Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Bu sezon diziler çekim yerlerini İstanbul dışında tercih etti. Uzak Şehir dizisiyle başlayan furyanın önümüzdeki sezonda da devam etmesi bekleniyor. Turistik belgelerin bilinirliği son zamanlarda diziler sayesinde oldu. Geçmişte Asmalı Konak daha sonra ise Sıla dizisiyle başlayan düzen son olarak Uzak Şehir ile devam etti.
Uzak şehir dizisi son zamanların en çok konuşulan yapımlarından biri oldu. Mardin’de çekilen dizi için birçok turist Mardin’e akın etti. En taze taze yapım ise Taşacak Bu Deniz oldu.
Peki son dönemde İstanbul dışı işler neden daha çok tutuyor? Uzak Şehir ve Taşacak Bu Deniz dizilerinde kıyı köyleri, doğası, kültürü izleyenlerinde dikkatini çekiyor. İzlediğimiz diziler televizyon başında görüp bizi bilet almaya itiyor.
Son olarak Trabzon’da çekilen Taşacak Bu Deniz dizisi yeşilin ve mavinin içinde barındırdığı doğal güzelliler çeşitli hikayelerle ekrana taşınıyor. Bazen bir dizi belki de belediyenin yıllarca uğraştığı tanıtımdan daha etkili bir araç bile olabiliyor.
Artık şehirler kendilerini doğru yansıtacak senaryo ile birleştiğinde turizme hatırı sayılır bir katkı sağlıyor. Bazen de insanı bir şehre gitmeye iten şey, yansıtılan duygular olabilir. Bir dizinin başarısı turizme hızla yansır. Uzak Şehir ve Taşacak dizilerinde görüldüğü gibi. Turizm artıkça esnafın yüzü güler, oteller dolar en önemlisi de sokaklar yeniden hareketlenir.
...Daha düne kadar siber saldırılar kablolardan yapılırdı; sunucular yanar, sistemler kilitlenir, sonunda ekran kararır ve sistemleri formatlamak atmak zorunda kalırdık.
Bugün ise çok daha sessiz ve bir o kadar da tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz dostlar. Çünkü çağımızda yapılan saldırıların hedefi kökten değişiyor. Yani, bu yüzyılda yapılacak saldırılar sadece mala, mülke değil, doğrudan canlıya yapılacak. Yanlış duymadınız. Canlıya saldırı... İnsanın tüylerini diken diken eden sözler bunlar ama şuan bu gelişmelerin de kimse farkında değil...
Evet, dünyamıza yeni bir kavram soktular. Adına da “Biyolojik Siber Saldırı” dediler. Diyorum ya henüz ülkem medyasının manşetlerinde göremiyoruz belki ama akademik makalelerde, istihbarat raporlarında ve devlet iç yazışmalarında sıkça adı geçiyor. Gelişen ve dönüşen dünyamızda daha çok insanı yaşatmak için değil, daha çok insanı yok etmek için yeni bir cephe açma yarışı hız kesmeden devam ediyor. Dolayısıyla da açılan bu yeni cephede savaşların tarzı da tamamen değişiyor.
Yazımın başında da anlattığım gibi, klasik siber saldırıların amacı netti! Ya verilerinizi çalmak ya sistemlerinizi kilitlemek ya da sizi çevrimdışı bırakırlardı. Bu da en fazla ekonomik veya operasyonel bir zarar verirdi ki canımız sağ olsun der geçerdik. Ancak yeni saldırı biçimleri bambaşka yerlere doğru kayıyor. Açık açık diyorlar ki: “Seni hasta edebilirim.” İstersem “Tarımını bozabilirim.” Hatta “Ekinini, hayvanını, ekonomini bile çökertebilirim.”
Peki bunu gerçekten yapabilirler mi? Evet. Yapabilirler. Bu yüzden siz okuyucularımı bu hususta geçen hafta kaleme aldığım: “Doğa Bir Kitapsa, Yapay Zekâ O Sayfaları Yeniden Yazıyor” başlıkla makaleyle, yapay zekâ modellerinin genom dizilimleri üretebildiğini, protein yapıları tasarlayabildiğini, mikroorganizma davranışlarını saniyeler içinde simüle edebildiğini anlatmaya çalıştım. Doğrusu bu bilimsel gelişmelerin hâlâ bir nimet olduğunu düşünüyorum düşünmesine de ya kötü niyetliler için bu gelişmeler ölümcül bir fırsata dönüşürse ne olacak?
İşte, Oxford Üniversitesi’nden Johns Hopkins’e kadar yayımlanan makalelerde “AI-assisted dual use risk” başlığıyla söz konusu durumla ilgili açıkça tartışmalar yapılıyor. Hatta ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü, Dünya Sağlık Örgütü ve MIT Broad Institute’un raporlarında şöyle bir uyarı net bir biçimde geçiyor: “Yapay zekâ destekli biyoteknolojiler, biyolojik tehditlerin ölçeğini ve hızını ciddi biçimde artırabilir.” Duydunuz mu? Burada anlatılan şey, laboratuvarda saniyeler içinde tasarlanan, davranışı simüle edilmiş ve kötü amaçla hazırlanmış bir organizma yapabilirler! Ve en korkuncu da böyle bir şeyi yapıp, bir ülkenin tarımını, hayvancılığını yok etmeye yeltenseler, yapılacak saldırın izi bile bulunamayacak… Çünkü bu klasik siber saldırılar gibi IP adreslerinde veya log kayıtlarında kalan bir şey değil.
Bazı ülkelerde konuyla ilgili çok kritik dönüşümler yaşanıyor. Örneğin, ABD Savunma Bakanlığı, yine İngiltere Ulusal Siber Güvenlik Merkezi ve İsrail’in ilgili güvenlik birimleri siber güvenliği yalnızca “dijital” bir mesele olarak görmüyor. Ve bunun için, Biyo-Siber Güvenlik Entegrasyonu birimi kurarak, yapay zekâ, biyoteknoloji ve ulusal güvenliği birlikte ele alıyor. “Kim, hangi dizilimi üretiyor?”, “Hangi yapay zekâ modeli neyi simüle ediyor?”, “Bu çalışmalar hangi etik ve hukuki sınırlarda yapılıyor?” gibi sorulara cevaplar arayan bu masalar artık akademik sorular değil; doğrudan ulusal beka sorunu görülerek hepsi bir masada ortak hareket ettiriliyor.
