Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Bugün memur da şikâyetçi, işçi ve asgari ücretli de huzursuz. Her kesimin ortak talebi aynı: Zam. Daha yüksek maaş, daha fazla ücret, daha büyük artış… Ancak artık acı bir gerçeği açıkça konuşmak zorundayım: Zam talebi, enflasyon düşmeden bir kurtuluş değil; bilakis krizin devamıdır. Türkiye’nin temel problemi bugün gelir seviyesi değil, paranın hızla değer kaybetmesidir. Maaşlar artıyor ama refah artmıyor. Çünkü yapılan her zam, kısa bir rahatlama sağladıktan sonra daha yüksek fiyatlar olarak geri dönüyor. Bu kısır döngü kırılmadıkça ne memur kazanır, ne işçi, ne de asgari ücretli.
Son yıllarda defalarca şunu yaşadık: Maaşlara yüzde 30-40 zam yapıldı.Üç ay sonra kiralar, gıda ve enerji fiyatları bu artışı yuttu. Altın, döviz ve temel tüketim ürünleri yeniden sıçradı.
Sonuç?
Kağıt üzerinde zenginleşen ama gerçekte fakirleşen bir toplum.Burada sorun maaşların düşük olması değil; maaşların satın alma gücünün korunamaması. Enflasyon düştüğünde, bugünkü maaş seviyesi bile insana nefes aldırır. Ama enflasyon yüksekken yüzde 50 zam da alsanız, bu yalnızca birkaç ay süren bir yanılsamadır.
Enflasyon, en çok kime zarar verir biliyor musunuz?
Sabit gelirliye, Maaşla geçinene, Birikimi olmayan kesime.Yani tam da memura, işçiye ve asgari ücretliye. Çünkü enflasyon, herkesten eşit almaz. Gücü olandan değil, direnci az olandan alır. Pazarlık gücü olmayanın, fiyat belirleyemeyenin, kira sözleşmesini değiştiremeyenin cebine göz diker. Bu yüzden enflasyonla mücadele, soyut bir “makro ekonomi” meselesi değil; sosyal adaletin ta kendisidir.
Peki Sürekli Zam Talebi Kime Yarar?
Bu soru rahatsız edici ama sorulmalı: Sürekli zam talebi gerçekten çalışana mı yarıyor, yoksa enflasyonun sürmesinden beslenen bir düzene mi?
Her yüksek zam, Kamu harcamalarını artırır ve bütçe açığını büyütür.Ayrıca Para basma baskısını artırır. Beraberinde Faiz - kur - fiyat sarmalını derinleştirir. Ve en sonunda faturayı yine maaşlı kesim öder. Yani paradoks şudur: Zam isteyen, farkında olmadan enflasyonu besler; enflasyon da o zammı geri alır.
Artık toplumun öncelik sıralaması değişmeli.Talep şu olmalı: Kalıcı fiyat istikrarı, Enflasyonu tek haneye indiren bir ekonomi yönetimi, Ücret artışı değil, alım gücü artışı, Gelecek ayın değil, gelecek yılların hesabını yapan politikalar. Çünkü enflasyon düştüğünde: Maaş zamları anlamlı hale gelir ve birikim yapmak mümkün olur. Bu durum orta sınıfı yeniden ayağa kaldırır ve tabi sosyal huzur güçlenir.
Daha açık bir ifade ile zam Bağımlılığından Kurtulmadan Refah Gelmez. Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey, daha yüksek sesle zam istemek değil; daha kararlı şekilde enflasyonun düşmesini istemektir. Zam, bir ağrı kesicidir. Enflasyonla mücadele ise tedavidir.
Ağrı kesiciyle yıllarca yaşanır ama iyileşme olmaz. Tedavi ise sabır ister, disiplin ister ama sonunda kalıcı refah getirir. Memur, işçi ve asgari ücretli için gerçek kurtuluş; maaş bordrosunda değil, etiketlerin sakinleşmesindedir.
...TÜRES’in üye buluşma sabahı
Bazı sabahlar vardır; kalabalıklar heyecan verir, gürültü bir ses çıkarır. İnsanlar değerli bir amaç uğruna bir araya gelir. İşte 20 Aralık 2025 sabahı Şişli’de, Taşyapı Etkinlik Alanı’na doğru yürürken hissettiğim şey tam olarak buydu. Daha kapıdan içeri adım atmadan, yeme-içme sektörünün nabzının burada attığını anlamak hiç zor değildi bence. Yüzlerce, hatta bine yakın insan salonu hınca hınç doldurmuştu. Masalarda kahvaltı yapacak yer dahi kalmamıştı; bu, organizasyona verilen değer ve katılımın bereketiydi.
Biraz gecikerek salona ulaştım. Bir masaya ilişiverip hızlıca kahvaltımı yaptım. Ardından stantları gezmeye başladım. Kulağım ise sürekli salondaydı. Çünkü masaların arasında dolaşan tek bir ortak cümle vardı: “TÜRES bugün gerçek gücünü gösterdi.”
Ben bir gastronomi gazetecisiyim. Sektöre dair çağrıldığım her yere giderim. Daha da önemlisi; iyi, nitelikli, kapsayıcı bir çalışma gördüğümde de yazarım tabi ki. TÜRES Genel Sekreteri Rıdvan Turşak davet ettiğinde, yoğunluğuma rağmen bu buluşmayı kaçırmamam gerekiyordu. İyi ki de gelmişim.
Bir çatı, binlerce ses
Tüm Restoranlar ve Turizmciler Derneği (TÜRES), bu buluşmayla üyelerini bir araya getirmekle kalmadı; sektörün tüm paydaşlarını aynı çatı altında topladı. Restoran sahipleri, zincir markaların yöneticileri, teknoloji firmaları, şefler, gazeteciler, influencerlar, gastronomi yazarları ve uzmanları… Herkes oradaydı.
Bu kalabalığın merkezinde ise TÜRES Başkanı Ramazan Bingöl vardı.
Salondaki genel kanaat açıktı: TÜRES, son dönemde yaşanan gelişmelerle birlikte, on binlerce üyesinin verdiği gücü artık görünür kılıyordu. Bu, sayısal bir güç değil, temsil gücüydü adeta ve söz söyleme yetkinliğiydi.
Ramazan Bingöl’ün konuşmasının ardından kürsüye çıkan Taşyapı Yönetim Kurulu Başkanı Emrullah Turanlı, organizasyonun mekânsal ruhunu da anlamlandıran bir iyi bir konuşma yaptı. Taşyapı Etkinlik Alanı, o gün sektörün vitriniydi.
Devletin tam kadro katılımı
Bu buluşmanın en dikkat çekici yanlarından biri, devlet erkânının neredeyse tam kadro salonda bulunmasıydı. Tarım ve Orman Bakanı Sayın İbrahim Yumaklı, geçmiş dönem Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Nureddin Nebati, İstanbul Valisi Davut Gül ve İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib Avdagiç… Bu isimlerin aynı salonda, aynı masa etrafında sektörü dinlemesi başlı başına çok değerliydi.
Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, konuşmasında gastronominin önemli bir sektör olmasının yansıra, bir kültür ve kimlik meselesi olduğunun altını çizdi. Markalaşma, gıda güvenilirliği ve israfla mücadeleyi bakanlık politikalarının üç temel sacayağı olarak tanımladı. Türkiye’de bugüne kadar 1.798 ürünün coğrafi işaret aldığını, bunlardan 44’ünün Avrupa Birliği tarafından tescillendiğini, 41 ürün için ise sürecin devam ettiğini ifade etti. Coğrafi işaretin tek başına yeterli olmadığını; onu marka haline getirecek olanların restoranlar ve sektör temsilcileri olduğunu vurguladı. “Turuncu Etiket” uygulamasının da bu anlayışın bir sonucu olduğunu belirtti.
Sektörün Hafızası Aynı Salondaydı
Salona baktığımda sektörün geleceğini gördüm.
ASKON Genel Başkan vekili Bekir Aydın
İSO Üyesi, HASİAD, TOBB Hizmet, YESİDEF ve Yemek İstanbul Başkanı Hüseyin Bozdağ
Oses Çiğköfte Yönetim Kurulu Başkanı Osman Yaşar,
Karaköy Güllüoğlu Yönetim Kurulu Başkanı Nadir Güllü,
Köfteci Yusuf zincir restoranlarının sahibi Yusuf Akkaş,
Mado Dondurma Y.K.B. Atilla Kanbur
Desnet Teknoloji’den Ömer Ekinci,
TÜROB Yönetim Kurulu Üyesi Hediye Güral Gür,
Hacı Abdullah Lokantası’ndan Hacı Abdullah Korun,
Seyidoğlu Gıda Genel Müdürü Mehmet Göksu,
Şef ve Yemek Kitabı Yazarı Şükran Kaymak,
Şef ve Yemek Kitabı Yazarı Emine Beder,
BAKTAD Başkanı baklavacı Mehmet Yıldırım,
Çepneli Holding Yönetim Kurulu Başkanı Saadettin Çay,
TÜRES il başkanları, şefler, gazeteciler, influencerlar ve gastronomi uzmanları…
Bu isimlerin her biri, Türkiye yeme-içme sektörünün başka bir damarını temsil ediyordu. Bu yüzden bu buluşma, bir tanışma toplantısından çok daha fazlasıydı; ortak bir hafızanın güncellenmesiydi sanki.
Bir Kahvaltıdan Fazlası
Etkinlik bir kahvaltı organizasyonu olarak planlanmıştı; ancak ortaya çıkan şey, sektör açısından son derece değerli bir temas alanıydı. Stant açan üyeler, birbirleriyle doğrudan temas kurdu. Ticaret konuşuldu, iş birlikleri konuşuldu, sorunlar konuşuldu. En önemlisi, herkes dinlendiğini hissetti.
Neden Önemliydi?
Çünkü bu buluşma, TÜRES’in bir dernekten ziyade bir sektör platformu haline geldiğini gösterdi. Turizm ve gastronomi sektörünün paydaşları, İstanbul’da aynı masada buluştu. Eğer bu tür toplantılar artarsa, sektör kendi sorunlarını kendi içinde konuşmayı ve çözmeyi öğrenir. Devletle sektör arasındaki bağ güçlenir.
Ezcümle,
20 Aralık 2025 TÜRES Üye Buluşması, bana göre bir dönüm noktası olabilir. Kalabalığıyla, katılımcı profiliyle, devletin yaklaşımıyla ve en önemlisi oluşturduğu atmosferle.
Bu türden toplantıların artması dileğiyle.
...Süper Lig’in ilk yarısını lider tamamlayan Galatasaray, 2026 yılında da hedefini şampiyonluk olarak belirledi. Ezeli rakibi Fenerbahçe’nin 3 puan önünde yer alan sarı-kırmızılı ekip, Kasımpaşa karşısında Yunus’un olağanüstü performansıyla galibiyete ulaştı. Takımın değişmez 10 numarası olan Yunus Akgün’den formayı almak artık hiç de kolay değil. Her maça farklı bir motivasyonla çıkan genç oyuncu, takımının itici gücü olmaya devam ediyor.
Sara ise oyuna sonradan dahil olmasına rağmen golle buluştu. Bu sezon yedek kulübesinden gelen en net katkı, Sara’dan sağlandı.
Taraftarın sevgilisi Icardi de geceyi boş geçmedi. Karşılaşma öncesinde tribünler süper yıldıza büyük destek verdi. Kale arkası tribünü maç boyunca oyuncuyu tribüne çağırarak destek olurken, Icardi için özel bir pankart da açıldı. Yıldız futbolcu, mücadele boyunca istekli ve hırslı bir oyun sergiledi. Bu performansıyla ligde en fazla gol atan yabancı oyuncu unvanını da elde etti. Sarı-kırmızılıların efsanesi Hagi’yi 60 golle geride bırakan Icardi için ocak ayına sayılı günler kaldı. Galatasaray, Icardi ile mutlaka sözleşme yenilemeli.
...Dünyada jeopolitik rüzgarlar son 50 yılda görmediğimiz sertlikte esiyor. ABD’nin açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji belgesi rüzgarın şiddettinin artacağının ve ülkelerin güvenlik politikalarında değişiklik olacağının en somut işareti.
ABD’nin Ortadoğu’dan çekilme ve Avrupa’nın güvenliğindeki rolünü azaltma politikası ‘eski kıtada’ gelecek kaygısını artırdı. Amerika’nın desteğini açık bir şekilde kaybeden Avrupa gelişmelerden endişe ederken yaşananlar Türkiye’nin bölgedeki öneminin giderek artacağını gösteriyor.
Günlerdir “Washington’ın yeni Ortadoğu politikası Türkiye’yi nasıl etkiler?” sorusu üzerine yapılan yorumları takip ediyorum. Yapılan analizler Türkiye’nin önünde büyük bir fırsat penceresinin açıldığı yönünde yoğunlaşıyor.
Konuyu Cuma günü gazetecilerle buluşan Milli Savunma Bakanı Sayın Yaşar Güler’e sorma imkanı buldum. Bakan Güler, yaşanan gelişmeleri Ankara’da en iyi okuyup değerlendirecek sayılı isimlerden biri.
Amerika’nın açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji belgesini değerlendiren Bakan Güler, belgedeki ifadelere bakıldığında, ‘Türkiye’nin 6-8 yıldır dile getirdiği konuların Amerikalı muhataplarınca anlaşıldığının görüldüğünü’ söyledi.
ABD için tehdidin artık Ortadoğu’da olmadığını anlatan Güler, “ABD Ortadoğu’dan çekildiğinde bölgede barış ve istikrarı sağlayabilecek tek bölgesel gücün Türkiye olduğunu Amerikalı dostlarımızın anladıklarını düşünüyorum. Bu durumun ülkemizin bölgesel ve stratejik etkinliğini artıracağına inanıyorum.” yorumunu yaptı.
Yaşar Güler’in bu sözlerinden; Türkiye’nin Amerika’nın yeni ulusal güvenlik stratejisini bir fırsat olarak gördüğü yorumu yapılabilir. Bu yaklaşıma göre, ABD’nin en yakın müttefiki İsrail bile (özellikle son Katar saldırısının ardından) güvenilirlik anlamında Türkiye’nin gerisinde kalıyor.
Ankara bu fırsatı kullanabilecek mi? Washington belgeyi ne kadar hayata geçirecek ilerleyen günlerde göreceğiz. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde, güçlü ordusu istikrarlı yönetim yapısıyla bölgede etkinliğini artıracağı açık bir gerçek.
Bakan Güler kendi güvenlik mimarisini oluşturmaya çalışan Avrupa’nın durumunu da değerlendirdi.
Avrupa güvenlik mimarisine (SAFE) Türkiye katılabilir mi? Avrupa ülkeleri bu konuda samimi davranıyor mu?
Bakan Güler, “Şuan birçok Avrupa ülkesinin mühimmat ve silah noktasında noksanlığı var. Savunma ve güvenlik için birçok silah ve teknolojiye ihtiyaçları var. Bu kapsamda birçok Avrupa ülkesi bizimle işbirliği konusunda istekli. Hal böyleyken başta Yunanistan olmak üzere kendi çıkarlarını Avrupa güvenliğinin önüne koyarak Türkiye’yi bu oluşumun dışında tutmaya çalışan ülkeler olduğunu görüyoruz.” diye konuştu.
Avrupa ülkelerinin ikircikli davrandığı ortada. Türkiye ise bu konuda avantajı elinde tutuyor ve kendi stratejisini uyguluyor. Bakan Yaşar Güler, o stratejiyi şu sözlerle açıklıyor:
“Türkiye’nin SAFE programına dâhil edilip edilmeyeceğini çok fazla dikkate almıyoruz. Çok ihtiyaç duydukları kritik bir zamanda konuşma sırası bize gelecek.”
Terörsüz Türkiye sürecini başlatan Ankara, ikinci aşamaya hazırlanırken Suriye’deki gelişmeler bu sürecin önemli bir parçası.
SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu konusunda Ankara, Washington ve Sam arasında görüşmeler sürüyor. Yapılan temaslarda sonrası Ankara ve Washington arasındaki görüş farklılıkları giderek azaldı.
Bakan Güler, Türkiye’nin beklentilerini açıkça ifade ettiğini kayda geçirirken sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Biz ne istediğimizi açık açık ifade ettik. Bu konudan geri adım yok. Mutlak surette Suriye ordusuna entegre olacaklar. SDG de entegrasyondan bahsediyor ama onların bahsettiği birlik halinde entegrasyon. Birlik olarak değil ferdi olarak entegre olmaları lazım. Aksi halde bunun adı entegrasyon olmaz.”
Türkiye’nin açısından son tercih olsa da askeri operasyon seçeneği ise her zaman masada.
Bakan Güler’le sohbetimizin en ilginç anlarından biri PYD/ YPG militanlarının Afrin-Tel Rıfat-Münbiç bölgesinde yer altına kazdığı tünellerle ilgili bölümdü. Güler’in verdiği rakamlar insanı dehşete düşürecek cinstendi. Güler, Tel Rıfat bölgesinde 302 km, Menbic’te ise 430 km tüneli olmak üzere toplam 732 km yeraltı tünelini imha ettiğini söyledi. Terör örgütü Rakka Deyr Zor bölgesinde tünel açmaya devam ediyor.
Türk askeri köstebek tünellerini imha edip güvenliği sağladıkça bölge halkı geri dönüp normal hayatını sürdürüyor.
Bakan Güler, 40 yıldır terörle mücadele eden ülkemiz için Terörsüz Türkiye sürecini fırsat olarak niteledi.
“TSK’nın PKK’yı tam bitirdiğimiz anda terör örgütü de “Terörsüz Türkiye” sürecine uyacağını açıkladı” diyen Güler, “Devletimizin ilgili birimleri bu süreçte ne olup bittiğinin farkındadır. Süreç terör örgütünün istediği şekilde değil, devletimizin belirlediği ve istediği şekilde devam edecek.” diye konuştu.
Bölgede kırılganlıklar sürerken Türkiye; askeri kapasitesi, diplomatik etkinliği ve kriz yönetiminde öne çıkan güçlü liderliği öne çıkıyor.
Bölgede Türkiye’yi dışlayarak ne ekonomik kalkınma ne de güvenlik mimarisi inşa edilmesi mümkün görünmüyor. Jeopolitik rüzgârlar sertleştiçe Türkiye’ye duyulan ihtiyaç daha da ortaya çıkacak. Bu durum hem Ankara Washington hem de Türkiye Avrupa ilişkilerinde yeni bir dönem başlatacak. Yeni dönemin işaretleri Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Trump’ın son açıklamaları dikkatli okunduğunda görülebiliyor.
Acaba Güllü ölümünün ardından Filiz Akın gibi sessiz sedasız sadece şarkılarını hatırlanmasını mı isterdi? Bir sanatçının ölümünün ardından bu kadar spekülasyonların çıkması onun bunca yıllık sanat hayatına da haksızlık değil mi?
Bir sanatçı öldüğünde, geride kalanlar çoğu zaman eserleri değil, hakkında çıkan magazinsel dedikoduları konuşmayı tercih ediyor. Son örnek ise arabesk müziğinin sevilen ismi Güllü oldu. Hayatını sanata adamış Güllü, ölümüyle beraber eserleriyle ilgili dedikodularla konuşuluyor. Oysa Güllü, sesiyle hatırlanmayı hak ediyordu.
Aslında hiç unutmadığım bir veda da Filiz Akın oldu. Gürültüsüz, tartışmasız, dedikodu olmadan sadece filmlerinin hatırlandığı. Hayat boyu ürettiklerinin, ölüm anında gölgelenmemesi. Güllü için ise tam tersi yaşandı. Güllü ölümüyle beraber magazinsek malzeme gibi görüldü ve çeşitli spekülasyonlar arttı.
Bir sanatçının ölümünden sonra ortaya saçılan iddialar, onun yıllarca verdiği emeğe emeği de görmezden gelmek demek. Güllü’nün sesi, şarkıları gündemdeyken kimse özel hayatını bu denli irdelemiyordu. Şimdi birçok kişi Güllü’nün sadece magazinsel tarafıyla ilgilenir oldu. Bir sanatçıyı ölümünde değil, yaşarken alkışlamak gerekir denir. Ama ölümünde de susabilmek gerekir. Çünkü bazen en doğru cümle, hiç kurulmayan cümledir.
...İnsanlar birbirlerini anlamamak için büyük bir ısrar içindeler. Ve bu ısrar, kırılmaların temelini oluşturuyor. Bazen “çağ mı bozuk, düzen mi?” diye düşünürken bir bakıyoruz ki aslında tüm sistem çoktan çökmüş. Hayatın merkezine stratejik ilişkiler, hesaplı konuşmalar yerleşmiş.
Artık biriyle arkadaş olmak bile zor. Çünkü insanlar birbirlerini gerçekten tanımadan, alt katmanlarını görmeden kendilerini yanlış tanıtıyor. Sonra o yanlış tanıtımın üzerine her şey inşa ediliyor. Ve bir gün, kaçınılmaz bir sarsıntıyla, bütün yapı yerle bir oluyor.
Yapaylaştık.
Gerçeklik algımız bozuldu.
Gerçek sevgi ağır geliyor artık; olgunluk, sorumluluk ise çok uzak kavramlar gibi duruyor.
Dünya değişmiyor belki ama insanlar bozuluyor. Tıpkı makineler gibi… Hatalı kodlarla kurulmuş sistemler içinde yaşıyoruz. Ve o sistemlerin içinde, birkaç insan diğer tüm insanları bir ekrandan izliyor. Toplum ise ekranın bu tarafında kalanları yargılıyor.
Oysa ekranın diğer tarafında kalanların tek “hatası”, yanlışı seçmek yerine yalnızlığı seçmiş olmaları.
Bugün yalnızlık bir suç gibi gösteriliyor. Uyum sağlamamak, yapay düzene dahil olmamak ayıplanıyor. Halbuki bazı insanlar, bozuk bir düzende yer almaktansa kenarda kalmayı tercih ediyor. Bu bir kaçış değil; bir duruş.
Kadir-i Mutlak, bu bozuk düzenden bizleri korusun.
Bizler, ekranın diğer tarafında kalmayı yeğleyenlerdeniz.
Sanıyorum 1996 yılıydı.
Bir derginin sayfaları arasında dolaşırken, gelecek üzerine yazılmış uzun bir dosyaya rastlamıştım. İnternet daha evlere yeni giriyor, cep telefonu bir statü göstergesi sayılıyor, “bilişim” kelimesi henüz bugünkü ağırlığını taşımıyordu. Ama metnin dili iddialıydı. Yer yer fazlasıyla cesur…
O yazıda, bilişim teknolojilerinin yeni bir toplum, yeni bir ekonomi ve yeni bir hukuk düzeni kuracağından söz ediliyordu. Dijital para, sanal müzeler, siber ilişkiler… Bugün kulağa sıradan gelen pek çok kavram, o günlerde neredeyse bilim kurgu sayılıyordu.
Hatta yazar, binlerce insanın internet üzerinde bir araya gelerek ortak bir bilinç üreteceğinden bahsediyor ve buna “Cybermind” adını veriyordu.
Sayfayı çevirdikçe şunu hissetmiştim:
Metin, geleceği hem merakla hem de tedirginlikle izliyordu.
Aradan neredeyse otuz yıl geçti. Bugün dönüp baktığımızda o metinde yazılanların bir kısmı gerçekleşti, bir kısmı ise hayal olarak kaldı.
Evden çalışma fikri vardı mesela.
1996’da bir ütopya gibi sunuluyordu. Bugün sıradan bir iş modeli.
Duvara asılan ince ekranlar, dijital cüzdanlar, cebimizde taşıdığımız ofisler…
Hepsi hayatımızın parçası oldu.
Ama bazı büyük tahminler gerçekleşmedi.
Herkesin haftada dört gün çalıştığı bir dünya gelmedi.
Şehir içi ulaşım helikopterlerle dolmadı.
Ay’da hafta sonu tatilleri hâlâ hayal.
Okuduğum o dergide dikkatimi çeken esas şey, teknolojinin hızından çok insanla kurduğu ilişkiydi.
O günlerde yazılanlar şunu fısıldıyordu:
Teknik olarak mümkün olan her şey, insan için uygun olmayabilir.
Bugün bunu çok daha net görüyoruz.
1990’larda bilgisayarlar özellikle biz gençler için umut demekti. Verimlilik, hız, kolaylık… Ama aynı metinlerde bir uyarı vardı: “İnsani ilişkiler zayıfladığında, verimlilik de düşer.” Bugün ofislerde, ekranların ardında yaşanan yalnızlığı anlatmak için akademik raporlara gerek var mı? Evden çalışmanın getirdiği tükenmişlik, sürekli çevrim içi olmanın baskısı, artık herkesin gündeminde. 1996’daki yazar, bilgisayarların teknik olarak kusursuz olmasının toplumsal olarak başarılı olacağı anlamına gelmediğini söylüyordu. Ve haklıydı.
1996’da yapay zekâdan söz edilirken daha çok “olur mu, olmaz mı?” çizgisindeydik. Bugün ise bambaşka bir noktadayız.
2030–2040 raporlarına baktığımızda yapay zekâ artık yalnızca bir araç değil; bir aktör oldu.
· Karar veren
· İçerik üreten
· Görüntü oluşturan
· Ses taklit eden
· Hukuk metni yazan
· Doktorlara teşhis desteği sunan
bir aktör haline geldi.
Dijital ikizler, insanın fiziksel ve zihinsel verilerinin sanal kopyalarını oluşturuyor. Şehirlerin, fabrikaların, hatta bireylerin dijital ikizleri üzerinden senaryolar çalışılıyor.
Bir insanın kalbi durmadan önce sistem uyarı verebiliyor. Ama aynı teknoloji, mahremiyetin sınırlarını da hiç ummadığınız bir şekilde aşabiliyor. Üretken yapay zekâ yazıyı, resmi, müziği demokratikleştirdi belki ama gerçeklerin üzerini de örtüyor. Gerçek ile kurgu arasındaki çizgi her geçen gün görünmez hale geliyor.
Yapay zekâ sistemleri hızlanıyor. Veri büyüyor. Fail belirsizleşiyor. Hukuk hâlâ bu hızın gerisinde. Etik tartışmalar çoğu zaman iş işten geçtikten sonra yapılıyor. Bu noktada durup sormak gerekiyor: Teknoloji böyle ilerlerken, insan ahlâkı aynı hızla gelişiyor mu?
Kanaatimce, en az teknolojik gelişmelere verilen önem kadar, insan ahlâkına da yatırım yapılmadığı sürece huzur mümkün olmayacak. Çünkü insan zekâsı belirli bir kayıt altına alınmazsa, er ya da geç getirilen bütün çözümleri aşmasını bilir. P.M. Dergisi’nde Massachusetts Enstitüsü’nden bir uzmanın şu sözü hâlâ geçerli: “Teknoloji değişir ama kişi, önce kötü kalbini değiştirmelidir.”
Bu eski yazılarla bugünkü raporları yan yana koyduğumda, değişmeyen tek şey şu:
Teknoloji, insanı merkeze almadığında sorun üretir. Ne kadar hızlı, ne kadar akıllı olursa olsun, insani ölçü kaybolduğunda sistemler kırılganlaşacaktır.
Gelecek daha dijital olacak bu kesin artık... Ama bu dijitalleşmenin yönünü belirleyecek olan şey işlem gücü değil, insanın sorumluluk duygusu olacak.
1996’da bir dergi sayfasında okuduklarım ve bugünkü halimle net olarak şunu söyleyebilirim. Gerçekten gelecek olan bir anda değil, parça parça geliyor… Yaşayarak gördüğümüz bu ilerleme gerçekten insan içinse teknolojik gelişmeler de insana yük olmayacak, bir araç olarak kalmaya devam edecektir.
Hoşça kalın.Düşünerek, tartarak, insan kalmaya çalışarak kalın…
...Bu ülkede gündem çoğu zaman yanlış yerden akıyor.
Birinin ne giydiği, kimin ne dediği, kimin kiminle fotoğraf verdiği saatlerce konuşulurken; üretim, eğitim, teknoloji ve ticaret sessizce kenara itiliyor. Oysa memleket tam da bu başlıklardan kaybediyor ya da kazanıyor.
Bu hafta magazinin gürültüsünün dışında kalmayı özellikle tercih ettim. Cumartesi sabahı Şanlıurfa’dan İstanbul’a geçtim. MÜSİAD’ın ev sahipliğinde düzenlenen “Geleceğ-e Ticaret Çalıştayı”nda, e-ticaretin Türkiye’de neden potansiyelinin gerisinde kaldığını, altyapıdan mevzuata, girişimciden lojistiğe kadar yaşanan yapısal sorunları masaya yatırdık. Masa başkanı olarak, süslü cümleler değil; sahadan gelen gerçek problemleri ve çözüm önerilerini konuştuk. Çünkü dijital ticaret, vitrin değil; strateji meselesidir. Ardından rota doğuya döndü.Erzurum, Iğdır ve oradan Nahçıvan…
Nahçıvan Devlet Üniversitesi'nin düzenlediği “Teknoparkların Eğitim ve Ekonomik Gelişmeye Katkısı” başlıklı sempozyumda, davetli konuşmacı olarak söz aldım. Şunu bir kez daha vurguladım:
Teknopark sadece bina değildir. Teknopark; üniversiteyi ezberden kurtaran, öğrenciyi memur hayalinden çıkaran, ekonomiyi ranttan üretime yönlendiren bir zihniyet dönüşümüdür. Bu vesileyle, başta Nahçıvan Devlet Üniversitesi Rektörü Sayın Elbrus İsayev’e, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Sayın Eşref Elekberov’a, ve kıymetli akademisyen Elçin Alibeyli’ye ayrıca bizlerle yakından ilgilenen tüm üniversite mensuplarına gönülden teşekkür ediyorum.
Programın ardından Ağrı’ya geçtik. İshak Paşa Sarayı'nın taşlarında sadece tarih değil, bu coğrafyanın neden ihmal edilmemesi gerektiğini bir kez daha düşündüm. Kültür, ekonomi ve eğitim; birbirinden kopuk değil. Biri eksikse diğerleri de aksıyor.
Tabi yolculuğum bitmedi önce Batmana… Perşembe günü ise yeniden Urfa’ya döndüm.
Bir hafta boyunca ne magazin tartışmalarına yetiştim ne de suni gündemlere. Ama şunu net söyleyebilirim:
Üretimi, ticareti, eğitimi ve teknolojiyi konuşarak geçen bir hafta insanın içini ferahlatıyor.Çünkü bu ülke, dedikoduyla değil;
çalıştaylarla, sempozyumlarla, teknoparklarla ve sahici fikirlerle ayağa kalkacak. Magazin konuşanlar çok olur.Memleket meselesiyle ilgilenenler ise azdır. Bu hafta, o azınlıkta olmaktan gerçekten çok mutlu oldum.
Sabah uyandığınızda telefonunuza gelen hava durumu bildirimi, arabanızda kullandığınız navigasyon, çiftçilerimizin tarlalarını analiz eden uydu görüntüleri... Farkında olmasak da uzay teknolojileri hayatımızın her anında yanı başımızda. Uzayın sonsuz derinliklerinde dönen uydular, sadece bilim kurgu filmlerinin konusu değil, günlük yaşamımızın vazgeçilmez birer parçası haline geldi.
Peki, bu teknolojileri geliştiren ülkeler arasında biz neredeyiz?
Türkiye olarak uzay yarışında hangi konumdayız?
Geçtiğimiz günlerde kuruluşunun 7.yılını kutlayan Türkiye Uzay Ajansı'nın (TUA) kurulması, Milli Uzay Programı'nın açıklanması ve TÜRKSAT 5A, 5B uydularımızın uzaya fırlatılması, ay görevinin çok başarılı bir şekilde ilerliyor olması, ülkemizin bu alandaki kararlılığını gösterdi. Ancak gerçek bir uzay gücü olmak için sadece devlet kurumlarının çabaları yeterli değil.
Toplumun her kesiminin, özellikle gençlerimizin bu vizyona ortak olması gerekiyor.
Bu noktada, TUA öncülüğünde, TÜMMİAD ve Valentura işbirliğiyle hayata geçirilecek olan "TUA Astro Hackathon" devreye giriyor. Türkiye'nin 81 ilinde eş zamanlı düzenlenecek bu etkinlik, sadece bir yarışma değil, milli uzay vizyonumuza giden yolda atılmış dev bir adım.
Geçmişte NASA Space Apps Challenge etkinliklerini ülkemizin birçok şehrine taşıyan TÜMMİAD ve Valentura, şimdi çok daha büyük bir hedef için kolları sıvadı. Bölgenin en büyük uzay hackathonunu düzenlemek gibi keyifli bir o kadar da zor görevi üstlendik. Türkiye sınırlarını aşarak Balkan ülkeleri, Türk devletleri ve Orta Doğu ülkelerini kapsayacak bu etkinlik, ülkemizi uzay teknolojileri alanında bir merkez haline getirme vizyonumuzun somut bir göstergesi.
Türkiye Uzay Ajansı, Tüm Mucitler İcat İnovasyon ve Araştırma Derneği ve Valentura Teknoloji ve Yatırım A.Ş. arasında imzalanan 5 yıllık bu protokol Türkiye'nin uzay misyonunda önemli bir yapı taşı olacak.
Açık konuşalım. Uzay, artık lüks değil, zorunluluk. Ekonomiden güvenliğe, tarımdan iletişime kadar her alanda bağımsızlığımızı güçlendirecek en stratejik alan. Bugün uzayda söz sahibi olmayan bir ülkenin, yarının dünyasında masada yeri olmayacak. Bu nedenle, TUA Astro Hackathon'u sadece bir teknoloji etkinliği olarak görmek, büyük bir yanılgı olur.
Bu hackathon, genç beyinlerimizin uzay teknolojilerine olan ilgisini ateşleyecek bir kıvılcım. Anadolu'nun dört bir yanındaki yetenekli gençlerimize "sen de yapabilirsin" demenin, onlara güvendiğimizi göstermenin bir yolu. SpaceX'i kuran Elon Musk da bir zamanlar sadece büyük hayalleri olan bir gençti. Bizim gençlerimizin ondan eksik yanı ne?
Uzay teknolojilerinde dışa bağımlılığımızı azaltmak, milli teknolojilerimizi geliştirmek ve uzay ekonomisinden pay almak için bu tür etkinlikler hayati önem taşıyor. TUA Astro Hackathon, gençlerimize ilham vermenin ötesinde, onları gerçek projelere yönlendiren, fikirden ürüne giden yolda destek olan bir platform sunuyor. Bir çok kritik olabilme potansiyeline sahip bilgi ve projenin de bizde kalması gibi bir öneme de sahip.
Benim vizyonum uzaya meraklı bir girişimci, yatırımcı daha da önemlisi Hayalperest olarak: Önümüzdeki on yıl içinde, uzay teknolojileri alanında kendi girişimlerini kuran, global pazarda rekabet eden, hatta uzay misyonlarına teknoloji sağlayan Türk şirketlerinin sayısının katlanarak artması. Bu hackathon, işte bu vizyona giden yolda atılmış en somut adımlardan biri.
Uzay meraklılarımıza, özelliklede gençlerimize, çocuklarımıza, onların ebeveynlerine sesleniyorum; Bu fırsat, sizin için sadece bir yarışma değil, ülkemizin geleceğinde söz sahibi olma şansı. Fikirlerinizi, hayallerinizi, projelerinizi bu platformda hayata geçirin. Biz sizin yanınızdayız.
Karar vericilere ve iş dünyasına da çağrım var: Bu girişimi destekleyin. Çünkü bugün uzay teknolojilerine yapılan yatırım, yarının Türkiye'sine yapılan en değerli yatırımdır.
TUA Astro Hackathon, sadece bir etkinlik değil, bir milletin uzayın sınırsız ufuklarına doğru başlattığı milli yolculuğun parçası. Bu yolculukta hepimize düşen sorumluluklar var. Gelin, geleceğimizi birlikte inşa edelim.
Uzayın derinliklerinde parlayan yıldızlar gibi, genç beyinlerimizin de parlamasına fırsat verelim. Çünkü biliyorum ki, Türk gençliği bunu başaracak güce ve zekaya fazlasıyla sahip.
Gökyüzüne baktığınızda, artık sadece yıldızları değil, Türkiye'nin sınırsız potansiyelini de görün.
Uzaya uzanan yolda, hep birlikte, omuz omuza...
Unutma: "İstikbal Göklerdedir"
...Sevgili ülkemde her senenin sonu yaklaşırken iki şey necip milletimizin ekseriyetini yakından ilgilendirir. Bunlar, asgari ücret ve emekli maaşlarının ne kadar artacağı sorularına aranan cevaplardır.
Dedelerden, ninelerden miras enflasyon belasıyla yaşamaya alışmış bir ülkede emek dökerek geçim telaşından sağ çıkmak öyle herkesin harcı değil elbette.
Bir ev ve bir otomobil için ömrünü verip bunların birisine olsun erişmeyi başarmanın kıvancındaki büyüklerimiz elbette emekli maaşının ne olacağını düşünecek, hatta bir kısmı televizyon kanallarındaki dini programlara telefonla bağlanarak “Bankadan promosyon alıyorum, caiz midir?” diye de soracaktır.
22 bin 104 liralık asgari ücretli de 2026 için “Acaba şu 20 binlerden kurtulup 30’ları da görür müyüz?” diye içinden geçirecektir.
Bunlar gayet doğal beklentilerdir. Ancak kenarda ekonomi profesörlerinin bile içinden çıkamayacağı bir soru daha beklemektedir: Yıllar önceleri tek maaşla 5 kişilik bir aile geçinirken şimdi neredeyse nüfusunun yarıdan fazlası maaş sahibi olan aileler neden “Geçinemiyoruz.” demektedir?
“Alım gücü değişti efendim, o zaman başkaydı, şimdi başka.” diyen ekonomistler olabileceği gibi “Paranın bereketi kalmadı, çoklukta yokluk yaşanıyor, bet-bereket kalmadı, eski çarşı-pazarların tadını ara ki bulasın.” sözleriyle işin manevi boyutuna dikkat çekenler de olacaktır.
* * *
Artık geride kaldığını kabul ettiğimiz güzel şeyler sadece bet bereketle mi sınırlı peki? Biz bir şeyleri yitirmeye, içinde yüz-yüz elli daireli zebellah gibi yapıların dikilmesi, insanların da içine sıkıştırılmasıyla başladık belki de.
Şimdi büyükşehirlerde bir işçi maaşıyla kirasına güç yetmeyen 1+1, 1+0, stüdyo daire denilen evleri ilk kim yaptı? Türkiye’ye bunu getirip yaygınlaşmasına sebep olanları buradan hep birlikte Allah’a havale edelim, yok etmeyelim derseniz hepsini Taksim Meydanı’na dizip falakaya yatıralım.
Oktay Akbal üstadın 1946’da yayımlanan "Önce Ekmekler Bozuldu" öyküsünün sonu şöyledir: “Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek.”
Ekmek derdi herkeste var, insanlıktan çıkmadan bu derdin dermanını helal rızık peşinde koşan herkes için bulmak, ülkenin refah seviyesini artıracaktır. Siz o zaman görün işte beti bereketi.
“Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar, / Bire on, bire yüzle akşama gebe / Şafakla doğan iş gücü.” diyor Ahmed Arif.
Sofrayı dolu tutmanın, anneleri ve çocukların yüzünü güldürmenin yolu bugünkü Türkiye’nin toplum manzarasında ne kadar mümkündür peki?
SOSYAL ÇÜRÜME ŞİMDİ DE MEDYADA
2 yıl önce elinde kedi taşıma çantası tutan mütevazı görünümlü bir hanımefendi, “Geçinebiliyor muyuz?” diye sorulan sokak röportajında “Türkiye’nin başka bir gerçekliği var. Sosyal çürüme var şu an.” demişti. Dikkat çeken bu sözlerin sahibi, bununla da yetinmeyerek “Ekonomi her zaman toparlanır, kapital kendini yok etmez.” gibi önemli bir tespit de yapmıştı. Sonra anlaşıldı ki sözlerin sahibi sıradan bir vatandaş değil, akademisyen Zeliha Bürtek’ti.
Yanlış işler yapanlara yönelik operasyon bereketinin yaşandığı sevgili ülkemde vıcık vıcık ilişkiler ne zaman ortaya çıksa aklıma Bürtek Hoca’nın “sosyal çürüme” tespiti geliyor. Hoca, tanınmasını sağlayan röportajda Türkiye’nin Latin Amerika ülkelerine benzemeye başladığına da dikkat çekmişti.
Hocanın tespitine bol bol örnek bulabileceğimiz bir durumdayız: Pencereden düşerek ölen ünlü arabesk sanatçısının katili olmakla suçlanan kişi özbeöz kızı, Türkiye’de bahis oynadığı tespit edilen çok sayıda futbolcu ve hakemin hakkında işlem başlatıldı, İstanbul’un en gözde lisesinde erkeklerin kızları taciz ettiği ortaya çıktı, okul müdürü açığa alındı, vatandaşın altınlarını toplayıp ortadan kaybolan kuyumculara neredeyse her hafta bir yenisi ekleniyor, olmayan çiftlikle daha fazla kazanma hırsına yenik düşen vatandaşların parasını iç edip kaçan tosuncuklar, boşanma aşamasında öldürülen kadınlar ve en son medyada spiker, genel yayın yönetmeni gibi en üst düzeyde bulunan isimlerin uyuşturucu kullandığının tespit edilmesi, sapkın ilişkilerle suçlanması.
Can Yücel’in Sevgi Duvarı şiirinde “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” dediği gibi birileri rezilliği bir yaşama biçimi olarak benimsemişe benziyor. Tam da Zeliha Hoca’nın sosyal çürüme tespitine uygun bir ülke görünümü bu. Son çürümenin medyaya yansıması soğuk havalarda bile inatla başımıza giymediğimiz takkemizi artık önümüze koyup düşünmemizi gerektirmiyor mu?
* * *
Son 6 ayda işinden olan basın emekçilerinin bu son olaya karşı kızgınlığının daha fazla olduğunu görüyorum. Hiç de haksız sayılmazlar. Namuslu bir hayatı ideal edip yaşamış ama bunu dillerine dolayarak önemini azaltmamış ve sonunda toplu ya da bireysel kıyımla İnsan Kaynakları’na yönlendirilmiş çalışanlar; bir yandan iş ararken bir yandan da kirli ilişkiler, taciz iddiaları ve alınan yüksek maaşlar karşısında sövme hakkını bile kendilerinde bulabilirler.
Hangi sektörde çalışırsak çalışalım, belki eksiğimiz, hatamız olacak ama her şeyden önce iyi bir insan olmak, işimizin önünde gelecek. Ve herkes aynı çatı altında çalıştığı arkadaşlarının yorumlarının ortalaması kadar bir karakterle anılacak. Mezar taşlarında ise hep Hüvelbâki yazacak. Ha bu arada Can Yücel’in o şiiri “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” diye bitiyordu!
İsmi uyuşturucuyla anılan medyanın tanınmış isimlerini konuşurken Türkiye’de son yıllarda uyuşturucu çetelerinin sayısındaki artışı ve bu lanet şeyin kullanımının yaygınlaşması gerçeğini de İstanbul Çekmeköy'deki operasyonda şehit edilen 27 yaşındaki Özel Harekat Polisi Emre Albayrak'ı da unutmayalım.
BİR ÖLÜMÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Bir süredir kanser tedavisi gören Şehzadeler Belediye Başkanı Gülşah Durbay’ın vefatı başta Manisa olmak üzere tüm ülkeyi üzdü.
Biz ne kadar unutsak da ölüm gerçeği her zaman yanı başımızda. Durbay’a Allah’tan rahmet, ailesine ve sevenlerine sabır dilemenin yanında çok kritik bir soruya da cevap aramalıyız: 37 yaşında bir insanın kolon kanserinden vefatı normal mi?
Bu kanser türü genelde 60-70 yaş arasında kendini belli etmesiyle bilinirdi, ne oldu da bu vakalar bu kadar yayıldı? Son bir yılda 30’lu yaşlarında nice gencin kansere yakalandığına şahit oldum, üstelik hiçbiri zararlı denen bir şey içip tüketmemişti.
Kanseri ve kalp krizini gündeme getirdiğimizde bir kesim koronavirüs dönemindeki aşıların ve o dönem bu hastalığa yakalananların kullandığı ilaçların bunda payı olabileceği iddiasında bulunuyor.
Bu iddianın karşısına kanıtlarla çıkan bazı kuruluşlar, aşılarla ilgili olumsuz bir yansıma olmadığını açıklarken o dönem kullandırılan ilaçlarla ilgili bir şey söylemiyor.
Kanser vakalarının 30’lu yaşlara inmesi, üstüne epey kafa yorulması gereken konudur. Sağlık her şeyin başıysa o zaman siyaseti, ekonomiyi bir kenarda bekletip olur olmaz hastalıkların gittikçe yayılmasının ve hiç umulmayacak insanlarımızda ortaya çıkmasının artık başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere tüm ilgili kuruluşların yakın merceğine girmesi gerekmez mi?
Sözü henüz 22 yaşındayken arkadaşı Rüştü Onur gibi veremden yitirdiğimiz şairimiz Muzaffer Tayyip Uslu’ya bırakmalı:
Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften,
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken
Meseleyi o saat anladım
Anladım ama iş işten geçmiş ola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ
Mesela gökyüzü,
Maviydi alabildiğince
İnsanlar dalıp gitmişti
Kendi alemine
...



