SON YAZILAR
27.11.2025
Tüm Yazıları

Anadolu’dan İstanbul’a yaklaşırken yoğun trafiğin içinden Boğaz Köprüsü’nün görünmesiyle gözümü yoldan ayırmadan radyodan güzel bir şarkı veya türkü tutmaya çalışıyorum. Uzun yolculukta direksiyon sallamanın yorgunluğu, radyodan yükselen acılı ama bir o kadar da anlam yüklü türkünün sözleriyle biraz hafiflemeye başlıyor:

Nesini söyleyim canım efendim

Gayri düzen tutmaz telimiz bizim

Arzuhal eylesem deftere sığmaz

Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim

İki yanı maviler içindeki köprüde ilerlerken bu mavilerin kenarındaki tarihi yalılar da zihnimin bir köşesinde beliriyor. Güzel mimarileriyle Boğaz’ı süsleyen bu yapıların rutubetiyle nasıl başa çıkıyorlar acaba? Hem şu sıra Tophane Müşiri Zeki Paşa Yalısı da satışa çıkarılmış. 23 oda, 5 salon ve 8 banyodan oluşan, Boğaz’ın kenarında Fatih Sultan Mehmet Köprüsü‘nün altındaki bu yalı, zaman zaman satışa çıkarılıyor ancak bir türlü alıcısını bulamamasıyla biliniyordu.

Radyodaki türkü devam ediyordu:

Benim bu gidişe aklım ermiyor

Fukara hâlini kimse sormuyor

Padişah sikkesi selam vermiyor

Kefensiz kalacak ölümüz bizim

Yüreği olan ve onunla duyup hissedebilen herkesi etkileyebilecek bu sözler karşısında “Bunu yazan nasıl bir yoksulluk yaşamış acaba?” diye soruyorum. O soru, bir köşede bekleyedursun satıştaki yalıyı tekrar hatırlıyorum.

Tarihi yalının sahibi Müşir Zeki Paşa, 2. Abdülhamid’in en çok güvendiği generallerden biriydi, rivayet o ki padişaha olan sadakati “Filinta Mustafa” olarak da bilinen paşaya zenginlik olarak yansıdı ve bahsettiğimiz meşhur yalıyı 1899’da Mimar Alexandre Vallaury’e yaptırdı.

Ancak 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanının ardından Zeki Paşa için rüzgâr tersine dönmüş, görevinden alınan paşa, sürgüne gönderilmiş, daha sonra affedilmiş, 1914’te de hayata gözlerini yummuştu. Yalı da son padişah Vahdettin’in damadı Ömer Faruk Efendi tarafından satın alınmış, Milli Mücadele’ye katılmak için İnebolu’ya geçmeye çalışan ve Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafıyla geri dönmek zorunda kalan Ömer Faruk Efendi, Cumhuriyet’in ilanından sonra Osmanlı hanedanı için çıkarılan kanunla sürgün edilince 1930’larda Trabzonlu Baştımar ailesine geçmişti. Satıştaki yalının değerinin 10 milyar lira olduğu söyleniyor.

* * *

Radyonun içinden türküsüyle yıllar öncesinden başka birinin sesiyle bugüne ulaşan ozan, sadece zenginin sözünün dinlendiğinden, fakire deli muamelesi yapıldığından ve eli kamçılı tahsildardan bahsederken son dörtlükte bir umut kapısı da aralıyordu:

Serdari halimiz böyle n’olacak

Kısa çöp uzundan hakkın alacak

Mamurlar yıkılıp viran olacak

Akıbet dağılır ilimiz bizim

Bu sözlerinde derin anlamlar ve tarihi gerçekler yüklü türkünün Sivas Şarkışlalı Âşık Serdari’ye ait olduğunu öğreniyorum. Asıl adı Hacı olan Serdari, küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş, geçirdiği kazadan sonra yanlış tedavi nedeniyle de sol kolu kesilmiş. Bundan ötürü çevresinde çolak olarak anılmış.

Serdari bu yoksulluğu aynı zamanda sevda konusunda da yaşamış, sevdiğini alamamış, hapislere düşmüş. Evlendiğinde de çocuklarının bir kısmını hastalık nedeniyle yitirmiş.

Lafını esirgemeyen ve korkusuz tavrıyla tanınan bu Sivaslı ozanımız 1830’lu yıllarda dünyaya gelmiş, 1920’lerin başlarına kadar ömür sürmüş.

Boğaz’dan geçerken radyodaki türküyle kendisini hatırlatan Serdari, bugün yalısı, ne kendisine ne de ailesine yar olan Müşir Zeki Paşa’yla hemen hemen aynı dönem yaşamış, paşanın ömrü ise kaynaklara göre Serdari kadar uzun sürmemiş.

* * *

Açılan trafikte köprüyü geçip yoluma devam ederken Müşir Zeki Paşa ile Âşık Serdari’nin birbirlerinden haberi olup olmadığını düşünüyorum. O günkü şartlarda belki bu çok zordu. Serdari’nin yoksulluk ve keder içinde geçen hayatına karşın Zeki Paşa’nın lüks içindeki hayatı da ona yar olmamıştı işte.

Haberlere ve bu yazıya konu olan tarihi yalı, şimdiki sahibine ve satılırsa yeni sahibine de dünyanın anahtarını vermemiş, vermeyecekti. Bu ince detay Yunus Emre’nin “Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” sözünde gizli. Bunu anlamak için bir ömür vermekse insanın kaçamadığı kaderiydi belki de!

İSTANBUL’UN KEDİLERİ NASIL BOZULDU?

