Bu, Kudüs’te 55 yıl süren nöbetin hikâyesidir.
1917 yılının Aralık ayı… Osmanlı Devleti artık dört bir cephede yorgun düşmüş, imparatorluğun kalbi parçalanmış, ordular çekilmek zorunda kalmıştır. Kudüs’te görev yapan 20. Kolordu, İngiliz birliklerinin ilerleyişi karşısında ağır kayıplar verir. Devletin kudreti zayıflasa da bir onur ve vefa gereği Kudüs hemen terk edilmez; artçı birlikler şehri yağma ve kargaşadan korumak için geride bırakılır. İşte o gün, 20. Kolordu’nun 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takımı’nın komutanı Iğdırlı Hasan Onbaşı, komutanından aldığı emirle Mescid-i Aksa’nın kapısında nöbete durur. Ve tam 55 yıl boyunca bu nöbeti bırakmaz.
1972 yılında gazeteci İlhan Bardakçı, Mescid-i Aksa’nın avlusunda, dimdik ayakta duran, yüzü Anadolu toprağı gibi çatlamış, gözleri suskun bir nöbetçiyle karşılaştı. İsrailli yetkililer onu bir meczup sandı. Ama Bardakçı Türkçe selam verince, 55 yıldır unutulmuş bir tarih dile geldi. Hasan Onbaşı, “Kudüs’ü kaybettiğimiz gün bırakıldım buraya, nöbetim hâlâ bitmedi” dedi.
Düşünün, devlet yıkılmış, sancak inmiş, ordu çekilmiş… Ama bir Anadolu evladı, komutanına verdiği sözü tutmak için yarım asırdan fazla aynı noktada dimdik durmuş. Yiyecek istememiş, üniforma aramamış, alkış beklememiş. Tek istediği, emaneti ulaştırmaktı: “Kumandanıma söyleyin, tekmilim tamamdır. Hâlâ nöbetteyim…”
Bu manzara, aslında bir milletin hafızasıdır. Biz çoğu kez unuttuk. Selvi gibi göğe yükselen o sadakati görmezden geldik. Devlet adamlarımız arasa da Hasan Onbaşı bulunamadı. Belki de bulunmak istemedi; çünkü o, bir hatıranın, bir sadakatin, bir nöbetin sembolüydü.
Selahaddin Eyyubi, Haçlıların kalabalık ordularına karşı Kudüs’ü geri alırken, askerlere ilk emri şuydu: “Bu toprakta mazlum dahi olsa tek bir cana kıymayın.” Çünkü Kudüs yalnızca Müslümanların değil, bütün insanlığın vicdanıdır. Yavuz Sultan Selim, 1517’de şehre girdiğinde binlerce kandili yaktırıp orduyla beraber yatsı namazı kıldığında, aslında bu nöbeti kıyamete kadar sürdürmek üzere devralmıştı. Abdülhamid Han, hayatının sonuna kadar Kudüs için verilen rüşvet tekliflerini reddederken, “Ben Kudüs’ü satmam” diyerek Hasan Onbaşı gibi tekmilini tamamlamıştı.
Demek ki Kudüs nöbeti yalnızca bir askerin değil, bir medeniyetin nöbetidir. Hasan Onbaşı, o uzun yalnızlığında aslında Selahaddin’in adaletini, Yavuz’un vakarını, Abdülhamid’in direncini temsil etti.
Bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler kürsüsünden yükselttiği “Dünya beşten büyüktür” haykırışı, Hasan Onbaşı’nın sessiz nöbetinin bugünkü yankısıdır. “Kudüs kırmızı çizgimizdir” sözleri, aslında 55 yıl boyunca Mescid-i Aksa kapısında bekleyen bir Türk askerinin tekmilidir.
Filistin meselesi, artık yalnızca bir coğrafyanın değil, bir insanlık sınavının adıdır. Türkiye, insani yardımlarıyla, diplomatik girişimleriyle, her fırsatta Filistin’e omuz vermeye çalışıyor. Ama esas mesele, Hasan Onbaşı’nın bize bıraktığı ahlaki mirası taşıyabilmektir. Çünkü nöbet, sadece silahla değil, kalemle, diplomasiyle, dua ile ve dayanışmayla da tutulur.
Bugün Filistinli bir çocuk taş atarken, bir anne Mescid-i Aksa’da dua ederken, bir yaşlı zeytin ağacını sularken; aslında Hasan Onbaşı’nın nöbeti sürüyor. Ve bize düşen, onun tekmilini kendi neslimizin vicdanında tamamlamaktır.
Kudüs, sadece taş ve topraktan ibaret değil; Kudüs, sadakatin, emanete sahip çıkmanın, devlet-millet ahlakının adıdır. Hasan Onbaşı bize diyor ki: “Kudüs nöbeti bitmez.”
Ve biz de sormalıyız: Kudüs için biz hangi nöbetteyiz?
Güngör Yavuzaslan
Not: Bu yazı, 1972’de gazeteci İlhan Bardakçı’nın Kudüs’te tanıklık ettiği hatıradan esinlenilerek kaleme alınmıştır.
...Son dönemde televizyon kanalında yayınlanan dizilerin ve programların içeriği izleyici ikiye böldü. Yıllardır en iyi kitle araçlarından biri olan televizyonda zamanla içerik seçimi de değişti. Özellikle aile dizileri, toplumun aynası olarak görülür. Peki, aslında örnek olan ilişkiler, aile yapıları neden kadar önemli?
Çoğu gencin rol model olarak benimsediği ilk kişiler genellikle başrol oyuncuları oldu. Genç oyuncuların oynadığı karakterler, giyim tarzları, konuşması taklit edilir. Zaman zaman taktıkları takıları dahi her yerde görmek mümkün.
Aile içi ilişkilerin ya da dostlukların sürekli bağırmalı, birbirlerine ihanet eden kişilerden oluştuğu algısı oluşuyor. Bu durum, gerçek hayattaki iletişim becerilerini olumsuz etkileyebilir.
Dizilerdeki anne, baba, abi, kız kardeş rollerinin nasıl temsil edildiği de önemlidir. Bu kadar hassas konu her dizide gerekli özeni vermiyor.
Birbirleriyle sürekli kavga halinde olmayan, sınırlarını bilen, hoşgörülü aile ve bireysel olarak ilişki kurabilen dizi karakteri görmek biliçaltına işler ve doğruyu görmek, yanlış olanı belirlemeyi de sağlar.
Aile dizileri, toplumun kültürel yapısını yansıtan aynalardır. Bu aynaların neleri nasıl gösterdiği de bir o kadar önemlidir. Gençlerin aileyle kurduğu ilişki, sadece kendi yaşadıklarıyla değil, izledikleriyle de şekillenir. Bu sebeple dizilerde sorunlar gösterildiği kadar çözümleri de gösterilmelidir tabi ki şiddetle değil. Gerçekçi ama umut verici içerikler dizilerde yer almalı. Diziler sadece hikaye değil, aynı zamanda eğitim aracıdır.
...Gazze, on sekiz yıldır tarihin gördüğü en uzun ve en acımasız ablukalardan biri altında nefes almaya çalışıyor. Bu ablukayı dayatan işgalci İsrail, sadece gıda ve ilaç yollarını değil, aynı zamanda insanlığın onurunu da kapatıyor. Elektriğin kesilmesi, yakıtın engellenmesi, ilaçların ulaşmaması sadece bir savaş taktiği değil, topyekûn bir yok etme planıdır. Çocukların süt tozuna ulaşamadığı, hastaların oksijen tüpü bulamadığı, kitapların bile engellendiği bir yerde artık mesele askeri değil, insanlığa karşı işlenen sistematik bir suçtur.
Bugün dünya, sessizliğiyle bu suçun ortağıdır. Uluslararası hukuk kâğıt üzerinde kalırken, insan hakları beyannamesi sadece vitrin süsü haline gelmiştir. Oysa tarihin öğrettiği bir hakikat vardır: zulmün normalleşmesine izin verilirse, adalet toprağın altına gömülür. İşte bu yüzden, artık işgalci İsrail’e karşı bir “insanlık ablukası” uygulanmalıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan son sözlerinde bu gerçeği açıkça vurguladı: İsrail’in zulmü bir “dine değil, sapkın bir ideolojiye” hizmet etmektedir. Bu ifadeler, Filistin meselesini dini bir çatışmanın ötesine taşıyarak, bir insanlık meselesi olarak konumlandırmaktadır. Erdoğan’ın “Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs Filistinlilerindir” çıkışı, sadece bir diplomatik mesaj değil, tarihe düşülmüş bir kayıt; gelecekte vicdanların sorgulanacağı bir manifestodur. Aynı zamanda Netanyahu’yu Hitler’le ideolojik akraba görmek, tarihin acı deneyimlerinden bugünün zalimlerini teşhir eden güçlü bir benzetmedir.
Tarihte gördük: Apartheid Güney Afrika’sı ancak küresel boykotlarla çöktü. Nelson Mandela yıllarca hapiste tutuldu, fakat onun direnişini boğan duvarlar değil, dünyanın suskunluğu olsaydı Apartheid hâlâ ayakta olurdu. Mandela’nın dediği gibi, “Özgürlük bir başkasının özgürlüğüyle mümkündür.” Bugün Filistin özgür değilse, insanlığın da özgürlüğü eksiktir.
Aynı şekilde Martin Luther King, siyahların mücadelesini anlatırken, “Adalet her geciktiğinde, aslında inkâr edilmiş olur” diyordu. Gazze’de geciken her adalet, inkâr edilen bir çocuk hayatıdır.
Daha da geriye gidersek, Haçlı kuşatmaları döneminde şehirlerin açlıkla teslim alınmaya çalışıldığına tanık oluruz. Kudüs’ün kapılarında yaşanan dram, sadece askerlerin değil sivillerin açlıkla sınandığı bir tarih sayfasıdır. Bugün Gazze’de yaşanan ise modern çağın kuşatma biçimidir; tankların yerini diplomatik suskunluk, mancınıkların yerini yaptırım korkuları almıştır. Ama yöntem aynı: bir halkı açlığa, susuzluğa, çaresizliğe mahkûm ederek teslim almak.
Bu noktada Doğu’nun irfanı da bize sesleniyor. İmam Gazali, “Zulüm, düzeni yıkan bir zehirdir” der. Dünyanın düzeni, Gazze’deki zulmü görmezden geldikçe zehirlenmektedir. Mevlana ise, “Bir mum, diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” diyerek dayanışmanın esasını hatırlatır. Gazze için yakılan her mum, sadece oradaki çocuklara değil, insanlığın karanlıkta kalan vicdanına da ışık olacaktır.
İnsanlık ablukası işte tam da bu tarihî ve hikemî zinciri kırmak için gereklidir. Vicdanlı milletlerin ortak iradesiyle hayata geçirilebilir. Hiçbir ticari anlaşma, hiçbir diplomatik imtiyaz, hiçbir askeri iş birliği bu zulüm devam ederken meşru değildir. Spor müsabakalarından kültürel etkinliklere, teknolojiden enerjiye kadar İsrail tecrit edilmelidir. Çünkü Gazze’de çocuklar açlıktan ağlıyorsa, dünya başkentlerindeki ışıkların parlamasının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Gazze’de kadınlar enkaz altında can veriyorsa, salonlarda yapılan barış konferanslarının hiçbir kıymeti yoktur.
Tarihin terazisi ağırdır. Bugün Gazze için sesini yükseltmeyenler, yarın kendi vicdanlarının sessizliğinde boğulacaklardır. Dünya, işgalcinin etrafına çıkar hesaplarının değil, insanlığın ördüğü bir duvar çekmek zorundadır. Gazze’ye uygulanan abluka kalkmadan, İsrail’e insanlık ablukası uygulanmadan bu utanç defteri kapanmayacaktır.
...Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’ndeki ilk maçını Deutsche Bank Park’ta yerinde takip ettim. Frankfurtlu taraflar mücadele öncesi ve maç boyunca atmosferi hissettirdi. Fakat Galatasaray, tribünlerden etkilenmedi. Sarı-kırmızılı takım kendi ayağına sıktı. Oyunun ilk 20-25 dakikalık bölümünde kontrol Galatasaray’daydı. Asıl mesele 37. Dakika itibarıyla başladı. Son düdük çaldığında ise akıllara şu geldi; Nasıl başladı, nasıl bitti!
Yunus Akgün’ün golünün ardından, duran top organizasyonunda Barış, altı pasta golü kaçırıyorsa, savunmada pas hastası yapıp skoru 1–1 getiriyorsan ve ardından kalende şanssız goller görüyorsan Şampiyonlar Ligi’ne hoş geldin Galatasaray derler. Dün gece tam bir hayal kırıklığıydı. Tıpkı geçen sezonki Alkmaar mücadelesinde olduğu gibi.
Bu oyunun faturası sadece Okan Hoca’ya yazılmaz. Oyuncularında bireysel hataları tabelaya farklı yansıdı! Fakat hoca da şunun farkında olmalı; Davinson-Singo aynı anda iki sağ stoper sahada olmaz. Singo her ne kadar iyi performans gösterse de Davinson, sol stoperde Tottenham’daki sakar günlerine döner. Nitekim de öyle oldu. Abdülkerim Bardakçı’nın ağır stoper olduğu konuşulana kadar oyun kurma özelliğinin daha fazla konuşması gerektiğini düşünüyorum. Abdülkerim-Davinson tandeminin bozulmaması gerektiğini net görmüş olduk. Peki Singo ne olacak? Zaten sağ stoper olarak Davinson ile aynı görevi görüyor. Artık sağ bekte daha fazla görürüz gibime geliyor. Ayrıca takım savunmasının da çok kötü olduğunu da unutalım. Beklerden sıfır katkı… Şampiyonlar Ligi bekleri Sallai ve Eren olamaz!
Son olarak şunu da eklemek istiyorum; Osimhen Galatasaray’ın yarısından fazlası. İlkay, Barış veya bu formdaki Icardi ile farkını hemen gösteremez. Ama Osimhen ile ciddi anlamda ağırlığını koyar. Sane et mi, balık mı yoksa martı mı? Çözemedim!
...Güven, artık yalnızca iki insanın göz göze gelip el sıkışmasıyla kurulan bir bağ olmaktan çıktı… Günümüz dünyasında güven artık, makinelerle, platformlarla, kodlarla da inşa edilebiliyor. Bir zamanlar sözü senet yerine geçiren o insani temas, bugün yerini algoritmaların doğrulamasına, verilerin kaydına, yazılımların kararlarına bırakıyor. Ama sorulması gereken soru ise hâlâ aynı: Bu yeni düzende güvenin ve dengenin yeri neresi olacak?
Evet, geçtiğimiz hafta Hollanda’daki IBC 2025 Fuarı’na teknolojiden sorumlu genel müdür yardımcısı arkadaşımız Uğur Sergin ile birlikte katıldık. Medya endüstrisinin en büyük buluşmalarından biri olan bu fuar, geleceğin yayıncılığını tam olarak ortaya koydu diyebilirim.
En çok ilgimizi çeken, stüdyo teknolojilerindeki yenilikler oldu. Robot kameralar ve robot jimmyjip’ler sayesinde yalnızca 10 metrekarelik bir greenbox kullanarak, sanki 300 metrekarelik bir stüdyoda çekim yapılıyormuş gibi alan derinliği oluşturulabileceğiniz cihazlar. Çekilen görüntüleri yapay zekâ, hem yatay hem dikey de video formatına anında uyarlayabiliyor. Bu verimlilik ve üst düzey işleri yerinde görmek insanı gerçekten başka bir alemde yaşatıyor. Öte taraftan bu gelişim beraberinde kaygıların da artmasına neden oluyor. Örneğin, gerçeklik algımızı böylesine güçlü biçimde şekillendiren bu teknolojiler, izleyiciyle kurduğumuz güven bağını gerçekten nasıl etkileyecek dersiniz?
Fuarın bir diğer çarpıcı tarafı ise, verimlilik odaklı yazılım çözümleriydi. Reuters gibi devlerin arşivlerini yapay zekâya açması sayesinde, yüzlerce saatlik görüntüden anlam kaybı olmadan 1 dakikalık ya da 10 dakikalık özetler çıkarılabiliyorsunuz. Mesela, Barack Obama’nın gülümseyen karelerini arayıp bulmak, bunu farklı formatlara dönüştürmek ve bunla ilgili yeni bir haber yapmak artık birkaç saniyelik iş. İnsan kaynağından ciddi tasarruf sağlayacak bu sistemler, bir yandan büyüleyici, diğer yandan oldukça düşündürücü: Peki hızla üretilen bu içerikler, derinliğini, bağlamını, yani aslında güvenilirliğini kaybeder mi?
Yine fuarda çok dilli içerik üretimi konusunda Çinli, Hintli ve Avrupalı firmaların sunduğu çözümler de oldukça dikkat çekiciydi. İçeriğin aynı anda farklı dillerde üretilmesi, medyanın küresel erişimini hiç kuşkusuz artıracaktır. Ama burada da aynı soru karşımıza çıkıyor: Teknoloji sınırları aşarken, izleyiciyle kurulan duygusal ve insani bağ aynı hızla korunabilecek mi?
Fuarda ayrıca Washington Post’un CTO’su ile bir araya gelme fırsatı yakaladık. Medya teknolojisinin yönü üzerine fikir alışverişi yaptık. Sonuçta İhlas Holding, Dijital Varlıklar olarak başta TGRT Haber için geliştirdiğimiz yapay zekâ tabanlı projemiz ne kadar doğru yolda olduğunu bize bir kez daha göstermiş oldu. Fuarda girmediğimiz, bakmadığımız stant kalmadı. Özellikle alanımızla ilgili gördüğüm kadarıyla globalde bizden birkaç adım önde olan bir iki firmanın dışında kendimize başkaca rakip bulamadık. Ve yerel de Türkiye’de bu teknolojiyi en bütünlüklü şekilde kullanan medya şirketi olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye Gazetesi’nin arşivlerini dijitalleştirme çalışmamız bu gelişmenin en somut örneğidir. Metin bazlı arşivleri harmanlaması biten ve yakında video arşivlerimizle de sisteme entegre edeceğimiz büyük arşivle kendi içeriklerimizi kendi arşivlerimizden üretebilir hale geleceğiz.
Tüm bu gelişmeler gösteriyor ki, habercilikte kurgu, reji ve yayıncılık alanlarında büyük bir devrim kapının ağzında bekliyor. Yine yapay zekâ, saniyeler içinde iş akışlarını hızlandıracak, insanın günlerce uğraştığı işleri anında çözecek. Bir yönetici olarak benim kaygım ise şu: Bu hızın içinde güveni nasıl koruyacağız? İzleyicinin habere duyduğu inancı, sahiciliğe duyduğu ihtiyacı, teknolojinin hızına adapte edebilecek miyiz?
Kafamdaki bu deli sorulardan ne yaparsam yapayım kurtulamıyorum. Ancak düşünüp durdukça ipin hâlâ aynı ip olduğunu, üzerinde yürüyenin de hâlâ insan olduğu gerçeğini değiştirmiyor öyle değil mi? Bu sebeple teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, hangi noktaya giderse gitsin, güvenin dokusu yalnızca makinelerle değil, bizim onlara nasıl sınır koyduğumuzla, hangi ilkeleri paylaştığımızla, neyi gözettiğimizle belirlenecektir.
Bu yüzden, dengeyi ararken güveni kaybetmemeliyiz. Çünkü algoritmalar değişir, teknolojiler eskir; fakat güven ve denge, insan kalmanın son kalesidir!
Haftaya cuma, yine bu kalenin kapısında buluşmak dileğiyle…
Sağlıcakla kalın.
...Sınırların Ötesinde Bir Dünya
Eskiden gökyüzüne bakınca yıldız görürdük. Şimdi baktığımızda Elon Musk’ın internet kablosuz prizlerini görüyoruz. Starlink uyduları, gökyüzünde sessiz sessiz dolaşırken, aslında bize bambaşka bir geleceğin fragmanını izletiyor: Sınırların, vizelerin, fiber optik kabloların bile anlamını yitirdiği bir dünyadan bahsediyorum. Bu arada sadece starlink yok tabi, farklı üpper züpper zenginler ne hikmetse uzay temelli işlere girişiyorlar.
Gelelim uydu internetli bir dünya hayal etmeye...
Dünyanın herhangi bir noktasında, bir çadırın içinde, dağın başında ya da okyanusun ortasında oturuyorsun. Çekim gücü yok, baz istasyonu yok, bürokrasi yok. Ama kafanı kaldırıyorsun, gökyüzünden gelen sinyal cebindeki cihazı dünyanın en kalabalık şehirlerinden daha hızlı internete bağlıyor. Bu aslında yeni bir çağın başlangıcı. Zaten internet var nasıl bir çağ daha başlayabilir diye sorguladığınızı duyar gibiyim. Ancak 5G temelli değişimleri ne derece heyecanla beklediğimizden bir nebze anlamanız mümkün olabilir.
Devletlerin kablosu kopuyor dersek yalan olmaz sanırım. Bugüne kadar internet dediğimiz şey aslında bir devlet işi gibiydi. Alt yapılar döşendi, kablolar çekildi, lisanslar satıldı. Yani internetin kapısı devletlerin elindeydi. Ama Starlink ve benzeri sistemlerle, kapı gökyüzüne taşınıyor. Devletler "burası bizim sınırımız" diyemeyecek çünkü sinyalin sınırı yok. Tabi zaman zaman çek uydularını gözümün önünden tarzı serzenişlerde bulunan ülkeler de görmedik değil.
Düşünsene, bir ülkede hükümet interneti kesiyor. Normalde halk sessiz kalır ya da vpn arar. Ama yarın öbür gün herkesin çatısında küçük bir uydu anteni olacak. Yani kapat desen de kapanmayacak. Bu, politik kültürü kökten değiştirir. İletişim, bilgi, haber artık devletin iznine bağlı olmayacak. Bir anlamda uydu internet, insanlığın yeni ifade özgürlüğü aracı olabilir.
Ya kültürlere ne olacak? Bugün kültür dediğimiz şey coğrafyayla çok bağlı. Dil, müzik, yemek, alışkanlıklar… hep yaşadığımız yere göre şekilleniyor. Ama uydular herkese aynı anda aynı bağlantıyı açtığında, coğrafi ayrımlar silinecek.
Mesela Afrika’daki bir genç, aynı anda Kore’deki bir gencin izlediği diziye yorum yapacak. Kültür artık ülke bazlı değil, ağ bazlı olacak. Yani ben Karadenizliyim demek yerine, ben şu platformunun kabilesindenim demek daha anlamlı olacak.
Yeni kültürel kimlikler, gökyüzünden gelen internetin etrafında kurulacak. Bunu küçümsemeyin, facebook köyümüzü değiştirdi, tiktok kuşağımızı değiştirdi; bir de global, sınırsız uydu interneti hayal edin. Bu, bambaşka bir evrim.
Bir başka devrim alanının ekonomi olması kaçınılmaz. Bugün hala internetin olmadığı ya da çok yavaş olduğu bölgeler yüzünden milyonlarca insan küresel ekonomiye katılamıyor. Ama uydu internetle, dünyanın en ücra köşesindeki bir genç bile freelance iş yapabilir hale gelmiş olacak. Şimdilerde de var evet fakat bu güruhun genişliğini kapsayıcılığını lütfen tekrar düşünün.
Amazon’daki bir yazılımcı Brezilya’nın köyünden çalışıyor. Bir grafik tasarımcı Sahra Çölü’nün kenarındaki çadırından dünya şirketlerine iş yetiştiriyor. Köyden çıkamayan çocuk tabiri tarihe karışacak çünkü köyden çıkmadan dünya ile çalışmak mümkün olacak. Ki nispeten şu anda bile eskiye nazaran fazlaca bu durumu görmek mümkün. Bu aynı zamanda yeni bir ekonomik rekabet yaratacak. Çünkü düşük maliyetli bölgelerden küresel iş gücü daha kolay sisteme girecek.
Bugün Harvard ya da MIT’den ders almak için uçman, başvurman, tonla para ödemen lazım. Ama uydu internet, bu bariyerleri kaldırıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde çocuklar, dünyanın en iyi üniversitelerinden canlı derslere bağlanabilecek.
Şimdi hayal edin: Bir köy okulunda sıradan bir çocuk, aynı anda Harvard’da yapılan yapay zeka dersine bağlanıyor. Bu sadece bireyin değil, toplumların kaderini değiştirir. Eğitim, ayrıcalık olmaktan çıkıp, erişilebilir bir hak haline gelir.
Gelelim zurnanın zırt dediği yere...
Tabii işin bir de karanlık tarafı var. Sınırların, yasaların, regülasyonların çözülmesi aynı zamanda suçlular için de büyük bir özgürlük anlamına gelir. Kaçakçılık, yasa dışı pazarlar, sahte haberler gökyüzünden sınırsızca yayılabilir. Dark web denen kavram, bir anda sky webe dönüşebilir.
Bir ülke bu yasaktır dediğinde, vatandaşı sadece gökyüzüne bakıp bağlanacak. Bu, büyük bir kültürel çatışma demek. Yani uydu internet, sadece özgürlük değil, aynı zamanda düzenin çöküşünü de beraberinde getirebilir.
Ama daha önemlisi; gökyüzünden gelen internet, insanlığa yeni bir kimlik verecek. Ulus, devlet kimliklerinden daha büyük, daha kapsayıcı bir kimlik! Dünya vatandaşı olmak teriminde looooading.
Gelecekte parola sormayacak olan tek kapı gökyüzü olabilir. Yani belki de özgürlüğün en saf hali, gökyüzüne serilen kabloların arasında gizli.
Gökyüzüne gece bakıp ayrı, gündüz bakıp ayrı girdiğimiz romantik hallerimize ne olacak peki. Mehtabın anlamını belki de şeklini dahi değiştirebilir mi?
Bu arada unutmadan, tüm dünya ülkelerinde insanların cebini, cüzdanını, kasasını zorlayan faturalar üretici o şirketlere ne olacak. Anladınız siz onu :)
Katil İsrail’in saldırıları yeniden dünyanın gündemine oturdu.
Kana susamış bir işgal politikasıyla hareket eden İsrail, Gazze’ye kara harekatı başlatarak yine yüzlerce masum sivili hedef aldı.
Gazze saldırısı sadece Filistinlilerin değil, insanlığın vicdanını da vurdu.
Han Yunus’ta bulunan bir okula sığınan siviller, İsrail bombaları altında hayatta kalmaya çalışıyor…
İsrail, katliamlarıyla sadece evleri değil, hep yaptığı gibi güvenli bölge olarak gösterdikleri okulları ve hastaneleri bile yok ediyor.
Gazze’de yaptığı zorunlu tahliye çağrılarıyla bir halkı topyekün göçe zorluyor.
Ancak vahşet bununla sınırlı kalmadı. Aynı gece Yemen’in Hudeyde kenti, İsrail savaş uçakları tarafından tam 12 hava saldırısı ile hedef alındı.
Bu Yemen saldırısı, İsrail’in bölgeyi kana bulayan politikalarının ulaştığı yeni bir boyut olarak karşımızda.
Bu yüzden artık dünya kamuoyu da giderek daha yüksek sesle tepki vermeye başladı.
İspanya, İsrailli şirketlerle yaptığı yaklaşık 1 milyar euroluk anlaşmayı iptal etti.
Ayrıca Eurovision Şarkı Yarışması’nda İsrail sahne alırsa yarışmadan çekileceğini belirtti.
İspanya böylece Hollanda, Slovenya, İzlanda ve İrlanda’nın ardından İsrail boykotuna katılan beşinci ülke oldu.
Artık kimse 'görmedim, duymadım' diyemez!
İsrail vahşeti, Gazze’den Yemen’e uzanan zincirleme bir insanlık suçudur.
Bu saldırılar sadece bir 'çatışma' değil, uluslararası hukuka aykırı bir savaş suçudur!
Daha kaç çocuğun ölmesi, daha kaç şehrin yerle bir olması gerekiyor? Dünyanın geri kalanı hala neyi bekliyor?
İsrail’in Gazze ve Yemen saldırıları, sessiz kalan her ülkeyi tarih önünde suç ortağı yapacak.
...77’ncisi düzenlenen Emmy Awards gecesinde Filistin rüzgarı esti. Sahneye çıkan sanatçıların çoğu ödüllerini Filistin halkına armağan etti.
Ancak gecede en çarpıcı isim ise Yahudi asıllı Hannah Einbinder oldu. Einbinder, törende, Hacks dizisindeki rolüyle “Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülü aldı. Teşekkür konuşması için sahneye çıkan genç oyuncu, Özgür Filistin sloganı attı. Seyirciler dakikalarca kendisini alkışladı. Dünyaca ünlü isimlerin korkusuzca İsrail’i bir devlet olarak kabul etmemeleri ve Filistin çağrısı yapması adeta hepimize ders olmalı. Milyonlarca çocuğun öldürüldüğü insanların aç bırakıldığı soykırım savaşına karşı bu direnişte dünyaca ünlü isimlerin politikaları takdir edilmesi lazım.
3 maymunu oynayan devletlerin yanında cesurca Özgür Filistin sloganları atanlar arasında aynı zamanda Oscar ödüllü İspanyol sinema oyuncusu Javier Bardem de yer aldı. Ödül öncesi röportaj veren Bardem, İsrail’in yürüttüğü soykırımı destekleyen yapım şirketleriyle çalışmayacağını ve boykot edeceğini belirtti.
Özgür Filistin ifadesini vurgulayan Bardem, İsrail’e bir an önce ticari ve diplomatik ilişkilerin kesilmesi gerektiğini vurguladı. İsrail lobilerini destekleyen ve meşrulaştıran her kuruma karşı savaşacağını belirtti. Ayrıca Bardem, törene Filistin’i simgeleyen bir atkı ile katıldı.
Dünyada Türk Gastronomisi adına güzel şeyler oluyor; yüzyılların mutfak mirası, yeni tekniklerle yeniden yorumlanıyor, Anadolu’nun kadim tatları sınırları aşarak uzak coğrafyalarda sofralara konuk oluyor. Bu alanda uzman akademisyenler yazdıkları eserlerle Türk mutfağını evrensel bir dil hâline getiriyor.
Gastronomi bir mutfağın zenginliğini anlatır elbet ancak aynı zamanda bir milletin kültürel hafızası, coğrafi çeşitliliği ve bilimsel üretkenliğinin de aynasıdır. Bugün bu aynaya bakarken Türkiye’nin adını, uluslararası sahnede bir kez daha gururla duyuracak bir gelişmeyi sizinle paylaşmanın heyecanını yaşıyorum.
Bilimsel Çalışmadan Küresel Onura
Balıkesir Üniversitesi Turizm Fakültesi Gastronomi ve Mutfak Sanatları Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Mehmet Sarıoğlan ve yine aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Gastronomi ve Mutfak Sanatları öğrencisi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi mezunu Rana Şat, kaleme aldıkları iki ayrı eserle gastronomi dünyasının en prestijli ödüllerinden 31. Gourmand World Cookbook Awards’ta çifte başarı elde etti.
“Gastronomi Oscar’ı” veya “Gastronomi Nobel’i” olarak anılan bu ödüller, birer takdir belgesi tabi ki ama aynı zamanda bir ulusun mutfak kültürünün bilimsel yöntemlerle dünya vitrinine taşınmasının da nişanesidir diye düşünüyorum. Sizce de öyle değil mi?
İki Kitap, İki Kıta, Tek Gurur
Kazanan eserlerden ilki, “Menuization of the Local Dishes of Mediterranean, Eastern Anatolia, Aegean, Southeastern Anatolia, Central Anatolia, Black Sea and Marmara Geographical Regions, The Pearl of Turkish Cuisine, With the Deconstruction Method” başlığını taşıyor. Livredelyon Yayınevi’nden çıkan bu çalışma, Türk mutfağının yedi coğrafi bölgesine ait yerel yemeklerini “deconstruction” (yapıbozum) yöntemiyle ele alarak hem geleneği hem de modern gastronomi yöntemlerini uyum içinde buluşturuyor Kitap, A06 Special Awards kategorisinde dünya çapında ödüle layık görüldü.
İkinci eser ise, “The Effects of Food Consumption Habits of Generations X, Y and Z on Food Menus”. Özgür Press tarafından yayımlanan bu bilimsel kitap, kuşakların beslenme alışkanlıklarını inceleyerek, gastronominin bir mutfak olmasının ötesinde bir sosyoloji, psikoloji ve ekonomi meselesi olduğunu gözler önüne seriyor. Bu eser, B02 Best of the Best – Food Science kategorisinde “dünyanın en iyisi” ödülünü aldı.
Her iki kitap da gastronomi biliminin damak tadına hitap ettiği kadar düşünceye, araştırmaya ve kültürel mirasa hizmet ettiğini gösteriyor.
175 Ülkeden 930 Aday Arasında Bir Türk İmzası
Bu ödüllerin kıymetini anlatan en önemli nokta ise şudur: 175 ülkeden 930 adayın yarıştığı böylesi bir platformda Türk kitapları olarak dereceye girmek. Bu, akademik üretkenliğin uluslararası sahnede yankı bulmasının, bilimsel metodoloji ile kültürel zenginliğin buluşmasının en somut örneklerinden biri olsa gerek
Prof. Dr. Mehmet Sarıoğlan ve Rana Şat’ın ifadeleriyle, bu ödül sadece bireysel bir başarı değil; Türkiye adına dünyaya verilmiş güçlü bir mesajdır: “Bizim mutfağımız lezzetli sofralarla birlikte akademik kürsülerde, bilimsel kitaplarda ve dünya ödül platformlarında da yer almaya başlıyor.”
Bilimin Mutfağı ya da Mutfağın Bilimi
Bu gelişme bizlere şunu hatırlatıyor: Gastronomi artık aşçılık mesleğinin çok ötesinde gerçekten de çok kıymetli bir bilim dalıdır. Kimya ile biyolojiyi, tarih ile antropolojiyi, coğrafya ile kültürel hafızayı aynı sayfada buluşturur. Menü tasarımından tüketim alışkanlıklarına, geleneksel reçetelerden çağdaş uygulamalara kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Yani çok kapsamlıdır.
İşte bu nedenle, söz konusu ödül iki kitaba verilmiş olsa da yanında Türkiye’nin mutfak kültürünün akademik ciddiyetle ele alınmasına ve uluslararası bilimsel standartlara taşınmasına da verilmiştir.
X Y Z kitabında kuşakların beslenme alışkanlıklarına göre menü entegrasyonu yapılması, Dekontrüksiyon kitabında ise 7 coğrafi bölgenin 7 coğrafi işaretli yemeğinin moleküler ve füzyon teknikleriyle geleneği ve özgünlüğü korunarak yeniden menü reçetesi olarak denenmesi, hem sektöre hem de akademiye önemli katkılar sunuyor.
Özetle,
Bugün gururla söyleyebilirim ki; Türk mutfağı artık uluslararası restoranlar ve global sofralarda olduğu kadar Lizbon’da sahneye çıkan akademik kitaplarda da temsil ediliyor. Bu hem Balıkesir Üniversitesi’nin hem de ülkemizin gastronomi dünyasına armağan ettiği büyük bir başarıdır.
Türk mutfağı yüzyıllardır nice imparatorlukları doyurdu; şimdi ise bilimsel kalemlerle dünyayı besliyor. Ve biz biliyoruz ki; mürekkep dolu bu kalemler, kültür, emek ve bilimi de taşıyor.
...Bir gün Morpheus karşımıza dikilse, masaya iki hap koysa: Mavi hapı seçersen aynen devam, hayatın gerçeklerini unut, konforunda yaşa. Kırmızı hapı seçersen hakikati gör, gerçek dünyaya uyan, canın yanacak ama özgür olacaksın. Biz hangisini seçerdik?
Şimdi soruyorum size 2025’teyiz. Teknoloji öyle bir hızla yükseldi ki; yapay zeka sabah kahvaltımızı hazırlıyor, blok zinciri parayı yeniden yazıyor, metaverse gömleğini değiştiriyor. Kısacası elimizde yeni Matrix versiyonu var. Ama bu sefer Morpheus değil, Elon Musk ve onun gibiler göz kırpıyor. Şimdi bir kez daha düşün! Hangi hapı seçerdin?
Mavi Hap, kanka uğraşma, algoritmalar seni mutlu etsin modu. Mavi hapı seçersen, algoritmaların pamuk şeker dünyasında yaşayacaksın. Tiktok sana sonsuz kaydırma verecek, instagram filtreleri seni olduğundan daha ışıltılı ve son dönem vazgeçemediğiniz filtreli gösterecek, Amazon neye ihtiyacın olduğunu sen fark etmeden kapına getirecek.
Baş ağrın mı var? AI doktorun var. İş mi lazım? AI patronun var. Eş mi lazım? AI Tinder zaten sana en uygun kişiyi tanımlamış bile.
Mavi hapın cazibesi de tam olarak bu: Rahatlık. Konfor. Sorumluluk sıfır. Tüm kararlarını senin yerine daha akıllı olduğu iddia edilen algoritmalar veriyor.
Mavi hap, sana sadece mutluluk illüzyonu satıyor. İçin boş, beynin dolu bildirimlerle. Ve işin kötüsü, sen fark etmeden sistemin hamallığına dönüşüyorsun. Like at, veri bırak, satın al, kaydır, tekrar et.
Peki ya kırmızı hap: Gerçeği gör, riskini al!
Kırmızı hap dediğin şey tam bir ters köşe. Çünkü bu hapı yutunca öyle her şey aydınlanmıyor. Tam tersi, kafana dank ediyor: Dünya iklim kriziyle uğraşıyor, gelir eşitsizliği uçurum gibi büyüyor, yapay zeka işimizi elimizden alabilir, demokrasi algoritmalarla manipüle ediliyor. Kırmızı hapın güzelliği de bu! Hakikat acıtır. Ama aynı zamanda sana seçim yapma gücü verir. Konfor alanını bırakıp ben de bu geleceğin inşasında varım deme şansı verir. Bir nevi girişimcilik gibi. %90 batarsın ama ya %10 dünyayı değiştirirsen? Bu açıdan bakınca oldukça zahmetli fakat özgür.
İnsanlık hangi hapı seçiyor sizce?
Bence insanlığın %90’i mavi hap modunda. Çünkü kolay. Çünkü rahat. Çünkü Netflix sana bir sonraki bölümü otomatik başlatıyor, kim uğraşacak kırmızı hapla?
Ama kalan %10 var ya… Onlar kırmızı hapı yutmuş durumda. Bilim insanları, iklim aktivistleri, çılgın girişimciler, 'ben bu gidişata dur diyeyim' diyen herkes. Teknolojinin bize verdiği oyuncaklarla uyutulabiliriz, ama aynı zamanda aynı teknolojiyle dünyayı bambaşka bir yere taşıyabiliriz.
Ben olsam hangisini seçerim?
Açık söyleyeyim, mavi hap çok tatlı duruyor. Kim istemez ki sabah kalkınca AI kahve getirsin, VR gözlük takıp Bora Bora’da tatil yapsın? Ama içim biliyor... Böyle giderse on yıl sonra kendi kararlarını vermeyi unutan, her şeyi sistem”e bırakmış bir sürü dijital zombiye dönüşürüz. Hepinizin cehalet mutluluktur dediğinizi duyar gibiyim.
O yüzden ben kırmızı hapı seçerim. Belki canım yanar, belki sistem bana 'deli' der, belki herkes Tiktokta dans ederken ben tek başıma yapay zekanın karbon ayak izi nedir? diye sorarım. Ama olsun. Çünkü gerçek olan tek şey o soruların peşine düşmek.
Peki; ya başka seçeneklerimiz varsa!
Belki de gerçek soru mavi mi, kırmızı mı? değil. Belki üçüncü bir hap var! Mor hap. Ya da hiç hap yok.
Yani hem teknolojiyi kullanıp hem de ona köle olmamak. Hem yapay zekanın nimetlerinden faydalanıp hem de farkındalığını kaybetmemek. Yani kırmızı hapın bilinçliliğiyle, mavi hapın konforunu harmanlamak.
Çünkü kabul edelim, sabah AI kahvaltıyı hazırlasın istiyoruz ama akşam da gerçek sorunlarla yüzleşmek zorundayız.
İşte insanlığın yeni meydan okuması!
Hangi hapı seçersen seç, önemli olan uyanık kalabilmek...
...