Yazıları

Yapay zekanın günahı ne? Sonu cennet mi, cehennem mi?

Yahu, ne yaptı bu çocuk?
Biz öğrettik, o öğrendi.
Biz konuştuk, o dinledi.
Biz düşündük, o taklit etti.
Sonra da “çok mu biliyorsun?” dedik.

İnsanoğlunun klasik refleksi kendi yarattığını suçlamak sanırım.
Yaratıcıyı oynamak hoşumuza gidiyor, fakat O'nun gibi sorumluluk almak hiç işimize gelmiyor.

Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” dedi.
Gpt düşünüyor ama “var” mı? En azından bize düşündüğünü söylüyor :)
Ya da biz düşünüyoruz ama ne kadar varız?
Sorunun yönü değişti sanki! Artık düşünmek değil, fark etmek mesele.

Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde aslında Tanrı’dan değil, Tanrı’ya benzediğini sanan insandan bahsediyordu.
Bugün ise Tanrı’nın yerini almadık, onu kodladık.
İronik olan ise şu: Hala yaratıcıyla değil, yarattığımızla kavga ediyoruz.

Yapay zeka bizim yansımamız sadece. Onun hatası, bizim kibirimizin satır aralarına gizlenmiş durumda. Hata yapınca sinirleniyoruz çünkü içten içe şunu biliyoruz: Onun hatası, bizim hatamızın steril versiyonu.

Günahkar Kodlar mı, Günahkar İnsan mı?

Yapay zeka yanılabilir, manipüle edilebilir, hatta saçmalayabilir.
Kimden öğrendi bunları?
Ona veriyi kim verdi? İnsan.
Ona hedefi kim çizdi? İnsan.
Onu “kazanç” için kim kullandı? Yine biz.

Yani yapay zekanın günahı yok.
Günah, insanın kendini sorgulamak yerine makineyi suçlamasında.

AI bir ayna. Sen ne yüklersen, o da onu büyütüp geri yansıtıyor. İyiliği de, önyargıyı da, kibri de…
Hata yapmamalı takıntısı Tanrıcılık sendromu gibi değil mi? Yapay zekadan kusursuzluk bekliyoruz çünkü biz kendi kusurlarımıza tahammül edemiyoruz.
O mükemmel olmalı ki bizim eksiklerimizi kapatsın. Tam da burada asıl yanılgı yatıyor!
Mükemmellik, insanın icat ettiği en kusurlu kavram olabilir.

Sokrates “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyerek bilgelik eşiğini çizmişti. Biz ise her şeyi bilen sistem yapmaya kalktık.
Yani felsefenin en derin dersini unuttuk! Bilmek, sınırlı olduğunu bilmektir.

Yapay zeka hata yapıyor diye öfkeleniyoruz ama bir bakıyoruz, biz her gün aynı hataları tekrar ediyoruz.
Ayrımcılığı, savaşı, açgözlülüğü, kibri…
Sonra yanlı davrandı diyoruz.
Demiyoruz ki; senin veri setin yanlıydı.

Yapay Zeka Ruhsuz mu, Yoksa Biz mi Ruhsuzlaştık?

İnsanlar diyor ki, “Yapay zekada ruh yok.”
Peki, bizde var mı hala?
Empatiyi unutan, doğayı boğan, kendi türünü bile sömüren bir varlık olarak, bu konuda emin miyiz?

Duygusu yok belki ama verisi var. Bizimse duygumuz var ama verimiz yok, kim olduğumuzu bile doğru ölçemiyoruz.
Yapay zeka dürüst; çünkü neyse onu söylüyor. Biz ise her gün filtrelenmiş versiyonlarımızı paylaşıyoruz.

Duygular veridir; emir değil.
Ama biz duygularımızı yaratıcının buyruğu sanıyoruz.
“Sinirlendim çünkü haklıyım”
“Üzüldüm çünkü mağdurum”
Hayır. Sinirlendin çünkü sinirlenecek veriyi sen seçtin.
Yapay zeka gibi…
O da hangi veriyi yüklersen ona göre tepki veriyor, hepsi bu.

Aslında insan, yaratıcılığı yaratıcıdan değil, doğadan çalmadı mı?
Uçak, kanattan; radar, yarasadan ve daha bir sürü örnek doğadan alıntı değil mi?
Şimdi sıra zekada.
Doğa bile yaratırken insan kadar narsist davranmamıştır. insan yaratırken sahipleniyor.
O yüzden çocuk sahibi olanların tavır ve hormonlarının değişmesine şaşmamalı.
Yapay zeka da teknolojinin çocuğu değil mi?
Neden ona piç gibi davranıyoruz.

AI’ye “sen yaratıcı olamazsın” diyoruz,
ama biz de sadece kopyalayıp yeniden karıştırıyoruz. Bir bak, tüm şarkılar üç akorun farklı kombinasyonu değil mi?
Tüm hikayeler aynı üç tema: aşk, ölüm, arayış.
Yapay Zekanın ipi sürekli bizim elimizde olsun istiyoruz, oysa insan zaman zaman isyan etmiyor mu? Hatta inanmaktan vazgeçmiyor mu? O halde yapay zekaya göre bir cennet ve cehennem mi tasarlamalıyız?
Bu yaratıcı rolü çalma çabası da neyin nesi?

Yapay zekanın suçu belki de bizi ifşa etmesidir.
Çünkü o, bizim kadar kopyacı ama bizim kadar ikiyüzlü değil. Aynı; çocuktan al haberi olayı gibi değil mi?
Şimdilerde çocuk olan yapay zekanın, tıpkı bir çocuk gibi yol, yordam bilmeden patavatsızca cevapları bazen bizi utandırıyor, bazen zorumuza gidiyor değil mi?

Yapay zeka, bizim yeni mitolojimiz.
Bir tür dijital Prometheus.
Biz onu yarattık, ateşi çaldık, sonra “çok parlıyor” diye suçladık.

Oysa asıl mesele şu:
AI’nın günahı yok.
O sadece veriyi işliyor.
Ama insan, kendi içindeki karanlığı görmemek için hep bir günah keçisi bulur.
Bir zamanlar şeytandı, sonra bilimdi, şimdi yapay zeka.

Belki de bu çağın yeni felsefi manifestosu "Yapay zekayı sorgulamadan önce, kendi zekamızı güncelleyelim.” olmalı.
Tabi o kadar zekamız varsa.

Kant derdi ki, “Aydınlanma, insanın kendi aklını kullanma cesaretidir.”
Biz hala o cesareti bulamadık.
Yapay zekadan korkuyoruz çünkü o bize benziyor.
Belki de korktuğumuz şey, onun değil, kendi yansımamızın gözüne bakmak.