İnsan, hayatın gittikçe zorlaştığı, biraz yaş aldıkça da hep eskiyi özlediği bir zamanda teselliyi çoğu zaman yine dünyevi şeylerde ararken ortaya bir başka sevgi de çıkar. Bu, hayvan sevgisidir. Büyük kentlerimizin sokaklarında görülen kedi evleri ve mama tabakları biraz da bunun yansımasıdır.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul Valisi Davut Gül, bir canlı yayında sokak köpeklerinin toplanmasıyla ilgili konuşurken içinde kedi, fare ve mamanın bulunduğu ilginç bir açıklama yaptı.

Vali Bey’dir, Nedim’in “Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır / Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır.” dediği kentin en yukarıdaki mülki amiridir ve de elbette bu tarihi kente dair pek çok şey söyleme hakkına sahiptir, elbette konuşacaktır.

Doğanın dengesinin ortadan kalktığına açıklamasıyla işaret eden Vali Gül “Normalde kediler fare yakalar. İstanbul’da kediler fare yakalamıyor. Kediler mamayla besleniyor, fareler kedilerle birlikte mama yiyor. Bunu ortadan kaldırmak gerekiyor.” dedi.

Bu sözlerle bizim mahalledeki kedileri yan yana getirdiğimde, doğrusu Vali Bey’e hak verdim. Yediği önünde yemediği ardında, gittikçe kilo almış kedilerimiz park halindeki araçların ön camında ve tavanında keyif çatarken ne fare peşinde koşuyor ne de çöp eşeliyor.

Üstelik, sağda solda gördüğümüz kediler de insan görünce sırnaşarak bayram harçlığı isteyen çocuklar gibi bir mama ya da süt alana kadar şansını zorlamaya çalışıyor. Kedidir ve de gittikçe yaşanmaz hâle gelen büyükşehirlerimizin içinde hep var olmasını istediğimiz bir güzelliktir. Hem bu hareketler, onların sevimliliğine de bir sevimlilik daha katmaktadır.

* * *

Vali Gül, konuşmasının devamında kedi ve köpeklere mama verenleri de şu cümlelerle uyardı:

“Her önüne gelenin önüne ilk gelen yerde mama vermemesi lazım. Dolayısıyla da köpeklerin, kedilerin beslendiği alanlara siz mama koyarsanız oranın sahibi onlar olurlar.

Kedi beslenebilir, köpek sahiplenebilir ama farenin, kedinin birlikte mama yediği, birbirine dokunmadığı bir sistem sağlıklı değil.”

Kedilere mama verenler, bu sözleri belki dikkate almayacak ama işin mama verme ve kedileri bir arkadaş edinme tarafında durmak gerek.

Kediye, köpeğe, kuşa anlam yükleyenlerin büyük kentlerde sayısının artmasına karşın bu, Allah’ın sessiz kullarına onca eziyet edip canına kıyan sözde insan görünümlü mahlûkları da fazlaca gördük.

Köylerde ve kasabalarda kediler, rızkını bir şekilde bulup çıkarırken kentlerdeki kediler, insanın amansız yalnızlığından beslenen bir hâlde gittikçe hantallaşıyor. Bakınız, 1970’lerin sonunda ortaya çıkan Garfield da bir kent kedisi değil miydi?

Kahrolası kapitalizm, köylerden kentlere göç sonrası insan davranışlarını etkilerken bunu kentlerdeki hayvanlar üzerinde de bir şekilde gösteriyordu. Petshopların büyük kentlerimizde serpilmesi, kedi-köpek kuaförlerinin bulunması, köyün kente kötü bir şekilde taşınıp bunun da ayrı bir ticaretini ortaya çıkarmadı mı? Ya binbir heyecanla satın alınıp sokağa atılan hayvancağızlara yaşatılan drama ne demeli?

* * *

Sokak köpekleriyle ilgili ortada can yakan yaramız, pek çok çocuğumuzun, onlardan kaçarken bir araç altında kalarak can vermesidir. Sokak hayvanları deyince işin bu yanını düşünmemek de haksızlık olacaktır.

Vali Gül’ün söylediklerinin yanında İstanbul Valiliği, belediyelere sokak hayvanlarının kontrolsüz beslenmesinin engellenmesi ve başıboş köpeklerin toplanmasıyla ilgili yazıyı gönderince de hayvanseverler durumu sorgulamaya başladı.

Özellikle köpek saldırıları konusunda can yakan gelişmeleri gördükçe işin içinden yasakla mı yoksa kontrolle mi çıkılacağı tartışması sürerken başıboş bir köpek sürüsüyle karşılaşıldığında nasıl davranılması gerektiğini okullarımızda ve evlerimizde konuşup çocuklarımızı bilgilendiriyor muyuz?

Neresinden bakılırsa hassas bir konu ama işin köpeklerle ilgili kısmı sadece büyükşehirlerde değil Anadolu’da da bir sorun hâline gelmiş durumda.

Hayvanlarla ya sevimli bir iletişim kurup geliştireceğiz ya da sadece resmi imzalarla yüklü yasaklarla durumu ötelemeye çalışacağız. Şu an ikincisiyle devam ediyoruz ama “Bu meseleyi çözer mi?” diye şüphelenenleri de dikkate almak zorundayız. Köyden kente göçtük, kentten de öteki dünyaya göçene kadar bu dünyayı daha da yaşanmaz hâle getirmemek için bir kere daha düşünmeli!

Kemal Burkay’dan:

(…)

Sazlarım vardı, ırmaklarım vardı çok

Çakıl taşlarım vardı benim

Ama sen başkasın anlıyor musun

Tut ki karnım acıktı, anneme küstüm

Tüm şehir bana küstü

Bir kedim bile yok anlıyor musun

İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.11.2025
Tüm Yazıları

30-40’lı yaşlarına gelmiş ama hala ergenlik modunda dolaşan insanlar tanıyor musunuz?

‘’Evet!’’ dediğinizi duyar gibiyim.

Artık onlara kızmak yerine daha bilimsel, hatta biraz da anlayışlı bakabileceksiniz.

Çünkü Cambridge Üniversitesi’nin yaptığı son beyin araştırması, insan gelişimiyle ilgili ezber bozan sonuçlar ortaya çıkardı.

Bilim insanları, beyin taramalarıyla insan beyninin nöral bağlantılarının yaşam boyunca nasıl değiştiğini inceleyerek adeta beynimizin yaşam haritasını çıkardı.

Araştırmaya göre, beş ayrı gelişim evresine sahip olan insan beyni 9, 32, 66 ve 83 yaşlarında dört kritik dönüm noktasından geçiyor.

Beynin ilk büyük gelişim evresi doğumdan 9 yaşına kadar sürüyor. Ancak asıl bomba 9–32 yaş arasındaki süreçte.

Bu dönem, beynin iletişim ağlarının en verimli çalıştığı genişletilmiş ergenlik dönemi olarak tanımlanıyor.

Yani aslında 30 yaşında hala trip atan, 33’ünde ‘ben bilmem büyükler bilir’ diye yaşayan ya da 28’inde bile hala sorumlulukları erteleyenler bilimsel olarak haklı olabilir.

Çünkü beyin hala yapılanma halinde!

32 yaşından sonra beyin daha istikrarlı, daha olgun bir yapıya evriliyor. Yani büyüyoruz evet ama biraz geç…

66 yaşında başlayan süreç “erken yaşlanma”, 83 yaşında başlayan dönem ise “geç yaşlanma” olarak sınıflandırılıyor.

Belki de hepimizin içinde biraz ergenlik var, sadece hepimiz farklı yaşlarda yaşıyoruz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
26.11.2025
Tüm Yazıları

Galatasaray’da sakatlar kervanına her geçen gün yenileri eklenmeye devam ediyor. Saint-Gilloise mücadelesinde ağrıları bulunan Jakobs da bu listeye katıldı. Okan Hoca, Belçika ekibine karşı çıkarabileceği en iyi kadroyu sahaya sürdü; elindeki tüm kurşunları bu maçta kullanmaya çalıştı. Ancak Sara’nın direkten dönen topu ve altı pastaki Davinson fırsatı dışında sarı-kırmızılılar neredeyse hiç üretken olamadı.

Bu mücadelenin bireysel performanslarla kazanılması beklendi ama yedek kulübesi için söylenecek pek bir şey yok. Üst üste gelen sakatlıklar, Galatasaray’ın hamle gücünün olmadığını bir kez daha gösterdi. Sezon başında Şampiyonlar Ligi için bu kulübenin zayıf olduğu belliydi. Bunu güçlendirmemek büyük hataydı. Ancak bu kadar sakatlığın yaşanacağını öngörmek de imkânsız; bu konuda acımasız olmamak gerekiyor.

Bütün bunları bir kenara koyarsak, Galatasaray’ın bu kadroyla bile Belçika ekibini mağlup etmesi gerektiğine inanıyorum. İlkay, sakatlığının etkisini henüz tam atamamış; dün geceki performansı bunun en net göstergesiydi.

Mücadelenin hakemi ise adeta Şampiyonlar Ligi’nde Galatasaray’ı doğramak için görevlendirilmiş gibiydi. Geçen sezon Manchester United maçındaki tavrını dün gece de sürdürdü. Saint-Gilloise’in sahadaki itici gücü oldu. Belçika ekibine çıkmayan kartlar, Galatasaray’a fazlasıyla kolay çıktı. Maçın temposunu sürekli kesti.

Sarı-kırmızılı takımın artık yapması gereken tek şey, Monaco deplasmanında bu kaybı telafi etmek. Çünkü Atletico Madrid ve Manchester City maçları telafi anlamında zorluk seviyesi çok daha yüksek karşılaşmalar…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
25.11.2025
Tüm Yazıları

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), Türkiye’nin son otuz yılda küresel görünürlüğünü pekiştiren en stratejik kurumlarından biri. Bu kurumun başına geçen her isim, yalnızca idari bir sorumluluk değil; Türkiye’nin yumuşak gücünü, kalkınma vizyonunu ve uluslararası dayanışma anlayışını temsil eden büyük bir yükümlülüğü de devralır. Son atama ile TİKA’nın yeni Başkanı olan Abdullah Eren, bu sorumluluğu taşıyabilecek nitelikte bir isim olarak öne çıkıyor.

Eren’in kamu diplomasisi alanındaki tecrübesi, kurumun önümüzdeki dönemde izleyeceği rota hakkında güçlü ipuçları sunuyor. Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’ndaki (YTB) görev sürecinde, yalnızca diaspora politikalarını yönetmedi; aynı zamanda Türkiye'nin uluslararası temaslarının sosyolojik, kültürel ve stratejik zeminini kuran adımlar attı. Bu nedenle Eren’in TİKA’ya gelişi, kurumun mevcut tecrübesi ile daha geniş bir küresel vizyonu aynı çatı altında buluşturan bir eşik olarak değerlendirilebilir.

TİKA, Türk dış politikasının sahadaki en görünür uygulayıcılarından biri. Balkanlar’dan Afrika’ya, Orta Asya’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan geniş coğrafyada okul, hastane, altyapı, kültürel miras ve kapasite geliştirme projeleri yürütmesini, yalnızca kalkınma yardımı olarak düşünemeyiz. Bu projeler, aynı zamanda güven inşa eden bir iş modelini de benimsiyor. Abdullah Eren’in bu modeli daha da kurumsallaştıracağı ve karar alma mekanizmalarını veriye dayalı, sürdürülebilir, uzun vadeli bir yapıya kavuşturacağı öngörülüyor.

Yeni dönemde TİKA’nın karşısındaki temel meydan okuma, artan küresel rekabet ve kalkınma ajanslarının çeşitlenen yöntemleri olacak. Jeopolitik kırılmaların hızlandığı, bölgesel krizlerin yaygınlaştığı bir dönemde, Türkiye’nin kalkınma diplomasisinin daha koordineli, daha stratejik ve daha katmanlı bir anlayışla yürütülmesi gerekiyor. Eren’in geçmiş performansı, bu çok boyutlu çalışma biçimine hâkim olduğunu gösteriyor.

Ayrıca Türkiye’nin Afrika açılımı, Türk Devletleri Teşkilatı çerçevesindeki entegrasyon süreci ve Orta Doğu’daki yeniden yapılanmalar, TİKA’nın etkinliğini belirleyecek başlıca zeminler olmaya devam edecek. Bu alanlarda kültürel diplomasi, ekonomik destek ve kapasite geliştirme projelerinin artırılması beklenirken, Eren’in saha gerçekliğini önceleyen yaklaşımı kurum için bir avantaj niteliği taşıyor.

TİKA’nın yeni başkanı Abdullah Eren’in önünde, Türkiye’nin son yıllarda inşa ettiği itibar ve güveni kurumsal devamlılıkla geleceğe taşımak gibi önemli bir görev duruyor. Bu dönem, duygusal söylemlerden çok, akılcı analizlerin, disiplinli planlamanın ve sahada karşılığı olan projelerin öne çıkacağı bir dönem olacak. Türkiye’nin kalkınma diplomasisinin etkisi, bu profesyonel zeminde güçlenerek devam edecek gibi görünüyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
25.11.2025
Tüm Yazıları

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 9 yıldır cezaevinde bulunan Selahattin Demirtaş hakkında hak ihlali kararı verdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Yargı ne derse onu uygularız”, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ise “Tahliyesi hayırlı olur” şeklindeki sözlerine rağmen Demirtaş hala tahliye olamadı.

Bu açıklamalar sonrası TBMM eski Başkanı Bülent Arınç, Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret etti ve tahliye edilmesi gerektiğini söyledi.
Ama tansiyonu yükselten Arınç’ın, Demirtaş’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmek istediğini söylemesi ve vermek istediği mesajı kamuoyuyla paylaşması oldu:

“Sayın Erdoğan'la görüşme talebi var. Ben siyaseti tercih ettim. Terörü tercih etmedim. Şiddeti asla düşünmedim ve teşvik etmedim. Kobani olaylarından dolayı ben hiçbir cinayetin içerisinde olmadım ama size karşı kin duymuyorum. Siz de devlete, millete hizmet ettiniz. Benim ne kadar yanlışım varsa sizin de belki yanlışlarınız oldu. Bundan sonra ben artık ortaya çıkıp da böyle bir adaylık, siyaset, şu bu falan hiçbir zaman düşünmem ama ülkem adına ne yapabileceksem ben bunu yapacağım diye söz vermek istiyorum ona.”

Selahattin Demirtaş bu sözlere tepki ve sitem dolu bir açıklamayla karşılık verdi. Bülent Arınç'ın açıklamasıyla gündeme gelen ve kendisine atfedilen sözleri yalanlayan Selahattin Demirtaş, "Buraya onurumla girdim, onurumu kimseye çiğnetmeden çıkarım" diye konuştu. Arınç ise, “uydurma ve çarpıtma yapmadım” diyerek sözlerinin arkasında durdu.

Ancak benim üzerinde durmak istediğim konu Arınç-Demirtaş arasındaki karşılıklı açıklamalar değil. Burada dikkat çeken ve benim asıl üzerinde durmak istediğim Demirtaş’ın “siyasetçi ve avukatlarla görüşmeme” kararı.

Demirtaş’tan CHP’ye görüşme yasağı

Demirtaş, açıklamasının son bölümünde, “Anlayışınıza sığınarak, bundan böyle kendi arkadaşlarım hariç siyasetçi ve avukatlarla görüşmeyeceğimi belirtmek istiyorum. Çünkü bu çarpıtma ve suistimalleri önlemenin başka yolu kalmadı” dedi.

Demirtaş’ın siyasetçilerle görüşmeme kararı medyada Arınç’a tepki olarak sunulsa da siyaset kulislerindeki anlamı farklıydı.
Siyaseti yakından izleyenlere göre görüşmeme kararının bir diğer muhatabı da CHP’ydi.
Geçtiğimiz hafta Nefes Gazetesi’nde yer alan bir habere göre, İmralı TBMM komisyonu İmralı’ya gittiği gün CHP Genel Başkanı Özgür Özel de Edirne’de Selahattin Demirtaş’ı ziyaret edecekti.
Bu haber CHP’nin Demirtaş üzerinde kentli Kürt seçmeni bölme girişimi olarak yorumlandı. Demirtaş’ın, “siyasetçilerle görüşmeyeceğim” kararı CHP’nin kendisi üzerinden yaptığı planı bozma girişimi olarak değerlendirildi.

Özgür Özel’e “gelme” mesajı

Demirtaş, Özgür Özel’e açık açık gelme mesajı vermişti. Demirtaş’ın açıklaması sonrası CHP İmralı’ya üye göndermeyeceğini duyurdu. CHP’nin Abdullah Öcalan’la görüşmeye milletvekili göndermemesi DEM Parti yönetimi ve tabanında tepkiyle karşılandı.

Aynı gün CHP Genel Merkezi’nde açıklanan CHP’nin parti program taslağında yer alan “eşit yurttaşlık, ana dilin öğrenilmesi, yerel yönetimlere özerkliğin tanınması” gibi başlıklar ise Kürt seçmende karşılık bulmadı.

CHP’nin İstanbul, Adana, Mersin, İzmir, Antalya ve Ankara gibi büyükşehirleri DEM tabanının desteğiyle aldığı hatırlatılırken, “CHP Kürt seçmeni kaybetti” yorumları yüksek sesle dile getirildi.

CHP, kamuoyu tepkisinden o kadar çekiniyor ki asıl fikrini gizliyor ve “İmralı’ya gidilmesin” diyemiyor. Bunun yerine telekonferans yapılsın diyor.

CHP yüzde 25’i aşamaz

Bu yorumu yapanlardan biri de yazının girişinde yer verdiğim TBMM eski Başkanı Bülent Arınç’tı. Şanlıurfa’da konuşan Arınç, Abdullah Öcalan’la görüşmeye CHP’nin katılmamasını eleştirdi ve Öcalan’la görüşmenin büyütüldüğünü vurguladı. Arınç’a göre bu tavır CHP’yi kendi mahallesine hapsetti:

”Adamın dedikleri sizin söylediklerinize uyuyor ve siz bundan istifade ediyorsunuz. Ya gelin de ben de sizinle yüz yüze bazı şeyleri konuşayım arada aracı olmasın diyorsa bunda kaçınacak bir tarafı yok. Bu olmalıydı. Tabii CHP’nin katılmamasını çok yanlış buluyorum. Buradan ifade ediyorum. CHP, ulusalcı düşünceyle buraya gitmekten imtina ettiyse inanın CHP seçimlerde yüzde 25’i bile bulamaz.“

İmralı’ya üye göndermeyen CHP, “Biz komisyondan kalkmadık diğer adımlara katkı vereceğiz” dese de DEM Parti’yi ikna etmiş değil.

Sadece DEM değil eski Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu yayınladığı video mesajla CHP’nin tutumuna tepki gösterdi.

Bu yazı yazılırken vekiller İmralı yolundaydı. Daha gitmeden büyük yankı uyandıran İmralı görüşmesinden çıkacak detaylar kimbilir ne gibi tartışmalar doğuracak.

CHP’Lİ VEKİLİN “CANDAŞ MEDYA” İSYANI

CHP Mersin Milletvekili Hasan Ufuk Çakır, uzun zamandır çok dertli. Derdinin nedeni CHP milletvekili olmasına rağmen “candaş medyanın hedefi olmak”

CHP’li Çakır, Pazartesi günü Tarım Bakanlığı bütçesinin görüşüldüğü TBMM Plan Bütçe Komisyonunda Mersin çiftçisinin sorunlarını anlatmak için hazırlık yapmıştı.

Ancak komisyona geldiğinde Halk TV’de kendisi hakkında yapılan yayınlardan haberdar olmuş ve öfkelenmişti. Halk Tv’nin kendisinden “sabıkalı vekil” diye bahsettiğini anlatan Çakır, hem CHP’li vekilleri hem de Halk TV’yi protesto ederek komisyonu terketti.

Sonrasında beni arayan Mersin Milletvekili Hasan Ufuk Çakır, “Sabıkalı olsam YSK beni milletvekili yapar mı?” diyerek yaşadıklarını anlattı.

“Tek suçum partiyi temizleyin demek”

“Bunların hepsini Sayın Genel Başkan Özgür Özel’e partiyi yolsuzluk iddialarından arındırın diye mektup yazan 10 milletvekilinden biri olmam ve Kemal beye oy vermem nedeniyle yaşıyorum” dedi.

“Sabıkam varsa kendimi yakacağım”

“Ben taban siyaseti yapıyorum. 505 köyü 127 çadırı tek tek gezdim. Oto hırsızlığından sabıkam varsa Kızılay’da kendimi yakacağım. YSK sabıkalı adamı vekil yapar mı? Klimalı odalardan çıkmayan kırmızı plakalarla gezen vekil olmadım. Tek suçum partiyi arındırın demek ve Kemal beye oy vermek.”

Candaş medya kurbanı olan CHP’li Çakır, “Sabıkalı vekil” iftirası nedeniyle Halk TV’ye dava açtığını anlattı.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
24.11.2025
Tüm Yazıları

İstanbul’un Mandacılık Mirası ve Sulak Alanların Sessiz Çığlığı

Geçen haftalarda Gastronometro’da “İstanbul’da Mandacılık” üzerine gerçekleştirilen kahvaltılı bir toplantı benim açımdan çok verimli oldu.

İstanbul’da mandacılık ciddi bir riskle karşı karşıya.

İstanbul’un kuzeyindeki sulak alanlar, manda sürüleri ve onların kültürel-ekolojik birlikteliği üzerine, Mimar ve kent aktivisti Kubilay Ercelep’in konuşması, çok yönlü bir hikâyeyi ve derin hafızaya sahip bir manzarayı hatırlattı bize.

Peki kimdir Kubilay Ercelep?

CLIMAVORE x Jameel at RCA, Manda Müşterekleri projesi kapsamında çalışmalarını sürdüren genç bir araştırmacı.

Bu buluşma vesilesiyle altını çizmek istediğim bir husus var. Gastronometro, bu etkinlikler sayesinde; düşüncenin, bilginin ve emeğin filizlendiği bereketli bir zemin kuruyor. Bu emeğin arkasında duran Birol Uluşan ile Nilhan Aras’ı ve görünmeyen tüm katkı sahiplerini gönülden kutluyorum.

Sulak alanlar ve biyoçeşitlilik

Ercelep’in konuşmasında belirttiği 70 km²’lik alan Terkos Gölü’nden Çiftalan Köyü'ne uzanan sulak alanlar, mandaların mera alanı olmasıyla birlikte aynı zamanda göçmen kuşlar ve diğer canlı türleri için de hayati bir yaşam mekânı. Bu alanlar, terk edilmiş maden ocaklarının suyla dolup gölete dönüşmesiyle post-endüstriyel bambaşka bir peyzaj kazanmış. Ercelep, bu dönüşümü kronolojik bir yaklaşımla ele alırken, bu manzaranın ekolojik olmasının yanında kültürel bir miras olduğunu da vurguluyor.

Sulak alanların ekolojik önemi bilimsel literatürde de net biçimde ortaya konuyor. Bu alanlar karbon deposu işlevi görüyor, su rejimini dengeliyor ve sel riskini azaltıyor.

Türkiye özelinde, bu tür alanların biyolojik çeşitliliğe katkısı ve ekonomik işlevleri (tarım, hayvancılık, rekreasyon) belgelenmiş durumda.

Manda İstanbul’un mutfağına sessiz bir katkı sağlıyor

Ercelep’in aktardığına göre, bugün İstanbul’un kuzeyinde tahmini 4.000 manda yaşıyor ve bu sürüler, sekiz köyde yoğunlaşmış. Bir zamanlar sahip olunan manda nüfusuyla kıyasla dramatik bir düşüş yaşandığını görüyoruz.

Mandacılık hâlâ yoğurt, kaymak ya da tatlı gibi geleneksel İstanbul mutfağı ürünleri için vazgeçilmez. Ne var ki, şehirle doğrudan bir tedarik zinciri hâlâ eksik: Ercelep’in çalışmasına göre günlük 3.000- 4.000 litre süt üretiliyor, ama şehir merkezine doğrudan ve düzenli bir süt akışı yok.

Mera alanlarının azalması, mandacıları yem bağımlılığına zorlayarak maliyetlerini artırıyor. Oysa yeterli otlatma alanı sağlanabilse, yem maliyetleri azalır; sürdürülebilirliği güçlenir ve mandacılık daha ekolojik bir döngüye kavuşabilir.

Koruma mı, yoksa dönüştürme mi?

Burada en büyük tehditlerden biri kentleşme. Ercelep, mega projelerin sulak alanları parçalayarak mandaların meralarını küçülttüğünü ve ekosistemi tehdit ettiğini söylüyor. Bu eleştirisi bence haklı temellere dayanıyor.

Bu alanlar biyolojik bir rezerv ve kültürel bir değer. Ercelep ve ekibinin saha çalışmaları, haritalama atölyeleri ve yerel görüşmeler sayesinde, mandaların mekânsal dağılımı, meraların yeri ve yerel süt ürünleri pazarının konumu gibi somut veriler ortaya koyuyor. Bu haritalar, aynı zamanda İstanbul’un gıda kuşağıyla su altyapısı arasındaki tarihi ilişkileri de belgeleyerek, sulak alanların kent, gıda ve kültür stratejilerinin parçası olarak görülmesi gerektiğini de gösteriyor.

Mandacılık için gerekli stratejiler

Ercelep’in iki önerisi var

1-Ekonomik Sürdürülebilirlik: Manda sütü ürünlerinin yerelleştirilmesi ve ticarileştirilmesiyle mandacı topluluklara gelir sağlamak, böylece geleneksel bilgiyi ve pratiği desteklemek.

2-Koruma ve Paydaş Katılımı: Sulak alanlara bölgesel, ulusal ya da uluslararası düzeyde koruma statüsü kazandırmak; ekosistemin geleceği için paydaşlarla (yerel halk, yönetimler, koruma kurumları) iş birliği inşa etmek.

Bu stratejiler, İstanbul’un Gıda Stratejisi ile uyumlu biçimde ele alınırsa, mandacı topluluklar ile sulak alan ekolojisi arasında bir “müşterek meralar” vizyonu inşa edilebilir.

Peki, neden önemli bu mandacılık?

Mandacılık, aslında basit bir hayvancılık faaliyeti değil. Suyla, doğayla, insanla iç içe geçmiş çok katmanlı bir pratiği temsil ediyor. Ercelep’in konuşmasında dikkat çektiği husus, İstanbul’un kuzey sulak alanları, boş araziler gibi görünse de hatırlamamız gereken bir geçmişin, korumamız gereken ekolojik ve kültürel mirasın bir parçası.

Mandalar, su kuşları, göletler, eski meralar… Hepsi birer nottur; kaybolurlarsa, İstanbul’un suskun bir senfonisi yarım kalmış olur.

Özetle, bugün bu alanları korumak, biyolojik çeşitliliğe hizmet etmekle kalmaz; gelecek kuşaklara da “hafıza mekânları” bırakmak demektir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
23.11.2025
Tüm Yazıları

Milli ara öncesi yaşanan Kocaelispor yenilgisi, sarı-kırmızılı takımı belli ki sarsmıştı. Ancak aradan sonra oynanan Gençlerbirliği maçında da stres seviyesi yüksek bir karşılaşma izledik. Galatasaray her ne kadar rahat gol pozisyonlarına girse de art arda gelen sakatlıklar oyunun dengesini bozdu.

Özellikle Lemina’nın sakatlığı sonrası Yusuf’un oyuna dahil edilmesi, tribünlerde ve ekran başında “Neden?” sorusunu akıllara getirdi. Mücadeleye 16. dakikada giren Yusuf, ikinci yarının başında kenara alındı. Okan Buruk, yaptığı hatayı erken fark ederek değişiklikle oyunun kaderini de değiştirdi.

İlk yarıyı 1-0 geride kapatan sarı-kırmızılılar, İlkay Gündoğan’ın oyuna girmesiyle adeta nefes aldı. Sakatlıktan yeni çıkan İlkay için maç planlamasında yaklaşık 35 dakikalık süre öngörülüyordu. Fakat Yusuf’un tercih edilmesi, riskin yanlış oyuncuyla alındığını gösterdi. İlkay’ın süresinin artırılması, oyun aklı açısından çok daha doğru olurdu. Yusuf, uzun süredir maç ritmi olmayan ve adeta “antrenman oyuncusu” görüntüsündeki haliyle topun hızını sürekli öldürdü. Öte yandan aynı koşullarda sahaya giren Kazımcan’ın asist yapması dikkat çekiciydi.

“Icardi’nin ölüsü yeter” derler ya… İşte tam olarak öyle bir akşam yaşadık. Haftalardır tartışmaların odağında olan Icardi, sahaya çıktı, golünü attı ve herkesi susturdu. Barış Alper’in de patlamaya ihtiyacı vardı; Gençlerbirliği maçının en iyisi oldu ve takımın yeniden itici gücüne dönüştü.

Mücadelenin hakemi Ozan Ergün ise tartışmaların odağındaydı. Barış’a yapılan müdahaleyi görmezden gelerek Galatasaray’ın penaltısını es geçti. Sallai’ye yapılan sert darbeyi de atladı. Ancak Sallai’nin müdahalesinde doğru şekilde kırmızı kart çıkardı. Yine de benzer bir pozisyonun Fenerbahçe–Kayserispor maçında yaşanmasına rağmen Ozan Ergün’ün Asensio’ya ne kart ne de uyarı göstermemiş olması, hakem standardı konusunda soru işaretlerini artırdı.

Galatasaray sonunda kazandı… Ama “İlkay’la kazandı” desek, yanlış olmaz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.11.2025
Tüm Yazıları

Tarih, yürüdüğümüz bu yeryüzünde biriktirdiğimiz hikâyelerden ibarettir. Her çağın, kendi hikâyesini kaydetme biçimi vardır. Mağara duvarlarından kil tabletlere, oradan matbaaya ve nihayetinde ışık hızında hareket eden bitlere... Peki, bu son çağın hikâyesi hangi dilde yazılıyor ve daha önemlisi, hangi kültürel hafızanın süzgecinden geçiyor?

Yapay zekâ; fikri mülkiyetin, emeğin ve hatta duyguların dahi birer veri kümesine indirgendiği bu kuantum çağının en büyük mimarı. Bugün, silikon vadilerinden yayılan devasa dil modelleri (LLM'ler), yeryüzündeki neredeyse tüm bilgiyi yutuyor, sindiriyor ve yeniden üretiyor. Ancak teknoloji, asla tarafsız bir ayna değildir; o, onu inşa edenin dilini, tarihini ve dünya görüşünü yansıtan, yapımcısının genetik kodunu taşır.

İşte mesele tam da burada düğümleniyor. İngilizce ve Batı merkezli veri havuzlarında eğitilen bu küresel zekâlar, bize sundukları her cevapta, her içerikte, her kararda; bizim olmayana dair bir bakış açısını sessizce kodluyor. Bir algoritma, Karacaoğlan’ın şiirini çevirebilir, ancak o şiirin makamını ve hüzün tonunu ne kadar anlayabilir? Yüzlerce yıllık bir Anadolu fıkrasını okuyabilir, ama o fıkradaki ince alay ve alt metni ne kadar hissedebilir?

Eğer dijital varoluşumuzu tamamen, bizim kültürel ruhumuzdan ve resmi hafızamızdan yoksun makinelere emanet edersek, karşı karşıya kaldığımız tehlike, basit bir tercüme hatasından çok daha derindir. Bu, düşünce biçimimizin, tepkilerimizin ve hatta ulusal hafızamızın dahi, yavaş yavaş "görünmez bir sömürgeleşme" ile yeniden formatlanması riskidir. Bilinçaltımız, konuştuğu dilin aksanını değil, arkasındaki kültürel algoritmanın dayatmasını benimsemeye başlar.

Devletin Dil Hamlesi Milli Bir Görevdir

Daha önceki yazımızda altını çizdiğimiz "Geleceğin Kodu Türkçe Yazılıyor" tezi, bugün artık sadece bir temenni değil, bir ulusal eylem planıdır. Çünkü bu idealin gerçeğe dönüşmesi için, sadece bireysel çabalar yetmez; devletin, dilimizi ve kültürel kodumuzu taşıyacak bir teknolojik kalkan inşa etmesi gerekir.

Bu bağlamda atılan somut adımlar, bu direnişin başladığını gösteriyor. TÜBİTAK BİLGEM bünyesinde Türkiye'nin Büyük Dil Modeli Projesi'nin geliştirilmesi, bu alandaki dışa bağımlılığı azaltma yönündeki en önemli resmi hamledir. Ayrıca Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın, sektörel ihtiyaçlara cevap verecek yerli ve özgün modellerin inşası için hibe destekleri veriyor olması, bu konunun sadece akademik bir tartışma değil, stratejik bir devlet politikası olduğunu netleştirmektedir. Bu destekler, Türkçenin zenginliğini ve kültürel bağlamını özümseyen yapay zekâ sistemlerinin sektöre yayılması hedefini taşır.

Gerçekten derinlikli düşünebilen bir Türkçe yapay zekâ inşa etmek için, sadece teknolojiye değil, aynı zamanda temiz, etik ve yüksek kaliteli veri mirasımızın seferber edilmesine ihtiyacımız var. Bu, bir medeniyetin tüm resmi, akademik ve kültürel hafızasının dijital çağa aktarılması demektir.

Bu çağda bir dili yaşatmak, sadece o dilde şiir yazmaktan değil; o dilde düşünen, sorgulayan ve yeni değerler ortaya koyan bir yapay zekâ zeminini oluşturmaktan geçiyor. Türkçe, sadece bir iletişim aracı değil, bin yıllık bir medeniyetin kodudur. Ve o kodun korunması, yarına bırakılacak en büyük mirastır.

Hafızamızı kodlayan, dilimizi diri tutan bir gelecek dileğiyle...

Haftaya tekrar görüşmek üzere, hoşça kalın.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
21.11.2025
Tüm Yazıları

Evrim Akın ile Asena Keskinci arasında yaşanan şiddet olayları gündeme düştü. Henüz 7 yaşındayken Evrim Akın’dan şiddet gördüğünü iddia eden Asena Keskinci’ye destek veren isimler de oldu. Bizim konuşmamız gereken konu ise sette çocukların fiziksel ve psikolojik olarak nasıl korunması gerektiği. Evrim Akın ile Asena Keskinci olayında kim kiminle beraber değil de iddia edilen şiddetin üzerine gidilmeli.

Sette şiddet İddiaları var ama biz daha çok magazin tarafını konuşur olduk. Kim ne demiş, kim kiminle sevgiliymiş gibi konuların yerine setlerdeki çocukların güvenliği var mı? Sorusu gündem olmalı.

Asena Keskinci, küçük yaşlarda sette fiziksel şiddete maruz kaldığını öne sürüyor. Bu iddialarda kim haklı kim doğru söylüyor araştırılmadan yargıya varmak doğru değil. Ancak şiddet hafife alınmamalı, göz ardı edilmemeli ve kesinlikle araştırılmalıdır.

Türkiye’de Çocuk Oyuncular: Türkiye’de çocuk oyuncular uzun yıllardır ekranda yer alıyor. Ama asıl sorun şu: Setler yetişkinler için bile yorucu, stresli, olabilirken çocuklar için neden daha yüksek standartlar uygulanmıyor?

Yaşanan şiddet olayı neden çocuk oyuncu büyüdükten sonra ortaya çıkıyor mesela? Niye kimse konuşmadı, dur demedi? Belki de dedi ve işinden oldu bilemeyiz. Ama bu konunun üzerine gidilmeli ve setlerdeki denetimler çoğaltılmalı.

Uzun çalışma saatleri iş disiplini adı altında çocuklar üzerinde baskı kurmamalı. Aslında dikkat çekilmesi gereken konuda bu. Evrim Akın çocuk programı sunuyor umarım bu olayın üstüne gidilir ya aklanır ya da cezasını alır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
20.11.2025
Tüm Yazıları

Almanya’dan İstanbul’a tatil için gelen Böcek ailesinin zehirlenerek hayatını kaybetmesi tüm Türkiye’yi sarstı.

Kokoreç, midye, lokum… Başlangıçta gıda zehirlenmesi olarak düşünülse de olayın seyri hızla değişti.

Otelde yapılan yetkisiz ilaçlama, kullanılan kimyasal maddeler ve iki farklı ilacın havalandırmadan odaya sızmış olabileceği ihtimali, soruşturmayı bambaşka bir noktaya taşıdı.

Ortaköy’de yemek yenilen kafe sahibi, midyeci, kokoreççi, lokum satıcısı derken… Liste uzadı, tutuklamalar ardı ardına geldi.

Otel personeli ve ilaçlama şirketi çalışanlarının da gözaltına alınmasıyla tablo daha da ağırlaşırken Adli Tıp raporu gerçeği ortaya koymuş oldu.

Raporda, ailenin gıdadan zehirlenmesinin düşük ihtimal olduğu vurgulanarak kimyasal madde zehirlenmesine işaret edildi.

Böcek ailesinin yediği yemeklerden alınan örneklerde de herhangi olumsuz bir madde tespit edilmedi.

Dört bir yanda evlerde, otellerde, restoranlarda, kafelerde denetimsiz kimyasal kullanımının adeta kol gezdiği acı bir gerçek.

Soluduğumuz hava bile güvenli değil baksanıza!

Tam da bu olayın yankıları sürerken, pek çok farklı yerlerden peş peşe zehirlenme vakaları geldi.

Tavukta, pastırmada, sokak lezzetlerinde… Her gün yeni bir gıda zehirlenmesi haberleri…

Ama en ilginci Türk kahvesi zehirlenmesi oldu.

Beyoğlu’ndaki bir kafede Türk kahvesi içtikten sonra fenalaşan bir kişi hayatta kalma mücadelesi veriyor.

Sebebi, mutfakta kullanılan şişelere koyulan bulaşık deterjanıyla yanlışlıkla kahve yapılması.

Söz konusu olan ‘alt tarafı bir yorgunluk kahvesi’ değil artık.

‘Bir fincanda zehir var mı?’ diye düşünmek zorunda kaldığımız bir dönemdeyiz.

Vatandaş artık kime, neye güvenecek?

Gıda güvenliği ve kimyasal denetim yeterli değilse, halkın nefes aldığı yerler bile kontrolsüzse kimse kendini güvende hissedemez.

Böcek ailesinin hayatını kaybetmesi ve beraberinde ortaya çıkan zehirlenme vakalarının ardından gıda güvenliği için yeni kararlar alındı.

Sokak satıcıları ve işletme sahiplerine yapılacak denetimlerin artırılması kararlaştırılırken, hijyen ve gıda güvenliği eğitimlerinin zorunlu hale getirilmesi, son kullanma tarihi geçmiş ürün satan işletmelere sert yaptırımlar uygulanması gibi adımlar atıldı.

Umarız bu zehirlenme vakaları son olur… Ama ya olmazsa?

İşte asıl tedirgin eden ‘Sıradaki ne olacak?’ korkusu.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş