Kategoriler
UYGULAMALAR
İstanbul
Türkiye’de siyaset kutuplaşma üzerinden yürüdüğü için, eleştiri çoğu zaman bir linç aracı hâline geliyor. Bir siyasi partiyi eleştirirken onu bütünüyle yok saymak, geçmişte yaptıklarını görmezden gelmek artık neredeyse bir refleks oldu. Ancak “yiğidi öldür, hakkını ver” sözü, bugün özellikle AK Parti’yi tartışırken hatırlamamız gereken en önemli ilke. Çünkü bir siyasi hareketi analiz etmek; hem yanlışlarını açıkça ortaya koymayı hem de doğrularını hakkıyla teslim etmeyi gerektirir. AK Parti, 2002’de iktidara geldiğinde Türkiye’nin makroekonomik dengeleri kırılgan, siyasal istikrarı zayıf, kamu kurumlarında güven erozyonu belirgindi. İlk yıllarında atılan adımlar, ekonomik istikrar programına bağlılık, AB uyum yasaları, bürokraside şeffaflık iddiası, sağlık ve ulaşım altyapısındaki büyük hamleler ülkenin yönünü değiştirdi. Bugün geriye dönüp baktığımızda, şehir hastaneleri tartışılır ama 112 acil sisteminin modernleşmesi, bölünmüş yolların yaygınlaşması, sağlık hizmetlerine erişimdeki kolaylık gibi kazanımların halkın günlük yaşamına ciddi bir dokunuş yaptığı inkâr edilemez. Bu ülkede doğumdan acil servise, köy yolundan havaalanına kadar pek çok alanın standardı o dönemde yükseldi.
Dış politikada da benzer bir dönem yaşandı. Komşularla sıfır sorun yaklaşımı, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması, Türkiye’nin uluslararası imajını güçlendirdi. Bugün gelinen nokta tartışmalı olabilir; ancak o yıllarda Türkiye’nin yumuşak gücü, diplomasisi ve ekonomik cazibesi bölgede benzeri görülmemiş bir ivme kazanmıştı. Ama aynı cümlede, yine aynı ilkenin devamı geliyor: Yiğidi öldürmek… Yani yapısal hataları, kırılma noktalarını, bozulan dengeleri cesurca söylemek. 2010 sonrası giderek merkezileşen yönetim anlayışı, kurumların bağımsızlığının aşınması, yargıdan ekonomi yönetimine kadar birçok alanda oluşan keyfilik algısı, “başarı hikâyesi”nin sürdürülebilirliğini zayıflattı. Ekonomide rasyonel aklın yerine deneysel model arayışlarının geçmesi, Türkiye’yi bugün ağır bir enflasyon ve güvensizlik döngüsüne sürükledi. Medya özgürlüğünden liyakat sorununa, toplumsal gerilimlerden dış politikadaki zikzaklara kadar pek çok başlıkta eleştirilecek devasa bir alan var. Ancak bütün bunlar, bir dönemin kazanımlarını yok saymak için gerekçe olamaz. Zira siyaset bir bütün değil; dönem dönem başarılar ve hatalar üreten bir süreçtir. Eğer yalnızca eleştireceksek resmin yarısını, yalnızca öveceksek diğer yarısını görmezden gelmiş oluruz. Oysa bugün Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu şey, bu bütüncül bakış.
“Yiğidi öldür, hakkını ver” demek; AK Parti’nin hatalarını açıkça konuşurken, doğrularını da dürüstçe teslim etmek demektir. Çünkü hakkaniyetle yapılan eleştiri sadece bugünü değil, yarını da iyileştirir. Partiler değişir, kadrolar değişir, dönemler değişir ama adaletli analiz geleneği kalır. Belki de tam bu nedenle Türkiye’nin siyasal aklını yeniden onarmak, hem başarının hem hatanın nerede başladığını cesurca söylemekten geçiyor. Eleştiriyi nefretin değil, aklın kılavuzluğuna teslim etmek gerekiyor. İşte bu yüzden, “yiğidi öldür, hakkını ver” sözü sadece bir atasözü değil; Türkiye’de sağlıklı siyasal tartışmanın ilk maddesi olmalıdır.
...Arap baharının etkisiyle birçok ülkede olduğu gibi Suriye’de de önce protestolar başladı. Sonra silahlar kullanıldı. Süreç uzadıkça kriz kanlı bir iç savaşa evirildi. Küresel, bölgesel ve devlet dışı aktörlerin katılımıyla Suriye sahası büyük devletlerin hesaplaşmasına sahne oldu. Suriye halkının çoğunluğunu oluşturan Müslüman bir kitlenin iktidara geleceği endişesiyle tüm zulümlere göz yumuldu. Kimyasal silahlar var şüphesiyle Irak’ı işgal edenler, işkencelerle, konvansiyonel ve kimyasal silahlarla yüz binlerce insanın katledilmesine rağmen Suriye rejimine karşı harekete geçmedi.Şimdi yıkılmış bir ülke, legalize edilmeye çalışılan terör örgütleri( PKK_YPG_PYD ve DEAŞ), katledilmiş 1 milyon insan, bir o kadar da engelli, yurdundan koparılan milyonlarca mülteci, on binlerce parçalanmış aile, binlerce yetim ve öksüz ile insan ölümlerinin haber değerini yitirdiği acımasızlık kaldı.Ama 27 Kasım’dan başlayarak 8 Aralık 2024 dünya tarihinin en hızlık halk devrimlerinden biri gerçekleşti.
29 Aralık 2022 tarihinde, CENTCOM DAEŞ ile mücadele hakkında 2022 yılında yürütülen operasyonların başarısına dair bir basın açıklaması yayınladı. Yayımlanan basın açıklamasında, CENTCOM’un yerel partnerleri ile beraber Suriye ve Irak’ta DAEŞ’e karşı mücadelesi ve operasyonları hakkında bazı önemli sayısal veriler paylaşılmaktadır.
DAEŞ’e yönelik yapılan değerlendirmede ise DAEŞ’ın üçe ayıran bir tanım yapılmaktadır. Birinci grup olarak DAEŞ’in mevcut mensupları ve yönetici kadrosu olduğu aktarılmaktadır. İkinci grup olarak ise hapishanelerdeki DAEŞ mensupları sayılmaktadır. Mevcut olarak Suriye’deki hapishanelerde 10 bin ve Irak’taki hapishanelerde 20 bin DAEŞ mensubunun olduğu ifade edilmektedir. Hapishanedeki DAEŞ üyelerinin kaçma ve dışarıdan baskınla kaçırılma teşebbüsleri önemli bir risk olarak tanımlanmaktadır.
Üçüncü grup olarak ise El Hol kampında ve benzer daha küçük kamplarda bulunan 25 bin çocuktan bahsedilmektedir. DAEŞ ailelerinin çocukları olan bu nüfusun kampta ciddi bir radikalleşme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu ve gelecekteki potansiyel yeni DAEŞ jenerasyonunun buradan çıkabileceği belirtilmektedir.
Yapılan bu açıklamalar ve tanımlardan sonra her ne kadar DAEŞ ile mücadele için CENTCOM’un çalışmaya devam edeceği ve de-radikalizasyona önem vereceği ifade edilse de, CENTCOM’un kendi verileri ve tanımları DAEŞ ile mücadeledeki sorunları göz önüne sermektedir.
Diğer önemli bir sorun ise CENTCOM’un kendi üçlü grup tanımına rağmen, DAEŞ ile mücadele bağlamında sadece birinci grup ile mücadele yürütmesidir. Örneğin ikinci grupta yer alan toplamında 50 bin civarındaki hapishanedeki DAEŞ mensubu ve onların kaçma ve baskın sonucu kurtarılma tehlikesine karşı ne yaptığı meçhuldür. Ayrıca hapishanedeki bu DAEŞ mensuplarına yönelik – özellikle Suriye’de – hangi kanunlara dayalı hangi yasal süreçlerin işletildiği ve bu süreçlerin ne denli başarılı olduğuna dair ciddi endişeler bulunmaktadır.
Bu endişelere yönelik en önemli kıyaslama ve örnek ise Irak’taki Camp Bucca hapishanesinin geçmişidir. Nitekim Irak’ı ve DAEŞ’i yakından takip eden uzmanların bildiği üzere, DAEŞ’in yeniden ortaya çıkması ve Irak ile Suriye’de birçok bölgeyi ele geçirmesinin altında eski Irak İslam Devleti üyeleri ile eski Baas partisi kurmaylarının Camp Bucca’da bir araya gelmesidir. Camp Bucca hapishanesinde DAEŞ’in sözde ilk halifesi Ebu Bekir el Bağdadi ile eski Baas partisinin üst düzey kurmayları tanışmış ve orada Baas parti mensupları DAEŞ (o zamanki adıyla Irak İslam Devleti)’ne katılmıştır. Buna ilaveten, o dönemde Irak hapishanelerinde olan Irak İslam Devleti üyelerinin hapishanede daha da radikalleştiği, DAEŞ’e yol açan yeni fikirler, yöntemler ve stratejiler geliştirdikleri bilinmektedir. Tekrar buna benzer bir sürecin yaşanmayacağına dair hiçbir garanti bulunmamaktadır.
En son olarak, yine CENTCOM tarafından belirlenen üçüncü grup ciddi bir sorundur. DAEŞ’in gelecek jenerasyonu olma potansiyeline sahip bu grubun mevcut durumu büyük bir risktir. Nitekim El Hol kampında yaşayan DAEŞ aileleri, kamp içerisinde otoriteyi sağlamaktadır. Kampta DAEŞ’e bağlı kadın yapılanmasının hakimiyeti bulunmaktadır. Hatta zaman zaman kampta DAEŞ’ten uzaklaşan kadınlara karşı infazlar dahi gerçekleştirilmektedir. Özellikle kamp içerisinde yaşayan Suriyeli, Iraklı ve dünyanın diğer ülkelerinden olan çocuklara yönelik hiçbir vizyon bulunmamaktadır.
Yıllardır kampta yaşayan bu çocuklar hayatlarında kamp hayatı veya DAEŞ altında yaşamaktan başka bir tecrübeleri bulunmamaktadır. Pasaportları ve kimlikleri olmayan, herhangi bir resmi statüye sahip olmayan bu çocukların radikalize olmaması istisna olacaktır. Bu nedenle El Hol kampını ‘ yeni nesil terörist yetiştirme kampı’ olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır.
Kısaca, CENTCOM’un DAEŞ ile mücadelede YPG gibi bir terör örgütü ile beraber çalıştığı gerçeği göz ardı edilse bile, yine CENTCOM’un ortaya koyduğu kendi tanımları bağlamında ne denli başarısız ve ne denli yanlış bir mücadele biçimi olduğu anlaşılmaktadır.
Soru şu ABD konrol ettiği binlerce DEAŞ’lıyı nerede kullanacak?
