Son dönemlerde özellikle sosyal medyada karşılaştığım bir kavram var: OVERTHİNK...
Araştırdım biraz, aşırı düşünme hali demekmiş. Daha derine inersek, anlık keyif ve haz yaşarken, bir anda gelecek kaygısı ya da geçmiş sorunsallarımızın beynimizi manipüle ettiğinde yaşadığımız duygu durum bozukluğu da denebilir...
Bu durum sosyal medyada bazen yazı, fotoğraf ya da mini videolarla mizansen şekilde kullanılıyor.
'Overthink saatimde ben…'
Aşırı düşünme (overthinking), literatürde çoğunlukla kaygı bozukluklarıyla ilişkilendirilse de, aslında insan zihninin doğal bir işleyiş biçimi. Beyin, tamamlanmamış olaylara takılı kalıyor, belirsizlikleri sindiremiyor ve bazı cevapları alamadığında o boşlukları kendi hikâyeleriyle doldurmaya çalışıyor.
Bu da çoğu zaman “neden böyle oldu, ya şöyle olsaydı, ben yanlış mı söyledim, ya aslında öyle değilse?” gibi iç konuşmalara evriliyor.
Bir anlamda, zihin kendiyle didişiyor.
Ancak burada ince bir çizgi var: Overthinking bir duygu değil, bir düşünme biçimi. Ve biz onu romantize ettikçe, kendimizi içinde boğulmaya izin verdiğimiz bir havuz gibi yaşamaya başlıyoruz. Mizah eliyle dokunduğumuz bu durum, bir süre sonra duyarsız bir farkındalığa dönüşüyor: Farkındayız ama değiştirmiyoruz.
Elbette melankoli insani bir hâl. Hatta bazen ruhun nefes alabilmesi için düşüncelerle yalnız kalmaya ihtiyacı da var. Ama bununla özenilesi bir kaos gibi gururlanmak, “duygu istifçiliği”ne dönüşüyor.
Zihin, bir tarla düşünce ise tohumdur. Ama her geleni ekmek zorunda değiliz..
Şayet yine bir gün 'overthink' saatine yakalanırsak şu sorular çok mühim:
DUR, DİNLE, SOR...
Çünkü bazen sessizlikte bir fırtına değil, sadece sükûnet vardır.
Orta Doğu haritasına bakınca bir coğrafya değil, katman katman açılan bir tarih görürsünüz. Golan Tepeleri de işte böyle bir yer: Üzerinde sayısız imparatorluğun yürüdüğü, sancakların gölgesinde sınırların değiştiği, ama hiçbir zaman tartışmanın bitmediği bir zemin.
Bugün Golan’ın kimin olduğu meselesini anlamak için sadece 1967’ye değil, yüzyıllarca geriye bakmak gerekir. Çünkü burada mesele, modern İsrail-Suriye sınırı kadar Osmanlı hinterlandı, Fransız mandası, Soğuk Savaş’ın dondurduğu dengeler ve 21. yüzyılın parçalanmış Suriye’sidir.
Golan Tepeleri, Osmanlı Devleti’nin Şam vilayetinin bir parçasıydı. 1516’da Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Osmanlı’ya katıldı. Yüzyıllar boyunca Osmanlı idaresi altında görece sükûnet yaşadı. Bölgenin etnik yapısı da mozaikti: Arap köylüler, Dürzi aşiretler, Çerkez göçmenler ve kısmen Yahudi yerleşimciler.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız Mandası kurulunca Suriye’nin yeni sınırları çizildi. Mandanın keyfi haritaları Osmanlı hinterlandını paramparça etti. 1946’da Suriye bağımsız devlet ilan edildiğinde Golan, Şam yönetiminin toprağı kabul edildi. İsrail 1948’de kurulduğunda, henüz bölgenin statüsü tartışma konusu bile edilmemişti.
İsrail bağımsızlığını ilan eder etmez Arap-İsrail savaşı patladı. O dönemde Golan, yeni kurulan İsrail için henüz stratejik öncelik taşımıyordu. Ama 1949 Ateşkesi’nden sonra sınır köyleri Suriye’nin topçu tacizine maruz kaldı. O günlerde Tel Aviv’in güvenlik konseptinde Golan hep “ileride çözülmesi gereken tehlike” başlığı altında yer aldı.
Suriye, Mısır ve Ürdün’ün ortak saldırı hazırlığı İsrail’in ilk büyük önleyici savaşıyla sonuçlandı. Sadece altı günde Arap orduları bozguna uğradı. İsrail Sina’yı, Batı Şeria’yı ve Golan’ı işgal etti. Golan’ın kaybı Şam için büyük prestij sarsıntısıydı. Çünkü bu tepe hattı İsrail’in kuzeyini gözetler, tehdit eder durumdaydı.
Türkiye o dönemde Arap-İsrail dengesinde dengeci pozisyon almış, Batı ittifakının üyesi olarak İsrail’i tanımış, ama Suriye’nin egemenlik haklarına da mesafeli bir saygı göstermişti. Ankara’nın çizgisi netti: sınır değişiklikleri fiili durumla değil uluslararası hukukla belirlenmelidir.
