Tarih, Kimlik ve Türkiye’nin Güney Stratejisi
Suriye haritasına yüzeyden bakanlar yalnızca sınır çizgilerini görür. Oysa tarihi bilenler; Halep’te, Hama’da, Lazkiye kıyılarında, Bayırbucak dağlarında bin yıllık bir iz sürer. O iz, Oğuz boylarından kalan bir yadigâr, Türkmen varlığının değişmeyen sessiz direnişidir. Bugün Suriye coğrafyasında Türkmen’siz bir gelecek tahayyül etmek, sadece bir halkı yok saymak değil; Türkiye’nin hafızasını da silmektir. Çünkü Türkmen, bu coğrafyada sadece bir kimlik değil; aynı zamanda Türkiye’nin tarihsel, stratejik ve kültürel uzanımıdır.
Suriye Türkmenlerinin kökleri 11. yüzyıla dayanır. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın emriyle Halep ve çevresine yerleştirilen Oğuz boyları, Haçlılara ve Moğollara karşı İslam dünyasının savunucusu olmuştur. Zengilerden Artuklulara, Memlüklerden Osmanlı’ya kadar her medeniyet bu Türk unsurunu bünyesinde yaşatmıştır. 1516 Mercidabık Zaferi’yle Osmanlı topraklarına katılan Suriye, Kanuni’nin fermanı, Yavuz’un kılıcıyla Türk-İslam dünyasının kalbi hâline gelmiştir. Halep bir ticaret merkezi, Şam bir kültür beşiği, Lazkiye bir Türkmen limanıydı.
Bu derin tarih, yalnızca arşiv belgelerinde değil, taşlarda da yaşıyor. Şam’da Sultan Vahdettin’in mezarı, bu bağlamda sessiz ama etkili bir semboldür. 1922’de sürgünde vefat eden son Osmanlı Padişahı, Şam’daki Süleymaniye Külliyesi'nde medfundur. Bu durum, yekpare bir sultanın mezarı gibi addedilmenin ötesinde aynı zamanda Türkiye’nin bu topraklara bıraktığı manevi izlerin nişanesidir. Halep’te Osmanlı valisi Hüseyin Paşa’nın türbesi, Bayırbucak’taki Türkmen beylerinin mezarları ve Şam’daki Kanuni külliyesi... Tüm bu mekânlar, Türk tarihinin Suriye’de gömülü kalmadığını, hâlâ yaşamakta olduğunu gösterir.
Ve bu coğrafyada bir başka mezar daha vardır ki, tüm İslam coğrafyasının yüreğinde yankılanır: Selahaddin Eyyubi’nin türbesi. Şam’daki Emeviye Camii’nin yanında, gösterişsiz ama vakur bir türbedir bu. Kudüs’ün fatihi, Haçlılara karşı Doğu’nun yılmaz savaşçısı olan Selahaddin, burada medfundur. Eyyubi Devleti'nin kurucusu olan bu büyük komutanın ordusunun önemli kısmı Türklerden oluşmuş, sancağında Oğuz beyleri yürümüştür. Türbesi yalnızca bir saygı nişanesi değil, Türk-İslam medeniyetinin Suriye’deki köklü izlerinin sessiz şahididir. Sultan Abdülhamid tarafından onarılan bu mezar, tarihî sahiplenmenin sembolüdür.
Ancak bu tarihî ve kültürel bağlar, 2011 sonrası iç savaşla yeniden tehdit altına girdi. Rejim, DEAŞ ve PKK/YPG’nin üçlü kıskacında Türkmen köyleri hedef alındı. Tel Abyad, Azez, Cerablus hattındaki Türkmenler göç etmek zorunda kaldı. Bu süreçte Türkiye, tarihî sorumluluğunun gereğini yerine getirerek Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtlarıyla sadece terörle mücadele etmedi; Türkmen yurtlarını da korumaya aldı.
Bugün Türkiye’nin bölgedeki en büyük stratejik kazanımı, bu güvenli hat üzerinde inşa edilen eğitim ve kültür kurumlarıdır. Maarif Vakfı'nın açtığı Türkçe okullar, Yunus Emre Enstitüsü’nün kültür merkezleri, TİKA’nın yeniden inşa ettiği köyler... Bunlar, sadece birer yardım projesi değil; Türkiye’nin güney hattında kurduğu gönül coğrafyasının altyapılarıdır. Çünkü bir milleti yaşatmanın en etkili yolu, dilini yaşatmaktır.
Türkmen çocuğu Türkçe öğrendiğinde yalnızca bir alfabe değil, aynı zamanda bir tarih, bir hafıza ve bir millet olma duygusunu öğrenir. Bu da Türkiye için yalnızca insani bir destek değil; doğrudan kültürel güvenlik meselesidir. Çünkü Türkçe konuşulan her sınıf, Türkiye’nin sınır ötesindeki güvencesidir.