Türkiye’nin güçlü bir siber güvenlik birikimi olduğunu, savunma sanayisinde yetişen kıymetli insan kaynağımız olduğunu biliyorum. Üniversitelerde biyoteknoloji alanlarında çalışmalar yürütüldüğünü de biliyorum. Ama bu üç alanda tek bir stratejik aklın bir arada olmasının fark oluşturacağı düşüncesindeyim. Ülkemiz bu tabloya göre, hareket ederek, siber ordu anlayışımızın biyolojik güvenlikle hızlı biçimde entegre edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yarın tehdidin kaynağı bir virüs değil, bir kod-protein hibriti olabileceği gerçeğiyle yüzleşmeden tedbirli olunması gerektiğinin altını çiziyorum. Dünyada yaşanan bu yeni gelişmelere sessiz kalmamız gerekiyor.
Görünen o ki geleceğin savaşları sadece bomba ve füzelerle değil, laboratuvarlarda yazılan kodlarla da yapılacak. Biyolojik siber saldırılar belki başlamadı ama hazırlıklarının başladığına adım kadar eminim. Ve bu alanda geç kalmak, yapabileceğimiz en büyük hatalardan biri olur.
Haftaya tekrar görüşmek üzere hoşça kalın…
...Büyük temizlik devri başladı, farkında mısınız? Yıllardır farklı yollardan cep dolduran ve bunu normalleştiren herkesin ensesinde son günlerde adeta boza pişiyor. Bu iyi bir şey mi? Elbette iyi bir şey. Çünkü ekonomik ayrımcılığa da ayrıca neden oluyordu. Yasal olmayan yollarla gelir elde eden ve bunu halkın gözünün içine baka baka yiyen kesimin yanı sıra; gençlerimizi, çocuklarımızı, zihinlerimizi kirleten diğerleri için de çok şükür ciddi operasyonlar başladı.
Ülkemizde adeta ne kadar hain varsa tek tek ortaya çıkıyor. Yıllarca terörle mücadele etmekten içerideki hainlere zaman kalmamıştı. Şimdi ise içimizdeki hainleri, sapkınları, ahlaksızları, hırsızları temizleme vakti. Adım adım ilerlenen bu yolda kim varsa kontrollü olarak ortaya çıkacak, çok yakın zamanda hem de. Çünkü gerçekten ciddi bir temizliğe ihtiyacımız var. Bu ülkeye resmen çamaşır suyuyla, kimyasallarla girip detaylı temizlik yapılması lazım.
Mesela... Müzik piyasasındaki adam ne kazanıyor? Bir dizide bölüm başına bu kadar uçuk rakamlar olmalı mı? Neden bir gol için milyarlar harcanıyor? Bunların hepsinin alt yapısındaki kirlilik tek tek ortaya çıkıyor. Darısı daha birçok sektöre olsun. Çünkü bu sektörlerde hem ciddi bir haksızlık hem de ciddi bir ahlaksızlık var.
Bakalım… 2026, Türkiye için büyük bir kırılma yılı olacak gibi görünüyor. Hem fiziksel hem manevi anlamda.
Allah doğru yoldan ayırmasın.
...Türkiye’de üniversite eğitimi giderek daha fazla dijital altyapı üzerinden yürütülmektedir. Ancak dijital erişimdeki eşitsizlik, öğrenciler arasındaki fırsat makasını her geçen yıl daha da açmaktadır. Tam da bu noktada MHP’nin üniversite öğrencilerine yönelik teknolojik cihazları kapsayan kanun teklifi, eğitimde dijital uçuruma doğrudan müdahale eden bir sosyal politika aracı olarak öne çıkmaktadır.
Teklife yönelik kamuoyunda oluşan yoğun ilgi, Türkiye’de gençliğin karşı karşıya olduğu temel gerçekliği bir kez daha görünür kılmıştır: Dijital erişim artık bir konfor değil, eğitim sürecinin asli unsuru hâline gelmiştir. Üniversite öğrencileri açısından cep telefonu, bilgisayar veya tablet günümüzde, yalnızca bir iletişim aracı olarak değerlendirilemez; araştırma, ödev, veri tabanlarına erişim, çevrim içi dersler, yazılım ve tasarım uygulamaları, hatta staj ve iş başvuruları dahi büyük ölçüde dijital platformlar üzerinden yürütülmektedir. Bu tablo, teknolojik donanıma sahip olmayan öğrencilerin eğitim yarışına başlarken geriden başladığını açık biçimde ortaya koymaktadır.
Teklifin temel hedefi bireysel tüketimi teşvik etmek değil; dijital eşitsizliğin eğitim üzerindeki belirleyici etkisini azaltmaktır. Bu yönüyle düzenleme, sosyal devletin klasik “nakit destek” yaklaşımından farklı olarak, doğrudan araç temelli fırsat eşitlemesi anlayışını yansıtmaktadır. Devlet, desteği doğrudan eğitim ve üretim süreçlerinde kullanılan teknik araçlara yönlendirmektedir.
Bugün dijital donanıma erişemeyen bir öğrenci, yarının mesleklerine, üretim süreçlerine ve küresel rekabet ortamına da hazırlıksız girmektedir. Bu nedenle söz konusu düzenleme, orta ve uzun vadeli beşerî sermaye yatırımı olarak okunmalıdır.
Kanun teklifi kapsamında belirlenen temel şartlar şu şekildedir:
26 yaşını aşmamış olmak
Üniversite öğrencisi olmak
Alınacak cihazın sıfır olması
Yerli veya yabancı cihaz ayrımı yapılmaması
En az iki yıl kullanım taahhüdü verilmesi
Bu haktan yalnızca bir kez yararlanılması
Bu maddeler, teklifin popülist bir dağıtım modeli yerine hedef kitleye odaklanan, sınırlı ve denetlenebilir bir yapıda kurgulandığını göstermektedir. Özellikle iki yıllık kullanım taahhüdü ve tek seferlik yararlanma sınırı, uygulamanın piyasada spekülasyona dönüşmemesi açısından rasyonel güvenlik mekanizmalarıdır.
Bu teklif yalnızca öğrenci bütçesine kısa vadeli bir katkı sunma olarak okunmamalıdır. Aynı zamanda teknoloji piyasasında kayıtlı satış hacmini artırma, yerli üreticiler açısından talep istikrarı oluşturma ve dijital donanım kullanımını yaygınlaştırma potansiyeli taşımaktadır. Ancak daha önemlisi, bu destek üretken insan kaynağına yapılan dolaylı bir kamu yatırımıdır.
Günümüz ekonomilerinde büyümenin temel motoru artık bilgiye erişebilen ve teknolojiyi kullanabilen insan gücüdür. Bu yönüyle söz konusu teklif, klasik sosyal destek yaklaşımının ötesinde, üretkenlik artırıcı bir kamu politikası olarak değerlendirilmelidir.