Suriye lideri Hafız Esad, 1973’te Mısır’la birlikte Yom Kippur Savaşı’nı başlattı. İlk 48 saatte Suriye ordusu Golan’ın bazı bölgelerine girdi. İsrail, beklenmedik kayıplar verdi. Ancak Amerikan hava köprüsü ve Sovyetlerin sınırlı müdahalesiyle savaş dengesi değişti. Sonuç: Suriye, Golan’ın kalıcı olarak İsrail’in kontrolüne geçtiğini kabullendi.
İşte tam bu noktada Türkiye’nin diplomatik tavrı önemliydi. Ankara, savaş sonrası dönemde BM 242 ve 338 sayılı kararların temel alınması gerektiğini savundu. Bu kararlar ne diyordu?
İsrail işgal ettiği topraklardan çekilmeli.
Sınır güvenliği garanti altına alınmalı.
Tüm devletlerin egemenliğine saygı duyulmalı.
Türkiye, o günden beri her platformda bu kararlara atıf yaptı. Çünkü harita mühendisliğinin meşruiyet kazandığı bir bölge, yarın Türkiye’nin güney sınırları için de tehdit doğurur.
1974’te Suriye ve İsrail, BM gözetiminde kısmi bir ateşkes hattı belirledi. İsrail, 1973’te aldığı bazı bölgelerden çekildi. BM tampon bölgesi kuruldu. O dönemde Türkiye, Suriye ile yakınlaşma sürecine girmiş, Şam’ın toprak bütünlüğünü savunan diplomatik dili öne çıkarmıştı.
İsrail 1981’de Golan’ı tek taraflı ilhak etti. Bu, BM Güvenlik Konseyi’nin 497 sayılı kararıyla “yok hükmünde” ilan edildi. Türkiye bu kararı tanımadı. O günden beri Golan’ın statüsü “işgal altındaki Suriye toprağı” olarak anıldı.
Ama diplomatik literatürde kayıtlara geçen her ifade fiiliyatta işlemiyor. Golan, İsrail’in su rezervlerinin %15’ini sağlıyordu. Üstelik Lübnan sınırını, Ürdün Vadisi’ni ve Şam hattını kontrol ediyordu. İsrail güvenlik doktrini artık Golan’ı savunma hattı değil, kalıcı egemenlik sahası olarak tarif etmeye başladı.
2011’de başlayan Suriye iç savaşı bölgenin dengelerini altüst etti. Yüzbinlerce insan öldü, milyonlarca mülteci Türkiye sınırına yığıldı. İran, Rusya, ABD, İsrail ve Türkiye farklı cephelerde dolaylı vekalet savaşlarına girişti. Bu kaosta Golan’ın kaderi iyice dondu.
ABD Başkanı Trump, Golan’ı İsrail toprağı olarak tanıdığını açıkladı. Bu, uluslararası hukuku de facto biçimde delinmiş sayan bir adımdı. Türkiye, Dışişleri Bakanlığı açıklamasıyla karara sert tepki gösterdi. Çünkü sınır tanımaz bir düzenin meşruiyeti dünyaya yayılırsa, yarın başka bölgelerde de örnek alınır.
Aralık 2024’te Colani liderliğindeki cihatçı gruplar Esad’ı devirdi. İsrail bu fırsatı bekliyordu:
“1974 anlaşmasını Esad yönetimiyle imzaladık. Yeni rejim meşruiyetsiz. Dolayısıyla anlaşma hükümsüzdür.”
Ardından Golan’ın resmî ilhakı ilan edildi. BM tampon bölgesi de İsrail güvenlik bölgesi ilan edilerek fiilen işgal edildi.
Suriye’nin bugün sunduğu teklif şudur:
“1974 mutabakatına dönelim. BM gözlem gücü geri gelsin. Fiili kontrol sizde kalsın ama toprak bizim sayılmaya devam etsin.”
Bu teklif, diplomatik nezaket metni olmaktan öteye geçemeyecek. Çünkü Tel Aviv’in tavrı kararlı: Golan artık İsrail’in vazgeçilmez parçasıdır.
Türkiye’nin meseleyi neden kritik gördüğünü anlamak için üç başlığı hatırlamak gerekir:
1. Sınırların dokunulmazlığı ilkesi
Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü daima savunmuştur. Bugün Golan’ın fiili ilhakını kabullenmek, yarın Irak’ta, Kuzey Suriye’de veya Doğu Akdeniz’de başka sınır değişikliklerini tetikler.
2. Uluslararası hukuk düzeni
Türkiye, BM kararlarının esas alınması gerektiğini savunur. Golan’ın ilhakının tanınması, uluslararası hukukun içini boşaltır. Bu, Türkiye’nin güvenlik stratejisini zayıflatır.
3. Bölgesel istikrar
Golan’ın kalıcı biçimde İsrail’e katılması, Lübnan, Ürdün ve Suriye hattını İsrail’in inisiyatifine bırakır. Bu da İran’la yeni cepheleşme riskini artırır, Türkiye’nin Suriye politikasını daha karmaşık hale getirir.
Bugün gerçek şudur:
İsrail geri adım atmaz. ABD’nin desteği, Avrupa’nın sessizliği ve Suriye’nin zayıflığı Tel Aviv’e tarihî fırsat yaratmıştır. Suriye’nin “1974’e dönelim” teklifi masada kalır ama sahada karşılığı olmaz.
Orta Doğu’da taşlar yavaş oynar ama bir kez yerinden oynadığında kimse eski haritayı yerine koyamaz. Golan Tepeleri de bunun en açık örneğidir. Bir toprağın kaderi savaş meydanında mühürlenir. Ama en çok da zihnin haritasında mühürlenir.
Ve o mühür, kolay kolay sökülmez.
...Dostlar, hayat dediğimiz şey çoğu zaman küçük ayrıntılarda saklıdır. Bir çocuğun gülüşünde, bir annenin umutla beklediği haberde, bir hastanın iyileşme hayallerinde. Biyoteknoloji işte tam da bu anlarda karşımıza çıkıyor. Bilim insanları laboratuvarlarda çalışıyor olabilir ama bu işin sonucu bizim hayatlarımızda yazılıyor.
Düşünsene, bir doktor karşına geçip diyor ki: “Bu tedavi sadece sana özel.” Kulağa basit geliyor, değil mi? Ama bu, insanlık için yepyeni bir dönem.
Eskiden herkes için aynı ilaç, aynı yöntem vardı. Şimdi biyoteknoloji diyor ki: “Herkesin hikayesi farklı, tedavisi de öyle olmalı.” Bu insana iyi geliyor. Çünkü bu, bize değer verildiğini hatırlatıyor.
Geçenlerde bir arkadaşım anlattı. Dedesi için özel bir gen tedavisi bulmuşlar. Yıllardır umutsuz bekleyen aile, şimdi yeniden gülümsüyor. O dedenin torununa sarıldığı anda biyoteknoloji kendini gösteriyor. Bir çocuğun kanserden kurtulduğu, bir ailenin umutla dolduğu her an, bu bilimin sessiz zaferi.
Elbette biyoteknoloji yalnızca hastanelerde değil. Kuraklığa dirençli tohumlar, daha az suyla daha çok mahsul veren bitkiler geliştiriliyor. Dünya 8 milyarı geçti, herkesin karnı doymalı. Biyoteknoloji tarımı dönüştürüyor, hem de toprağı yormadan. Sürdürülebilirlik kulağa hoş geliyor ama asıl mesele şu: Çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak.
Biyoteknoloji bugün hayatımıza öyle bir giriyor ki, bazen kendimizi bir makinenin parçası gibi hissetmeye başlıyoruz. Akıllı saatlerimiz kalp atışımızı, uyku düzenimizi ölçüyor. Belki bir gün daha da ileri gidecek. Biz düşünmeden vücudumuz tepki verecek. Belki bizden önce karar alacak.
Bir algoritma “Bu ilacı kullanamazsın, sistem uygun görmedi” derse ne yapacağız? Ya da bir cihaz, senin yerine hangi tedaviyi alacağına karar verirse? İşte burada durup düşünmek gerekiyor.
Çünkü biyoteknoloji insanı iyileştiriyor ama aynı zamanda insanı bir veri yığınına dönüştürme riski taşıyor. Her şey ölçülüyor, her şey kaydediliyor. Bir gün "insan" olmanın sınırlarını biz değil, sistemler çizmeye başlarsa ne olur?
Ama umut her zaman daha güçlü. Dilek Gürsoy’un hikayesi bunun en güzel örneği. Avrupa’da yapay kalp naklini gerçekleştiren ilk kadın cerrah, bir Türk doktor. Almanya, Avusturya ve İsviçre’de verilen Alman Tıp Ödülü’nü aldı.
Bir insanın kalbi artık bir cihazla atıyor, ama o cihazın başında Dilek Gürsoy gibi bir doktor var. Biyoteknoloji insanı robota dönüştürebilir ama bazen bir insan da bir kalbe yeniden umut verebilir.
Türkiye’de bu alanda çalışan gençler var. Bilim insanları, girişimciler… Ama mesele sadece teknoloji üretmek değil, bu teknolojiyi insan için kullanmak. Çünkü teknoloji insanı anlamadan büyürse, biz kendimize yabancılaşırız.
Biyoteknoloji bize diyor ki: “Çok şey yapabilirsin!” Ama asıl soru şu: Bu kadar şeyi yaparken kendimizi ne kadar hatırlıyoruz? Teknoloji hızla ilerliyor, bazen bizden önce düşünüyor, bazen bizden önce karar veriyor.
Biyoteknoloji bizi iyileştirirken biz insanlığımızı kaybetmemeliyiz.
Küçük bir fikir, küçük bir adım bazen bir hayatı değiştirir. Bir çocuk kanserden kurtulduğunda, bir çiftçi kurak bir mevsimde mahsul aldığında, bir insan yapay bir kalple yaşamaya devam ettiğinde, o zincirin bir yerinde belki biz de oluruz.
Ama şunu unutmayalım: Biyoteknoloji kalbimize kadar giriyor, ama asıl mesele, o kalbin insanlığını korumak…
Haftaya Cuma görüşmek üzere, sağlık, sıhhat ve afiyetle kalın…
...
Geçtiğimiz günlerde arkadaşının kalp krizi geçirdiğini gören adam, 2 dakika arayla kalp krizi geçirdi. Vatandaşlar yaygın olarak görülen kalp krizinin nedenlerini araştırmaya başladı. Bu olay bana bir kez daha kalp krizinin ne kadar sessiz, ne kadar hızlı geldiğini bir kez daha hatırlattı. Peş peşe kalp krizi geçirerek ölen kişilerin yaşadığı durum sonrası kalp krizi bulaşıcı mı? Sorusu sorulmaya başlandı. Bir kalp krizinin bulaşıcı olmadığını bilmek rahatlatıcı, ancak sessiz tehlikeyi de görmezden gelmemek lazım.
75 yaşındaki telsiz operatörü kalp krizi geçirirken, mesai arkadaşı da yardım edemeden fenalaşarak yere yığıldı. Bu görüntüler kalp krizini tetikleyen durumlar, bulaşıcı olup olmadığı araştırıldı.
Kalp krizi bulaşıcı değil, ama farkındalık bulaşıcı olabilir. Çünkü o an geldiğinde, bir kişinin hayatını kurtarmak için gerekli ilk yardım müdahaleleri yapılmalıdır. Kalp krizinin ortasında çaresizlik, aşırı stres yaralının hayatını kaybetmesine neden olur.
Stres, kötü beslenme, sigara, hareketsizlik gibi alışkanlıklar damarlarımızı sessizce tıkıyor ve bir gün, hiç beklenmedik anda hayatımız alt üst olabiliyor. Peki, kalp krizi bu kadar yaygınlaşmışken, bu tür durumlarda neler yapmalıyız? Hemen acil servisi aramalı, hasta rahat bir pozisyonda yatırılmalıdır. Kalp krizinin zamanla yarışılan bir hastalık olduğu da unutulmamalıdır.
...Düşünsene...
Yapay zeka seninle çay kahve içiyor, muhabbet ediyor, hayatını kolaylaştırıyor. Sabah sana hava durumunu söylüyor, akşam ne izleyeceğine karar veriyor. E sen de diyorsun ki: “Bu zeka harbi harbi adil.”
Ama dur bi.
Gerçekten öyle mi?
Zekası Var Ama Vicdanı Kimin?
Yapay zeka dedikleri şey aslında çok hızlı ezber yapan bir süper papağan. Ama kimden öğreniyor? Kime hizmet ediyor? Hangi dilde, hangi ahlakta, hangi çıkar için çalışıyor?
Mesele sadece veri değil, kimin verisiyle, hangi niyetle ve kim için eğitildiği.
Yani bu işin sonunda adalet değil, menfaat varsa?
Geçmiş olsun, senin kahve arkadaşın aslında seni kimin adına fişleyen gizli ajan olabilir.
Diyelim ki; Bmw aldın. Mükemmel mühendislik, Alman disiplini, yolda asalet…
Ama aynı bmw, Avrupa’da koltuk ısıtmalı geliyor, yada başka bir çok özellik hatta kumaşı bile daha kaliteli. Türkiye’de ise bazı özellikler aktif edilmemiş olarak. Yani donanım var ama yazılım yok. Çünkü; pazar politikası.
Yani diyorlar ki; hak ettiklerine veririz, diğerlerine kırıntı.
Bu örneği al, yapay zekaya koy:
Avrupa’daki kullanıcı en gelişmiş AI önerilerini alırken, Türkiye’deki kullanıcı daha basit ve gecikmeli bir versiyonla yetinirse…
Buna ne demeli! Peki ne oluyor? Adil mi bu? Yoksa Dijital Neokolonyalizm mi?
Dünya Vatandaşlığı mı, Dijital Apartheid mı?
Her şey beyaz ırk senaryosu mu? Hep anlatıyorlar: Yapay zeka globaldir, her yerde aynı çalışır, tarafsızdır.
Güldürmeyin insanı.
Yapay zeka, tıpkı bir devlet gibi politikaya sahiptir.
Ve bazen, bu zekanın beyni senin problemlerine değil, sana benzeyen insanların kontrolüne odaklanır. Senin ekonomik davranışlarını analiz eder, sana uygun reklam sunar ama aynı zamanda tutumlarını şekillendirecek içerikleri filtreleyebilir.
Mesela; arama sonuçlarında bazı görüşler daha çok gösterilir, bazıları gizlenir.
Bazı ülkelerde AI sohbetleri özgürdür, bazı ülkelerde "politik doğruculuk"la sansürlüdür.
Bazı halklar yapay zekayı geliştirme hakkına sahiptir, bazıları sadece tüketir.
İşte bu yüzden, yapay zeka algoritmaları tarafsız değil, taraflı olabilir.
Hem de öyle sinsi ki, fark ettiğinde iş işten geçmiş olur.
İşlerine Geldiğinde Mi Adil?
Sana bugün bir yapay zeka aracı sunuluyor. Evet, müthiş yetenekli: video yapıyor, kod yazıyor, şarkı besteliyor. Ama bu araç, yarın kapatılsa ya da sana özel bir eksik mod sunulsa ne olacak?
Tarihte bunun örnekleri var! Gelişmiş ülkeler, bazı teknolojileri savaş riski gerekçesiyle başka ülkelere vermedi. Yazılım şirketleri bazı uygulamaları ülkelere göre kısıtladı.Olmadı mı? Google Türkiye'de yarım gün yavaşlatıldı ve insanlar ne yapacağını şaşırdı. Dikkat et sadece yavaşlatıldı diyorum. Kripto cüzdanlar, bazı bölgelere erişim kapattı.
Yani "adil kullanım" dedikleri şey, aslında güç sahiplerinin lütfu olabilir.
Sen ya da senin ülken, bir gün "uygun kullanıcı" listesinde olmazsa ne olacak?
Düşünsene...
Yazılım desteğin kesiliyor. AI asistanın cevap vermemeye başlıyor. Günlük kullandığın tüm araçlar birden sana soğuk davranıyor. Kendi ülkende kendi verilerinle büyümüş bir sistem, sana; sen artık dışarıdasın diyebilir.
Bunu kim denetleyecek?
Bir uluslararası yasa mı? Yok.
Yerli alternatifin mi? Belki ama henüz çocuk yaşta.
Şaka maka bir tarafa, bu ciddi bir mesele! Yapay zeka bize hizmet ediyor dedik, ama belki de biz ona çay taşıyoruz. Kendi ellerimizle büyüttüğümüz bu zeki robot, ileride kimlerin yanında duracağına kendi karar verirse, biz sadece arka planda kalan piyonlar belki de köleler mi olacağız. Yani, oyunun içinde olup kontrolü kaybetmiş oyuncular.
Matrix filminde olduğu gibi insanlık yapay zekanın pili, enerjisi mi olacak.
Peki ne yapmalı?
Kendi yapay zekamızı üretmeliyiz.
Sadece kullanarak değil, tasarlayarak özgürleşebiliriz. Veri politikamıza sahip çıkmalıyız. Unutma, ne verirsen onu öğreniyor. Ne verirsen o oluyor. Uluslararası etik ve denetim sistemleri talep etmeliyiz. Yoksa "adalet" dediğin şey, sadece premium üyeliğe sahip ülkelere özel olur.
Kendi sorularımızı sormalı, kendi doğrularımızı yazmalıyız.
Yoksa başkasının algoritmasında figüran oluruz.
Yapay zeka...
Ne melek, ne şeytan.
Ama kesin olan şu:
Adil olması, kimin elinde olduğuna bağlı.
Bmw örneğinde olduğu gibi, donanım var ama yazılım eksikse, sen sadece potansiyelinle avunursun. O yüzden, sana sunulanı değil, arka plandaki niyeti de sorgula.
Çünkü bu zeka, şimdilik dost…
Ama yarın kimin tarafında olur bilinmez.
Şimdi gerçek soruyu sorayım:
“Sen sandığın kadar özgür müsün?”
Yoksa seni de Beta kullanıcı diye mi etiketlediler?
Hadi! şimdi bunu diğer yazıma kadar düşün...
...Antalya-Gazipaşa, İzmir-Menderes-Kuyucak-Doğanbey, Manisa-Akhisar, Muğla-Bodrum, Hatay-Antakya…
Türkiye bir kez daha cayır cayır yanıyor.
Ülkenin dört bir yanından yükselen dumanlar, sadece ağaçları değil; içimizi, nefesimizi, geleceğimizi de kül ediyor.
Cuma gününden bu yana tam 342 yangın çıktı!
Antakya’daki yangın, yakın geçmişte depremin acısını yaşayan insanların üzerine şimdi bir de ateşin ağırlığı yükledi.
Kuvvetli rüzgarın etkisiyle alevler yerleşim yerlerine kadar ulaştı.
Yüzlerce konut, iş yeri, ahır…
İnsanların emeği, hayvanların canı yok oldu.
50 binin üzerinde vatandaş, geçici olarak güvenli bölgelere tahliye edildi.
Helikopterler, arazözler, su ikmal araçları yangınları söndürmeye çalışıyor.
Ama unutmamamız gereken bir gerçek var: Yangın bittikten sonra ağaçlar geri gelmiyor, ormanlar bir günde yeniden yeşermiyor.
Ve biz her yaz aynı kabusu yaşamaya devam ediyoruz!
Bu ülke hepimizin.
Ormanlar sadece ağaç değil;
Su, oksijen, canlı yaşamı demek,
Ve en önemlisi: Gelecek demek!
Artık bilimsel planlamalarla bu felaketlerin önüne geçmek zorundayız.
Artık “Ciğerimiz yanıyor” diye haykırmayalım.
Çünkü yanan yalnızca orman değil… Geleceğimizin ta kendisi!
...Günümüzdeki kuru kalabalığa bir hatırlatma olarak Christopher Thomas Knight yeniden ele alıyoruz. Thomas adeta seçici yalnızlığı için ailesini ve kurulu düzenini terk edip yalnız başına bir ormanda 27 yıl boyunca yaşadı.
İlk çağ insanları gibi çadır yapan avlanan Thomas, insanların kendisini bulacağı tüm alternatif durumlardı da yok etti. Mesela ateş yakmadı, 20 derece altına düşen sıcaklıklarda uyudu ve doygunluk hissi tamamlanacak şekilde beslendi.
Kimseyle konuşmadı uzak durdu iletişim kanallarını kapattı. Kendini doğanın kucağına bıraktı. Hayalet gibi yaşadı ama aslında o hayalet değil insan gibi yaşadı. Zeki güçlü bilge olan Thomas yalnızlığın kendisinde bıraktığı muazzam mutluluğu seçti.
Huzurlu zihni parlak olan Thomas 2013 yılında ilk kez yakalandı ve birçok uzman tarafından kontrol edildi. Psikolojik ya da nörolojik herhangi bir durumu yoktu.
Tehlikeli psikopat herhangi olumsuz hiçbir durumu yoktu. Yalnız kalmak onun ilkesiydi ve tüm yaptıklarını özetleyen o cümleyi kurdu: “Hiçbir şeyim olmadığında kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim.”
Birçok kurum kuruluş kendisiyle belgesel film çekmek ve röportaj yapmak istedi. Ancak bir gazeteciyi tek kabul etti. Şöhretten uzak durdu ve yeniden yalnız kaldı. Bilim insanları insanların birçok hastalığının alt sekmentinde bunalım şehir hayatı ekonomik politikalarla beraber aile ve toplumsal baskılamalar olduğunu Thomas üzerinden kanıtladı. Çünkü fizyolojik olarak Thomas hiç hastalanmamış depresyona girmemiş ve kendiyle mutluydu. Mutluluk dışarıda değil içerideydi.
Bir zamanlar tarihin sayfaları kanla yazılırdı. Kılıçlar şakırdar, şehirler kuşatılır, imparatorluklar çökerdi. 21. yüzyılın şafağında ise bu kaba kuvvet hikayesi yerini sessiz, yapay zeka destekli, stratejik bir güç gösterisine bıraktı. Artık tanklar değil teknoloji devleti kuruyor, askerler yerine vizyoner milyarderler konuşlandırılıyor. Ve bombalar patlamıyor, anlaşmalar imzalanıyor.
Hoş şu sıralar İsrail ve İran arasında dönen olaylar tersini hala gösterse de, onda bile Trump'ın aslında teknolojik güç gösterisi ( B2 leri kastediyorum) sonrası işler yavaşladı yada bir nevi ayar verildi diyebiliriz.
Donald Trump, Elon Musk ve Sam Altman’ın Suudi Arabistan’daki “sessiz fetih” turunu duymuş , görmüşsünüzdür.
Suudi Arabistan, petrolün logosuydu. Deri ceketli vizyonerler gaza gelip “dünya petrol bitiyor” dedikçe, Riyad’ın kasasına usd akardı. Fakat petrol çağı yavaşça kapanırken, Arap krallığı kendini hızla “teknoloji, sürdürülebilirlik, uzay” üçgenine yönlendirdi. İşte tam bu noktada Trump, Musk ve Altman’la birlikte milyar dolarlık anlaşmalara imzalar atıldı. Bu anlaşmalar sadece ticari değil, stratejik; “Biz sizi daha zengin, refah içindeki Suudi Arabistan yapacağız. Peki ya siz bize devrimsel pazarlar verir misiniz?”
Global ekonomide dijital ekonomi payı son dönemde %25’e yaklaştı. Yapay zeka pazarının 2030’da 1,8 trilyon dolar olması bekleniyor. Sürdürülebilir enerjiye 2024'ün ilk çeyreğinde dünya genelinde 400 milyar dolardan fazla bir kaynak aktı. Yani artık güç, petrol değil, kod üretmek için kapasiteye, yeşil enerjiye, yapay zekaya sahip olmakta.
Bu üçlü, aslında Suudileri fethetmiyor; geleceği fethediyor. Suudi Arabistan’ın “Vizyon 2030”u ters dönmüş bir ekonomi modeli değil. İçinde:
Kendi uzay ajansı ve Ay & Mars projeleri,
Sanal şehirler, dijital sağlık sistemleri,
Hidrojen, nükleer elektrik santralleri,
Genetik tıp altyapısı… Bla bla bla...
Sabah kalktığında bir avatarın sana “Bugün ruh halini optimize edelim” diye seslenebildiği bir ülke. İşte bu Fetih: Bir ülkenin sistemlerine, kültürüne, geleceğine nüfuz etme.
Elon Musk, “Mars’ta kahvaltı yapacağız” diyor. Trump, “Ben anlaşma uzmanıyım, dünya beni biliyor” pozuyla jet sosyetesini mest ediyor. Sam Altman desen, AI dünyasının kralı; minimum bütçe, maksimum sonuçla insanlığın dijital omurgasını şekillendiriyor.
Bu üçlüyle Riyad’da yapılan dansın ritmik ama bir o kadar da stratejik hamleleri şöyle ki;
Tesla & SpaceX’e yıllar sürecek Suudi finansmanı,
OpenAI ile yapay zeka uygulamalarına “krallık düzeyde” yatırım,
Politik mecralarda “Gücümüz yetiyorsa Arap ülkelerinde kodla yönlendirelim” sinyali.
Tarih Kitabı Kodlarla Yazılıyor
Eskiden fatihler sınır değiştirirdi; şimdi sınırları dijitalleşme, sürdürülebilir enerji, uzay projeleri çiziyor. Örneğin birkaç yıl içinde Suudi üniversiteler:
“Metaverse Mescidi” açabilir, ki benim de benzer projelerim var :)
Suudi kripto para ya da yeni nesil dijital ödeme şekilleri gündeme gelebilir,
Sağlık sistemlerinin yapay zekayla yönlendirildiği “kişiselleştirilmiş tıp devrimi” yapılabilir.
Bunlar; toprak fethetmek değil ama insan zihinlerini, teknolojiyle, kültürle ve ekonomiyle fethetmek demek.
Tabii, bu durumun bir gölgesi de var:
Bir ülke teknolojik altyapısını dışa ne kadar açabilir?
Özerkliği derinlemesine mi kaybeder?
AI sistemlerine bağımlı oldukça, verisi üzerinden dışarıya karşı ne kadar kırılgan hale gelir?
Yani bir yandan “gelecek parlak”, diğer yandan “bağımsızlık bu kadar mı ucuzdur?” deniyor.
Eski fatihler atla gelir, kılıç sallardı. Yeni fatihler ise özel jetle iniyor, burun kıvırmadan belki gülen bir tweet atıyor. Şakacı adamlar olmuş insanlar artık:
Artık yeni bir cüzdan, yeni bir enerji türü, AI destekli bir sağlık sistemi fethediyor ülkeleri. Ve bunu biz “ülke fethediyor” diye algılamıyoruz bile. Sadece “Kim kimi daha çok zengin etti” diye konuşuyoruz.
Yeni dünya, yeni fatihler…
Eskiden imparatorluklar kılıçla, bugün teknoloji ile fethediliyor.
Ülkelerin kaderi artık teknoloji mimarlarının elinde.
Kontrol mü? Bağımlılık mı?
Yoksa dijital egemenlik mi?
Çünkü modern fetih, ne kadar zengin ettiğinle değil, ne kadar özgün kalabildiğinle ölçülüyor artık.
3 kişinin özel jetle bir ülkeye ayak basıp, el üstünde ağırlanıp, gümüş tepsiyle sunulduğu günleri de gördük çok şükür!
Ege’de geçmişten geleceğe bir yol ve lezzet çağrısı “Efeler Yolu”
İzmir’i çevreleyen dağların topraklarında bir yürüyüş düşünün. Hele o toprak, bir efenin ayak izini taşıyorsa… İzmir’in bereketli topraklarına dağların sessiz bilgeliği ve rüzgârın taşıdığı kekik kokusu da eklenince Efeler Yolu, doğayı adımlayanların, kültürün nabzını tutanların ve lezzetin peşine düşenlerin yürüyüş yolu oluverir.
Tabi ki toprağa dokunmadan, ürünlerini tatmadan ve onu hissetmeden yapılan hiçbir yürüyüş bence tam sayılmaz. İşte Efeler Yolu da toprak ve gastronomiyle hemhal olan bir yol yürüyüşü…
Gastronomi odaklı Efeler Yolu, İzmir Valiliği’nin öncülüğünde düzenleniyor ve bu kadim yolculuk bölgenin yerel lezzetlerini sofraya taşımakla kalmıyor; bir milletin ruhunu tabaklara ve yepyeni hikâyelere işliyor.
TURYİD Yönetim Kurulu Üyesi ve gastronomi dünyasının önemli simalarından Ebru Koralı beni arayıp “Efeler Yolu” basın gezisine gelir misin deyince hemen kabul ettim. Çünkü biliyordum ki Ebru hanımla yola çıkılan her proje muhteşem bir içeriğe sahip oluyor. Bu da böyle oldu. Gezi rotamız ve yediğimiz şahane yerel lezzetler beklediğimden fazlasını verdi bana. Ancak gezi sırasında ufak bir rahatsızlanma yaşayıp acilde soluğu almasam, doya doya bir İzmir Efeler Yolu gezisi yaşayacaktım. Neyse sağlık olsun diyelim.
Bu arada gezide olan duayen gazeteci abim Celal Toprak bir an olsun bu rahatsızlığım süresince beni yalnız bırakmadı. Kalpten teşekkürlerimi iletiyorum. Böyle kritik zamanlarda gerçek dostluk anlaşılıyor demek ki!
Geçmişin kokusuyla Lübbey’den Birgi’ye,
Gezinin ilk gününün sabahında, güneş Lübbey’in taş duvarlı, terkedilmiş evlerine vurduğunda, yalnızlık bile hürmetle susar. “Hayalet Köy” olarak bilinen Lübbey, aslında konuşan bir geçmişin yankısı… Taşlar dile gelse, bir efeyi, bir anayı, bir çobanın türkü dolu yalnızlığını anlatır. İşte bu yankının ortasında başlayan yolculuk, Ödemiş’in kalbine, Kent Arşivi’nin raflarında saklanan yüzyılların bilgeliğine uğrayarak Birgi’ye uzanıyor. İstanbul’a da getirdiğim odun ateşinde pişen nohut mayalı ekmekler, karın doyurmakla kalmaz geçmişin hatırasını dumanıyla bize takdim eder.
Efelerin gösterisi
İzmir Valisi Dr. Süleyman Elban’ın ev sahipliğinde, üç asırlık tarihî Çakırağa Konağı’nda düzenlenen akşam yemeği; yüzyıllık çınarların gölgesinde kurulan zarif sofrada, Şef Osman Sezener’in menüsünden yükselen nefis lezzetlerle bezeli bir yemekti. Gecenin ruhunu ise, adeta sert adımlarıyla zamanı yaran efelerin oyunu taçlandırdı. Adımları, tarihin kalbinde atan birer nabız gibiydi. Onlar yeri dövdükçe, geçmişe bir selam, geleceğe bir umut yayılıyordu sanki. Yanlarındaki küçük efelerle birleşen bu gösteri, şahane bir sahne olmasının ötesinde kuşaklar arası bir mirasın sergisi gibiydi.
Proje bir vizyon sunuyor
Akşam yemeğinde İzmir valisi Sayın Dr. Süleyman Elban’ın da dediği gibi İzmir’in sahilinden çıkıp dağlara doğru ilerlediğinizde orada bambaşka hayatlar, lezzetler ve tarih göreceksiniz. İşte Efeler Yolu projesi tam da bunu ortaya çıkarmayı hedefliyor.
Vali Elban’ın “Bu havza, doğal ürünleriyle, tarihi dokusuyla ve gastronomisiyle eşsiz… Bu güzelliklerin korunarak ekonomiye kazandırılması, kırsal kalkınma için bir köprüdür.” sözleri, toprağın hikâyesine inanan bir yürüyüşçü edasıyla söyleniyor gibiydi.
Ahilikle yoğrulan Tire pazarı
Ertesi gün Tire’de açılan 650 yıllık Ahilik geleneğiyle bütünleşmiş pazar duasına şahit olmak, yüzyılların ticaret ahlakını bugüne taşıyordu sanki. Türkiye’nin en büyük açık pazarına sahip Tire’de 2 bin tezgâhın her biri, bir annenin duası veya bir babanın alın teriydi.
Ali Usta’da Tak Tak Kebabı ve Tandır Çorbası, Tire Süt Kooperatifi’ndeki çeşit çeşit peynirler, Kaplan Köyü’nde ise nefis yöresel yemekler ve Tire köftesi hepsi ayrı birer lezzet şaheseri oldu benim için.
Efeler Yolu, Bornova’dan başlayarak 513 kilometre boyunca 27 etapta ilerleyen, her adımı anlam taşıyan bir yürüyüş rotası
Nif Dağı’ndan Bozdağlara, Kiraz’ın yaylalarından Meryemana’ya uzanan bu yol, bir doğa yürüyüşü… Bu yol, Avrupa Konseyi’nin “Yaylacılık Patikaları” ağına dahil. Green Destinations “Top 100 Stories” listesine girmesi ve Lonely Planet rehberinde yer bulması, yerelin küreselle buluştuğu anlamına geliyor. Her etabın bir köyde sonlanması, yürüyüşçünün dağda değil de köyde kalmasını sağlıyor, hem dinlenmesi hem de o kültürle tanışması için.
Prof. Dr. Özgür Özkaya’nın ifadesiyle, bu yol efe-zeybek kültürünün kalbi... Efeler Yolu, bir pasaport ve mühür sistemiyle iz bırakır. Adımların kaybolmadığı, hatıraların taşlara işlendiği bir rota
Yürüyüş rotasından sofraya
Efeler Yolu, hayalin ete kemiğe bürünmüş bir hâli ve gastronomi de bu yolun bir anlatımı... Çünkü yemek bir halkın dili, her tabak da bu coğrafyanın bir sayfası... Bu toprakta her yürüyüş bir iz bırakır ve her tat da bir hikâye taşır.
...Geçtiğimiz günlerde CHP’nin şaibeli kurultay haberleri üstüne editör arkadaşlarımla analize daldık. Malum, son 15 yılda "Nasıl bir zamanda bu mesleği yapıyoruz!" diyecek cinsten olaylara şahit olduk…
Sonra bir ara ağzımdan şu kelimeler çıktı:
“Muharrem İnce de cumhurbaşkanı adayı olmuştu değil mi?”
Evet olmuştu. Mitingde sahnede bisiklete bile binmişti….
Politik girizgah yaptım ama subliminal mesajım bambaşka…
Bilgi akışı ve kirliliği içerisinde ne denli sağlıklı ruha sahip olabiliriz diye hiç düşündünüz mü?
Gazetecilik, çoğu zaman sadece bilgiye ulaşmak değil, bilgiyle birlikte bir hakikati de kovalamaktır. Herkes bir şey söylüyor. Ama kimse gerçekten bir şey demiyor.
Biz gazeteciler, zaman zaman kendimizi olaylar karşısında değil, o olayların gölgesinde yaşarken buluyoruz.
Fakat asıl soru şu: Biz tüm bu dalgaların içinde nasıl ayakta kalıyoruz?
Hatırlamak zorunda bile olmadığımız bazı detayları hatırladığımızda, aslında neyi kaybettiğimizi fark ediyoruz: Zihinsel filtremizi.
İnsan, sürekli değişen gündemin içinde sabit kalamaz.
Bir yerde ya duyarsızlaşır, ya da kendi iç sesini kaybeder.
İşte tam da bu yüzden, gündemden önce kendimizi güncellemeliyiz.
Zihinsel detoksa, duygusal filtrelemeye, dijital sessizliklere ihtiyacımız var.
Çünkü bilgi çok ama anlam az.
Ve bazen hiçbir şey söylemeyen bir sessizlik, her şey söyleyen bir kalabalıktan daha güvenilirdir.
...