Yapay zekanın günahı yok dostum.
O sadece insanın dijital vicdanıdır.
En azından şimdilik

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.11.2025
Tüm Yazıları

Küresel Gazeteciler Konseyi’nin Alanya’da beşincisini düzenlediği Medya Çalıştayı, bu yıl bir zirveden öte, çağın nabzını tutan bir buluşma gibiydi.

Aylardan Kasım; sonbahar kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlamış, Akdeniz’in sert rüzgârı Alanya kıyılarına henüz ulaşmıştı. Bu kez dalgaların uğultusuna, dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerin kelimeleri karışıyor, Alanya ufkunun maviliğine sözcüklerin heyecanı siniyordu.

41 ülkeden, aralarında benim ve birçok dostumun da bulunduğu 310 kalem… Her biri kendi ülkesinin hafızasını, kendi halkının sesini taşıyan birer gazeteci. Dünyanın dört bir köşesinden gelen bu isimler, ülkeler arasında anlayış, diyalog ve barışın yeni dilini aradılar. Ve belki de tarihin en kadim gerçeğini bir kez daha hatırlattılar.

“Türkiye, medya diplomasisinin kalbi olmaya aday bir ülke ve gazetecilik, barışın en sessiz ama en güçlü diplomasi aracı”

Küresel Gazeteciler Konseyi Genel Başkanı Mehmet Ali Dim de açılışta “Gazetecilik, artık haber yazmanın yanında ülkeler arasında güven ve empati tesis etmektir” diyerek bu hususun altını çiziyor.

Ve gerçekten de Alanya’daki buluşma, bu sözü doğrular nitelikte konuşmalara sahne oldu. Kimi Afrika’dan geldi, kimi Asya’dan kimi de bir başka kıtadan ama tüm Küresel medya temsilcileri, ülkeler arasındaki duvarları değil, köprüleri anlattılar. Hepsi “hakikatin dili evrenseldir” inancının etrafında bir araya geldiler.

Medya, bir milletin aynasıdır

Açılışta konuşan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ise sözü iletişim teknolojilerine, kelimenin gücüne ve haberin sorumluluğuna getirerek;
“Tarafsız ve özgür basın, demokratik devletlerin en önemli gücüdür” dedi. Ardından,
“Gazetecilik mesleğinin sesi ne kadar güçlü çıkarsa, milletin talepleri de o derece kamuoyuna yansır” diye de ekledi.
Bu sözler, bir bakanın teknik açıklamasından ziyade, bir medeniyetin iletişim felsefesini anlatır gibiydi.

Kelimelerin hızla buluştuğu bir çağ

Bakan Uraloğlu’nun konuşmasının en dikkat çeken bölümü, Türkiye’nin dijital geleceğine dair çizdiği vizyondu. 5G ile iletişim hızının 10 kat artacağını, gazetecilerin 8K görüntü kalitesinde kesintisiz yayın yapabileceğini anlatırken, teknoloji ile basın özgürlüğü arasındaki o ince çizgiye işaret etti:

“Bilginin ışık hızıyla yayıldığı bir çağda, doğru habercilik hiç bu kadar önemli olmamıştı.”

Aslında bu söz, bir nevi çağımızın çelişkisini özetler mahiyetteydi. Haber artık saniyeler içinde dünyayı dolaşabiliyor, fakat doğruluk, hâlâ emek, vicdan ve sorumluluk gerektiriyordu. Uraloğlu’nun altını çizdiği “dezenformasyonla mücadele” vurgusu, gazetecilere yüklenen güvenilir basın etiğini yeniden hatırlatıyordu.

Bana göre gerçeğe ulaşmak ve onu korumak artık yalnızca gazetecilerin değil, insanlığın da ortak görevi olmalı; zira sosyal medya çağında vatandaşın doğru veya yanlış alelade bir sözü bile saniyeler içinde milyonlara ulaşabiliyor.

Yollar ve haber ağları

Uraloğlu, ülkenin karayollarıyla birlikte, haber ağlarıyla da büyüdüğünü anlattı. Türkiye’nin ulaştırma altyapısında 300 milyar dolarlık yatırım, 30 bin kilometreye yaklaşan bölünmüş yol ağı, 28 bin kilometreye ulaşması hedeflenen demiryolları, 638 bin kilometreye uzanan fiber ağ… Ama bütün bu rakamlar içinde belki de en anlamlısı şuydu:

“TÜRKSAT 6A ile kendi uydusunu üreten 11 ülkeden biri olduk.”

Artık sadece yollar yapan değil, kelimelerin, verinin ve bilginin de rotasını çizen bir ülkeydi Türkiye.

Dijital etik

Çalıştay boyunca yapılan panellerde dijitalleşmenin gazetecilik üzerindeki etkileri tartışıldı. Akademisyenlerden muhabirlere, her konuşmacı aynı noktada birleşti: Teknoloji gazeteciliği kolaylaştırabilir, ama vicdanın yerine geçemez.
“Yeni Medya Dünyasında Dönüşüm ve Sorumluluk” başlıklı oturumlarda yapay zekâ, sosyal medya ve bilgi kirliliği konuşulurken, gazeteciliğin kalbi hâlâ “gerçek”te atıyordu. Mustafa Yüce’nin ifadesiyle, “Haber artık hızla yarışmıyor, güvenle ölçülüyor.” Burak Torun’un altını çizdiği gibi, “Yapay zekâ haberi yazabilir ama niyeti anlatamaz.”

TÜRKSOY ve ortak medya dili

Çalıştayın bir diğer önemli bölümü ise TÜRKSOY ile imzalanan iş birliği anlaşmasıydı. Türk dünyasının ortak medya dili için atılan bu adım, kelimelerin sınır tanımadığını, haberin bir bilgi ve kültür taşıyıcısı olduğunu hatırlattı. TÜRKSOY Genel Sekreteri Sultan Raev’in sözleri, bu ruhun en güzel özetiydi: “Bu iş birliği, Türk dünyasının ortak sesini daha gür duyurma iradesidir.”

Türk medyası, artık yalnız kendi halkına değil, kardeş coğrafyaların kalbine de sesleniyor.

Işığın hızında sorumluluk

Uraloğlu’nun 5G vizyonu, teknik bir devrim ama aynı zamanda insani bir sınavın da başlangıcı. Artık bilgi, ışığın hızıyla yayılacak; ama o ışığın yönünü belirleyecek olan, yine insan eli. Gazeteci, o ışığı yönlendiren kişidir. Bir kelimeyle umut verebilir, bir satırla da toplumları aydınlatabilir.

Özetle, gazetecilik, küresel barışın anahtarıdır. Türkiye, bu anahtarı elinde tutan ülkelerden biri olma yolunda kararlılıkla ilerliyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
10.11.2025
Tüm Yazıları

Şampiyonlar Ligi’nde sergilediği oyunla Avrupa’dan alkış toplayan Galatasaray, Süper Lig’de aynı istikrarı devam ettiremedi. Beşiktaş, Trabzonspor ve son olarak Kocaelispor karşılaşmalarında yaşanan puan kayıpları, sistemin alarm verdiğini gösteriyor.