Teklif, gördüğü yoğun toplumsal ilgi nedeniyle artık yalnızca bir partinin girişimi olmaktan çıkmış, gençliğin ortak beklentisine dönüşmüştür. Bu noktada gözler Cumhur İttifakı’nın diğer ortağı olan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne çevrilmiştir. Gençlik tabanında oluşan bu güçlü talebin yasama sürecinde karşılıksız kalmayacaktır.
Gençler bu düzenlemeyi bir “lütuf” ya da “imtiyaz” olarak değil, çağın eğitim altyapısının asgari gereği olarak görmektedir. Bu algı farkı, düzenlemenin kamu vicdanında neden bu kadar güçlü bir karşılık bulduğunu da açıklamaktadır.
MHP’nin sunduğu bu kanun teklifi, doğru uygulandığı takdirde üç temel alanda eş zamanlı etki üretme potansiyeline sahiptir:
Eğitimde fırsat eşitliği, dijital okuryazarlık kapasitesinin yaygınlaşması, uzun vadeli insan kaynağı yatırımı.
Bugün dijital donanıma erişemeyen bir öğrenci, yarının üretim gücünü kaybedecektir. Bu nedenle tartışılan mesele bir “cihaz meselesi” değil, doğrudan Türkiye’nin beşerî kalkınma rotasıyla ilgilidir.
Gençliğe yapılan her rasyonel yatırım, bütçede bir kalem olmaktan çok, geleceğe açılmış stratejik bir kapıdır.
...Gecenin 1’inde iş dönüşü serviste herkes çalışmanın yorgunluğunu üzerinde taşırken bir an önce evine varmak isteğiyle sabırsızlanıyor.
Uyuklayan, telefonundan müzik dinleyen ve yolu izleyen bir otomobil dolusu insan, diğer yolcuların kendilerine çok uzak olan güzergâhlarından geçmek zorunda kalmaları nedeniyle de biraz gergin.
Beş dakika önce olsun eve erken girip ya sabaha kadar ömrünün en değerli vakitlerini boş beleş uğraşlarda harcayacak ya da hemen yatıp zıbaracak. Üçüncü ihtimale yelken açanlarsa kendilerini lalettayin bir hayatın içine sıkıştırıp durum muhasebesi yapmaktan uzak tutan kapitalizmin çarkına çomak sokacaklar. Yine de herkes yeni güne, sırtında küfe taşımış gibi yorgun uyanacak.
İşte böyle bir ahval içinde yol alırken telefonunu kurcalayan yolculardan birisi aracın radyosundan yükselen sesi işaret ederek sordu: “Abi neden ilahi dinliyoruz, öğrenebilir miyim?”
Radyodaki şarkıya kulak verip dinlemesini bilenlerin şaşıracağı bu soruya bir başka yolcu dayanamayıp cevap verdi: “İlahi değil ki bu, Barış Manço.”
Servis şoförü, verilen cevaba memnun bir hâlde radyo istasyonunun adını da söyleyerek durumun daha iyi anlaşılması için bir delil daha sundu.
Manço, yıllara meydan okumuş bir yorumuyla Bahçede Hanımeli şarkısını söylüyordu. Şarkının ilahi olmadığı konusunda araç içi mutabakatına varılmasıyla birlikte gecenin bu saatinde içinde kimselerin görünmediği bir parkı sol yanımızda bıraktık.
Gündüz vakti bu parkta gezenler olmuş, nasıl harika bir dönemin içinde olduğunu bilmeyen pek çok çocuk, parktaki kaydıraktan kaymıştı. Tabelasında Şehit Yunus Çaça Parkı yazıyordu.
İsimleri duraklara, okullara, caddelere ve parklara verilen kişileri merak edip araştırma huyum, gecenin bu saatinde beni yine kendisine çekmişti.
* * *
Yunus Çaça, 7 Nisan 1995’te Kuzey Irak’taki sınır karakoluna yapılan baskında teröristler tarafından kaçırılmış, kendisinden bir daha haber alınamamıştı.

Çaça ailesi uzun yıllar oğullarından bir haber beklemiş ancak Türk bayraklı bir tabuta dahi hasret hâlde dinmeyen acı sahibi insanlarımız arasına katılmıştı. Ve her gününü, Niğdeli Cemile Akkuzu’nun türküsünde “Bazen uzaklara dalınca gözüm / Çıkıp geleceksin sanar ağlarım.” dediği gibi yaşamıştı.
Yunus Çaça’nın PKK’lı teröristler tarafından kaçırılmasından 3 yıl önce 15 Mayıs 1992’de 32 askerimizi şehit verdiğimiz Şırnak Uludere’deki Taşdelen Karakolu’na yapılan saldırıda 2 askerimiz de kaçırılmıştı.
Aydın Şahin ve Engin Ekşi isimli askerlerimizden Şahin’e ulaşan Kızılhaç görevlileri “Anne ellerinden öperim, senin en yaramaz oğlunum, benim için üzülme, salıverileceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum.” diye yazılan bir mektubu ailesine ulaştırmış ancak bir daha bu askerimizden de haber alınamamıştı.
* * *
Birkaç gün önce Eskişehir’de sokak ortasında bir polis, en son İmralı Adası’nda teröristbaşı Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmenin özet tutanaklarının komisyonda okunduğu Terörsüz Türkiye sürecine eleştiriler yönelten bir konuşma yaptı.
Konuşma sonrası açığa alınıp hakkında inceleme başlatılan polisin tavrını “Helal olsun, söylenmeyeni, söyledi.” deyip destekleyen de oldu, “Kamu görevlisi siyasi görüş açıklayıp konuşma yaparsa bunun önünü alamayız.” diye karşı çıkan da.
Polis memurunun konuşmasının ortaya çıkmasından bir gün önceyse TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, komisyonun dinleme aşamasının bittiğini ve raporlamaya geçildiğini belirtmiş “Bundan sonraki süreçte çok daha dikkatli olmamız gereken, çok daha hassas davranmamız gereken bir sürece girdiğimiz aşikardır.” uyarısında bulunmuştu.
Kurtulmuş, bu uyarıyı biraz daha ileri götürerek “Yüz düşünüp bir konuşma, hatta bin düşünüp bir konuşmanın gerektiği günlere giriyoruz. Herkesin öncelikle bu sürecin bundan sonraki en hassas dönemini siyasi pozisyonlarının malzemesi haline getirmemesi lazım.” demişti.
Şimdiye kadar 19 toplantı yapan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun dördüncü toplantısında şehit aileleri ve yıllardır DEM Parti’nin önünde evlat nöbeti tutan anneler dinlenmişti.
Şehit aileleri, Öcalan’a ve teröristlere bir affın gündeme gelmemesi gerektiğini vurgularken çocukları örgütün elinde olan ailelerse “Evlatlarımızı geri verin.” demişti.
Hassas süreçle ilgili ocağına şivan düşen ailelerin ne düşündüğü her şeyden daha önemli. İşin bir de Suriye tarafı var ki orada karşımızda yıllardır ABD tarafından palazlandırılmış SDG’nin imzaladığı 10 Mart Mutabakatı’na hâlâ uymaması gerçeği duruyor.
3 kişilik komisyon heyetinin Öcalan’la yaptığı görüşmenin özet tutanaklarında 1993 yılıyla ilgili bir detay dikkat çekiyor.
Öcalan, PKK’yı 1993’te feshetmesi gerektiğini ancak “Bir elin bu girişimi sabote ettiğini” öne sürüyor.
Öcalan’ın “Bir el” dediği güç; 1993’te Uğur Mumcu’nun “Kürt Dosyası” kitabını yazdığı sırada öldürülmesine, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın şüpheli bir şekilde ölmesine, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağının Ankara’da düşmesine, Bitlis Paşa’nın şehadetinin ardından JİTEM’in kilit isimlerinden Binbaşı Cem Ersever’in “Güneydoğu'da yetkili organlar içerisinde oluşturulan bir çete, cereyan eden hadiselerin gerçek boyutlarının Türk Milleti tarafından görülmesini engellemektedir.” açıklamasıyla 30 arkadaşıyla birlikte istifa ettikten sonra anlattıklarıyla ilgili mahkemeye ifade vermeye giderken elleri bağlanmış, başından vurulmuş halde ölü bulunmasına, Bingöl’de 33 silahsız askerimizin kurşuna dizilmesine, Diyarbakır Jandarma Bölge komutanı Bahtiyar Aydın’ın hâlâ aydınlatılamamış bir şekilde şehit edilmesine ve daha yüreğimiz kaldırmadığı için sayamadığımız pek çok olaya da neden olmuştu.
Bugün resmi şekilde muhatap alınan Öcalan’la Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde ilk röportajı yapan Mehmet Ali Birand "3-4 tane Apo var. Bir Apo var, son derece gaddar, sert. Bir Apo var, gülüyor. Bir Apo var kuşları sevdiğini söylüyor.” demişti.
Binlerce asker ve polisin şehit edilmesinin, basılan köylerde kadın, çocuk, bebek demeden sivillerin katlinin emrini veren Öcalan, Kenya’da Özel Kuvvetler ve MİT tarafından yakalandığında ilk sözleri: “Eğer bir hizmet imkânım olursa yaparım.” olmuş, ilk sorgusunda da devletle iş birliği yapmak istediğini söylemişti.
İmralı’daki görüşmede komisyon heyetine 1993’te örgütün feshini bir elin engellediğini söyleyen Öcalan ne kadar samimi, şüpheli ama aynı yılda yaşanan birçok olay, o elin varlığını doğrular durumda.
Devam eden sürece milletin içinde şüpheyle yaklaşanlar, farklı düşünenler olsa da Türkiye’nin bir yarım asır daha aynı şeyleri yaşamasını kimsenin istemediği konusunda herkes hemfikir.
* * *
Servisten inip eve yürürken Şehit Yunus Çaça Parkı artık çok uzakta kalmıştı. Olanları kendime sordum, şöyle dedi: Bir daha hiçbir parka, okula, karakola ve caddeye, hayatının baharında solmuş insanlarımızın adını vermek zorunda kalmayacağımız, ailelerin ocağına dinmeyen acıların düşmeyeceği bir ülkeyi inşa etmek için kaybedecek zamanımız da insanımız da olmamalı!
Ve bir not da ekledi: 1993’teki o “bir el” inşallah bugün yaşamıyordur!
LANETLİ ADANIN LANETİ EDİTÖRLERİN ÜZERİNDE
27 Mayıs 1960 darbesiyle tutuklanan Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan Yassıada’da yargılandıktan sonra idam cezasına çarptırılınca siyaset tarihimize kara bir leke olarak geçecek bu cezanın infazları İmralı Adası’nda yapılmıştı.
3 devlet adamının naaşı 29 sene bu adada kaldıktan sonra 1990’da Topkapı’daki anıtmezara nakledilmişti.

Yassıada, Cumhuriyet döneminin ilk darbesi 27 Mayıs’la anılacak, milletimiz, hukuk dışı yargılamaları nedeniyle buraya “Yaslıada” derken 3 devlet adamının idamlarının infaz edildiği yer olması nedeniyle de İmralı’ya “Lanetli ada” diyecekti.
Terörsüz Türkiye sürecinde İmralı Adası’yla ilgili haberlerin kapak fotoğraflarındaki yanlışlığa dikkat çeken Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, ilgili haberlerde İmralı yerine Yassıada’nın eski hâline ait fotoğrafın kullanıldığı uyarısında bulundu.
Bildirici’nin yaptığı işin her medya kurumunun içinde ayrı bir şekilde olması gerektiğini savunanlardanım. Medyadaki hatalar, yanlışlar; elbette kırıcı olmayan bir dille yansıtılmalı, her kurum kendi yanlışını denetleyerek de kurum içi demokrasiyi ayakta tutmalı.
Ben de Yassıada ile İmralı’nın görüntüsünü karıştıranlardan biriyim. Ancak bir bütün hâliyle Türk medyası, yazılı ve görsel her aşamada bu yanlışa düşmüş.

Google ve Yandex gibi arama motorlarında hâlâ yanlış görseller çıkıyor, hatta Tarım ve Orman Bakanlığı’nın sitesinde bile 2020’de İmralı’da çıkan bir yangınla ilgili yanlış görsel kullanılmış.
Elbette bu kadar kusur, kadı kızında da olur ama editörlerin ilk başvurdukları kaynak olan ajansların konuyla ilgili yeterli görsellerinin bulunmaması, bu hataya neden olmuş ve ajansların bu konuda fotoğraf geçmeme ısrarı da hatanın sürekliliğini ortaya çıkarmış durumda.
İSTANBUL’UN GÖZYAŞLARI
Yapılan uyarılar sonrası geçtiğimiz pazar günü İstanbul, kuvvetli bir sağanak yağışın etkisine girdi. Kimi yollar göle döndü, çöken istinat duvarı, devrilen ağaç oldu. Taşan metro istasyonları ve tavanından yağmur suları girdiği için yolcuların, içinde şemsiye açmak zorunda olduğu halk otobüsleri güne damga vurdu. Ömrünün en güzel saatlerini trafikte harcayanlar da gün içinde yerini aldı. Şükür ki bu aşırı yağış, yaralanma ve can kaybı getirmedi.

* * *
İstanbul, içinde yaşayanlara hava muhalefetinin olduğu günlerde bir mesaj veriyor aslında. Şöyle diyor: “Bakın, bana çok yüklenmeyin, ben de kendi hâlinde bir şehir olmak istiyorum. Altyapım, üstyapım, yolum ve artık üzerine beton dikmeye doymadığınız yeşilim sizin ihtiyaçlarınıza cevap vermekte zorlanıyor. Yorgunum, sizi de yoruyorum, artık takkeyi önünüze koyup düşünme vakti gelmedi mi?”
Orhan Veli öldüğünden beri İstanbul’u kimse dinlemez oldu. Tarihi kent de konuşmayı bıraktı, böylesi günlerde derdini, insanlara hayatı daha da zorlaştırarak anlatmaya çalışıyor. Kent insanı da mecburiyetlere sığınarak İstanbul’a veryansın edip kente dair inadını sürdürüyor. Bilmem nasıl çıkacağız bu işin içinden?
PUTİN VE Şİ CİNPİNG DAHA FAZLA YAŞAMAMALI
2. Dünya Savaşı’nın sona erişiyle ilgili 3 ay önceki Pekin’deki törenlerde Rusya Devlet Başkanı Putin ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in konuşması, televizyonda ölümsüzlüğün konu edildiği bir programda tekrar hatırlandı.
73 yaşındaki Putin, “İnsan organları sürekli nakledilebilir. Ne kadar uzun yaşarsanız o kadar genç kalırsınız, hatta ölümsüzlüğe ulaşabilirsiniz.” diye yaşama hırsını açık ederken Şi Cinping de “Bazı tahminlere göre bu yüzyılda insanlar 150 yaşına kadar yaşayabilir.” sözleriyle en az Putin kadar yaşamaya meraklı olduğunu belli ediyordu.

Putin, yaşama hırsını sadece sözle yansıtmakta kalmamış, bu hırstan bir de sonuç almak için talimat vermiş. 2024 yılında “Yaşlanmayı Önleme Teknolojileri” ismini taşıyan bir araştırma merkezi kurdurmuş. Rusya’daki zengin kesim de bu işe o kadar merak sarmış ki “Ölümü nasıl öteleyebilirim?”, “Yaşlanmayı ne kadar geciktirebilirim” diye harıl harıl araştırmaya başlamış.
İnsanın gözü yaşamaya pek doymuyor. Bu, evvelden beri bilinen bir gerçek. Bugün Afrika’daki bazı ülkelerde ortalama yaşam süresi 50’li yaşlara yeni çıkmış durumdayken gelişmiş ülkelerdeki bu süre ise 80’in üzerinde. İbn Haldun’un yaptığı çalışmalardan çıkardığı “Coğrafya kaderdir.” tespiti burada bir kez daha hatırlanıyor.
Allah herkese hayırlı ömür versin ama ben ne Ukrayna ve Suriye’deki onca canın katili Putin’in ne de Doğu Türkistan’daki zulmün mimarı Şi Cinping’in fazla yaşamalarını insanlık için pek hayırlı görmem. Tabii bu arada onlardan boşalacak koltuklara barış yanlısı olan, emperyal hedeflerden uzak idarecilerin gelmesi de bir o kadar gerekli. Yoksa silah fabrikalarında üretilen silahların satılması için yeryüzünde bir türlü sonu gelmeyen savaşlardan kurtulamayacak gibiyiz.
Orhan Veli’den:
Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.
...Suriye’nin yeni Şara yönetimi ile terör örgütü PKK’nın Suriye kolu SDG arasında imzalanan 10 Mart Mutabakatı’nın Aralık ayı sonuna kadar öngördüğü entegrasyon süresinin son günlerinde gerilim tırmandı.
Mutabakata göre, Suriye’de SDG kontrolündeki bölgelerin sınır kapıları, havalimanları, petrol ve doğal gaz sahaları dahil kritik alanların yeniden Şam yönetimine devredilmesi; SDG’nin ise devlete bağlı askeri ve sivil kurumlara entegre edilmesi gerekiyordu.
Ancak gelinen noktada, anlaşmanın kağıt üzerinde kaldığını net şekilde görüyoruz.
Sahadaki askeri hareketlilik giderek yoğunlaşırken, savaş senaryoları da masaya yatırılmaya başlandı.
Mutabakatın sonuna yaklaşılırken SDG silahlı varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Bu nedenle Suriye ordusu yeniden seferberlik hazırlığına geçti.
Resmi kaynaklar, anlaşmanın şartları uygulanmazsa Şam yönetiminin operasyon hakkının doğacağını ve Türkiye’nin de bu operasyona destek vereceğini açıkça ifade ediyor.
Yani barışçıl entegrasyon olarak başlayan süreç, silahların susmaması halinde askeri müdahaleye evrilecek.
SDG’nin YPG/PKK ile organik bağı dikkate alındığında, olası operasyon hem Suriye’nin toprak bütünlüğü hem de Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından stratejik bir hamle olabilir.
Bu tablonun en kritik aktörlerinden biri de bildiğiniz gibi ABD.
Washington, Suriye’de SDG’ye verdiği desteği hiçbir zaman gizlemedi.
SDG’nin devlet yapısına entegrasyon girişimini bile bu desteğin politik bir devamı olarak okuyabiliriz.
Fakat SDG’nin şartları yerine getirmemesi, ABD’nin desteğine dair soru işaretlerini büyütüyor.
Bugün gelinen aşama, bölgede yeni bir savaşın ayak sesleri olarak karşımıza çıkıyor.
Eğer masadaki diplomasi son anda devreye girmezse; Suriye toprakları bir kez daha kan gölüne dönebilir ve bu kez ödenecek bedel, önceki tüm çatışmalardan daha ağır olabilir.
...Yüksek gıda fiyatları yoksul kesimlerin özellikle kırmızı et tüketimini zorlaştırıyor. Et ithalatını kim yapıyor, arada kimler kazanıyor, fiyatlar neden sürekli artıyor? Muhalefet neden fiyat artışının firmaların tekelinde olduğu eski sisteme dönmek istiyor?
Bu soruları en yetkili isim Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı’ya sorma fırsatı buldum.
Kırmızı ette vurgun ve tekelleşmeye son verdiklerini vurgulayan Bakan Yumaklı, olumlu sonuçların alınmaya başlanacağının sinyalini verdi.
Türkiye’de tarım üretimi ve özellikle et-süt fiyatları her zaman tartışma konusu olmuştur.. Son birkaç yıldır yaşadığımız yüksek enflasyonlu dönem nedeniyle vatandaşlar fiyat artışlarına haklı bir tepki gösterse de et fiyatlarında eski dalgalanmanın sona erdiğine tanıklık ettik. Tüm bu sorunların çözümünde en yetkili ve hedefteki isim Tarım Bakanı İbrahim Yumaklı…

Daha önce kırmızı et ithalatını özel firmaların yaptığını söyleyen Yumaklı, 2024’te yurt dışından kırmızı et tedarik yetkisini sadece Et Süt Kurumu’na verdiklerini belirtti. Özel sektörün elindeki et ithalat tekeli kırılınca yaşananları Bakan Yumaklı kendisi anlattı:
“Kırmızı ette 2024 itibarıyla yeni bir sisteme geçtik. 2024 başından itibaren artık yurt dışından tedarik işini sadece ESK yapıyor. Bu durum bazı çevreleri rahatsız etti. Eskiden bu iş sadece belirli bir kesimin tekelindeydi. Sonuç? ESK bugün Türkiye’de en fazla vergi veren ilk 20 kurumdan biri. Bu politikanın arkasında kararlılıkla duruyoruz. ESK da buradan elde ettiği geliri tamamen yerli üreticimizi güçlendirecek projelere aktarıyor. Amacımız hep vurguladığımız gibi üretimi artırmak.”
Eski sistemde firmaların istedikleri gibi fiyatları yönlendirdiğini anlatan Yumaklı, yetkinin ESK’ya bırakılmasıyla fiyat dengesinin sağlandığını kaydetti.
“Türkiye bugün kırmızı et üretiminde yaklaşık yüzde 90-93oranında kendine yeter durumda. Yani kamuoyunda oluşan ‘bütün etleri ithal ediyoruz’ algısı doğru değil. İthalat olarak konuşulan miktar, et tüketimimizin sadece yüzde 7-10 arası.”
Bakan Yumaklı, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bütçe konuşmasında verdiği et fiyatlarına ilişkin rakamların gerçeği yansıtmadığını belirtti.
“Bazıları da ‘Avrupa’da et 7 dolar, Türkiye’de 21 dolar’ diyerek farklı bir manipülasyon yapmaya çalışıyor” diyen Yumaklı, Avrupa’daki karkas et fiyatıyla Türkiye’deki market fiyatlarının karşılaştırılmasının doğru olmadığını vurguladı.
Bakan Yumaklı’ya Et Süt Kurumu Genel Müdürü Mücahit Taylan’ın yurt dışındaki kendi firmasından ithalat yaptığı iddialarını da sordum.
Bu tartışmanın spekülasyon amaçlı olduğunu söyleyen Yumaklı, ESK’nın et ithalatında tek yetkili kurum olması nedeniyle hedef alındığını vurguladı.
“Önce ‘Genel müdür oldu, şirket kurdu, Türkiye’ye et satıyor’ diye bir iddia ortaya attılar. Bu yalan tutmayınca bu kez ‘Şirket genel müdür olmadan kurulmuş ama et satışı genel müdür olunca devam etmiş’ dediler. Biz bu iddiaların belgesini isteyince 2017 tarihli bir evrak gösterdiler. Oysa o tarihte genel müdürün ne ESK’da ne Bakanlığımızda, ne de kamuda herhangi bir görevi vardı. Ellerine verilen kâğıtlarla algı operasyonu yapmaya çalışıyorlar. Ama iftiraları kendi yayınladıkları belgeyle yalanlanmış oldu.”
ESK hakkındaki iddialar üzerine et fiyatlarının yukarı yönlü speküle edilmek istendiğini anlatan Yumaklı, “Herhangi bir maliyet artışı olmamasına rağmen karkas et fiyatında artış oldu. Nedenini sorgulamaları gereken asıl konu bu. Hamdolsun o ateşi hızlıca söndürdük, tüketiciye bu yansımadı, şimdi yeniden karkas et fiyatlarında geriye dönüş oldu” diye konuştu.
İthalatı mümkün olan en az seviyeye indirmek için başlatılan projelere vatandaşın yoğun talebi var. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın, “Kırsalda Bereket, Hayvancılığa Destek” projesine yüz binlerce üretici başvuru yaptı. İlk etapta 60 bin gebe düveyi dağıtmaya başlayan bakanlık, projeyi 2028’e kadar sürdürecek. Çok uygun ödeme koşulları içeren projede özellikle genç ve kadın girişimcilere ekstra kolaylık sağlanıyor. Hedef, kırmızı etteki sorunları 2028 yılında sona erdirmek.
İklim değişikliği ve onun getirdiği kuraklık en çok tarım sektörünü etkiledi. Bütçe rakamlarına göre tarımda yüzde 12’ye varan küçülme gerçekleşti.
Yaşananları ‘geçici bir etki’ olarak yorumlayan Bakan Yumaklı, “Tarım sektörü dış etkilere en açık sektörlerden biri. 2025’te bunu çok yakından hissettik. Hayvan hastalıkları, zirai don ve kuraklık gibi unsurlar hedeflerimizde bir miktar sapmaya yol açtı. Gıda arzında bir sorun yaşatmadan bu daralmayı atlattık. Benzer olağanüstü durumlar olmazsa toparlanma çok hızlı olacak” diye konuştu.
Büyükşehirlerdeki su kesintileri de gündemimizdeydi. Su konusunda yerel yönetimlerin üzerine düşeni yapmasını isteyen Yumaklı, kayıp kaçak oranlarına dikkat çekti.
“İzmir’de Tahtalı Barajı’ndan temin edilen suyun neredeyse barajdan çıkan kadarı şebekede kayboluyor. Ankara’da kayıp-kaçak oranı yüzde 39; yani barajdan çıkan 100 litrenin sadece 61 litresi vatandaşa ulaşabiliyor. Maalesef birçok ilde tablo bundan çok farklı değil.”
“Gıda meselesi kırmızı çizgimiz” diyen Yumaklı, sahte ya da katkılı gıda ürünü üretip satan işletmeleri kamuoyuna açıklamaya devam edeceklerini belirtti. Cep telefonu uygulamasıyla vatandaşları denetim sürecine ortak edeceklerini anlatan Yumaklı, “Hedefimiz millî güvenliğimiz kadar önemli olan gıda arzını her koşulda güvence altında tutmak. Hamdolsun bu konuda kendimize güveniyoruz” diye konuştu.
...Türkiye’de siyaset kutuplaşma üzerinden yürüdüğü için, eleştiri çoğu zaman bir linç aracı hâline geliyor. Bir siyasi partiyi eleştirirken onu bütünüyle yok saymak, geçmişte yaptıklarını görmezden gelmek artık neredeyse bir refleks oldu. Ancak “yiğidi öldür, hakkını ver” sözü, bugün özellikle AK Parti’yi tartışırken hatırlamamız gereken en önemli ilke. Çünkü bir siyasi hareketi analiz etmek; hem yanlışlarını açıkça ortaya koymayı hem de doğrularını hakkıyla teslim etmeyi gerektirir. AK Parti, 2002’de iktidara geldiğinde Türkiye’nin makroekonomik dengeleri kırılgan, siyasal istikrarı zayıf, kamu kurumlarında güven erozyonu belirgindi. İlk yıllarında atılan adımlar, ekonomik istikrar programına bağlılık, AB uyum yasaları, bürokraside şeffaflık iddiası, sağlık ve ulaşım altyapısındaki büyük hamleler ülkenin yönünü değiştirdi. Bugün geriye dönüp baktığımızda, şehir hastaneleri tartışılır ama 112 acil sisteminin modernleşmesi, bölünmüş yolların yaygınlaşması, sağlık hizmetlerine erişimdeki kolaylık gibi kazanımların halkın günlük yaşamına ciddi bir dokunuş yaptığı inkâr edilemez. Bu ülkede doğumdan acil servise, köy yolundan havaalanına kadar pek çok alanın standardı o dönemde yükseldi.
Dış politikada da benzer bir dönem yaşandı. Komşularla sıfır sorun yaklaşımı, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması, Türkiye’nin uluslararası imajını güçlendirdi. Bugün gelinen nokta tartışmalı olabilir; ancak o yıllarda Türkiye’nin yumuşak gücü, diplomasisi ve ekonomik cazibesi bölgede benzeri görülmemiş bir ivme kazanmıştı. Ama aynı cümlede, yine aynı ilkenin devamı geliyor: Yiğidi öldürmek… Yani yapısal hataları, kırılma noktalarını, bozulan dengeleri cesurca söylemek. 2010 sonrası giderek merkezileşen yönetim anlayışı, kurumların bağımsızlığının aşınması, yargıdan ekonomi yönetimine kadar birçok alanda oluşan keyfilik algısı, “başarı hikâyesi”nin sürdürülebilirliğini zayıflattı. Ekonomide rasyonel aklın yerine deneysel model arayışlarının geçmesi, Türkiye’yi bugün ağır bir enflasyon ve güvensizlik döngüsüne sürükledi. Medya özgürlüğünden liyakat sorununa, toplumsal gerilimlerden dış politikadaki zikzaklara kadar pek çok başlıkta eleştirilecek devasa bir alan var. Ancak bütün bunlar, bir dönemin kazanımlarını yok saymak için gerekçe olamaz. Zira siyaset bir bütün değil; dönem dönem başarılar ve hatalar üreten bir süreçtir. Eğer yalnızca eleştireceksek resmin yarısını, yalnızca öveceksek diğer yarısını görmezden gelmiş oluruz. Oysa bugün Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu şey, bu bütüncül bakış.
“Yiğidi öldür, hakkını ver” demek; AK Parti’nin hatalarını açıkça konuşurken, doğrularını da dürüstçe teslim etmek demektir. Çünkü hakkaniyetle yapılan eleştiri sadece bugünü değil, yarını da iyileştirir. Partiler değişir, kadrolar değişir, dönemler değişir ama adaletli analiz geleneği kalır. Belki de tam bu nedenle Türkiye’nin siyasal aklını yeniden onarmak, hem başarının hem hatanın nerede başladığını cesurca söylemekten geçiyor. Eleştiriyi nefretin değil, aklın kılavuzluğuna teslim etmek gerekiyor. İşte bu yüzden, “yiğidi öldür, hakkını ver” sözü sadece bir atasözü değil; Türkiye’de sağlıklı siyasal tartışmanın ilk maddesi olmalıdır.
...Arap baharının etkisiyle birçok ülkede olduğu gibi Suriye’de de önce protestolar başladı. Sonra silahlar kullanıldı. Süreç uzadıkça kriz kanlı bir iç savaşa evirildi. Küresel, bölgesel ve devlet dışı aktörlerin katılımıyla Suriye sahası büyük devletlerin hesaplaşmasına sahne oldu. Suriye halkının çoğunluğunu oluşturan Müslüman bir kitlenin iktidara geleceği endişesiyle tüm zulümlere göz yumuldu. Kimyasal silahlar var şüphesiyle Irak’ı işgal edenler, işkencelerle, konvansiyonel ve kimyasal silahlarla yüz binlerce insanın katledilmesine rağmen Suriye rejimine karşı harekete geçmedi.Şimdi yıkılmış bir ülke, legalize edilmeye çalışılan terör örgütleri( PKK_YPG_PYD ve DEAŞ), katledilmiş 1 milyon insan, bir o kadar da engelli, yurdundan koparılan milyonlarca mülteci, on binlerce parçalanmış aile, binlerce yetim ve öksüz ile insan ölümlerinin haber değerini yitirdiği acımasızlık kaldı.Ama 27 Kasım’dan başlayarak 8 Aralık 2024 dünya tarihinin en hızlık halk devrimlerinden biri gerçekleşti.
29 Aralık 2022 tarihinde, CENTCOM DAEŞ ile mücadele hakkında 2022 yılında yürütülen operasyonların başarısına dair bir basın açıklaması yayınladı. Yayımlanan basın açıklamasında, CENTCOM’un yerel partnerleri ile beraber Suriye ve Irak’ta DAEŞ’e karşı mücadelesi ve operasyonları hakkında bazı önemli sayısal veriler paylaşılmaktadır.
DAEŞ’e yönelik yapılan değerlendirmede ise DAEŞ’ın üçe ayıran bir tanım yapılmaktadır. Birinci grup olarak DAEŞ’in mevcut mensupları ve yönetici kadrosu olduğu aktarılmaktadır. İkinci grup olarak ise hapishanelerdeki DAEŞ mensupları sayılmaktadır. Mevcut olarak Suriye’deki hapishanelerde 10 bin ve Irak’taki hapishanelerde 20 bin DAEŞ mensubunun olduğu ifade edilmektedir. Hapishanedeki DAEŞ üyelerinin kaçma ve dışarıdan baskınla kaçırılma teşebbüsleri önemli bir risk olarak tanımlanmaktadır.
Üçüncü grup olarak ise El Hol kampında ve benzer daha küçük kamplarda bulunan 25 bin çocuktan bahsedilmektedir. DAEŞ ailelerinin çocukları olan bu nüfusun kampta ciddi bir radikalleşme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu ve gelecekteki potansiyel yeni DAEŞ jenerasyonunun buradan çıkabileceği belirtilmektedir.
Yapılan bu açıklamalar ve tanımlardan sonra her ne kadar DAEŞ ile mücadele için CENTCOM’un çalışmaya devam edeceği ve de-radikalizasyona önem vereceği ifade edilse de, CENTCOM’un kendi verileri ve tanımları DAEŞ ile mücadeledeki sorunları göz önüne sermektedir.
Diğer önemli bir sorun ise CENTCOM’un kendi üçlü grup tanımına rağmen, DAEŞ ile mücadele bağlamında sadece birinci grup ile mücadele yürütmesidir. Örneğin ikinci grupta yer alan toplamında 50 bin civarındaki hapishanedeki DAEŞ mensubu ve onların kaçma ve baskın sonucu kurtarılma tehlikesine karşı ne yaptığı meçhuldür. Ayrıca hapishanedeki bu DAEŞ mensuplarına yönelik – özellikle Suriye’de – hangi kanunlara dayalı hangi yasal süreçlerin işletildiği ve bu süreçlerin ne denli başarılı olduğuna dair ciddi endişeler bulunmaktadır.
Bu endişelere yönelik en önemli kıyaslama ve örnek ise Irak’taki Camp Bucca hapishanesinin geçmişidir. Nitekim Irak’ı ve DAEŞ’i yakından takip eden uzmanların bildiği üzere, DAEŞ’in yeniden ortaya çıkması ve Irak ile Suriye’de birçok bölgeyi ele geçirmesinin altında eski Irak İslam Devleti üyeleri ile eski Baas partisi kurmaylarının Camp Bucca’da bir araya gelmesidir. Camp Bucca hapishanesinde DAEŞ’in sözde ilk halifesi Ebu Bekir el Bağdadi ile eski Baas partisinin üst düzey kurmayları tanışmış ve orada Baas parti mensupları DAEŞ (o zamanki adıyla Irak İslam Devleti)’ne katılmıştır. Buna ilaveten, o dönemde Irak hapishanelerinde olan Irak İslam Devleti üyelerinin hapishanede daha da radikalleştiği, DAEŞ’e yol açan yeni fikirler, yöntemler ve stratejiler geliştirdikleri bilinmektedir. Tekrar buna benzer bir sürecin yaşanmayacağına dair hiçbir garanti bulunmamaktadır.
En son olarak, yine CENTCOM tarafından belirlenen üçüncü grup ciddi bir sorundur. DAEŞ’in gelecek jenerasyonu olma potansiyeline sahip bu grubun mevcut durumu büyük bir risktir. Nitekim El Hol kampında yaşayan DAEŞ aileleri, kamp içerisinde otoriteyi sağlamaktadır. Kampta DAEŞ’e bağlı kadın yapılanmasının hakimiyeti bulunmaktadır. Hatta zaman zaman kampta DAEŞ’ten uzaklaşan kadınlara karşı infazlar dahi gerçekleştirilmektedir. Özellikle kamp içerisinde yaşayan Suriyeli, Iraklı ve dünyanın diğer ülkelerinden olan çocuklara yönelik hiçbir vizyon bulunmamaktadır.
Yıllardır kampta yaşayan bu çocuklar hayatlarında kamp hayatı veya DAEŞ altında yaşamaktan başka bir tecrübeleri bulunmamaktadır. Pasaportları ve kimlikleri olmayan, herhangi bir resmi statüye sahip olmayan bu çocukların radikalize olmaması istisna olacaktır. Bu nedenle El Hol kampını ‘ yeni nesil terörist yetiştirme kampı’ olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır.
Kısaca, CENTCOM’un DAEŞ ile mücadelede YPG gibi bir terör örgütü ile beraber çalıştığı gerçeği göz ardı edilse bile, yine CENTCOM’un ortaya koyduğu kendi tanımları bağlamında ne denli başarısız ve ne denli yanlış bir mücadele biçimi olduğu anlaşılmaktadır.
Soru şu ABD konrol ettiği binlerce DEAŞ’lıyı nerede kullanacak?
...Sosyal çürüme artık sessiz ilerleyen bir süreç değil. Gözümüzün önünde hızla büyüyen ve bir atom bombası etkisi gibi patlayacak tehlikeli madde haline geldi. Önce reklamlarla başladı. Ardından filmler, diziler, müzikler… Görsel hafızamıza, işitsel hafızamıza, hatta bilinçaltımıza kadar uzanan bir saldırı haline dönüştü.
Bugün adına modernite denilen şey, aslında ahlaki çözülmenin makyajlanmış hâlinden başka bir şey değil.
Müzik piyasası bunun en belirgin örneklerinden biri.
Rap adı altında üretilen içeriklerde küfür, hakaret, alay, şiddet övülüyor ama buna rağmenhatta belki bu yüzden platformlar ödül veriyor. Şarkılar trend listelerinde zirveye oturuyor.
Kimse demiyor ki: “Bu gençler neyi, kimi, hangi duyguyu besliyor?”
Dizilerde ise aynı tablo başka bir ambalajla karşımıza çıkıyor.
Topluma popüler modern hayat diye sunulan şey aslında duyguların, ilişkilerin, bağların, aile köklerinin sistemli bir şekilde zedelenmesi.
Kırık aile modelleri, yüzeyselleşmiş ilişkiler, değer yitimini normalleştiren karakterler…
Bunlar artık birer senaryo değil; toplumun içine işleyen bir program.
Programlardan, fenomen kültüründen, içerik üretiminden bahsetmiyorum bile.
Orası artık çok daha başka bir boyuta geçmiş durumda.
Ve ne yazık ki bu sadece bizim ülkemize özgü bir sorun değil.
Tüm dünya aynı çöküşün içinden geçiyor.
Değerlerin hızla yok olduğu, kalıcı bir şeye tutunmanın zorlaştığı, normal ile anormalin birbirine karıştığı bir çağdayız.
İnsanı insan yapan şeyler, aileyi aile yapan katmanlar, toplumun ruhunu ayakta tutan kökler…
Hepsi birer birer aşınıyor.
Bunun altyapısal sonuçları ağır olacak.
Aile bağlarının zayıflaması sadece bireyi değil, toplumu da çökertir.
Bir milletin ruhu önce kültürüyle kırılır.
Kültürüyle kırılan toplum da zamanla yönsüzleşir.
İşte bu yüzden Biz nereye gidiyoruz? sorusu artık basit bir endişenin değil, çok daha derin bir gerçeğin ifadesi hâline geldi.
Belki de asıl sorun şu:
Biz değişimi izliyoruz ama sorgulamıyoruz.
Tüketiyoruz ama nereden geldiğini bilmiyoruz.
Seviyoruz ama neden sevdiğimizi fark etmiyoruz.
Kabul ediyoruz ama bedelini düşünmüyoruz.
Sonunda da kendimizi dev bir sorunun ortasında buluyoruz:
Değerleri kaybetme hızımız, onları yeniden inşa edecek zamanımızdan çok daha hızlı.
Peki biz nereye gidiyoruz?
Belki de asıl cevabı korktuğumuz için sormuyoruz.
Ama sormadığımız her soru, bizi farkında bile olmadan daha büyük bir boşluğa sürüklüyor.




