Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Kentlerin, insan olmayı unutturan yanlarından çıkış yolu bulmaya çalışanlar, keskin çarkların arasında sıkıştıklarını unutarak bir tebdilimekân arayışına düşerler. Düşmesinler mi?
Haklarıdır elbet. Bu arayış, keşmekeşleriyle boğan ve çeşitli sağlık sorunlarına da davetiye çıkaran büyükşehirlerin yakınında kirlenmemiş bir yer bulmaya götürür onları. Oturdukları yüksek yapıların dairelerinden bir göl manzarası, akan bir dere, şelale veya bir dağ başı yahut kimsenin olmadığı bir deniz kenarına doğru…
İşte böyle bir imkana kavuşan insan, gittiği yeri görünce “Oh be dünya varmış.” deyiverir. Demesin mi? Böyle demesinde de yerden göğe kadar hakkı vardır.
Tabii böyle bir gidiş, genelde Allah’ın dağını, suyunu, manzarasını parselleyip belli bir ücret karşılığında satan yerler vesilesiyle olsa da buna da şükredecektir kent insanı, ne yapsın? Kolay mıdır öyle ıpıssız bir yerde çadır açıp ateş yakmak, yaktığı ateşe demliği sürüp çay hazırlamak?
Kim ne derse desin, böyle bir girişimde bulunmak büyük iştir. Sadece son 1 yılda ülkede yaşananlar, ne otellere ne de restoranlara güvenle gitmeye imkân verir hâlde. Bir kent insanı, içine sinerek böyle mekânlardan sorunsuz hizmet alabiliyorsa az şey midir?
Yalnız her güzel şey gibi bu kaçışın da bir sonucu olacaktır. Kentte maruz kaldığı birden çok yaşamaktan ötürü erken yaşlanan insan, geçici yer değişimi için zaten kıt kanaat yeten bütçesinden ayırdığı ücretin kredi kartı ekstresine yansıdığını görecektir. Varsın, yansısın, yeter ki kent insanı çıldırmasın, sağlığını yitimesin ve de bir kaçıştan da olsa dayanak bulsun. Yetişir.
Taksiti bol insanlarımızın ağzının tadı bozulmasın, yıllardır bir türlü almaya yetişemediği şeylerden midir bilinmez, geçiminde sağlayamadığı bereketi de iyice yitip gitmesin. El verir ki mutluluğu parça parça da olsa böyle bulacaktır.
ARTIK BİLMEDİĞİM DUALARI DA OKUYACAĞIM
Üstü kapalı bir bank üzerine ilişip kitabımı okuyorum. Bir süre sonra sakalları karışmış genç bir adam peyda oluyor önümde. Elinde ince bir çanta var, belli ki bir şey satmak istiyor. Ama bundan önce bir hikâyesi var, onu anlatacak. Buyursun anlatsın:
“Sivas’tan geldim buraya. Çobanım, bizim oralarda hayvanları şap vurdu. Tüp bebek tedavisi için para biriktiriyorum, 20-25 bin açığım kaldı.”
Hikâyesini biraz daha dinlemek için sorular soruyorum, çobanların ülkemizde iyi kazandığını hatırlatıyorum, kabul ediyor, ayda 200 bin lirayı bile gördüğü oluyormuş, Allah bereket versin.
Bunun yanında karşımdakinin çobanlık yapması beni ara ara gidip kolay dönemediğim çocukluk yıllarına tekrar gönderiyor. Nerede okudumsa küçücük yaşta aklımda kalmış bir hadis hatırlıyorum:
“Kıyamet alametlerinden biri de yalın ayak, çıplak, yoksul koyun-keçi çobanlarının binaları yükseltmekte birbirleriyle yarış ettiklerini ve böbürlendiklerini görmendir.”
Buhari’de ve Ahmed bin Hanbel’de geçtiğini öğrendiğim bu hadisi duyduğumdan beri tüm çobanlara, kıyameti getirecek kişiler olarak bakmıştım. Ya şimdi?.. Biraz bekleyin, çobanlık bahsini ileride yine açacağız.
* * *
Ülkemizde hayvancılıkla uğraşanları ve hayvancağızları bu yıl canından bezdiren bir hastalık tarumar etti. Çok hayvan can verdi, çok üretici kahroldu.
Biz, bu hicranla üstü kapalı bankta bıraktığımız, Sivas’ta çobanlık yapıp Anadolu’yu gezen genç arkadaşa dönelim.
Sigortası olmadığı için, az bir açığı kalmış, tüp bebek tedavisine gidecek parayı tamam etmek için üzerinde Yasin-i Şerif ve Büyük Şifalı ve Sırlı Dualar yazan 2 kitap, Türk bayrağı, ve Atatürk’ün de içinde bulunduğu çerçeveli çerçevesiz bayraklar satıyormuş.
Sivaslı çobana Allah selamet versin, boş çevirmek olmaz, bir dua kitabı aldım. Bugüne kadar bildiğim tüm duaları okumuştum, şimdi de bilmediğim duaları okuyacağım. Kiminin parası, kiminin duası! Sen sağ ol arkadaş.
ÇIKMAYAN MİLLİ PİYANGO BİLETİ
Her miladi yılın bitiminde televizyonların haber bültenlerinde 2 şey için özel muhabir ve kameraman görevlendirilir. Bunlar kuruyemiş fiyatları ve Milli Piyango gişelerinin önündeki kalabalıktır.
Necip milletimizin arasında yılbaşında kuruyemiş tüketimini artıranlarla piyango bileti alarak zengin olma hayali kuranların sayısı hiç de az değildir çünkü.
Bendeniz 1999’dan 2000 yılına girerken “Sıkı durun, işte milenyuma giriyoruz.” heyecanlandırmalarına maruz kalmış bir kuşaktanım. 80’lerin sonu 90’ların başında dünyaya gelen akranlarımız arasından sevgili ülkemde çok fazla girişimci ve dolandırıcı çıkmıştır, hâlâ da çıkmaktadır. Bu ikisinden de olamayanlar ise haber ve köşe yazısı yazıp memleketin ahvali umumiyesine kafa yormaktadır.
İşte 1999’un aralık ayı itibarıyla “2000 yılı çok başka olacak.” sloganları yayılırken 1 Ocak 2000 günü pek de bir numara görmediğimizde ve aldığımız piyango biletinin numaralarına amorti bile vurmadığında fena halde kandırıldığımızı anlamıştık.
Hâlbuki o yıl, piyango bileti alanların çoğu, büyük ikramiye çıktığında ihtiyaç sahiplerine de bir miktar dağıtacak karakterde insanlardı, yazık oldu! Bu sorgulamayla 26 yılımız geçti, artık faka basmayacağız inşallah. Taksitlerimiz bitince eksik ideallerimizi de tamamlamaya çalışacağız biiznillah.
* * *
Kur’an-ı Kerim’in Maide suresi 90. ayetini Elmalılı Hamdi Yazır şöyle tercüme etmiş: “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”
Diğer Kur’an meallerinde falın yanında ya da yerinde “şans oyunları” ifadesi de geçmiş.
Piyango deyince Rusya’da çarlığı yıkıp komünist bir ihtilalle Sovyetler Birliği’ni kuran Vladimir Lenin’in Kır Yoksullarına kitabında geçenler de epey ilgi çekecek türdendir.
Lenin, piyangonun ne demek olduğunu 50 rublelik bir inek üzerinden anlatıyor. İneğin sahibi ineği satmak ister ama bunu piyango usulüyle yapar. Herkese 1 ruble değerinde bilet satar, biletlerin satışı sonunda 100 ruble toplanır. Sonra piyango çekilişi yapılır ve Lenin, olayı şu ifadelerle özetler:
“Piyangoyu kazanan, ineği bir rubleye almış oluyor, diğerleri hava alıyor. İnek insanlara ‘ucuza’ mı geldi? Hayır, çok pahalıya geldi, çünkü değerinin iki katı para ödendi, çünkü iki kişi (piyangoyu düzenleyen ve ineği kazanan) hiçbir şey yapmadan kazanç sağladılar, hem de paralarını kaybeden 99 insanın sırtından. Demek ki piyangonun halk için kazançlı olduğunu söyleyenler halkı basitçe aldatmaktadırlar.”
Piyango işini tutturanlar bu sözleri duyunca şu soruyu sormakta haklıdır: “Halkı sadece biz mi aldatıyoruz kardeşim?”
Yeni yılda asgari ücretin yüzde 27 zamla 28 bin 75 lira olduğu sevgili ülkemde sadece alın terinin namusuyla yaşayan bir emekçi de bazen piyango biletinden umut devşirmeye çalışacaktır.
Bu davranışıyla bilmeden kapitalizmin çarkını bilese de ülkede yüksek yerlerde bulunanların yasal ya da yasa dışı bahisle veya kara para aklamayla zirvelere tırmandığını görünce kendisinin bu girişimini de masum görecektir. Peki biz 2026’da neler göreceğiz?
* * *
Çobanlarla ilgili hadisi bugün düşündüğümde İslam’ın aslında kapitalist değerleri ve gelişmeleri kıyamet alameti olarak gördüğünü anlıyorum. Sevgili peygamberimizin işaret ettiği, çobanların binaları yükseltmekte birbirleriyle yarışa girmeleri de aslında kapitalist süreçte köylerden kente olan göçü tasvir ediyor ve burada artık kentleşme sürecinde kapitalist altyapı hazırlanıyor.
İşte yazıya başlarken bahsettiğimiz, büyük kentlerden bunalarak bir göl-dere-deniz kenarı, dağ başına gitmek isteyenler, aslını arayanlardır.
Debdebeli yüksek binalarda oturan insanlar, aslı olan topraktan uzaklaştıkça insanlıktan da çıktı. O yüzden ne alsa mutlu olamıyor, hâlbuki Kızılderili reisi gibi “Ruhumuz geride kaldı, biraz soluklanalım da yetişsin.” diyebilse yine pek çok şeyi telafi edip kendisini de dinlendirecek.
Peki ne zaman hayırlı bir çıkış yolu bulacak insan? Hele de sabah güneş doğmadan yola düşüp tıklım tıkış toplu taşıma araçlarında kendilerine yer bulmaya çalışan, sigortalı bir iş karşılığında tüm samimiyetini ve girişimciliğini ipotek etmiş insan…
Ölümle yüzleşecek, ölmeden evvel en az bir kez ölecek. Azrail, Hakk’ın emanetini almaya geldiğinde Hazreti Mevlânâ gibi buna “vuslat” deyip olayı bir Şeb-i Arûs’a çevirecek. Şimdi sorsun insan “Benim yüreğim buna var mı?” diye.
Necip Fazıl’dan:
Hayat, mayat diyorlar;
Benim gözüm mayat'ta.
Hayatın eksiği var;
Hayat eksik hayatta.
Takınsam, kanat, manat;
Kuş muş olsam seğirtsem.
Bomboş vatana inat,
Matan’a doğru gitsem…
...
Gazze’de son aylarda yaşanan gelişmeler, bir güvenlik krizinden çok daha fazlasına işaret ediyor: sahada kalıcı bir dönüşüm inşa ediliyor.
Masada hâlâ bir ateşkes metni var. Diplomatik belgelerde hâlâ “çekilme”, “silahsızlanma”, “uluslararası gözetim” gibi kavramlar dolaşımda. Ancak sahada oluşan tablo bu kelimelerle örtüşmüyor. Kalıcı askerî karakollar, birbirine bağlanan yeni yollar, İsrail iç altyapısına eklemlenen lojistik hatlar ve eş zamanlı olarak ayakta kalabilmiş Filistin yerleşimlerinin sistematik biçimde yok edilmesi, ateşkesin bir durdurma değil, bir yeniden yapılanma aralığı olarak kullanıldığını gösteriyor.
Bu bir güvenlik politikası değil; bu bir mekânsal egemenlik kurma süreci.
Savaş alanı sadece silahların değil, haritaların da hareket ettiği bir alana dönüşmüş durumda.
Drop Site News’in incelediği uydu görüntüleri ve haritalar bu dönüşümü görünür kılıyor: İsrail, Sarı Hat’ın ötesinde bugün 48 askerî karakolda faaliyet yürütüyor. Bunların en az 13’ü ateşkesten sonra inşa edildi. Bu karakollar sadece savunma noktaları olarak değil, birbirine bağlanan ve İsrail içindeki üsler, yollar ve yerleşimlerle entegre edilen kalıcı bir ağın parçaları olarak tasarlanmış görünüyor.
Bu ağ, geri çekilmeye değil; kalmaya göre inşa edilir.
Geçici askerî varlık geçici altyapıyla yetinir. Oysa burada kalıcı asfalt, kalıcı beton ve kalıcı lojistik hatlar var. Bu da bize sahadaki niyetin geçici güvenlik değil, kalıcı düzen kurma olduğunu söylüyor.
Bu noktada İsrail’in uzun süredir uyguladığı strateji tekrar karşımıza çıkıyor: fiilî durum oluşturma siyaseti.
Hukuki metinlerle değil, fiziksel gerçeklikle ilerleyen bir siyaset. Önce sahayı değiştirir, sonra diplomasinin bu değişimi tanımasını bekler.
Batı Şeria böyle dönüştürüldü. Doğu Kudüs böyle dönüştürüldü. Şimdi aynı yöntem Gazze’de işliyor.
Önce “geçici güvenlik” denir.
Sonra “teknik zorunluluk” olur.
Ardından “mevcut durum” diye adlandırılır.
En sonunda “geri dönülemez gerçeklik” haline gelir.
Eski BM analisti Muin Rabbani’nin uyarısı tam da bu noktaya işaret ediyor: Bu süreç Gazze’yi bölmeyi ve Filistin nüfusunu adım adım yerinden ederek bölgenin demografik ve siyasal karakterini dönüştürmeyi amaçlıyor.
Gazze’nin kuzeyi ile güneyi arasına yerleştirilen askerî ağ, sadece tankların geçeceği bir koridor değildir; insanların geçemeyeceği bir sınırdır. Bu da zamanla nüfus hareketini, zorunlu göçü ve boşaltmayı beraberinde getirir.
Bu yüzden mesele Hamas değildir. Hamas bu sürecin gerekçesidir.
Mesele roketler değildir. Roketler bu sürecin dili olur sadece.
Mesele güvenlik değildir. Güvenlik bu sürecin meşruiyet aracıdır.
Asıl mesele toprağın kime ait olacağıdır.
Ve bu noktada uluslararası sistemin rolü belirleyici hâle geliyor. ABD, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler metin üretir, açıklama yapar, “endişe” bildirir. Fakat sahadaki beton, bildirilerden daha hızlıdır.
Dünya üç nedenle susuyor:
Bir: İsrail’le yüzleşmenin siyasi ve ekonomik bedelinden çekiniliyor.
İki: Gazze, küresel gündemde başka krizlerin gerisine düşmüş durumda.
Üç: Bazı aktörler bu dönüşümü açıkça ya da örtük biçimde destekliyor.
Bu da fiilen şu anlama geliyor: İsrail yalnız değil, Filistin yalnız.
Son iki ayda yaklaşık 740 ateşkes ihlali kayda geçti. Yaklaşık 400 kişi hayatını kaybetti, 1.100’e yakın insan yaralandı. Bu rakamlar bir savaşın değil, kontrollü bir genişlemenin bilançosu gibi duruyor.
Savaşta hedef askeri üstünlüktür. Burada hedef coğrafi ve siyasal dönüşümdür.
Bu yüzden Gazze’de yaşananlar klasik anlamda bir savaş değil; bir sınır ve nüfus mühendisliğidir.
Gazze bugün yalnızca bombalanmıyor; yavaş yavaş yeniden çiziliyor.
Ve tehlikeli olan şu: Bir gün herkes bu yeni haritaya bakıp “gerçek buydu zaten” diyecek. Oysa gerçek inşa edildi. Adım adım. Sessizce. Betonla.
...Suriye sahası son yılların en kritik diplomatik trafiğine ev sahipliği yapıyor.
10 Mart Mutabakatı’nın son düzlüğünde Ankara, Şam’a adeta tam kadro bir çıkarma yaptı.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile gerçekleştirdiği görüşme, bölgedeki dengelerin ne kadar bıçak sırtı olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Mutabakatın en kritik maddesi elbette SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu.
Ancak sahadaki gerçekler, kağıt üzerindeki imzalardan çok farklı bir dil konuşuyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, basın toplantısında net bir uyarıda bulundu: ''SDG’nin Şam yönetimiyle entegrasyon konusunda gerçek bir niyeti yok.''
Bu tespit, Suriye Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani’nin ''SDG kanadında bir irade görmüyoruz'' açıklamasıyla birleşti.
Görünen o ki; bir taraf zaman kazanmaya çalışırken, diğer taraf sabrının sonunda!
Diplomasi masasının gölgesi daha Şam sokaklarından çekilmeden, Halep’ten gelen silah sesleri analizi doğruladı.
Hükümet güçleri ile SDG arasında patlak veren çatışmalarda 2 ölü ve 15 yaralı var.
Bu çatışma, mutabakatın çiğnendiğinin de bir göstergesi.
Sahadaki veriler, SDG’nin Suriye ordusu çatısı altında olsa dahi kendi özerk yapısını ve silahlı gücünü korumak istediğini gösteriyor.
Bir yanda barış cümleleri, diğer yanda namlular… Bu senaryoya kim inanır?
Türkiye-Suriye ilişkilerinin son bir yıllık seyrine baktığımızda, Ankara’nın terör koridoruna karşı tavizsiz duruşu ile Şam’ın egemenlik arayışı arasında sıkışmış bir SDG portresi görüyoruz.
Hem saldırı başlatıp hem de barışçıl yaklaşım beklemek, Orta Doğu realitesinde sadece trajikomik bir beklentiyi ortaya koyuyor.
...Toplumsal kirlilik her yere işlemiş, üstelik normalleştirilmiş durumda. Biz ise hâlâ etrafa masum gözlerle bakıyoruz. Bir isim duyunca şaşırıyoruz ama ahlaksızlık artık tekil değil; örümcek ağı gibi her yere yayılmış. Bir isim değil, iki değil, üç hiç değil…
Üstelik bu isimlerin büyük bir kısmı sosyal medyada ahlak ahkâmı kesenlerden oluşuyor. İşin en acı tarafı ise şu: Çoluk çocukları var. Düşünebiliyor musunuz? Yanlış hayatların, yanlış ilişkilerin; genetik bir bozukluk gibi kuşaktan kuşağa taşınması… Ve bu ortamlarda büyüyen çocuklar, yarın bizim geleceğimizi inşa edecek. Tabii eğer ortada inşa edilecek bir gelecek kalırsa.
Bu kadar çürümenin olduğu bir devirde insan ancak Allah’a sığınıyor. Herkes de inandığı şeye sığınsın. Çünkü bu kadarı fazla. “Sosyal çürüme”, “toplumsal yozlaşma” gibi kelimeler bile artık yetersiz kalıyor. Basit kalıyor. Kelimeler tükeniyor; olan biteni anlatmaya yetmiyor.
Bu devirde sadece eline, beline, diline sahip çıkmak da yetmiyor.
Evine sahip çıkacaksın.
Telefonuna sahip çıkacaksın.
Aklına sahip çıkacaksın.
İmanına sahip çıkacaksın.
Allah bizi doğru yoldan, Taha yolundan, ayırmasın.
...Profesyonel insan diye bir şey çıktı son yıllarda. İş ilanlarında, eğitim panellerinde, Linkedin postlarında sürekli:
“Profesyonel biri arıyoruz.” Peki profesyonel insan kim?
Takım elbisesi çok düzgün, mail saatleri dakik, enerjisi kontrollü, sözü hesaplı…
Kısaca; insan olmanın doğal tüm özelliklerini törpüleyip ortaya çıkarılan standart bir üretim modeli.
Ben profesyonel insanın aslında göründüğü kadar profesyonel olmadığını düşünüyorum.
Hatta çoğu zaman profesyonellik dediğimiz şey, insanın kendini gizleme sanatından başka bir şey değil.
Ya da ben mi çok takığım bu duruma bilemiyorum.
Profesyonellik maskesi diye bir şey var bence! Profesyonel insan dediğin gülümsemek zorundadır.
Müşteri bağırsa da gülümser, patron saçmalasa da gülümser, ekipten biri ortalığı dağıtsa bile gülümser.
Yani yüz kasları mesaiye kalır. Ama içeride ne oluyor? Bilinmez.
Profesyonellik insanın iç dünyasını şeffaf yapmıyor, tam tersine karartıyor.
Herkes rol yapıyor, herkes cool, herkes çok güçlü… Sonra bir bakıyorsun en profesyonel görünen en küçük sarsıntıda dağılıyor.
Böyle durumlarda o profesyonellik, aslında sessiz bir yükmüş gibi hissettirmez mi?
Profesyonel insan hata yapmaz mı? Tabii ki yapar, ama gizlice. Profesyonel insan hata yapmazmış gibi davranır.
Kendini öyle konumlandırır ki hata yaparsa statüsü zarar görür. Bu yüzden hata yapınca saklar, yada hiç denemez bile hata yapmamak için.
Bu mu profesyonellik. Karakteri sevmezsin, iş şeklini beğenmezsin ama iyi geçinmelisin, neden çünkü sen profesyonelsin.
Profesyonelliğin doğduğu ülkelerde profesyonel insanlar hata yapmayı normal kabul eder. Bizde ise hata lükstür, ayıptır, gizlenmesi gerekendir.
Oysa hata profesyonelliğin düşmanı değil, malzemesidir. İnsanı büyütür, netleştirir, güçlendirir. Ama profesyonel insan rolü o kadar katıdır ki, gelişime yer bırakmaz. Statünün zarar görmesindense kişinin gelişimi feda edilir.
Profesyonel insan duygusuz mudur? Duygusuz da demeyelim de, daha ağırı var ama yazmak istemiyorum. Ya da yazmalıyım sonuçta ben o kadar profesyonel değilim belki de. Okuyucumun canı yanar diye, yanlış anlar diye düşüncelerimi saklayamam. O zaman bana profesyonel değil karaktersiz denmesini kabul etmem gerekir.
Duygusuzluk, mantıklı olmakla aynı şey değil. Sanırım çoğu zaman karıştırılan şey bu oluyor.
Birini motive eden şey duygudur, bir ekibi toparlayan duygudur, bir müşteriyi anlayan yine duygudur.
Duyguyu öldürünce geriye robot kalır. O da bizi değil, dosyaları anlar.
Profesyonel insan duygusunu yok etmez, gerekli olduğu yerde çıkarıp, kontrol eder. Ama günümüzün profesyonel insanı duyguyu zayıflık zannediyor.
Bu yüzden krizler aynı anda hem insani hem kurumsal oluyor.
Ama en çok neye üzülüyorum biliyor musunuz?
Profesyonellik adı altında öldürdüğümüz en önemli beceri: Merak
Çocuk meraklıdır.
Soru sorar, anlamaya çalışır, dokunur, dener, kırar, yapar.
Sonra büyür, şirkete girer ve biri ona şöyle der:
“Bu bizim işimiz değil.”
“Bunu sorgulama.”
“Burada böyle yapılır.”
Ve merak ölür.
Merak ölünce inovasyon ölür.
İnovasyon ölünce profesyonellik zaten bir dekor haline gelir.
Yani profesyonel insan diye övdüğümüz kişinin içindeki çocuk ölmüştür. Bence profesyonelliğin en büyük kaybı budur.
insani olmak, dürüst olmak, yeri geldiğinde bilmediğini söyleyebilmek, hata yaptığında sorumluluk alabilmek, başarıyı paylaşabilmek,
kendini geliştirebilecek kadar alçakgönüllü olmak, bir kriz anında ekipçe insan kalabilmek, ve en önemlisi maskesiz yaşayabilmek.
Profesyonellik bir maske değil, bir tutumdur.
İnsan olmayı dışarıda bırakmak değil, insanlığın yeteneklerini doğru yönetmektir.
Bugünün dünyasında en aranan şey insanlık oldu artık. Empati, iletişim, yaratıcılık, karakter…
Çünkü ne yaparsak yapalım, işi yapan zeka değil; zekayı kullanan insan.
Profesyonellik sahne değildir.
İnsan olmanın kaliteli hali, o kadar.
Bugün memur da şikâyetçi, işçi ve asgari ücretli de huzursuz. Her kesimin ortak talebi aynı: Zam. Daha yüksek maaş, daha fazla ücret, daha büyük artış… Ancak artık acı bir gerçeği açıkça konuşmak zorundayım: Zam talebi, enflasyon düşmeden bir kurtuluş değil; bilakis krizin devamıdır. Türkiye’nin temel problemi bugün gelir seviyesi değil, paranın hızla değer kaybetmesidir. Maaşlar artıyor ama refah artmıyor. Çünkü yapılan her zam, kısa bir rahatlama sağladıktan sonra daha yüksek fiyatlar olarak geri dönüyor. Bu kısır döngü kırılmadıkça ne memur kazanır, ne işçi, ne de asgari ücretli.
Son yıllarda defalarca şunu yaşadık: Maaşlara yüzde 30-40 zam yapıldı.Üç ay sonra kiralar, gıda ve enerji fiyatları bu artışı yuttu. Altın, döviz ve temel tüketim ürünleri yeniden sıçradı.
Sonuç?
Kağıt üzerinde zenginleşen ama gerçekte fakirleşen bir toplum.Burada sorun maaşların düşük olması değil; maaşların satın alma gücünün korunamaması. Enflasyon düştüğünde, bugünkü maaş seviyesi bile insana nefes aldırır. Ama enflasyon yüksekken yüzde 50 zam da alsanız, bu yalnızca birkaç ay süren bir yanılsamadır.
Enflasyon, en çok kime zarar verir biliyor musunuz?
Sabit gelirliye, Maaşla geçinene, Birikimi olmayan kesime.Yani tam da memura, işçiye ve asgari ücretliye. Çünkü enflasyon, herkesten eşit almaz. Gücü olandan değil, direnci az olandan alır. Pazarlık gücü olmayanın, fiyat belirleyemeyenin, kira sözleşmesini değiştiremeyenin cebine göz diker. Bu yüzden enflasyonla mücadele, soyut bir “makro ekonomi” meselesi değil; sosyal adaletin ta kendisidir.
Peki Sürekli Zam Talebi Kime Yarar?
Bu soru rahatsız edici ama sorulmalı: Sürekli zam talebi gerçekten çalışana mı yarıyor, yoksa enflasyonun sürmesinden beslenen bir düzene mi?
Her yüksek zam, Kamu harcamalarını artırır ve bütçe açığını büyütür.Ayrıca Para basma baskısını artırır. Beraberinde Faiz - kur - fiyat sarmalını derinleştirir. Ve en sonunda faturayı yine maaşlı kesim öder. Yani paradoks şudur: Zam isteyen, farkında olmadan enflasyonu besler; enflasyon da o zammı geri alır.
Artık toplumun öncelik sıralaması değişmeli.Talep şu olmalı: Kalıcı fiyat istikrarı, Enflasyonu tek haneye indiren bir ekonomi yönetimi, Ücret artışı değil, alım gücü artışı, Gelecek ayın değil, gelecek yılların hesabını yapan politikalar. Çünkü enflasyon düştüğünde: Maaş zamları anlamlı hale gelir ve birikim yapmak mümkün olur. Bu durum orta sınıfı yeniden ayağa kaldırır ve tabi sosyal huzur güçlenir.
Daha açık bir ifade ile zam Bağımlılığından Kurtulmadan Refah Gelmez. Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey, daha yüksek sesle zam istemek değil; daha kararlı şekilde enflasyonun düşmesini istemektir. Zam, bir ağrı kesicidir. Enflasyonla mücadele ise tedavidir.
Ağrı kesiciyle yıllarca yaşanır ama iyileşme olmaz. Tedavi ise sabır ister, disiplin ister ama sonunda kalıcı refah getirir. Memur, işçi ve asgari ücretli için gerçek kurtuluş; maaş bordrosunda değil, etiketlerin sakinleşmesindedir.
...TÜRES’in üye buluşma sabahı
Bazı sabahlar vardır; kalabalıklar heyecan verir, gürültü bir ses çıkarır. İnsanlar değerli bir amaç uğruna bir araya gelir. İşte 20 Aralık 2025 sabahı Şişli’de, Taşyapı Etkinlik Alanı’na doğru yürürken hissettiğim şey tam olarak buydu. Daha kapıdan içeri adım atmadan, yeme-içme sektörünün nabzının burada attığını anlamak hiç zor değildi bence. Yüzlerce, hatta bine yakın insan salonu hınca hınç doldurmuştu. Masalarda kahvaltı yapacak yer dahi kalmamıştı; bu, organizasyona verilen değer ve katılımın bereketiydi.
Biraz gecikerek salona ulaştım. Bir masaya ilişiverip hızlıca kahvaltımı yaptım. Ardından stantları gezmeye başladım. Kulağım ise sürekli salondaydı. Çünkü masaların arasında dolaşan tek bir ortak cümle vardı: “TÜRES bugün gerçek gücünü gösterdi.”
Ben bir gastronomi gazetecisiyim. Sektöre dair çağrıldığım her yere giderim. Daha da önemlisi; iyi, nitelikli, kapsayıcı bir çalışma gördüğümde de yazarım tabi ki. TÜRES Genel Sekreteri Rıdvan Turşak davet ettiğinde, yoğunluğuma rağmen bu buluşmayı kaçırmamam gerekiyordu. İyi ki de gelmişim.
Bir çatı, binlerce ses
Tüm Restoranlar ve Turizmciler Derneği (TÜRES), bu buluşmayla üyelerini bir araya getirmekle kalmadı; sektörün tüm paydaşlarını aynı çatı altında topladı. Restoran sahipleri, zincir markaların yöneticileri, teknoloji firmaları, şefler, gazeteciler, influencerlar, gastronomi yazarları ve uzmanları… Herkes oradaydı.
Bu kalabalığın merkezinde ise TÜRES Başkanı Ramazan Bingöl vardı.
Salondaki genel kanaat açıktı: TÜRES, son dönemde yaşanan gelişmelerle birlikte, on binlerce üyesinin verdiği gücü artık görünür kılıyordu. Bu, sayısal bir güç değil, temsil gücüydü adeta ve söz söyleme yetkinliğiydi.
Ramazan Bingöl’ün konuşmasının ardından kürsüye çıkan Taşyapı Yönetim Kurulu Başkanı Emrullah Turanlı, organizasyonun mekânsal ruhunu da anlamlandıran bir iyi bir konuşma yaptı. Taşyapı Etkinlik Alanı, o gün sektörün vitriniydi.
Devletin tam kadro katılımı
Bu buluşmanın en dikkat çekici yanlarından biri, devlet erkânının neredeyse tam kadro salonda bulunmasıydı. Tarım ve Orman Bakanı Sayın İbrahim Yumaklı, geçmiş dönem Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Nureddin Nebati, İstanbul Valisi Davut Gül ve İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib Avdagiç… Bu isimlerin aynı salonda, aynı masa etrafında sektörü dinlemesi başlı başına çok değerliydi.
Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, konuşmasında gastronominin önemli bir sektör olmasının yansıra, bir kültür ve kimlik meselesi olduğunun altını çizdi. Markalaşma, gıda güvenilirliği ve israfla mücadeleyi bakanlık politikalarının üç temel sacayağı olarak tanımladı. Türkiye’de bugüne kadar 1.798 ürünün coğrafi işaret aldığını, bunlardan 44’ünün Avrupa Birliği tarafından tescillendiğini, 41 ürün için ise sürecin devam ettiğini ifade etti. Coğrafi işaretin tek başına yeterli olmadığını; onu marka haline getirecek olanların restoranlar ve sektör temsilcileri olduğunu vurguladı. “Turuncu Etiket” uygulamasının da bu anlayışın bir sonucu olduğunu belirtti.
Sektörün Hafızası Aynı Salondaydı
Salona baktığımda sektörün geleceğini gördüm.
ASKON Genel Başkan vekili Bekir Aydın
İSO Üyesi, HASİAD, TOBB Hizmet, YESİDEF ve Yemek İstanbul Başkanı Hüseyin Bozdağ
Oses Çiğköfte Yönetim Kurulu Başkanı Osman Yaşar,
Karaköy Güllüoğlu Yönetim Kurulu Başkanı Nadir Güllü,
Köfteci Yusuf zincir restoranlarının sahibi Yusuf Akkaş,
Mado Dondurma Y.K.B. Atilla Kanbur
Desnet Teknoloji’den Ömer Ekinci,
TÜROB Yönetim Kurulu Üyesi Hediye Güral Gür,
Hacı Abdullah Lokantası’ndan Hacı Abdullah Korun,
Seyidoğlu Gıda Genel Müdürü Mehmet Göksu,
Şef ve Yemek Kitabı Yazarı Şükran Kaymak,
Şef ve Yemek Kitabı Yazarı Emine Beder,
BAKTAD Başkanı baklavacı Mehmet Yıldırım,
Çepneli Holding Yönetim Kurulu Başkanı Saadettin Çay,
TÜRES il başkanları, şefler, gazeteciler, influencerlar ve gastronomi uzmanları…
Bu isimlerin her biri, Türkiye yeme-içme sektörünün başka bir damarını temsil ediyordu. Bu yüzden bu buluşma, bir tanışma toplantısından çok daha fazlasıydı; ortak bir hafızanın güncellenmesiydi sanki.
Bir Kahvaltıdan Fazlası
Etkinlik bir kahvaltı organizasyonu olarak planlanmıştı; ancak ortaya çıkan şey, sektör açısından son derece değerli bir temas alanıydı. Stant açan üyeler, birbirleriyle doğrudan temas kurdu. Ticaret konuşuldu, iş birlikleri konuşuldu, sorunlar konuşuldu. En önemlisi, herkes dinlendiğini hissetti.
Neden Önemliydi?
Çünkü bu buluşma, TÜRES’in bir dernekten ziyade bir sektör platformu haline geldiğini gösterdi. Turizm ve gastronomi sektörünün paydaşları, İstanbul’da aynı masada buluştu. Eğer bu tür toplantılar artarsa, sektör kendi sorunlarını kendi içinde konuşmayı ve çözmeyi öğrenir. Devletle sektör arasındaki bağ güçlenir.
Ezcümle,
20 Aralık 2025 TÜRES Üye Buluşması, bana göre bir dönüm noktası olabilir. Kalabalığıyla, katılımcı profiliyle, devletin yaklaşımıyla ve en önemlisi oluşturduğu atmosferle.
Bu türden toplantıların artması dileğiyle.
...Süper Lig’in ilk yarısını lider tamamlayan Galatasaray, 2026 yılında da hedefini şampiyonluk olarak belirledi. Ezeli rakibi Fenerbahçe’nin 3 puan önünde yer alan sarı-kırmızılı ekip, Kasımpaşa karşısında Yunus’un olağanüstü performansıyla galibiyete ulaştı. Takımın değişmez 10 numarası olan Yunus Akgün’den formayı almak artık hiç de kolay değil. Her maça farklı bir motivasyonla çıkan genç oyuncu, takımının itici gücü olmaya devam ediyor.
Sara ise oyuna sonradan dahil olmasına rağmen golle buluştu. Bu sezon yedek kulübesinden gelen en net katkı, Sara’dan sağlandı.
Taraftarın sevgilisi Icardi de geceyi boş geçmedi. Karşılaşma öncesinde tribünler süper yıldıza büyük destek verdi. Kale arkası tribünü maç boyunca oyuncuyu tribüne çağırarak destek olurken, Icardi için özel bir pankart da açıldı. Yıldız futbolcu, mücadele boyunca istekli ve hırslı bir oyun sergiledi. Bu performansıyla ligde en fazla gol atan yabancı oyuncu unvanını da elde etti. Sarı-kırmızılıların efsanesi Hagi’yi 60 golle geride bırakan Icardi için ocak ayına sayılı günler kaldı. Galatasaray, Icardi ile mutlaka sözleşme yenilemeli.
...Dünyada jeopolitik rüzgarlar son 50 yılda görmediğimiz sertlikte esiyor. ABD’nin açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji belgesi rüzgarın şiddettinin artacağının ve ülkelerin güvenlik politikalarında değişiklik olacağının en somut işareti.
ABD’nin Ortadoğu’dan çekilme ve Avrupa’nın güvenliğindeki rolünü azaltma politikası ‘eski kıtada’ gelecek kaygısını artırdı. Amerika’nın desteğini açık bir şekilde kaybeden Avrupa gelişmelerden endişe ederken yaşananlar Türkiye’nin bölgedeki öneminin giderek artacağını gösteriyor.
Günlerdir “Washington’ın yeni Ortadoğu politikası Türkiye’yi nasıl etkiler?” sorusu üzerine yapılan yorumları takip ediyorum. Yapılan analizler Türkiye’nin önünde büyük bir fırsat penceresinin açıldığı yönünde yoğunlaşıyor.
Konuyu Cuma günü gazetecilerle buluşan Milli Savunma Bakanı Sayın Yaşar Güler’e sorma imkanı buldum. Bakan Güler, yaşanan gelişmeleri Ankara’da en iyi okuyup değerlendirecek sayılı isimlerden biri.
Amerika’nın açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji belgesini değerlendiren Bakan Güler, belgedeki ifadelere bakıldığında, ‘Türkiye’nin 6-8 yıldır dile getirdiği konuların Amerikalı muhataplarınca anlaşıldığının görüldüğünü’ söyledi.
ABD için tehdidin artık Ortadoğu’da olmadığını anlatan Güler, “ABD Ortadoğu’dan çekildiğinde bölgede barış ve istikrarı sağlayabilecek tek bölgesel gücün Türkiye olduğunu Amerikalı dostlarımızın anladıklarını düşünüyorum. Bu durumun ülkemizin bölgesel ve stratejik etkinliğini artıracağına inanıyorum.” yorumunu yaptı.
Yaşar Güler’in bu sözlerinden; Türkiye’nin Amerika’nın yeni ulusal güvenlik stratejisini bir fırsat olarak gördüğü yorumu yapılabilir. Bu yaklaşıma göre, ABD’nin en yakın müttefiki İsrail bile (özellikle son Katar saldırısının ardından) güvenilirlik anlamında Türkiye’nin gerisinde kalıyor.
Ankara bu fırsatı kullanabilecek mi? Washington belgeyi ne kadar hayata geçirecek ilerleyen günlerde göreceğiz. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde, güçlü ordusu istikrarlı yönetim yapısıyla bölgede etkinliğini artıracağı açık bir gerçek.
Bakan Güler kendi güvenlik mimarisini oluşturmaya çalışan Avrupa’nın durumunu da değerlendirdi.
Avrupa güvenlik mimarisine (SAFE) Türkiye katılabilir mi? Avrupa ülkeleri bu konuda samimi davranıyor mu?
Bakan Güler, “Şuan birçok Avrupa ülkesinin mühimmat ve silah noktasında noksanlığı var. Savunma ve güvenlik için birçok silah ve teknolojiye ihtiyaçları var. Bu kapsamda birçok Avrupa ülkesi bizimle işbirliği konusunda istekli. Hal böyleyken başta Yunanistan olmak üzere kendi çıkarlarını Avrupa güvenliğinin önüne koyarak Türkiye’yi bu oluşumun dışında tutmaya çalışan ülkeler olduğunu görüyoruz.” diye konuştu.
Avrupa ülkelerinin ikircikli davrandığı ortada. Türkiye ise bu konuda avantajı elinde tutuyor ve kendi stratejisini uyguluyor. Bakan Yaşar Güler, o stratejiyi şu sözlerle açıklıyor:
“Türkiye’nin SAFE programına dâhil edilip edilmeyeceğini çok fazla dikkate almıyoruz. Çok ihtiyaç duydukları kritik bir zamanda konuşma sırası bize gelecek.”
Terörsüz Türkiye sürecini başlatan Ankara, ikinci aşamaya hazırlanırken Suriye’deki gelişmeler bu sürecin önemli bir parçası.
SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu konusunda Ankara, Washington ve Sam arasında görüşmeler sürüyor. Yapılan temaslarda sonrası Ankara ve Washington arasındaki görüş farklılıkları giderek azaldı.
Bakan Güler, Türkiye’nin beklentilerini açıkça ifade ettiğini kayda geçirirken sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Biz ne istediğimizi açık açık ifade ettik. Bu konudan geri adım yok. Mutlak surette Suriye ordusuna entegre olacaklar. SDG de entegrasyondan bahsediyor ama onların bahsettiği birlik halinde entegrasyon. Birlik olarak değil ferdi olarak entegre olmaları lazım. Aksi halde bunun adı entegrasyon olmaz.”
Türkiye’nin açısından son tercih olsa da askeri operasyon seçeneği ise her zaman masada.
Bakan Güler’le sohbetimizin en ilginç anlarından biri PYD/ YPG militanlarının Afrin-Tel Rıfat-Münbiç bölgesinde yer altına kazdığı tünellerle ilgili bölümdü. Güler’in verdiği rakamlar insanı dehşete düşürecek cinstendi. Güler, Tel Rıfat bölgesinde 302 km, Menbic’te ise 430 km tüneli olmak üzere toplam 732 km yeraltı tünelini imha ettiğini söyledi. Terör örgütü Rakka Deyr Zor bölgesinde tünel açmaya devam ediyor.
Türk askeri köstebek tünellerini imha edip güvenliği sağladıkça bölge halkı geri dönüp normal hayatını sürdürüyor.
Bakan Güler, 40 yıldır terörle mücadele eden ülkemiz için Terörsüz Türkiye sürecini fırsat olarak niteledi.
“TSK’nın PKK’yı tam bitirdiğimiz anda terör örgütü de “Terörsüz Türkiye” sürecine uyacağını açıkladı” diyen Güler, “Devletimizin ilgili birimleri bu süreçte ne olup bittiğinin farkındadır. Süreç terör örgütünün istediği şekilde değil, devletimizin belirlediği ve istediği şekilde devam edecek.” diye konuştu.
Bölgede kırılganlıklar sürerken Türkiye; askeri kapasitesi, diplomatik etkinliği ve kriz yönetiminde öne çıkan güçlü liderliği öne çıkıyor.
Bölgede Türkiye’yi dışlayarak ne ekonomik kalkınma ne de güvenlik mimarisi inşa edilmesi mümkün görünmüyor. Jeopolitik rüzgârlar sertleştiçe Türkiye’ye duyulan ihtiyaç daha da ortaya çıkacak. Bu durum hem Ankara Washington hem de Türkiye Avrupa ilişkilerinde yeni bir dönem başlatacak. Yeni dönemin işaretleri Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Trump’ın son açıklamaları dikkatli okunduğunda görülebiliyor.
Acaba Güllü ölümünün ardından Filiz Akın gibi sessiz sedasız sadece şarkılarını hatırlanmasını mı isterdi? Bir sanatçının ölümünün ardından bu kadar spekülasyonların çıkması onun bunca yıllık sanat hayatına da haksızlık değil mi?
Bir sanatçı öldüğünde, geride kalanlar çoğu zaman eserleri değil, hakkında çıkan magazinsel dedikoduları konuşmayı tercih ediyor. Son örnek ise arabesk müziğinin sevilen ismi Güllü oldu. Hayatını sanata adamış Güllü, ölümüyle beraber eserleriyle ilgili dedikodularla konuşuluyor. Oysa Güllü, sesiyle hatırlanmayı hak ediyordu.
Aslında hiç unutmadığım bir veda da Filiz Akın oldu. Gürültüsüz, tartışmasız, dedikodu olmadan sadece filmlerinin hatırlandığı. Hayat boyu ürettiklerinin, ölüm anında gölgelenmemesi. Güllü için ise tam tersi yaşandı. Güllü ölümüyle beraber magazinsek malzeme gibi görüldü ve çeşitli spekülasyonlar arttı.
Bir sanatçının ölümünden sonra ortaya saçılan iddialar, onun yıllarca verdiği emeğe emeği de görmezden gelmek demek. Güllü’nün sesi, şarkıları gündemdeyken kimse özel hayatını bu denli irdelemiyordu. Şimdi birçok kişi Güllü’nün sadece magazinsel tarafıyla ilgilenir oldu. Bir sanatçıyı ölümünde değil, yaşarken alkışlamak gerekir denir. Ama ölümünde de susabilmek gerekir. Çünkü bazen en doğru cümle, hiç kurulmayan cümledir.
...