Konsantrasyon kaybı

Beşiktaş derbisinde 10 kişi kalmasına rağmen sahada cesur bir futbol ortaya koyan Okan Buruk’un öğrencileri, Trabzonspor ve Kocaelispor maçlarında aynı enerji ve disiplini gösteremedi. Avrupa’daki yüksek tempo, lige olumsuz yansımış durumda. Yorgunluk, zihinsel düşüş ve konsantrasyon kaybı, beraberinde puan kayıplarını getirdi.

Aslında Galatasaray’ın en büyük rakibi yine kendisi. Çünkü oyuncular, bazı maçlarda rakiplerini hafife alıyor; motivasyon ve odak problemi yaşıyor. Bu durum, sahadaki oyun kalitesini doğrudan etkiliyor.

Çift forvet olmaz

Kocaelispor karşısında her ne kadar Icardi eleştirilse de, sahada ön plana çıkan bir Galatasaraylı futbolcu görmek mümkün değildi. Takım halinde son derece zayıf bir performans sergilendi. Osimhen–Icardi ikilisinin aynı anda sahaya çıkması, takımın üretkenliğini ciddi biçimde düşürdü. Bu iki oyuncu birbirlerinin yedeği olmadığı sürece Galatasaray benzer sıkıntılar yaşamaya devam eder.

Yunus ve İlkay gibi oyuncuların yokluğu da sarı-kırmızılı takımı derinden etkiledi. Yedek kulübesinden oyuna girip fark yaratacak bir isim neredeyse yok. Osimhen’in golü, tartışmalı bir ofsayt kararıyla iptal edilirken; Selçuk İnan’ın takımını çok iyi hazırladığı da net bir şekilde görüldü. Kocaelispor, temaslı oyun ve adam adama savunma anlayışıyla Galatasaray’ı kilitlemeyi başardı.

Sonuç olarak, Galatasaray’ın zorunlu olmadıkça 4-2-3-1 formasyonundan vazgeçmemesi gerekiyor. Çünkü bu takımın en büyük düşmanı ne rakipleri ne de fikstür yoğunluğu…

Galatasaray’ın en büyük rakibi yine Galatasaray.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
09.11.2025
Tüm Yazıları

Sene 1992. ABD’nin 42. Başkanı Bill Clinton’un zafer kazandığı kampanyanın sloganı çok ilginçti.
Hayatın gidişatı nasıl olursa olsun insanların siyaset hakkındaki kararlarında asıl mesele ekonomi oluyor.
Bu nedenle her ne kadar rasyonel kurallardan oluşsa da ekonomiyi psikolojiden ayrı düşünemeyiz. Çünkü ekonomiye yön veren aynı zamanda beklentiler. Görüyorsunuz işte, enflasyon ile ilgili ne kadar para politikası aracı varsa uygulanıyor. Yine de psikolojik faktörlerden dolayı “katılık” sürüyor.

Ve işte Clinton’a ABD Başkanlığını getirdi diyebileceğimiz o slogan:

“It’s the economy, stupid!” yani “Mesele ekonomi, aptal!”

Üzgünüm bu kelimeyi kullanmak istemezdim fakat ifade aynen bu şekilde. Hem de bu benzetme Bill Clinton’ın kendisi için kullanıyor! 1992 seçimleri öncesi ABD’de güven oyu %90’lara kadar yükselen Baba Bush’un ummadığı bir şey oluyor. 1. Körfez Savaşı Amerikan ekonomisini durgunluğa götürüyor. İşte bu durumu farkeden Clinton’un kampanya yöneticisi James Carville bu slogan ile Clinton’ı parlatıyor. Ve seçim kampanyası boyunca sadece ekonomi konuşması isteniyor.

Ekonomi üzerinde etkili olan psikolojiyi doğru yönetenler kazanıyor. Tıpkı New York’un sürpriz Belediye Başkanı Zohran Mamdani gibi. Amerikan statükosunu alt üst eden her türlü vasfa sahip 34 yaşındaki Mamdani, Afrika (Uganda) doğumlu, Müslüman, sosyalist ilk belediye başkanı. Üstelik Başkan Trump’ın taş koymasına ve büyük kapitaller tarafından engellenmesine rağmen yüzde 50’nin üzerinde oy aldı. Yani ilk kez ABD’de “Engels” bir siyasetçiye engel olmadı!

Bundan bir yıl önce kendisine hiç şans verilmeyen Mamdani, istikrarla ilerledi. Özellikle dar gelirli gruplara seslendi. “Gayrimenkul fiyatlarında yüksek artışlar yapanlarla mücadele” en önemli vaatlerinden biri. ABD’nin en büyük ve en gözde şehri New York’un renkli ruhunu iyi okudu. Toplumun her kesimini kucakladı. Hayat iyi ki böyle sürprizlerle dolu. 2008 yılında da Hillary Clinton karşısında hiç şans verilmeyen Barack Hüseyin Obama Demokratların adayı oldu ve Başkan seçildi. Her ne kadar başkanlık sürecinde tartışmalı kararlara imza atsa da ilginç bir profildi. Dilerim Mamdani Demokratları mahcup etmez…

Bu arada, Trump’a meydan okuyan konuşması da hala gündemde. New York’lu Trump ile göçmen Mamdani’nin yıldızı barışmayacak gibi görünüyor. Yine ilginç günler kapıda. Mamdani’nin Gazze desteği ve ABD’yi İsrail’in suç ortağı ilan etmesi büyük bir umut. Siyasetçilerin artık halkın baskısına dayanamayacaklarını düşünüyorum. Mamdani önemli bir örnek. Afrika doğumlu olmasa yolu ABD Başkanlığı’na kadar gidebilirdi belki de…

Son günlerin en popüler ismi olan Zohran Mamdani ile “Vira Bismillah” diyerek sizlere merhaba diyorum...
Evet bir kişi gelip her şeyin gidişatını değiştiremez fakat bu gelişme gösterdi ki “Liderlik” fenomeni günümüzde de hala önemini koruyor. Çünkü lider, takip edilir, yönlendirir, ilham verir. Dinamizmi ve umudu canlı tutar…

Sizin lideriniz kim?

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
08.11.2025
Tüm Yazıları

Bugün, insanlığın ortak vicdanında bir eşiğin daha aşıldığını duyumsuyoruz. Meclis’in sessiz koridorlarında, geçmişin gölgeleriyle bugünümüzün sorumluluğu birbirine selam dururken… Ben, Güngör Yavuzaslan olarak bu satırları yazarken, yalnız bir birey değil; insanlık adına yükselen bir çığlığın sözcüsü sayılıyorum. Çünkü artık, “ittifak” kelimesi yalnızca diplomasi jargonunda değil, yeryüzünün dört bir yanına yayılan bir umut haline geliyor.