Suriye Türkmenleri bugün yalnızca varlık mücadelesi değil, aynı zamanda görünür olma mücadelesi vermektedir. Onlar, Türkiye’nin Orta Doğu’ya uzanan halkası, Anadolu’nun güvenlik zırhıdır. Suriye’nin kuzeyinde güçlü bir Türkmen varlığı, sadece terör örgütlerine karşı bir denge unsuru değil; Türkiye’nin Akdeniz vizyonunun da güvencesidir.
Sonuç açıktır: Türkmen’siz bir Suriye, eksik kalır. Ne kültürel olarak, ne tarihsel olarak, ne de stratejik olarak tamamlanabilir. Bu yüzden diyoruz ki: Türkmen’siz Suriye, Türkiye'siz Suriye demektir.
Türkmen’siz Suriye olmaz.
...Dürziler, Suriye’nin Anahtarı mı? İsrail’in Güney Stratejisi ve Diplomatik Açmazı
Suriye'de on yılı aşkın süren iç savaşın ardından ortaya çıkan yeni dengeler, yalnızca Şam'da değil, Tel Aviv'de de masaları yeniden kurduruyor. Golan Tepeleri’nin güneyinden Ceramana’nın dar sokaklarına kadar uzanan bu yeni satranç tahtasında, Dürzi toplumu hiç olmadığı kadar merkezi bir aktör haline geldi.
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Suriye Dürzilerine koruma” açıklaması diplomatik bir jest gibi görünse de, derinlerde bölgesel bir hesaplaşmanın ayak sesleri yankılanıyor. Bu açıklama, İsrail’in Suriye’nin güneyini askerden arındırma ve böylece hem İran’ın hem de yeni Suriye yönetiminin burada kök salmasını engelleme stratejisinin açık bir yansımasıdır.
Dürziler Üzerinden Yürütülen Strateji Ne Kadar Gerçekçi?
İsrail’in tarihsel “azınlıklarla ittifak” stratejisi bugün Suriye Dürzileriyle test ediliyor. Lübnan’daki Marunîler, Irak’taki Kürtler ve hatta Güney Sudan deneyimi… İsrail için bu model denenmiş bir formüldür. Ancak Suriye Dürzileri, etnik kimliğini değil, dini kimliğini merkeze alan bir yapı olarak bu formülün dışında duruyor.
Dürziler, rejimle olan sorunlarına rağmen, “dışarıdan gelen koruma” fikrine mesafeli. Nitekim Süveyda’daki en büyük askerî grup olan Rical el-Kerame’nin sözcüsü Basım Ebu Fahır, İsrail’in koruma vaadini açıkça reddetti. “Biz Suriye’nin bir parçasıyız” demesi, yalnızca bir mezhep mensubiyetinin değil, aynı zamanda bir jeopolitik tercih beyanının da ifadesidir.
İsrail, Golan Tepeleri’nin hemen güneyindeki Süveyda, Kuneytra ve Dera hattını “güvenlik bölgesi” olarak dizayn etmeye çalışıyor. Ama buradaki denklemi yanlış kuruyor: Dürziler homojen değil. Üç ayrı Şeyh el-Akıl’ın (Haceri, Hannavi, Cerabua) temsil ettiği siyasi çizgiler; Şam’la entegrasyonu savunanlardan, otonomi arayışında olanlara kadar geniş bir yelpazeyi içeriyor. Bu durumda yalnızca bir grupla temas kurmak, İsrail için kısa vadeli kazançlar getirse de, uzun vadeli bir kırılmaya neden olabilir.
İsrail'in 1980'lerde Lübnan’da kurduğu “Lübnan Güçleri” ittifakının nasıl çöktüğü hatırlandığında, bugün Suriye’de kurmaya çalıştığı benzer ittifakların sürdürülebilirliği sorgulanır. Dürzilerden oluşan küçük yapılarla geliştirilen angajmanlar, Suriye’nin Arap kimliği içinde erimeye kararlı kitleleri görmezden geliyor.
Savaşla yıkılmış bir ekonomide, günlük 100 dolarlık iş vaadi büyük bir cezbedicilik içeriyor. İsrail’in Golan Tepeleri’nde çalışmak üzere Suriye Dürzilerine sunduğu teklifler, yalnızca ekonomik değil, demografik ve siyasi bir mühendislik projesi olarak da okunmalı. Ancak bu strateji her Dürzi için geçerli değil. Ekonomik teşviklerle sınırlı göç sağlansa da, bu durum Dürzi toplumunun kolektif yapısını, ruhban liderliği ve toplumsal dayanışma kodlarını kırmaya yetmeyebilir.
Çünkü Latin Amerika’daki diasporadan gelen ekonomik destek, Dürzilerin İsrail’e bağımlı kalmaksızın kendi içinde varlık göstermelerini sağlıyor. Sadece dini değil, ekonomik olarak da kapalı devre çalışan bir toplumu dıştan dönüştürmek, ancak içeriden çözülmeyle mümkün olabilir. Şu an bu kırılma görünmüyor.
Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed el Şara’nın Dürzi heyetle yaptığı görüşme, Süveyda’nın yeniden merkezi yönetime entegre edilmesi için önemli bir adımdı. Şeyh Haceri’nin kamuoyuna “reddettik” açıklaması yapmasına rağmen, sahadaki gelişmeler farklı bir hikâye anlatıyor: Süveyda’da yerel polis alımları başladı, yeni teknokrat Dürzi bakanlar kabineye girdi ve Dürzi sivil toplum temsilcileri Şam’la yakın temasa geçti.
Bu gelişmeler, Şam’ın Dürzileri yalnızca bir azınlık olarak değil, devletin yeniden inşasında doğal bir ortak olarak gördüğünü gösteriyor. İsrail'in “azınlığı izole ederek müttefik kılma” stratejisine karşılık, Suriye yönetimi “çoğunlukla birlikte devlete entegre etme” siyasetini izliyor.
Ceramana’da yaşanan kriz ve ardından gelen Şam-Dürzi arabuluculuk süreci, yalnızca bir güvenlik sorunu değil; Suriye’nin yerel diplomasiyle kriz çözme kapasitesini de gösterdi. Bu süreçte Şam yönetimi, hem askeri hem sembolik mesajlarla bölgedeki kontrolünü pekiştirdi. İsrail ise doğrudan müdahale tehdidiyle yalnızca Dürzilerin değil, bölgedeki Sünni Arap çoğunluğun da tepkisini çekti.
İsrail’in Dürzilerle kurmaya çalıştığı ilişki, gerçek bir stratejik ortaklık değil, taktiksel bir angajmandır. Ancak Dürzilerin, dış müdahaleye karşı içgüdüsel direnci ve Arap kimliğine olan bağlılıkları, bu taktiği kısa sürede geçersiz kılabilir. Şam ise bu fırsatı iyi okuyor. Sivil-asker-dinî üçgeninde kurulan yeni Dürzi ittifakı, Suriye’nin geleceğini şekillendirmede önemli bir rol oynayacak.
Dürziler artık sadece bir azınlık değil; Suriye'nin istikrarı için bir barometre.
Ve bu barometreye göre, bölgede İsrail değil, Şam rüzgârı esiyor.
...Teknoloji dünyasında rekabet, her geçen gün yeni bir boyut kazanıyor. Arama motorlarından navigasyon servislerine, yapay zekâ uygulamalarından mobil hizmetlere kadar her alanda devler kıyasıya yarışıyor. Bu arenada, Rus teknoloji devi Yandex, özellikle Türkiye pazarında Google’a meydan okuyan cesur adımlarıyla dikkat çekiyor… Yakın zamanda Yandex’in İstanbul’da düzenlediği toplantıya katıldım ve davet üzerine yapay zekanın dijital yayıncılıktaki etkisiyle ilgili mini bir de konuşma yaptım. Bu etkinlikte, Yandex’in Türkiye’deki vizyonunu ve yeniliklerini yakından görme fırsatı buldum.
Yandex, Türkiye’de son yıllarda özellikle Yandex Maps ve Yandex Arama ile adından söz ettiriyor. Şirketin yapay zekâ platformu Yazeka, arama motorunu güçlendiren ve kullanıcılara daha akıllı, bağlama duyarlı sonuçlar sunan bir teknoloji. Örneğin, Yandex Maps, İstanbul gibi yoğun trafiğe sahip şehirlerde sürücülere gerçek zamanlı yol durumu güncellemeleri, hız limiti uyarıları ve hatta yaya dostu navigasyon özellikleri sunuyor. Alışveriş merkezlerinin iç mekân haritalarından toplu taşıma entegrasyonuna kadar, Yandex’in yerel ihtiyaçlara odaklanan yaklaşımı, kullanıcıların günlük hayatını kolaylaştırıyor. Sosyal medyada bir kullanıcının paylaştığı gibi, Yandex Maps’in trafik ışıklarını göstermesi, 3D bina görselleştirmeleri ve “Işıklardan sola dön” gibi net yönlendirmeleri, Google Maps’in Türkiye’de sunduğu bazı özelliklerin önüne geçiyor.
Yandex’in iddiası sadece teknik yeniliklerle sınırlı değil. Şirket, Türkiye pazarına yönelik stratejik hamlelerle de fark oluşturuyor. Yandex’in, Google’ın Türkiye’deki bazı operasyonlarına talip olduğu yönündeki söylentiler, teknoloji çevrelerinde heyecan oluşturmuş durumda. Ayrıca, Yandex’in araç paylaşımı gibi yenilikçi hizmetleri Türkiye’ye getirme planları, şirketin yalnızca bir arama motoru olmaktan öte, geniş bir ekosistem kurma hedefini ortaya koyuyor. İçişleri Bakanlığı’nın trafik güvenliği için Yandex ile iş birliği yaparak sürücüleri kaza risklerine karşı uyarması, Yandex’in yerel otoritelerle kurduğu güçlü bağların bir göstergesi. Bu tür iş birlikleri, Yandex’in güvenilirliğini ve pazardaki yerini sağlamlaştırıyor.
Google, küresel arama motoru pazarında %80’in üzerinde bir paya sahip ve reklamcılık, bulut hizmetleri ve mobil ekosistemleriyle dev bir imparatorluk. Ancak Yandex, Türkiye gibi kültürel ve coğrafi dinamikleri yoğun pazarlarda, yerel odaklı stratejileriyle avantaj sağlıyor. Yandex Arama’nın, Türkiye’ye özgü içeriklere öncelik veren algoritmaları ve Yazeka’nın yerel bağlamları daha iyi anlaması, kullanıcıların Google’a kıyasla daha kişiselleştirilmiş bir deneyim yaşamasını sağlıyor. Örneğin, Yandex Maps’in İstanbul’un dar sokaklarında bile hassas navigasyon sunması veya toplu taşıma kullanıcıları için gerçek zamanlı otobüs saatlerini göstermesi, yerel kullanıcıların kalbini kazanıyor.
Yandex’in Google’a karşı en büyük kozu, esnekliği ve yerel pazara olan derin bağlılığı. Google’ın standartlaşmış hizmetleri, Türkiye gibi karmaşık pazarlarda bazen eksik kalabiliyor. Yandex ise bu boşlukları doldurarak, kullanıcı alışkanlıklarını değiştirmeye çalışıyor. Ancak, Google’ın küresel çaptaki veri avantajı, kullanıcı tabanı ve entegre hizmetleri, Yandex’in önünde ciddi bir engel. Yandex’in bu yarışta öne çıkması için, teknolojik yeniliklerin yanı sıra, güçlü bir marka algısı ve kullanıcı odaklı pazarlama stratejileri geliştirmesi şart.
Sonuç olarak, Yandex’in Google’a rakip olma potansiyeli, özellikle Avrupa pazarını düşündüğümüzde haritalardan gelen gücü ile Türkiye pazarında daha avantajlı ama bunun için uzun soluklu bir tutundurma çalışmasına ihtiyaç duyacağı aşikar. Yapay zeka destekli hizmetleri, yerel ihtiyaçlara yönelik çözümleri ve cesur yatırımları, Yandex’i bir adım öne taşıyor. Ancak, Google’ın devasa ekosistemi ve kullanıcı alışkanlıkları, Yandex için uzun bir yolculuğun habercisi. Teknoloji dünyasında her şey mümkün; Yandex’in bu rekabette ne kadar ilerleyeceği, önümüzdeki yıllarda daha net ortaya çıkacak.
Gördüğüm kadarıyla Yandex’in hamleleri, dijital dünyada şimdiden heyecan verici bir çekişmenin fitilini ateşledi. “Ne de olsa, bir kıvılcım yeter, yıldızlar göğü kaplar.” demiş eskiler. Bakalım Yandex yeni hamleleri ile Google’dan pazar çalmanın yollarını bulabilecek mi?
Dijital dünyada güzel izler bırakan herkesle bir sonraki makalede görüşmek üzere…
Sağlıcakla kalın.
...Yıl 2025. Geçen 1 Mayıs tatil idi ve bende bur akademisyen olarak dinlendim. Resmi olarak “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutladığımız, kökleri işçi mücadelesine dayanan bu anlamlı gün, ne yazık ki sadece sınırlı bir kesimin faydalandığı bir tatil gününe dönüşmüş durumda. Özellikle gözlemlediğim bir tablo beni bu yazıyı yazmaya itti: Kamu personeli ve kamu işçileri bu özel günde izinliydi; ancak özel sektörde çalışan milyonlarca işçi, sanki bugünün ruhu onlara hitap etmiyormuşçasına yoğun tempoda çalışmaya devam ediyordu.Bu tablo, 1 Mayıs’ın anlamını sadece sembollere ve sözlere hapsetmekle kalmıyor, aynı zamanda “emek” kavramını ayrıştırıyor. Oysa emeğin bir statüsü, memuriyeti, kamu-özel ayrımı olmaz. Üreten, alın teri döken, zamanını satan herkes emekçidir. Bu nedenle 1 Mayıs, tüm çalışanlar için, ayrım gözetmeksizin bir tatil günü olmalı; bir saygı, anma ve dayanışma günü olarak yaşanmalıdır.
Özel Sektör Neden Geri Duruyor?
Bugün birçok özel sektör firması, 1 Mayıs’ı çalışılan bir gün olarak görmeye devam ediyor. Çoğu zaman gerekçe ekonomik kayıplar, üretim baskısı ya da hizmet sürekliliği oluyor. Oysa bu anlayış, kısa vadeli çıkarlarla uzun vadeli iş barışı, çalışan motivasyonu ve verimliliği arasında ciddi bir denge bozukluğu oluşturuyor.
Unutmayalım ki, çalışanın kendini değerli hissetmediği bir kurumda sürdürülebilir verimlilikten söz edilemez. Özel sektörün 1 Mayıs’ta işçilere izin vermesi, sadece bir “taviz” olarak görülmemelidir. Bu, aynı zamanda işverenin çalışanına verdiği değerin bir göstergesi ve kurumsal aidiyeti güçlendiren bir hamledir. Verimlilik araştırmaları da göstermektedir ki, çalışanına saygı duyan, onu sosyal haklar ve sembolik günlerle destekleyen işletmelerde devamsızlık oranı düşmekte, motivasyon artmakta, performans yükselmektedir. Dahası, 1 Mayıs’ı gerçekten tüm çalışanlar için tatil ilan eden firmalar, topluma karşı duyarlılık sergileyerek markalarına değer katar. Bu, özellikle genç kuşak çalışanların önem verdiği sosyal sorumluluk kriterlerinde pozitif bir algı yaratır. Eğer 1 Mayıs gerçekten “emek ve dayanışma” günü ise bu dayanışmanın temeli ortak bir nefes alabilmektir. Sadece kamu çalışanlarına tanınan bir tatil, bu ortaklığı sağlayamaz. Bu nedenle çağrım, sadece devlete değil, özel sektör yöneticilerine de: Gelin 1 Mayıs’ı her yıl tüm çalışanlarınızla birlikte kutlayın. Onlara bir gün izin vererek aslında yıl boyu sürecek bir aidiyet ve verimlilik duygusuna yatırım yapın.1 Mayıs, geçmişin mücadelelerinin simgesi olduğu kadar, bugünün sosyal barışının da anahtarıdır.
...Son yıllarda insanları en çok yoran sorunlardan biri de iletişimdir. İletişim sorunları artıkça insanlar arasındaki problemlerde çoğalmaya başlıyor. Psikolojik ve sosyolojik verilerde de iletişim geleceğin en büyük hastalığı olacağı ortaya çıkarıldı. Özellikle sosyal medyanın insanda neden olduğu asosyallik kişilerin kendini ifade etme gücünü de azalttı.
Modern yaşamın hızında insanlar birbirine zaman ayırmaz hale geldi. Telefonlar elimizde ama yüz yüze bakışlarımız yorgun. Sosyal medya, bir iletişim alanı gibi görünse de çoğu zaman sadece kendi sesimizi yankıladığımız dijital bir boşluk. Gerçek duyguların yerini emoji’ler, gerçek konuşmaların yerini yüzeysel yorumlar aldı.
Giderek birbirini gören ama anlamayan kitlesel bir toplum haline geldik. İfade etme gücümüzü insanlarla oturup konuşmak yerine sosyal medyada gördüğümüz sözlerle ifade ediyoruz. Sosyal medyada gördüğümüz kadarıyla insanların hayatlarını yorumluyoruz. Dinlemekten uzaklaşıp aklımızda ya cevap tasarlıyoruz ya da konudan ayrılıp tamamen iletişimi bitirmeye çalışıyoruz. Bu yüzden de sağlıklı ilişkiler geliştiremiyoruz. Bu aile içinde de kopmalara neden oldu. Ayrıca arkadaşlık ve ikili ilişkileri de olumsuz etkilemeye başladı.
Peki çözümü nasıl bulacağız? Öncelikle yeniden empati sistemini geliştirip insanları dinlemek anlamakla başlayacağız. Göz teması kuracağız. Göz teması gerçek duyguları ortaya çıkararak iletişim sistemini duyusal boyutta geliştiren en güçlü metottur.
Türkiye, dizi ticaretinde ikinci sırada yer alıyor. Peki bunun sebebi ne? Bu içerikleri kültürel bir etki mi, yoksa izleyiciye sunulan ve hızla tüketilen dramalar mı? Türk dizileri milyonlara ulaşmayı başarıyor. Hatta başrol oyuncularının her giydiği çok satıyor ya da hayran buluşmaları düzenleniyor.
Yapımlardaki mekanlar ve dizi karakterleri, Türkiye'ye dair bir algı oluşuyor mu? Dizi ihracatı sayesinde Türkiye hakkında olumlu bir imaj oluştuğu, turizme ve hatta dış politikaya dolaylı katkılar sağladığı iddia ediliyor. Ancak, gerçek dışı oluşturulan hikayeler ve karakterler Türkiye’nin imajı açısından negatif etki de oluşturabilir. Dizilerdeki kültür imajı, yüzeysel kalıyor; bir kültür derinliği yerine görsel şıklık ön planda tutuluyor.
Örneğin, Kimler Geldi Kimler Geçti dizisini izleyenler, gerçeklikle ilgisi olmadığını, 8 ile akşam 17.00 çalışan kişilerin dizideki gibi bir hayat süremeyeceğini belirtti. Türk kültüründen uzak yapımların çekilmesinin nedeni ise, Türk piyasasının yurt dışında da gösterilmesi ve ticari sebepler de içerik kalitesini etkilediği belirtildi. Bu durumda, Türk kültürü gerçekliğini yitirmeden yayınlanmasını mümkün kılmıyor. Türk dizileri dünya çapında büyük bir ilgiyle izleniyor; Ancak bu ilgi, bir “kültürel kalıcılık” mı yoksa “görsel geçiş dönemi eğlencesi” mi sunuyor?
...Türkiye siyasetinin son 20 yılına damgasını vuran AK Parti, bugüne kadar pek çok alanda önemli başarılara imza attı. Ancak her uzun iktidar döneminde olduğu gibi, başarıların yanında zamanla ortaya çıkan zafiyetler ve stratejik hatalar da birikti. Bugün geldiğimiz noktada, AK Parti'nin geleceğini şekillendirecek en kritik mesele, bu başarılar ile eksiklerin doğru bir muhasebesinin yapılmasıdır.
Özellikle 2002-2013 arası dönemde AK Parti, birçok alanda reformist bir kimlik sergiledi. Örneğin; Karayolları, havayolu ve şehir hastaneleri gibi altyapı projeleri Türkiye’nin ulaşım ve sağlık sisteminde çıtayı yükseltti. Bugün İstanbul Havalimanı, Marmaray gibi projeler yalnızca Türkiye'nin değil, dünyanın da ilgisini çekiyor. Yine özellikle 2001 krizinin ardından gelen süreçte kamu maliyesinde disiplin sağlandı, enflasyon tek haneye indirildi, IMF borcu kapatıldı. Türkiye'nin dış yatırımlar açısından cazip bir ülke haline gelmesi bu dönemin ürünüdür. Ayrıca Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkeleriyle geliştirilen çok yönlü dış politika, Türkiye'yi geleneksel Batı ekseninin dışında da tanınır bir aktör haline getirdi. Tüm bunlara ek olarak Şartlı nakit transferi programları, sosyal konut projeleri ve sağlıkta dönüşüm programları geniş halk kesimlerinde büyük destek oluşturdu.
Ne var ki, başarılarla dolu bu uzun hikâye, bana göre özellikle son dönemde bazı ciddi stratejik hatalarla gölgelendi. Özellikle 2018 sonrası ekonomi politikalarında artan müdahalecilik, kur korumalı mevduat gibi geçici çözümler ve yüksek enflasyon ortamı, geniş kesimlerde ekonomik güvensizliğe yol açtı. Yine adalet sistemi başta olmak üzere bazı kurumsal yapıların zayıfladığı algısı çok hakim. Liyakat tartışmaları, devlet yönetiminde verimliliği azalttı ve genç seçmenlerde adalet duygusunun zedelenmesine sebep oldu. Ayrıca başlangıçta ‘herkes için demokrasi’ vurgusu yapılırken, zamanla artan kutuplaştırıcı dil, toplumun farklı kesimleri arasında mesafeleri açtı. Buna ek olarak "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesinden uzaklaşılarak, Suriye başta olmak üzere bazı dış politika adımları Türkiye'yi uzun vadeli risklerle karşı karşıya bıraktı.
AK Parti'nin bundan sonraki yolu, geçmişteki başarılarının gölgesinde kalmadan yeni bir reform dalgası başlatmasına bağlıdır. İlkin öngörülebilir ekonomi politikaları, bağımsız kurumlar ve yabancı yatırımcıya güven veren düzenlemelerde öncelik olmalıdır. Yine adalet sisteminde reform ve kamu yönetiminde liyakati esas alan bir yaklaşım, seçmenin güvenini yeniden tesis edebilir. Buna ek olarak farklı düşüncelere, inançlara ve yaşam tarzlarına saygılı bir siyasi dil geliştirilmelidir. Ayrıca riskleri minimize eden, dostlukları artıran, dış politikada çok kutuplu ama dengeli bir yaklaşım benimsenmelidir. Nihayetinde, AK Parti halen Türkiye'nin en geniş siyasi tabanına sahip partisi olma avantajını koruyor. Ancak gelecekte bu gücü sürdürmek, geçmişteki başarıları değil, bugünün sorunlarına nasıl çözüm üreteceğini gösterebilmesine bağlı olacaktır.
...Dolandırıcılık insanlık tarihi kadar eski olabilir ama hiç bir zaman şimdiki kadar yaygınlaşmamıştı.
Teknoloji ve yapay zeka teknolojileri geliştikçe sadece insanlığın faydasına olan yenilikler de artış olmuyor, kötülükler de bir virüs gibi tüm dünyaya kolayca yayılıyor.
Belli bölgelere özgü dolandırıcılık yöntemlerinin, kopyala yapıştır yöntemiyle suç örgülleri tarafından ya da tamamen bireysel olarak dünyanın dört bir yanına taşındığını görüyoruz.
Dolayısıyla dolandırıcıların ağına düşen mağdurların sayısı da onbinlerden, yüzbinlere belki de milyonlara ulaşıyor.
Eskiden tamamen yalan ve kandırma, vaadedilen sözlerin yerine getirilmemesi gibi basit yöntemleri kullanan dolandırıcılar, şimdi akla hayale gelmeyen yöntemler kullanıyorlar.
Yeni bir kripto çıktı bu fırsatı kaçırma diyenler, Trump coin ya da Arjantin devlet başkanının şaka coini le milyarlarca doları buhar olanlar, yatırım fırsatları diye kandırılanlar, bu arsa şu kadar ayda, yılda bu kadar katlanacak diyenler, insanların merhamet duygularını istismar edenler vb…
Boyut atlayan bu kötü ve vicdansız insanlar, e-dolandırıcılık kavramını da hayatımıza sokmuş oldular.
Kredi kartı bilgilerini çalma, kimlik bilgileri hırsızlığı, sosyal medya platformlarından yapılan reklamlar derken deepfake teknolojisi ve yapay zeka alanında her gün ortaya çıkan yeni özellikler dolandırıcıların işini daha da kolaylaştırıyor.
Yakın zamana kadar sesler kopyalanırken, şimdi görüntüler dahi dijital ortamda birebir oluşturuluyor, kopyalanan ses tonları ve özellikleri ağız hareketleriyle senkronize hale getirilebiliyor ve gerçekle yalanı ayırt etmek artık neredeyse imkansız hale geliyor.
Durumun vahametinin farkına varan bazı devletler yeni önlemler almanın peşinde. Japonya’da artık 65 yaş üstü kişiler, ATM önünde işlem yaparken telefonla konuşamayacaklar.
Bu yeni kural size Türkiye’deki en yaygın dolandırıcılık yöntemini de hatırlatmıştır. İnsanların hayatları boyunca biriktirdikleri bir miktar parayı telefon dolandırıcıları önce kişisel bilgileri verip, devlet görevlisi ya da banka görevlisi olduğuna dair güven sağlayarak, kimi zaman da çeşitli suçlamalarla korkutarak, en çok da yaşlı vatadaşlarımızın paralarına, tarlalarına, evlerine çöküyorlar.
Aslında, Japonya’daki bu kural Türkiye’ye de getirilebilir.
Ya da artık sonderece uyanık olması gereken vatandaşlarımız da ve bu konuyla ilgili devletin yetkili mercileri de, dolandırılar nasıl teknoloji ve yapay zekadan faydalanıyorlarsa aynı şekilde faydalanmalılar.
Yapay zekadan olası tüm dolandırıcılık yöntemlerinden korunmak için bireysel ve devlet olarak hangi önlemlerin alınabileceğine dair öneriler alınabilir. Dikkat edilmesi gerekenlere sıkı sıkı uyulabilir.
ABD’de de bu konu yoğun olarak gündemde son günlerde. Her gün saat 17.00’de hazırlayıp sunduğum “Dünyada Bugün” isimli programda oradan bir habere yer vermiştim geçen hafta.
ABD’de de en çok yaşlılar hedefte. Ama yalnız insanların, duygusal olarak istismara açık olan kadınların da, en çok dolandırıcıların tuzağına düştüğünü istatistiklerden anlıyoruz.
En büyük istatistik ise sadece 2024 yılında küresel dolandırılığın 870 milyar dolara ulaşması, belki de bu sene 1 trilyon doları bulacak olmasıdır.
...“Sanki her tarafta var bir düğün,
Çünkü, en şerefli, en mutlu gün.
Bugün 23 Nisan,
Hep neşeyle doluyor insan.”
İlkokul 1. sınıftan 8. sınıfa kadar okul korosundaydım. Müzik öğretmenim Alev Hanım, belli bir kıvama geldiğimi hissettiğinde beni alt sınıfların provalarına göz kulak olmam için bırakırdı. Tüm resmî günlerin klasik şarkılarına hâlâ hâkimim…
Bu 23 Nisan’da ise bir gazeteci olarak tercihen dinlenmeyi seçtim. Fakat hiç alışık olmadığım bir şey oldu: DEPREM!
İstanbul 6,2 büyüklüğünde bir depremle, ürkütücü şekilde sallandı...
Evde uyuyordum. Çok şiddetli bir şekilde uyandım. O an gerçekten öleceğimi düşündüm. Üç kedimle birlikte, ne olduğunu bile anlayamadan bu travmayı yaşadık. Sonrası tam bir kaos…
Artçılar hâlâ devam ediyor. Hepimiz diken üstünde uyuyoruz. Ama neden?
17 Ağustos 1999 depreminin ardından İstanbul, böylesine sarsılmamıştı. Tarih, sanki ucundan kıyısından bir kez daha tekerrür etti. Belki de bu, bir uyarıydı.
Deprem uzmanı değilim, ahkâm kesmeye niyetim de yok. Sadece kısa bir gözlemimi paylaşmak istiyorum:
Birbirine selam bile vermeyen insanlar, bu birkaç günde ileri derecede bağ kurdu. Bunun sebebini tam olarak bilemiyorum. Empati mi, çaresizlik mi, insanlık mı? Adı her ne olursa olsun, olan biten büyüleyiciydi.
Günaydın bile demeyen komşular birlik oldu. Kavgalı olanlar barıştı. Yardımlaşma çoğaldı. Felaketten doğan bir bayram havası sardı etrafı… Ne acıklı ama bir o kadar da umut vericiydi.
Şimdi soruyorum:
Kıymet, hep felaketin ardından mı gelmeli?
Duygularımız illa artçılara mı bağlı olmalı?
Belki de artık beklemeden, bir sarsıntı olmadan da birbirimize sımsıkı sarılmayı öğrenmeliyiz.
Çünkü bazen en güzel artçı, kalpten kalbe yayılanbiriyiliktir
...Geçtiğimiz günlerde İstanbul, 6,2’lik bir depremle sarsıldı. Hepimiz bir anda kendimizi dışarı attık. Çok şükür, acı haber almadık ama yaşadığımız korku, geceyi dışarıda geçirmemize yetti. Hatta okullar tatil olunca, şehir dışına kaçanlar bile oldu… Peki ama neden? Sadece bir sarsıntı, bir “güvensizlik” duygusu mu? Yoksa bu korkunun kaynağı aslında daha mı derinlerde?
Bu sorunun cevabı, çoğumuzun depremle ilgili ne kadar az bilgiye sahip olduğumuzda yatıyor. Eğer deprem anında ne yapmamız gerektiğini bilseydik, korkumuz bu kadar büyümezdi. Bu, sadece bir “sarsıntı” değil, aynı zamanda bir bilinç eksikliği. İşte tam da bu yüzden, eğitim sistemimizin deprem bilinci konusunda daha fazla sorumluluk taşıması gerekmiyor mu?
Deprem bilinci, erken yaşta kazandırılması gereken bir yaşam becerisi aslında. İlkokuldan itibaren çocuklara yalnızca “çök-kapan-tutun” gibi temel reflekslerin öğretilmesi yetmez. Depremin bilimsel yönünü, nedenlerini, etkilerini ve risk azaltma yollarını da sistemli bir şekilde anlatmak gerekir. Müfredatta bu konu, sadece birkaç tatbikat ya da bir iki teorik bilgiyle geçiştirilmemeli; haftalık programlarda düzenli yer almalı. Deprem simülasyonları, saha çalışmaları, bilinçlendirme projeleriyle desteklenerek çocuklara gerçek bir afet bilinci kazandırılmalı.
Üstelik eğitim sadece teorik bilgiyle sınırlı kalmamalı; pratik yaşam becerilerini de kapsamalı. Bir binanın güvenli olup olmadığını nasıl anlayabileceğimiz, yaşadığımız çevrede risk analizi yapabilmek gibi konular da küçük yaşlardan itibaren öğretilmeli. Çünkü depremle ilgili bilinçli bir birey, sadece kendini değil, çevresini de korur; sadece canını değil, toplumu da kurtarır. Uzun vadede ise bu bilinç, daha sağlam yapılar, daha güvenli şehirler ve daha az kayıp demektir.
Dünya üzerinde deprem bilincinin yüksek olduğu birçok örnek ülke var. Japonya, bu konuda en bilinen örneklerden biridir. Deprem riskini en baştan kabul edip, eğitim ve altyapı çalışmalarına büyük yatırımlar yapmış bir ülke. Okullarda düzenli olarak deprem tatbikatları yapılır, çocuklara deprem sırasında nasıl davranmaları gerektiği öğretilir. Ayrıca, Japonya’daki binalar da deprem dayanıklılığı açısından en son teknolojiyle inşa edilir ve bina yönetmelikleri oldukça sıkıdır. Ülkede ayrıca gelişmiş erken uyarı sistemleri bulunmaktadır.
Bir başka örnek ise Türkiye’ye kıyasla çok daha az deprem yaşayan, ama yine de hazırlıklı olan Şili’dir. Şili, 2010’daki büyük depremde dünya çapında bir örnek göstermiştir; çünkü ülkede deprem öncesi, sırası ve sonrasına dair eğitimler her yaş grubuna verilmektedir. Deprem anında halkın büyük bir kısmı, doğru davranışları sergileyerek hayatlarını korumuştur. Şili’deki binalar da depreme dayanıklı olacak şekilde tasarlanmış ve afet yönetimi konusunda oldukça iyi altyapıya sahip bir ülkedir.
İşte yine aynı yere geliyor konu. Deprem değil, bilinç eksikliği ve hazırlıksızlık öldürür. Eğer biz de bu ülkeler gibi, çocuklarımıza depremle ilgili doğru eğitimleri versek ve toplum olarak bilinçlensek, çok daha az kayıp yaşayabiliriz.
İstanbul’da depremde korkudan camdan, balkondan kendini aşağıya atan insanları gördük. Can kaybı olmadı çok şükür ama 250’den fazla vatandaş hastanelik oldu. Bu, felakete karşı gösterilen bilinçsizlik ve panik halinin en trajik örneklerinden biridir. Deprem anında panikle ve doğru bilgiye sahip olmadan verilen tepkiler, can kayıplarını artırabilir. Eğer insanlar, ne zaman ve nasıl güvenli bir şekilde dışarı çıkacaklarını bilselerdi, bu tür dramatik kazaların önüne geçilebilirdi.
Depremler kaçınılmaz olabilir, ama bilinçsizliğimiz kader olmak zorunda değil. Artık sadece yıkımların ardından üzülmeyi değil, onları önlemeyi de öğrenmeliyiz. Deprem sonrası çaresizlik içinde kalmak yerine, deprem öncesi hazırlıklı olmalıyız. Eğitim sistemimizde depreme daha fazla yer vererek, geleceğin bilinçli bireylerini yetiştirebiliriz. Bugün attığımız her adım, yarın kurtaracağımız hayatlar demek. Unutmayalım: Deprem değil, ihmal öldürür.
...