...Sosyal çürüme artık sessiz ilerleyen bir süreç değil. Gözümüzün önünde hızla büyüyen ve bir atom bombası etkisi gibi patlayacak tehlikeli madde haline geldi. Önce reklamlarla başladı. Ardından filmler, diziler, müzikler… Görsel hafızamıza, işitsel hafızamıza, hatta bilinçaltımıza kadar uzanan bir saldırı haline dönüştü.
Bugün adına modernite denilen şey, aslında ahlaki çözülmenin makyajlanmış hâlinden başka bir şey değil.
Müzik piyasası bunun en belirgin örneklerinden biri.
Rap adı altında üretilen içeriklerde küfür, hakaret, alay, şiddet övülüyor ama buna rağmenhatta belki bu yüzden platformlar ödül veriyor. Şarkılar trend listelerinde zirveye oturuyor.
Kimse demiyor ki: “Bu gençler neyi, kimi, hangi duyguyu besliyor?”
Dizilerde ise aynı tablo başka bir ambalajla karşımıza çıkıyor.
Topluma popüler modern hayat diye sunulan şey aslında duyguların, ilişkilerin, bağların, aile köklerinin sistemli bir şekilde zedelenmesi.
Kırık aile modelleri, yüzeyselleşmiş ilişkiler, değer yitimini normalleştiren karakterler…
Bunlar artık birer senaryo değil; toplumun içine işleyen bir program.
Programlardan, fenomen kültüründen, içerik üretiminden bahsetmiyorum bile.
Orası artık çok daha başka bir boyuta geçmiş durumda.
Ve ne yazık ki bu sadece bizim ülkemize özgü bir sorun değil.
Tüm dünya aynı çöküşün içinden geçiyor.
Değerlerin hızla yok olduğu, kalıcı bir şeye tutunmanın zorlaştığı, normal ile anormalin birbirine karıştığı bir çağdayız.
İnsanı insan yapan şeyler, aileyi aile yapan katmanlar, toplumun ruhunu ayakta tutan kökler…
Hepsi birer birer aşınıyor.
Bunun altyapısal sonuçları ağır olacak.
Aile bağlarının zayıflaması sadece bireyi değil, toplumu da çökertir.
Bir milletin ruhu önce kültürüyle kırılır.
Kültürüyle kırılan toplum da zamanla yönsüzleşir.
İşte bu yüzden Biz nereye gidiyoruz? sorusu artık basit bir endişenin değil, çok daha derin bir gerçeğin ifadesi hâline geldi.
Belki de asıl sorun şu:
Biz değişimi izliyoruz ama sorgulamıyoruz.
Tüketiyoruz ama nereden geldiğini bilmiyoruz.
Seviyoruz ama neden sevdiğimizi fark etmiyoruz.
Kabul ediyoruz ama bedelini düşünmüyoruz.
Sonunda da kendimizi dev bir sorunun ortasında buluyoruz:
Değerleri kaybetme hızımız, onları yeniden inşa edecek zamanımızdan çok daha hızlı.
Peki biz nereye gidiyoruz?
Belki de asıl cevabı korktuğumuz için sormuyoruz.
Ama sormadığımız her soru, bizi farkında bile olmadan daha büyük bir boşluğa sürüklüyor.
Kardeşim Sait’in ardından
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun! (Necip Fazıl Kısakürek)
Hayat, çoğu zaman farkına bile varmadan adımladığımız bir yol… O yolun bir yerinde, hepimizin payına düşen o sessiz eşik durur: ölüm. İnsanı durduran, sarsan, içindeki kelimelerin dışarıya çıkmasını zorlayan bir hakikat.
Nice yıllardır gazete ve dergilere yazı yazarım; kelimenin kıymetini, cümlenin gücünü bilirim. Ama insanın kendi yüreğine dokunan bir acıyı yazıya dökmesi bambaşka bir imtihanmış.
Kardeşim Sait Bayram’ın vefatı üzerine kelam etmek, hayatım boyunca belki kaleme aldığım en ağır yazı.
Cumartesi sabahının sessizliğinde, ansızın gelen bir kalp krizi ve ardından bir-iki saat içinde gerçekleşen o geri dönüşsüz yolculuk, Sait Bayram’ın dünya yolculuğunu hüzünlü bir noktaya taşıdı
Hani Kur’an’da “Her nefis ölümü tadacaktır” buyrulur ya. Ne kadar apaçık ne kadar tartışmasız bir gerçek… Fakat insanın gönlü, aklının kabul ettiği hakikati kabullenmekte hep zorlanır. Ölümle hayat arasındaki o ince çizgi, bugün varlığınla doldurduğun dünyayı yarın sessizliğe bırakıyor; ama insan yüreği buna yine de razı olmuyor.
Sait, ömrü boyunca rüzgârlarla boğuşmuş bir yelkenli gibiydi
Çok badire atlattı; ama her seferinde yeniden doğrulmayı, yeniden yürümeyi bildi. Tekstil tezgâhlarının gürültüsünden, astrolojinin derin ilmine uzanan bir merak dünyası vardı. Elli yaşından sonra dahi yeni bir ilme yönelmekten çekinmedi; adeta genç bir talebe heyecanıyla yıldızların izini sürdü. Hatta bu merak, belki de bir kitap dolusu bilgi biriktirecek seviyeye kadar ulaştı.
Ama onun kıymeti sadece öğrendikleriyle değil, elinin maharetiyle de ölçülürdü. Marangozluğa gelince, işin erbabını bile kıskandıracak kadar sanatkârdı. Küçük yaşlarından beri becerisiyle hepimizin önünde olurdu. Kurban vakti geldiğinde bıçağı ilk o eline alır, tek tek bütün kurbanları büyük bir ustalıkla o keserdi. Sanki Allah’ın ona verdiği güç, cesaret ve soğukkanlılık o anlarda en berrak hâliyle ortaya çıkardı.
Ve sesi… Davudi, güçlü, titremeyen bir ses
Kur’an tilavet ederken evin duvarları bile derin bir huşuya bürünürdü. Mısırlı hafızların okuyuşlarını aratmayacak bir makamla okurdu; bize adeta manevi bir ziyafet verirdi. Şimdi en çok o sesi özleyeceğim. Ev sessiz kaldığında yankılanan boşluk, belki de bu yüzden daha ağır geliyor bana.
Sait, hedeflediği hiçbir şeyi yarım bırakmazdı. Yaşamın ona savurduğu fırtınalarda bile yönünü kaybetmeyen bir pusula gibiydi. Ve belki de kaderin bir cilvesi ya da ince dokunuşu, onun gidişinde de bir başka anlam gizledi. Dokuz kardeşin olduğu büyük ailemizde, babamızdan sonraki ilk ayrılık onunla yaşandı. Böylece hepimizi, yine kendine has bir şekilde, bu kez sessizliğiyle bir araya toplamayı başardı.
İnsan sevdiklerini hatırladıkça yaşatır.
Bugün kelimeler yetersiz, cümleler eksik… Sait’in ardından yazdığım bu satırlar, onun hayatımıza bıraktığı izlerin küçük bir yansıması olsun.
Çünkü bazı insanlar, öldükten sonra bile manen yaşamaya devam eder; sesleriyle, ellerinin maharetiyle, hayata karşı duruşlarıyla…
Allah tüm geçmişlerimize rahmet eylesin
...Terörsüz Türkiye süreci Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ilk mesajlarının ardından bir yılını doldurdu. Asıl gelişmelerse 2025 Ocak ayından itibaren başladı.
İlk günden itibaren sürece şans tanıyanların sayısı oldukça azdı. Hep ‘bir yerde patlar’ yorumu yapılıyor, olumsuz her açıklama sonrası ‘bakın gördünüz mü bunlara güven olmaz’ diyerek süreç İtibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu.
Fakat beklendiği gibi olmadı Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Tom Barak’ın tepki çeken açıklamaları, DEM-SDG ve Kandil‘de kurulan tahrik edici cümlelere rağmen bugünlere gelindi.
Devlet süreçteki kararlılığını bu hafta bir kez daha ortaya koydu. Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem de Devlet Bahçeli, “Gemiler yakıldı geri dönüş yok bu işe gövdemizi koyduk” diyerek duruşlarını netleştirdi.
İmralı’da yapılan görüşme sonrası üzerine çokça spekülasyon üretilse de Abdullah Öcalan sürece destek verdiğini tekrarladı.
Dem ve PKK’nın provokatif açıklamaları, İsrail’in çabaları süreci durdurmaya yetmedi.
Günün sonunda baktığımızda süreç ilerlemeye devam ediyor. Komisyon üyesi milletvekilleri İmralı‘da Öcalan‘la görüştü. Dinlemelerini tamamlayan TBMM Komisyonu raporunu hazırlamaya başladı. Türkiye’deki faaliyetlerine son veren terör örgütü PKK, Zap bölgesindeki altı büyük mağarayı boşalttı MİT ve TSK bu çekilmeyi doğruladı.
İmralı’da ne konuşulduğu verilen mesajlar elbette önemli ama ne ‘darbe mekaniği’ sözleri ne de Öcalan’ın ‘Yaz Gülistan’ demesiyle başlatılan polemikler gelinen noktayı gizlemeye yetmiyor. (Demokrat Parti ve TİP dışında) Komisyondaki partiler çözüm için yasal değişiklik önerilerini sundular.
Yani çözüm çok merak edilen 16 sayfalık İmralı tutanaklarında değil, AK Parti ve MHP’nin hazırladığı toplam 156 sayfalık öneri paketinde ve diğer partilerin tekliflerinde saklı. Çözüm arayanlar İmralı tutanaklarını yerine partilerin önerilerine odaklanmalı.
TBMM Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun nihai raporuna girmek üzere AK Parti 50 sayfalık; MHP ise 116 sayfalık teklifler hazırladı.
Cumhur İttifakı; devletin yetkili kurumlarından ‘örgütün fiili varlığı sona erdi’ raporu geldiğinde PKK üyelerinden her birinin dosyaları ayrı ayrı karara bağlanacak.
MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız, yasal düzenlemelerin yapılması için sahadaki durumun yani silahların teslim edilmesi, imha edilmesi, örgüt yapısının ve bağlı kuruluşların hangi nam adı altında olursa olsun tamamının dağıtılması, devletin emniyet güçleri tarafından bu hususun tespit edilmesi gerektiğini kayda geçirdi. Yasalar ancak bu noktaya gelindikten sonra çıkarılacak.
Süreçte genel ya da özel laf düşünülmüyor. Ancak örgüt kendini fesih ettitiği için cezalar infaz ertelemesi ile düşürülecek.
Süreç şu ana kadar kazasız belasız ilerledi. Bundan sonraki aşamada Suriye’deki gelişmeler etkili olacak. Süreç ilerledikçe kimin çözüm isteyip kimin istemediği daha net ortaya çıkacak.
CHP’de yeni yönetim belli oldu. Genel Başkan Özgür Özel’in Parti Meclisi ve MYK tercihleri dikkat çekti. Yeni transferler doğrudan genel başkan yardımcısı yapıldı.
Yeni isimlerin girdiği CHP yönetimi partiyi 2028 seçimlerine taşıyacak. Özel’in seçmene verdiği söz ise ‘iktidar’.
Parti yönetimine destek yüksek ama eleştirel yaklaşımlar da yok değil.
Yeni kadroya yapılan eleştiriler, “Parti hafızası silindi” sözlerinde saklı.
CHP içinden gelen eleştirilerden bazıları şöyle:
“Cumhuriyet Halk Partisi’nde ekonomiyi, güvenlik politikalarını, eğitimi, çevreyi, inşaatı konuşacağınız insanlar var ama CHP’yi konuşacağınız kimse yok. Parti hafızası kayboldu silindi.”
“Muhafazakar demokrat var liberal demokrat var ulusalcı demokrat var ama bu PM‘de sosyal demokrat yok. CHP kendi kimliğini kaybetti merkez sağ partilere dönüştü. Türkiye İttifakı’nı Parti Meclisi’ne taşıdık sözleri gerçeği yansıtmıyor. Parti Meclisi CHP’nin kimliğidir. Türkiye İttifakıysa kimliksizlik anlamına gelir”
...Suriye’ye doğru yola çıkıyorum. Bir gazeteci olarak defterimde çok sayıda başlık var ama zihnimde yalnız tek bir soru dönüp duruyor: Sahada beni nasıl bir gerçeklik bekliyor? Masalarda çizilen tablolarla sokakta karşıma çıkacak manzara birbirine ne kadar benziyor?
Yıllardır Suriye’yi haritalar, uydu görüntüleri, istihbarat raporları ve diplomatik pazarlıklar üzerinden okuduk. Elbette ki sahaya da çok gittik. Ama son olaylar, değişiklikler ve günceli sahada incelemek için yine yeniden gitmek gerekir. Hep söylediğim bir şey var: Ortadoğu’da olmaz olmaz. Ve gündem orada her an yeni değişikliklere gebedir. Şimdi bu yeni gündemi sıcağı sıcağına yerinde görmek için yola çıkıyorum ve eminim; yepyeni saha bilgileri içeren dosyalar, ayaklarımın altındaki toprakta her bir adımda yeni deneyimlerle, yeni analizlerle adım adım ortaya çıkacak. Çünkü yeni Suriye’yi anlamanın yolu artık sadece Ankara koridorlarından, ofislerdeki masa başından geçmiyor; özellikle Şam sokaklarından, Halep’in sessiz çarşılarından, Humus’un yarım kalmış evlerinden geçiyor.
Suriye sahasında uzun süredir kapalı kalan kapılar yeniden aralanıyor. Ankara–Şam hattında aylardır perde arkasında yürüyen temaslar artık daha görünür, daha açık ve daha yüksek sesle konuşuluyor. Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı bu dönemde Suriye dosyası yalnızca bir dış politika gündemi değil; Türkiye’nin güvenliği, göç politikası ve bölgesel dengeleri açısından doğrudan belirleyici bir başlığa dönüşmüş durumda.
Sahadaki tablo aslında net ama kırılgan. Askerî çatışmaların yoğunluğu azaldı; ancak siyasi mücadele hız kazandı. Rejim kendi kontrol alanlarını genişletmeye çalışırken kuzeyde farklı güç merkezleri varlığını sürdürüyor. Rusya, İran ve ABD sahada sabit; ama dengeleri sürekli değişen bir tablo söz konusu. İsrail’in son dönemde artan hava saldırıları ise Suriye’yi yeniden bölgesel bir gerilim hattına çekmiş durumda.
Ben şimdi bu tabloya bir ekran ya da rapor mesafesinden değil, bir gazeteci mesafesinden bakacağım. Evlerini terk etmiş insanların gözünde hangi tereddüt kaldı, hangi umut hâlâ canlı? Sokakta güvenliğin adı gerçekten “güvenlik” mi, yoksa sessiz bir zorunlu kabulleniş mi? Sahada duyacağım her cümle, bugüne kadar üst üste konulan tüm analizlerin gerçeklik testine dönüşecek.
Türkiye açısından mesele yalnızca terör tehdidi değil. En az bunun kadar kritik olan başlık, milyonlarca Suriyelinin güvenli ve onurlu bir biçimde geri dönüşü. Son dönemde hız kazanan “gönüllü geri dönüş” projeleri, altyapı çalışmaları ve konut inşaları sahadan gelen en somut veriler arasında. Ancak geri dönüş yalnız betonla olmuyor. Güvenlik, hukuk düzeni ve ekonomik hayatın yeniden kurulması hâlâ en kırılgan alanlar.
Şam’la yeniden diplomatik bir hat kurulması ihtimali artık kulislerden çıkmış durumda; her yerde açık açık konuşuluyor. İstihbarat düzeyinde başlayan temasların siyasi zemine taşınması için Moskova ve Tahran üzerinden yoğun bir trafik yürütülüyor. Ankara’nın pozisyonu net: Sınır güvenliği sağlanmadan, terör tehdidi tamamen ortadan kalkmadan ve göç dosyası kalıcı çözüme ulaşmadan tam normalleşme mümkün görünmüyor.
Ancak sahada her başlık teori kadar düzenli ilerlemiyor. Suriye’de yaşanan her gelişme, Türkiye’nin iç politikasına da doğrudan yansıyor. Göç konusu artık insani bir başlık altında değerlendirilmiyor; şehir dokusunu, kamu düzenini ve toplumsal dengeyi etkileyen yapısal bir mesele hâlini aldı. Masadaki her kararın sokakta bir karşılığı var.
Arap dünyasının Suriye’yi yeniden sisteme dahil etme eğilimi de sahada dengeleri etkiliyor. Şam’ın Arap Birliği’ne dönüşü, Körfez ülkelerinin temkinli temasları ve ekonomik açılımlar, Suriye’yi yalnızlıktan çıkarma girişimi olarak okunuyor. Ancak bu açılımın kalıcılığı, sahadaki istikrara ve büyük güç rekabetine bağlı.
Ben bu yolculukta elbette ki Suriye insanını, evleri, yolları, şehirleri derinden inceleyeceğim; ama en çok da sessizlikleri kayda alacağım. Yıkılmış bir binanın önünde susan bir çocuğu, yarım kalmış bir dükkânın eşiğinde bekleyen yaşlıyı, yeniden başlama ihtimaliyle tereddüt arasında kalan bir genci de yazacağım. Çünkü savaşın gerçek bilançosu, rakamlardan çok insanın, evlerin, yolların, sokakların, ağaçların gözlerinde okunur.
Suriye’ye giden yol artık yalnızca sınırlardan geçmiyor. O yol, masalardan, diplomasi notlarından, istihbarat odalarından ve insan hikâyelerinden geçiyor. Ben şimdi o yolun sahadaki karşılığını görmeye gidiyorum.
Ve geri dönerken yanımda şu soruların cevapların olacak:
Silahlar ne kadar sustu? Korku ne kadar dağıldı? Ve insanlar gerçekten evine dönmeye hazır mı? Suriye gerçekten özgür mü?
...Galatasaray, Samsunspor karşısına da Fenerbahçe maçının 11’iyle çıktı. Zaten Okan Hoca’nın başka seçeneği de yoktu. Yedek kulübesinde Yunus ve Berkan’ın olması ve süre almaları, Monaco maçı öncesi önemliydi. Lemina’nın mücadelenin başında sakatlık yaşaması ve ikinci yarıda Arda’nın oyuna dahil olması, maçın gidişatını derinden etkiledi. Okan Hoca, ikinci yarının başında oyuna aldığı Arda’yı yine oyundan çıkardı. İlk yarı Galatasaray etkili oynadı, ikinci yarı ise Samsunspor.
Penaltı mı?
Fakat dün gece sahada çok kritik pozisyonlar yaşandı. Davinson Sanchez’in aldığı darbe görmezden gelindi; Samsunspor’un 10 kişi kalması gerekirdi. Son dakikalarda Samsunspor’un penaltı beklediği pozisyon ise tartışmaya açık. Penaltı çalınsa hiç kimse “Niye verildi?” diyemezdi. Fakat IFAB kurallarına göre pozisyonun penaltı olmadığı ortada. Asıl soru ise şu: Burası Süper Lig, kurallar her maç hatasız uygulanıyor mu? Bu pozisyondan dolayı Osimhen’in attığı harika gol gölgede kaldı. Sarı-kırmızılı takım, böyle kritik maçlarda attığı gollerle şampiyonluk yolunda etkili oluyor. Geçtiğimiz sezonlardaki Kasımpaşa örneği hâlâ hafızalarda. Okan Hoca’nın en büyük sınavı ise Monaco mücadelesi olacak.
...Şunu dürüstçe itiraf edelim: Birçoğumuz için teknoloji, telefon ekranlarımızda parlayan, hayatımızı hızlandıran uygulamalardan ibaret. Ama asıl, gerçekten kırılma anı dediğimiz büyük değişimler, bizim fark etmediğimiz bambaşka bir alanda, mikroskobik ölçekte yaşanıyor.
Son birkaç yıldır, bilim dünyasının arka odalarında bir devrim sessizce gerçekleşti. Bu devrim, bizim bildiğimiz biyolojiyi tamamen yeniden tanımlıyor. Artık mesele, hayatı anlamaktan ziyade, hayatı tasarlayanların el üstünde tutulduğu bir döneme girdik.
Biyolojik organizmalarının yapı taşı proteindir. Vücudumuzdaki her hareket, her hastalık, her savunma mekanizması, bu proteinlerin üç boyutlu şekline ve işlevine bağlıdır. Yıllarca süren deneysel çabalarla çözmeye çalıştığımız bu yapboz, artık bir bilgisayar ekranında birkaç saniyede çözülüyor.
Bu alanda devasa bir hızlanmayı, Amerikan menşeli DeepMind’ın AlphaFold sistemi başardı.
Bilgi Çağı Bitti, Yetki Çağı Başladı
Ancak geçen yıl yaşanan FragFold gelişmesi, beni adeta dumura uğrattı.
FragFold’un yaptığı şey, sadece mevcut proteinleri okumakla kalmadı. Yapay zekâ, doğada var olmayan, tamamen yeni, özgün proteinler tasarladı. Dahası, bu tasarımlar laboratuarda üretildiğinde, istenilen biyolojik işlevi yerine getirdi.
Bu, bir şiirin sadece çevirisini yapmak değil, o dilin kurallarını kullanarak yep yeni bir şiir inşa etmektir. Biyoloji, mühendisliğe dönüştü. Doğa, üzerinde çalışabileceğimiz, optimize edebileceğimiz bir kod defterine dönüştü.
Peki, bu bize ne söylüyor?
Artık olay sadece 'bulmak'tan çıktı, 'tasarlamak' aşamasına geçti. Düşünün: Plastik yiyen bir enzimin sadece var olan en güçlüsünü bulmakla yetinmeyeceğiz; daha hızlı, daha dayanıklı bir versiyonunu bizzat kodlayacağız. Bir hastalıkla savaşan antikorları yıllarca aramak yerine, sadece o hedefe saldırmak üzere kodlanmış sentetik bir molekülü doğrudan geliştireceğiz. Bu, sadece "ilerleme" değil. Bu, elimizdeki yetkinin sınırlarının köklü bir şekilde değişmesidir.
Yat Ali Yat Dönemi Bitti! “Kalk Ali Kalk ve Çalış” Dönemi Başladı
Bu tabloya bakarken, doğal olarak aklıma ülkem geliyor. Biliyorum, teknoparklar kuruluyor, önemli yatırımlar yapılıyor. Ama bu hız, devrimin hızıyla pek eşleşmiyor. Geç kaldığımız her gün, sadece bir yıl değil, bir neslin heba olmasına gönlüm razı olmuyor! Çünkü, ister inanın ister inanmayın, dünya, şu an adeta bir biyolojik yarış içinde. Bakınız, Kanada, Singapur, Kore gibi ülkeler, bu olayın sadece ilaç sanayi için değil, aynı zamanda gıda güvenliği ve ulusal savunma için de hayati olduğunu anladı ve muhteşem çalışmalar yürütüyor…
Peki biz bu olayın neresindeyiz? İnanın ben de bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa bu alanda olmamızın zaruri olduğu! Eğer varsa konu hakkında beni aydınlatmanızı da arzu ederim…
Evet, bir yapay zekâ size saniyede yüzlerce yeni biyolojik tasarım sunabiliyor. Ama eğer sizin o tasarımı hızla test edecek, güvenliğini doğrulayacak laboratuar altyapınız yoksa; eğer bu alanda çalışacak uzman bilim insanlarını yetiştirecek üniversite programlarınız bu hıza adapte olamıyorsa, o tasarımların size hiçbir faydası olmayacaktır. Günün sonunda, dışarıda yazılan bir bilimsel makale yığını olmaktan öteye gidemeyeceğiz. Bu, "Yat Ali Yat, uyu Ali uyu" döneminin çoktan bittiğinin ve “Kalk Ali Kalk! Çalış Ali Çalış!” döneminin resmen başladığının göstergesidir.
Bu Güç Kimin Elinde Olmalı?
Bu yeni güç, bizi etik ve güvenlik açısından da çok zor bir noktaya da getiriyor. Oxford ve MIT’deki ciddi merkezler, bu teknolojilerin kötü amaçlı kullanım potansiyelini (AI-destekli biyolojik tehditler) en önemli küresel güvenlik gündemi haline getirdiğini de dile getiriyorlar. Zira aynı araç, bir hayat kurtaran ilacı tasarlayabileceği gibi, bilinen bütün savunma mekanizmalarını aşan yeni bir patojeni de pekâlâ kodlayabiliyor!
Demek bu konu sadece bilim insanlarının laboratuarlarda konuştuğu bir mesele değil, politikacıların, güvenlik bürokratlarının ve toplumun en acil gündemini işgal edecek türden gelişmelerdir. Yani yetkililerimiz biyogüvenliğimizin tanımını, bu yeni tehditlere karşı güncel olup olmadığımızı acilen sormalı. Öte taraftan bir proteini kim tasarlamalı ve tasarımı denetlenmesi gerekenleri belirlemeli regülasyon çerçevelerimizi hazırlamalıdırlar.
Son olarak, bu alanda yaşananların, basit bir teknolojik gelişme olmadığını bir yetki devri olduğunu bilmemiz gerekiyor. Ve bu yetkilerin, dünyamızı yeniden şekillendireceğinden kimsenin şüphesi olmasın! Ya bu gücü kullanmayı öğrenip, masadaki yerimizi alırız, ya da sadece başkalarının tasarladığı bir gelecekte, yoldan geçen trene bakmak durumunda kalırız. Üçüncü bir seçeneğimiz maalesef yok!
Hoşça kalın.
...Türkiye tarihinin unutulmaz kadın cinayetlerinden biri de Münevver Karabulut. 2009 yılında 17 yaşındayken canice öldürülen Münevver Karabulut hakkında “belgesel” adı altında ailesinin unutmaya çalıştığı acı tekrar gün güzüne çıkarılmaya çalışıldı. Başkasının acısı tüketilebilir içerik ve ticarete dönüştü.
Duyarsızlık dalgası o kadar büyümüş ki ailenin belgesel çekiminden dahi haberi yok. Amaç toplumun bilinçlenmesi ise hassas bir konuda ailenin iznine tabii tutulmalıdır.
Artık aile İstanbul’u terk edip kimsenin ulaşmaması için küçük bir kasabaya yerleşmiş. Ailenin unutmaya çalıştığı acı, izinsiz ekrana taşınmak istendi. Her şeyin içeriğe döndüğü şu günlerde cinayeti anlatmak sadece teknik bir iş değildir.
Vicdanın olmadığı her yerde geriye sadece ticaret kalır. Çekilmek istenen belgeselin hammaddesi bir ailenin acısı. Toplumu bilgilendirmek için ilk önce kişisel haklara ve acılara saygı duymak gerekir. Yayın ailenin başvurusu sonrası kaldırıldı ancak süreç bile o kadar çirkin ki. Acılar üstünden kazanç sağlamayı normalleştirirsek, her insan değersizleşir.
İster kamu yararı diye kendilerini savunsunlar isterlerse toplumsal hafıza; tüm bu kavramların merkezinde insan veya vicdan yoksa geriye sadece ticaret ve kazanç kalır.
...Orta Doğu’da dengeler çoğu zaman görünmeyen dosyalarla değişir; bir karar, yılların kurduğu düzeni sarsabilir. Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin attığı son adım tam da böyle bir kırılma anı. Uzun süredir İran’a yakın yapılarla devlet otoritesini yeniden tesis etmeye çalışan Bağdat yönetimi, şimdi artık geri dönüşü olmayan bir eşikte.
Sudani, İran’a bağlı veya İran’la koordinasyon içinde çalışan tüm paramiliter grupların mali kaynaklarını dondurduğunu açıkladı. Bu karar; yalnızca Irak sahasını değil, bölgesel güç mücadelelerinin tamamını etkileyen bir nitelik taşıyor. Çünkü Sudani’nin adımı, Lübnan Hizbullahı’ndan Yemen’deki Husilere, Kataib Hizbullah’tan devlet otoritesine bağlanmamış Haşdi Şabi unsurlarına kadar geniş bir çevreyi kapsıyor.
Bu, İran’ın Irak üzerindeki nüfuz alanına vurulmuş en sert darbelerden biri.
Sudani’nin Riskli Hamlesi: Siyasetin Dengeleri Sarsılıyor
Irak’ta son parlamento seçimlerinde İran yanlısı Şii siyasi oluşumlar ciddi mevziler kazanmıştı. Bu grupların desteği, Sudani hükümetinin ayakta kalmasının ana direklerinden birini oluşturuyordu. Dolayısıyla bu karar, yalnızca bir güvenlik veya mali hamle değil; doğrudan hükümetin geleceğini tehdit eden bir siyasi çatışmanın başlangıcı.
“İrancı” Şii cephe, Sudani’nin bu kararını bir meydan okuma olarak görecektir. Desteklerini çekmeleri durumunda Sudani’nin hükümet kurma ihtimali zayıflayacak, hatta ülke yeniden siyasi kilitlenmeyle karşı karşıya kalacaktır.
Irak siyasetinin kırılgan yapısı düşünüldüğünde, bu tür bir sarsıntı kolayca hükümet krizine dönüşür.
Irakçılık mı, Mezhepçi Siyaset mi? Yol Ayrımının Derinliği
Sudani’nin hedefinde yeni bir milli duruş var: Irakçılık. Mezhep, etnisite veya dış bağlantılar üzerinden parçalanmış bir ülkeyi yeniden merkezileştirme çabası… Ancak Ortadoğu’da “milli merkez” fikrinin önündeki en büyük engel dış aktörler değil; içerideki grupsal çıkar ağları.
Yıllardır devlet içinde devlet gibi hareket eden paramiliter yapılar, yalnızca silahlı güç değil, aynı zamanda ekonomik kaynakları ve siyasi etki alanlarıyla birer güç merkezine dönüşmüş durumdalar. Sudani’nin kararı, bu güç merkezlerini doğrudan hedef aldığı için çatışmanın şiddeti kaçınılmaz olarak artacak.
Irak’ta kurumlaşmış bir “nation” yapısının zayıf olması, bu hesaplaşmayı daha da kırılgan bir zemine taşıyor. Devletleşme arayışı ile mezhepsel-politik çıkar grupları arasındaki fark hiç bu kadar keskin olmamıştı.
Sahada İki Olasılık Belirginleşiyor
Sudani’nin hamlesi Irak’ı iki ana senaryoya sürüklüyor:
1. Erken Seçim Kaçınılmaz Hâle Gelebilir
Destek çekilirse, Sudani’nin hükümeti ayakta tutması zorlaşacak. Irak, bir kez daha erken seçim tartışmalarına dönecek. Bu da ülkede istikrarsızlığın uzaması ve dış aktörlerin etkisinin yeniden artması anlamına gelir.
2. İran Yanlısı Şii Cephe İçinde Parçalanma Başlayabilir
İran’a yakın gruplar arasında uzun süredir var olan fikir ve çıkar ayrılıkları, Sudani’nin hamlesiyle su yüzüne çıkabilir. Cephe içindeki çatlak büyürse, İran’ın Irak üzerindeki etki kapasitesi zayıflayabilir.
Her iki ihtimal de bölgedeki jeopolitik rekabeti yeniden şekillendirecek güçte.
Sonuç: Irak’ın Devletleşme Mücadelesi Yeni Bir Eşiğe Girdi
Sudani’nin aldığı karar, Bağdat’ın yıllardır kurmaya çalıştığı merkezi devlet otoritesinin en net beyanı. Fakat bu beyanın karşılığı sahada siyasi, ekonomik ve askeri karşı hamlelerle test edilecektir.
Irak’ta artık sorulması gereken soru şu:
“Irak, kendi kaderini kendi elleriyle mi yazacak, yoksa bölgesel güçlerin satranç tahtasında bir taş olarak mı kalacak?”
Bu sorunun cevabı, Sudani’nin bu riskli hamlede ne kadar yalnız bırakılacağıyla belirlenecek.
...