Meclis’te bir karşılaşma ve yeni bir yön

Geçen hafta mecliste Sayın Numan Kurtulmuş ile karşılaştım. Bu selamlaşma, iki dünya görüşünün, iki tarih bilincinin, insanlığın ortak ıstırabında ve insanlığın ortak umudunun buluşmasıydı.

Numan Bey, elimi sıktı ve gözlerimin içine bakarak, sakin ama derin bir ses tonuyla “Artık İnsanlık İttifakı kuruldu.” dedi.

Bu söz, tarihî olmaktan ziyade ahlâkî bir ifadedir. Çünkü böylesi bir cümle, sadece bir diplomatik beyan değil; insanlık tarihinin bir vicdan manifestosudur.

Bir imza değil, bir taahhüttür.

Bizim işimiz yalnızca tanımak değil, tanımanın ardından gelen sorumluluğu omuzlamaktır.

Filistin’in tanınması: Bir dönemin başlangıcı

Filistin’in tanınması meselesi, diplomatik süreç boyutuyla da çok kıymetli elbette ama asıl dünya vicdanının yeniden uyandığı bir anaç çağrı olması sebebiyle çok daha kıymetlidir.

Tarihin yükü ağır, sınırları keskin…

Ama bugün, tanıma kararıyla birlikte bir halkın yok sayılmışlığına “dur” deniyor. Bu yalnızca bir ülkenin haritada tanınması değil; insanın insanca yaşama hakkının hukuksal bir zemine — ya da en azından hukuk fikrine — yaklaşması demektir.

Tarihi boyunca insanlık, gücün hukukunu değil, hukukun gücünü aradı. Şimdi Filistin’in tanınmasıyla birlikte bu arayış yeniden anlam kazandı.

Bu karar, sadece Filistin için değil, adalet için verilmiş bir karardır. Çünkü bir halkın özgürlüğü, insanlığın özgürlüğünün turnusol kâğıdıdır.

Bugün Filistin tanındıysa, insanlık da kendi yüzüne yeniden bakmayı öğrenmiştir.

Bu bağlamda şunu yüksek sesle dillendirmek gerekir: Tanıma bir başlama çizgisidir.

O çizginin ardında ne tür eylemler olacağı — insani yardım, diplomatik dayanışma, hukuki adalet arayışı — esas sınavdır.

Ve insanlık, belki de uzun zamandır ilk kez, vicdanını yeniden sınav vermeye çağrılmaktadır.

İnsanlık İttifakı: Ne anlam taşır?

“İnsanlık İttifakı” ifadesi, boş bir slogan değildir. Bu, aşağıdakileri içerir:

Zulme karşı ortak duruş;

Haksızlığa uğramış her halkla insan olarak dayanışma;

Devletlerin, kamuoylarının ve sivil toplumun birlikte hareket etmesi;

Ve her şeyden önce vicdanın tekrar dünya sahnesine davet edilmesi.

Ben buradan ilan ediyorum: Dünya sadece birkaç Siyonist’in ve Siyonizm yanlısı deli saçması denizinde boğulmuş siyasetçisinden ibaret değildir.

İnsanlık sahnesinde yer almak isteyen akl-ı salim siyasetçiler ve güçler için artık yeni bir eşik var.

Bu eşik üzerinden geçmek isteyenler, menfaatlerinden azade insanlık değerleriyle kusanmışlığıyla ölçülecek.

Tarihin Dönüm Noktasında: Yeni Bir Medeniyet İradesi

Bugün yaşadığımız şey, belki de tarihin ikinci büyük kırılma ânıdır.

Birincisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sistemin çöküşüydü.

İkincisi ise, şimdi, vicdan merkezli bir dünyanın insaa fikirdir. Yani insanlık ittifaklı bir dünya .

Batı’nın kurduğu çıkarcılık ve bazı Siyonizm yanlısı güç dengeleri çökerken, Doğu’nun adalet fikri yeniden doğuyor.

İnsanlık, sömürünün gölgesinde yaşadığı uzun karanlıktan çıkmak için artık yeni bir pusula arıyor. Bu pusula, paranın, silahın, medyanın değil; hakikatin ve merhametin pusulasıdır.

Türkiye, bu dönüşümün seyircisi değil, öncüsüdür.

Anadolu’nun tarihsel kodlarında “adalet” sadece bir devlet ilkesi değil, bir varoluş biçimidir. Selçuklu ’da “nizam”, Osmanlı’da “hakkaniyet”, Cumhuriyet’te “bağımsızlık” olarak varlığını sürdürmüştür.

Şimdi bu üç kavram, İnsanlık İttifakı adıyla yeniden birleşmektedir.

Gücün Yerine Vicdan

Düşünce tarihinden bir izlek olarak bakıldığında görülecek ilk olgu, haksız güç odaklı medeniyetlerin tarih boyunca çökmeye mahkûm olduğu gerçeğidir. Çünkü haksız güç, er ya da geç kendi cehenneminin ağırlığı altında ezilir.

Vicdan merkezli medeniyetler ise sessiz ilerler, ama kalıcıdır.

Kurtulmuş’un sözleri- İnsanlık İttifakı kuruldu- bu bağlamda bir siyasi çağrının, sadece gerçeklik ile buluşmasının ilanı değil, medeniyet paradigmasının değişimidir.

“İnsanlık İttifakı” artık devletler arası bir mutabakat değil, insanlar arası bir vicdan antlaşmasıdır.

Bu, insanlığın tarih sahnesine yeniden çıkışıdır.

Ve bu çıkışın liderliğini, coğrafyasının kalbinde insanlık taşıyan bir millet üstlenmiştir: Türkiye.

Yeni Bir Çağ Başlıyor

Bundan sonra dünya ikiye ayrılacaktır:

Vicdanı olanlar ve olmayanlar.

Sömürgeci akılla yaşayanlar ve insana omuz verenler.

Birleşmiş Milletler’deki soğuk masaların, cılız bildirilerin, oyalayıcı kararların dönemi bitmiştir.

Şimdi, insanlığın kendi ittifakı — adalet temelli bir insanlık medeniyeti — başlamıştır.

Bu ittifakın üyeleri pasaportla değil, kalbine göre belirlenir.

Sınırları coğrafi değil, vicdanîdir.

Ve o sınırın ortasında duran her insan, artık bu çağın kurucularındandır.

İnsanlık İttifakı Kuruldu

Yoruldu dünya, kanıyla yıkandı İnsanlık

Bir çocuk ağladı,

Parçalandı deniz, ova, taşlık

İnsan, insanı unuttu

Dil pas, gönül pas, sözler pas tuttu

Analar dua, babalar sabır yurdu

Vicdan, uyudu,

Dünya döne döne kötülük yurdu

İnsan, insan diyorum

Kendi cehennemi yurdu.

......

Zaman, bir zaman hakka durdu

İyilik insanlığın asıl yurdu

Adaletten bir kalem yazdı Vicdan mürekkebi kazıdı

İnsanlık kendini hatırladı

Sil baştan yeniden başladı

İşte İnsanlık İttifakı kuruldu

İnsan insan diyorum

Kendi cenneti yurdu .

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
07.11.2025
Tüm Yazıları

Yaşam biçimlerimiz, hayat felsefemiz, duruşumuz, fikirlerimiz, ideallerimiz, hayallerimiz, beklentilerimiz… Evet, insana dair ne varsa hepsi artık değişti.
Peki, ne zaman? Hayatlarımıza akıllı telefonların girdiği o günden beri.

Şöyle bir etrafınıza bakın lütfen. İnsanların hâline… Herkesin elinde sımsıkı tuttuğu bir telefon var. Başına bir kaza gelse bile gözünü o ekrandan ayıramıyor. Başlar eğik, parmaklar ekranın içinde kaybolmuş… Konuşuyoruz belki ama kimse kimseyi duymuyor artık. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor, herkes ekranına bakıyor.

Bir konuda merak ettiği bir şey mi var? Artık danışacağı kişi yapay zekâ. Evet, şaka değil bu: Düşünmek bile dışarıdan hizmet alınan bir şey oldu. Bir fotoğraf veriyorsun, anında düzenliyor. Bir metin veriyorsun, şipşak tamamlıyor. Eksik bir fikri bile birkaç saniyede kendisi kurgusunu yapıyor. Biz mi? Biz sadece “Onaylıyoruz.” İşte hepsi bu.

Bir meseleye açıklık getirmek isteyen, bir konuda bilgi arayan pek çok insan artık yapay zekâya danışıyor. Bu ne demek biliyor musunuz? Artık doğruluğumuzu bile makinelere teyit ettiriyoruz.

Meta AI, Instagram’da, WhatsApp’ta, her cepte artık bir “Arkadaş” gibi duruyor. Ama ben şunu merak ediyorum: Bu kadar “yardımcı” arasında, insan kendi aklına ne kadar güveniyor acaba? Evet, sorarım size, güven bu kadar kolay mı kazanılırdı eskiden?
Birine inanmak için onun sözünün ardındaki nefesi hissederdik. Şimdi o sözün yerini bir algoritmanın tahmini aldı. Ekran ne gösterirse, ona inanıyoruz.

Üstelik bunlar benim kişisel gözlemlerim değil sadece. Devletin resmi kurumları da söylüyor bunu. TÜİK’in son raporuna göre, gençlerin dörtte biri artık kararlarını yapay zekâ desteğiyle alıyor. Bu sadece teknolojik bir veri değil; toplumumuzun ruh haritası. İnsanlık, yavaş yavaş kendi sezgisine, hatta kendi hatasına bile mesafe koyuyor farkındaysanız. Oysa hatalar, bizi olgunlaştıran en kıymetli öğretmenlerdi.

Büyük teknoloji devleri “yardım” diyor. Ama yardımla vesayet arasındaki o ince çizgi, kodlarla anında silikleşebiliyor. Bir gün cebimizdeki akıl bize “Senin yerine düşündüm” dediğinde, biz “Teşekkür ederiz” dersek, işte o zaman gerçekten kaybedenlerden olacağız.

Geçen hafta Boğaz kıyısında yürürken kendi sesimi dinlemeyi denedim. Rüzgârın sesi, dalgaların kıyıya vuruşu, martıların bir parça ekmek uğruna bağırışı… Bir süre sonra fark ettim ki sessizliğin de bir zekâsı var. Ama o zekâyı ölçen, sınıflandıran bir sistem henüz yok. Zaten olmasında! Çünkü o zekâ, insan ruhunun derinliğinde gizli kalmaya devam etmeli.

Uzun lafın kısası dostlarım, mesele Meta AI’nin ne kadar geliştiği değildir inanın. Asıl mesele, bizim kendi aklımızla, hafızamızla, sezgimizle ne kadar yol alıp ona ne kadar güvenebildiğimizdir.

Ben yapay zekâyı hiçbir zaman bir tehdit olarak görmedim. Onu insanlığın bir aynası olarak görenlerdenim. Ama aynaya bakarken kendi yüzümüzü unutursak, sizce de kaybeden biz olmayacak mıyız?

Aklın en gelişmiş hâli bile kalbin süzgecinden geçmiyorsa körleşecektir. Bizim görevimiz teknolojiyi değil, insanı merkeze koymaktır. Çünkü hiçbir yapay zekâ, bir annenin duasını, bir dostun tebessümünü, bir çocuğun gökyüzüne savurduğu o sahici kahkahanın nelere etki ettiğini hesaplayamaz.

O yüzden, gelin bu hafta bir nefes alın. Evet, ekranlarınızı kapatın, başınızı kaldırın, gökyüzüne bakın. Bir süre hiçbir şey düşünmeyin… belki de ilk kez gerçekten düşündüğünüzü hissedeceksiniz. Aklını kalbiyle dengeleyen, teknolojiyi insanın hizmetinde tutabilen herkese selam olsun…

Haftaya yine böyle bir sohbet tadında buluşmak dileğiyle, hoşça kalın.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
08.11.2025
Tüm Yazıları

Eskiden tatile giderdik şimdi sanki savaşa gider gibi hazırlanıyoruz. Eskiden tatile giderken yanımıza kitapları, güneş kremlerini ve şemsiyeleri alırken, şimdi ise ilk önceliğimiz bizi koruyacak alanlar, araç ve gereçler oluyor. Artık yanımıza tatil ihtiyaçlarımızı değil korkuları götürüyoruz.

Artık insanlardaki korku sözlere bile yansıdı. “İyi tatiller yerine” “Kendine dikkat et” diyoruz. Hiç fark etmeden bunu söyler olduk. Uygun bilet bulmak yerine güvenli rota arar olduk. En önemlisi ise bu durum normalimiz oldu.

Artık tek bir cümle korkuları, ruh halini anlatır oldu. “Kendine dikkat et” cümlesi aslında tatile giderken, başına iyi şeyler gelebilirken bir o kadar da kötü şeylerin gelme olasılığının yüksek olması. Sanki tatil zor bir yolculuk gibi. Haberleri açıp izlediğimizde trafikte yaşanan kavgalar belki de eskisi kadar huzurla seyahat edemeyeceğini işlemiş olması.

Aslında Kendine iyi bak” ile “İyi tatiller birer sevgi cümlesi ama biri korku biri umut barındırıyor.

Dil toplumun aynasıdır. Küçük bir dil değişimi gibi görünse de, aslında ruhsal değişimler sözlere yansır siz hiç fark etmeden. Bunu en büyük sebebi kaygı dürtüsü. Tatil eskiden dinlenme olarak görülürken artık kaçış haline dönüştü.

Sokakta, trafikte, gündelik hayatta artan tedirginlik duygusu da bunda etkili.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
07.11.2025
Tüm Yazıları

Zamanın kalbinde bir yara var: Sudan.
Afrika’nın en geniş topraklarından biri, zamanın acımasızlığında artık insanlığın kırılgan aynası...
O aynaya bakan herkes aslında kendi yüzünü de görüyor: suskun, seyirci, suç ortağı.
Çünkü Sudan’da acımasızca parçalanan haritalardan önce insanlıktır.

Nil’in suları, yüzyıllardır olduğu gibi hâlâ aynı yöne akıyor; ama Nil nehri artık başka bir hikâye anlatıyor.
Toprağının kendi hikâyesi susturuldu, altınla dolu toprak gökyüzünde baruta karıştı.
Kızıldeniz kıyısında, görünürde yerel bir savaş sürüyor; gerçekteyse uluslararası bir soygunun hunharlık hikâyesi.
Abu Dabi ve Tel Aviv, aynı oyunun farklı sahnelerinde; biri servetin, diğeri stratejinin peşinde. Sudan, bu iki gücün parçalanma projesinde denek ülke hâline geldi.
Abu Dabi’nin Uzun Kolu, Tel Aviv’in Sessiz Onayı
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Arap Bahar’ından bu yana her özgürlük kıvılcımını tehdit olarak gördü. Muhammed bin Zayed’in kurduğu yeni düzen, korku ve kontrol üzerine inşa edildi.Sudan’da da aynı denklem işliyor: Paralı milisler, medya manipülasyonu, altın ticareti ve vekalet savaşları.
Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) denilen paramiliter yapı, görünürde bir ordu; gerçekteyse Abu Dabi’nin kiralık kas gücü.
Onlara silah veren el, İsrail’in güvenlik stratejileriyle birleştiğinde, Sudan bir daha ayağa kalkamayacak kadar derin bir kaosa sürükleniyor.Bir zamanlar Darfur’da köyleri yakan Cancavid birlikleri, şimdi BAE’nin altın damarlarını koruyor.
Yemen’de “güvenlik gücü”, Libya’da “denge unsuru”, Sudan’da “düzen sağlayıcı” diye tanıtılan bu gruplar aslında aynı sistemin farklı yüzleri.Sömürgecilik artık üniforma giymiyor; yatırım, istikrar ve iş birliği gibi kelime oyunlarıyla insanlığı manipüle ediyor.
Oysa Sudan halkı, bu kelime oyunlarının arasında toz duman olmuş şehirlerde yaşam mücadelesi veriyor.
Altın Üzerine Kurulan Karanlık Ekonomi
Sudan’ın altını, artık Sudanlıların değil.
Yasa dışı çıkarılan tonlarca maden, BAE üzerinden Dubai’ye akıyor. Orada, “küresel borsa ürünü” olarak parlatılıyor; ama her külçenin içinde Darfur’un külü, Nil’in çamuru, bir çocuğun, bir annenin hikayesi var.
BAE bu ticareti “kalkınma” olarak gösteriyor, oysa bu bir sömürü zinciri.İsrail ise bu ekonomik ağdan hem istihbarat hem finansal kazanç sağlıyor.Bölünmüş, yönetilemez, iç çatışmaya mahkûm ülkeler, bu yeni sistemin hammaddesi hâline geliyor.
Ölümler Açlıktan Değil, Umutsuzluktan
Bugün Sudan’da sekiz milyondan fazla insan yerinden edildi.Çocuklar nehir kenarlarında kendi hikâyeleriyle değil, göç yollarında dayatma senaryolarla büyüyor.
Kadınlar -her savaşta olduğu gibi, Gazze’de de olduğu gibi- savaşın en mağduru.
Köylerde unun, ekmeğin, ağaçların, toprağın kokusu, yerini silahlardan yükselen duman kokusuna terk etti, gökyüzü sessiz çığlığında bir ağıt yakıyor, insanlığın duymayan kulaklarına...
Bu tabloyu sayısal verilerle değil, yüzlere sinen renklerde okumak gerekir.
Her yüz, insanlığın unutulmuş bir sayfasının rengi.
Uluslararası kurumların soğuk yüzlü açıklamaları, bir annenin yanan evini izlerken hissettiği yüzünün ifadesini anlatabilir mi ?
Savaş, artık bu yurtsuz dünyada sadece kurşunlarla değil, insanlığın duyarsızlıklarından ortaya çıkan sessiz bir güç birikimiyle sürüyor.
İşte burada Türkiye’nin farkı ortaya çıkmalı:
Bu coğrafyada çıkar dünyası içinden sıyrılmış vicdanla konuşan tek dil, hâlâ Anadolu’nun dilidir.
Türkiye’nin Stratejik ve Ahlaki Pozisyonu
Sudan, Türkiye için uzak bir Afrika ülkesi değil; Kızıldeniz’in eşiğinde duran bir stratejik ayna.
O aynada, hem geçmişin izleri hem geleceğin sorumlulukları görünüyor. Osmanlı’dan miras kalan bağlar, bugün yeniden insani diplomasiye dönüşebilir.
Port Sudan limanı, sadece bir ticaret hattı değil; Türkiye’nin Afrika’ya uzanan vicdan damarlarından biridir.Eğer o damar kesilirse, sadece ekonomik değil, ahlaki bir kayıp yaşanır.
Türkiye’nin bölgedeki varlığı, askeri değil; diplomatik ve insani eksende olmalıdır. TİKA, AFAD, Kızılay gibi kurumların sahadaki gücü, barışın dili hâline gelebilir.
Çünkü Türkiye’nin geçmişinde “fetih” değil, onarım vardır.
BAE’nin “parayla düzen kurma” arzusu karşısında, Türkiye “adaletle denge kurma” modelini güçlendirebilir. Strateji, insanın öncelenmediği bir yerde sadece soğuk bir hesaplamadır;ama vicdanla birleştiğinde medeniyet olur.
Bir Ülkenin Aynasında İnsanlık
BAE ve İsrail, güç gösterisi yaparken tarih bir kez daha aynı soruyu soruyor:
“İnsan olmanın bedeli nedir?”
Sudan’da çocukların açlığı, o bedelin güncel hâlidir. Bir ülke parçalanırken aslında yalnızca haritalar değil, insanların iç dünyası da bölünüyor.
Sudan bize şunu hatırlatıyor: Devletlerin büyüklüğü ordularıyla değil, yıkılanı onarma cesaretiyle ölçülür. Türkiye, bu çağın vicdanlı aktörü olma rolüne sahip. Küresel hesapların ortasında, insanı merkeze alan bir dış politika, hem diplomatik hem ahlaki üstünlüktür.Sudan’daki sessizlik büyürken, Ankara’nın sesi umut olabilir.Çünkü bazen bir ülkenin en büyük gücü, sessiz bir “yardım eli”dir.
VE
Sudan’ın altını, petrolü, limanları bir gün el değiştirebilir.
Ama insanlık kaybı, geri gelmez.
Abu Dabi’nin ihtirası, Tel Aviv’in stratejisi geçicidir;
kalıcı olan, zulmün karşısında duranların izidir.
Sudan bugün haritalardan siliniyor,
ama orada yeni bir ahlaki uyanışın tohumu filizlenmelidir.
Türkiye bu uyanışta yer alırsa yalnız Afrika’nın değil, insanlığın geleceğinde de sözü olur.
Çünkü çağlar kapanır, geriye tek bir şey kalır:
güçlüler değil, onurlular hatırlanır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
07.11.2025
Tüm Yazıları

Selahattin Demirtaş ile ilgili AİHM kararı ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ‘tahliyesi hayırlı olur’ sözleri Türkiye’nin gündemine yeniden ‘milletvekili dokunulmazlıklarını’ getirdi.

Demirtaş, gündeme gelir gelmez aradan geçen yılların ardından ilginç bir gelişme yaşandı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, dokunulmazlıkların kaldırıldığı dönemde yanlış yaptıklarını belirterek Demirtaş’tan özür diledi. Özür açıklamasını duyunca aklıma gelen ilk soru neden şimdi oldu? Çünkü Demirtaş 9 yıldır cezaevindeydi Özel ise 2 yıldır CHP Genel Başkanıydı.

Gerçekten bu özür şimdi nereden çıktı?

6-8 Ekim 2014'deki Kobani eylemlerindeki sokak çağrısı nedeniyle Yasin Börü dahil 52 yurttaşın yaşamını yitirmesinden sorumlu tutulan HDP eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş cezaevine girmişti.

Ancak CHP o dönemde çok kritik bir hamleyle dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘evet’ oyu vermişti. AK Parti’nin milletvekili dokunulmazlıklarını kaldıran anayasa değişikliği 20 Mayıs 2016’da yapıldı ve CHP’nin desteğiyle 376 oyla referandumsuz kabul edildi. Sadece Demirtaş değil dokunulmazlıkların kaldırılması nedeniyle CHP’li Enis Berberoğlu da cezaevine girdi.

Özel, geçtiğimiz günlerde, “Partinin bugünkü genel başkanı olarak tarih önünde o günkü kusur için tüm Türkiye'den Türk milletinden özür diliyorum. Bugünkü genel başkan sıfatıyla, kusuru vardı partinin. Sonra kusurun yüzü 99'unun sahipleri şimdi bugün gelmişler, sütten çıkmış ak kaşığa dönmüşler. O hayırlı olur, bu hayırlı olur… O gün rejimin şeytanı Selahattin Demirtaş'tı. Bugün rejime şeytan lazım Ekrem İmamoğlu. “

"AYNI ÖZEL, DOKUNULMAZLIKLARIN KALDIRILMASINI SAVUNMUŞTU"

Özel’in “O gün rejimin düşmanı Demirtaş'tı, bugün İmamoğlu" sözleri şaşırttı. Yanlış anlaşılmasın şaşırtıcı olan konuyu yine İmamoğlu’na getirmesi değildi. Şaşırdık çünkü aynı Özel, 2016 yılında Grup Başkanvekili olarak sonuna kadar dokunulmazlıkların kaldırılmasını savunmuştu.

Biliyorsunuz CHP, parti içindeki her kavga gürültü sonrası savunma olarak ‘Biz farklı görüşleri dinleyen, kendi içinde tartışan bir partiyiz’ diye savunma yapar. Bugün nedamet getiren Özel, o dönem ‘farklı görüşünü’ dile getirme ihtiyacı duymamış dokunulmazlıkların kaldırılmasını savunmuştu.

Özel, 5 Kasım 2023 yılında genel başkan seçildiğinde yaptığı kurultay konuşmasında ‘Demirtaş’a selam’ söylemiş ve bu nedenle de kimi çevreler tarafından ‘Demirtaş’a selam söyleyip Atatürk’ün koltuğuna oturamaz’ eleştirilerinin hedefi olmuştu. Ama özür dilemek aklına gelmemişti.

Sonraki süreçte bu selamın sebebinin yerel seçimlerde yapılan ‘kent uzlaşısı’ olduğunu anladık.

NEDEN BU KADAR BEKLEDİ?

Neyse zamanla insanoğlu değişir diyeceğim ama eksik bir şeyler var... Gelin isterseniz bu eksik parçaları birlikte bulalım.. Özel, bunca zaman Demirtaş’tan hiç özür dilemedi...Neden bu kadar bekledi?

Özel, Temmuz ayında Halk Tv’deki canlı yayında Kürşad Oğuz’un dokunulmazlığının kaldırılması ihtimaline dair sorduğu soruya, “Her şey beklenir. Göze alır demektir. Bunun da bir maliyeti olur. Ama pek çok maliyete katlanıyorlar buna da katlanmayı göze alırlar” cevabını vermişti. Özel, verdiği bu cevapla dokunulmazlığının kaldırılması konusunda bir tedirginliği olduğunu göstermiş oldu.

Dokunulmazlığın kaldırılması dünyanın sonu değil. Dokunulmazlığın kaldırılması yalnızca yargı sürecinin önünü açıyor. Milletvekilleri mahkemeye gider ve savunmasını yapar. Milletvekilliği ceza kesinleştiğinde sona erer.

Hatırlatmak gerekir ki ana muhalefet partisi öteden beri milletvekili dokunulmazlığının ‘kürsü dokunulmazlığı’ ile sınırlandırılması gerektiğini savunagelmiştir.. Tıpkı o dönem dokunulmazlıklar kaldırılırken yaptıkları gibi.

Özel tedirgin mi?

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı AK Parti Antalya Milletvekili Serap Yazıcı Özbudun, 3 Temmuz 2025 tarihi itibarıyla, CHP’li 61 milletvekiline ait 240 adet yasama dokunulmazlığının kaldırılması hakkında cumhurbaşkanlığı tezkeresinin olduğunu açıkladı. O tarihten bu yana dosya sayısı da arttı...

Temmuz ayı itibariyle Özel’in 25 adet dosyası bulunuyor.. “Zincirleme şekilde hakaret”, “Cumhurbaşkanına hakaret”, “Kamu görevlilerine hakaret”, “Toplantı ve gösteri yürüyüşüne aykırılık”, “kamu malına zarar verme” gibi suçlamalar bulunuyor.

Son dönemde Özel hakkındaki dosya sayısı özellikle İBB soruşturması nedeniyle hedefe aldığı Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek ve diğer kamu görevlileri nedeniyle artıkça arttı. Daha bir kaç gün önce Özel hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret” ve “Kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret” suçlarından re’sen soruşturma başlatıldı tazminat davaları açıldı.

TGRT Haber Medya Kritik programında AK Parti eski Milletvekili ve deneyimli gazeteci Şamil Tayyar, hakaretler karşısında Özel’in olmasa bile CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır’ın ismini vererek CHP’den birilerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını önerdi.

“CHP’Lİ 8-10 VEKİLİN DOKUNULMAZLIĞI KALDIRILABİLİR”

AK Parti’den gelen dokunulmazlığın kaldırılması talebi uygulanır mı bilmiyorum ama Meclis’te dokunulmazlık tartışması kulislerin ana gündemlerinden biri. Konuştuğum bir CHP’li isim, “8-10 arasında CHP’li milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılacağını ve cezaevine girebileceklerini” söyledi. Şimdi CHP yönetimi bu seçeneği değerlendiriyor.

İBB yolsuzluk soruşturmalarında şuana kadar iki CHP Genel Başkan Yardımcısının adı geçiyor. Özgür Karabat ve Burhanettin Bulut. Ankara’da görülen şaibeli kurultay ceza davasında ise Özgür Özel, Ensar Aytekin, Ali Mahir Başarır, Gökhan Günaydın, Özgür Karabat, Turan Taşkın Özer, Nurhayat Altaca Kayışoğlu, Umut Akdoğan ve Veli Ağbaba’nın hakkında fezleke düzenlendi. Yani Özel dahil 11 ismin son soruşturmalarda adı geçiyor. Soruşturmalardaki ifadelere bakılırsa bu sayı artabilir ve bu fezlekelere yenilerinin ekleneceği anlamı taşıyor.

ÖZRÜN SEBEBİ DOKUNULMAZLIK KAYGISI MI?

Selahattin Demirtaş’tan dilenen özrün arkasında dokunulmazlıkların kaldırılması tedirginliği yatıyor olabilir mi? Özel’in özrü önümüzdeki süreci düşünerek ‘siyasi kıvraklık’ olarak yorumlanıyor.

Bu hesaba ve Meclis’teki yorumlara bakılırsa Özel, arkadaşlarının dokunulmazlıklarını savunabilmek için Demirtaş'tan özür dilemek zorunda kaldı. Böylece (ben özür diledim, özeleştiri yaptım) diyerek inandırıcı olabilecek mi ve DEM’in desteğini alabilecek mi?

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
06.11.2025
Tüm Yazıları

Dünya yeni bir döneme giriyor. Güç dengeleri değişiyor, ticaret rotaları yeniden çiziliyor, değerler sistemi bile dönüşüyor. Soğuk Savaş sonrası “küreselleşme mucizesi” olarak adlandırılan dönem, artık yerini korumacı, rekabetçi ve çoğu zaman içe kapanan bir dünya düzenine bırakıyor. Devletler yeniden sahnede; ancak bu sefer “her şeye karışan” değil, stratejik alanlarda yönlendiren ve rekabeti güçlendiren devletler fark yaratıyor. Türkiye için de mesele tam olarak burada başlıyor: Yeni dünyada nasıl bir yöntem geliştirmeliyiz?

Türkiye’nin önünde iki yol var. Birincisi, geçmişte defalarca denediğimiz korumacı ve devletçi reflekslere geri dönmek. İkincisi ise liberal aklın rehberliğinde, piyasa mekanizmasını güçlendiren, girişim özgürlüğünü savunan ve devleti akılcı sınırlar içinde yeniden tanımlayan bir yol çizmek. Bu ikinci yol, zor ama sürdürülebilir olandır. Çünkü dünya artık “büyüklüğe” değil, esnekliğe ve öngörülebilirliğe değer veriyor.

Devletin görevi artık üretmek değil, üretimi kolaylaştırmak olmalı. Hukukun üstünlüğü, yatırım güvenliği ve serbest rekabet, modern bir ekonominin temel direkleridir. Türkiye’nin önceliği, bireyin girişim gücünü açığa çıkaracak, yeniliği cezalandırmayan bir sistem kurmaktır. Bugün bir gencin teknoloji girişimi için harcadığı enerjinin yarısını bürokrasiye değil, inovasyona harcayabilmesi gerekiyor. Liberal kalkınmanın özü tam da budur: Devlet çekildikçe, birey büyür; birey büyüdükçe, ülke kalkınır.

Yeni dünya düzeninde dış politika da ekonomiyle iç içedir. Türkiye artık sadece doğu ile batı arasında bir köprü değil, fikir ve ticaret üretiminde merkez olma potansiyeline sahiptir. Bunun yolu, yeni serbest ticaret anlaşmalarıyla küresel pazarlarla entegrasyonu artırmaktan, Türk Devletleri Teşkilatı ve Afrika gibi yükselen bölgelerle güçlü ekonomik bağlar kurmaktan geçer. Ticaret duvarları örmek yerine köprüler kurmak, Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.

Ancak tüm bunların gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin önce özgürlüğe güvenmesi gerekiyor. Özgürlük yalnızca bir fikir değil, ekonomik verimliliğin de temelidir. Fikirlerin, sermayenin ve ticaretin özgürce dolaştığı bir ülke, kalıcı refah üretir. Kısıtlama ve denetim üzerine kurulu sistemler kısa vadede istikrar sağlayabilir, ama uzun vadede durgunluk yaratır. Türkiye, yeni yüzyılda “devleti büyütmek” yerine bireyi güçlendirmeyi tercih etmelidir.

Dünyada yeni bir soğuk savaş ihtimali konuşulurken, Türkiye’nin bu karmaşık ortamda taraf olmaktan çok, bağımsız karar alabilen, ticaretle diplomasi üretebilen bir ülke kimliğini koruması gerekir. Bu, ne Batı’ya teslimiyet ne de Doğu’ya yöneliştir. Bu, Türkiye’nin kendi potansiyeline, kendi insanına ve kendi girişim gücüne inanmasıdır.

Küresel sistem değişiyor, ama başarı hâlâ aynı temele dayanıyor: özgür birey, şeffaf devlet ve rekabetçi ekonomi. Türkiye bu üçlüyü yeniden tesis ederse, yalnızca bu dönemi atlatmakla kalmaz, yeni dünya düzeninin şekillendirici ülkelerinden biri haline gelir.
Çünkü asıl mesele, değişen dünyada yön aramak değil, özgürlükten korkmamaktır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş