Dün bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz teknolojiler bugün gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Hatta daha fazlası da yakın zamanda gerçekleşecek gibi duruyor. Yapay zeka devrimi sadece teknolojik bir sıçramadan ziyade zamanımızı yeniden programlayan bir katalizör.
Zamana Karşı Nefes Nefese
Daha dün metin bazlı YZ'ları konuşurken, bugün Google'ın Veo'su ve Minimax’ın Hailuo’su gibi sistemler saniyeler içinde sinema kalitesinde videolar üretiyor. Herkes bu yarışa, bu koşuşturmaya katılma derdinde.
Google'ın YZ'da "geç kaldığı" eleştirilerine rağmen Gemini ve Veo ile hızla zirveye çıkmış gözüküyor. Buradan da anlıyoruz ki bu rekabet diğer tüm yarışlardan çok daha hızlı ve hırslı. Bu sebeple yarın beklediğimizden erken gelecek gibi duruyor.
Gerçekliğin Bulanık Sınırları
Yapay zeka ile üretilien içerikler her geçen gün daha iyi hale geliyor. Hatta artık YZ içerikleri bizim yazdığımız içeriklerden daha iyi oluyor ama bu da pek çok farklı sorunu beraberinde getiriyor.
Bu durum toplumsal güveni temelden sarsan bir kırılma noktası.
Yakın Gelecek (2-5 yıl):
Orta Vade (5-10 yıl):
Uzun Vade (10-20 yıl):
Toplumsal yapılarda köklü dönüşümler
Uyum mu, Direniş mi?
Körü körüne benimsemek kadar tamamen reddetmek de zararlı. Akıllı olan, YZ’nın potansiyelini eleştirel süzgeçten geçirmek, fırsatları değerlendirirken riskleri göz ardı etmemek.
AI araçlarını kullanmayı öğrenmek temel beceri olurken, bunların sınırlarını ve önyargılarını anlamak da kritik. Sadece kullanan değil, etik çerçevelerini tasarlayan aktörler olmalıyız.
Sonuç: İnsan Kalmak
Bu çağda değişimin kendisi değişiyor. Eskiden aşamalı olan değişim, şimdi ani ve radikal sıçramalarla ilerliyor.
Geleceği tam tahmin edemesek de hazırlanabiliriz. Bu hazırlık teknik becerilerin ötesinde eleştirel düşünce, yaratıcılık, empati ve etik muhakeme gerektirir.
En büyük soru: Bu hızlı dönüşümde insanlığımızı nasıl koruyacağız? Cevabı her an verdiğimiz kararlarla yazıyoruz. Bu, insanlığın geleceği için verilecek en büyük dans.
...
Sam Altman'ın yeni projesi için efsane tasarımcı Jony Ive ile bir araya geldiğini duymuşsunuzdur. ÖBu demek oluyor ki artık yapay zekaya dokunabiliyor da olacağız. Kulislerde dolanan bilgilere göre bir cihaz üzerinde çalışıyorlar. Ve sanırım yeni bir çağ başlamak üzere, zira Sam Altman bu yapay zeka cihazı için laptopumuz ve cep telefonumuz gibi ayrılmaz, vazgeçemeyeceğimiz bir parçamız olacağını söylüyor. Hadi biraz bu konuyu irdeleyelim...
Eğer bu cihaz gerçekten bir telefon ya da laptop gibi fiziksel bir araç olacaksa, o zaman onunla aramızdaki ilişki klasik anlamda bir kullanıcı – cihaz ilişkisi olmayacak. Daha çok, kendi kişisel yapay zekamızla bir tür simbiyotik ilişki kuracağız. Sabah “günaydın” dediğinde sadece hava durumunu söylemeyecek, geceki rüyandan yola çıkarak o günkü ruh halini analiz edecek, toplantılarını ona göre revize edecek.
Bu cihaz görünen değil, hissedilen bir arayüz ile çalışacak. Belki ekransız olacak, belki projeksiyonla avucunun içine sanal bir ekran yansıtacak. Belki sadece sesle, belki göz takibiyle... Ama kesin olan şu: sensörler, biyometrik veriler, mimikler, ses tonun onun beslendiği kaynaklar olacak. Sen daha bir şey demeden seni anlayacak kadar içselleştirilmiş bir deneyim sunacak.
Tıpkı App Store’un bir dönem ekosistemleri baştan yazdığı gibi, bu yeni cihazın da kendi AI Market’i olacak sanırım. Ama bu defa klasik uygulamalar değil, kişisel asistanların eklentileri, duygu analiz motorları, anı toparlayıcıları, yaratıcı editörler gibi modüller yükleyeceğiz. Ve kim bilir aklımıza gelen ve gelmeyen neler neler...
Kendi yapay zekanı eğitmen için özel karakter modülleri alabileceksin.
Eğitimin tamamen değişeceğini düşünüyordum ve bu beton okulların ortadan kalkacağını düşünüyordum da eğitimin bizim için değil bir yapay zeka için olabileceğini düşünememiştim açıkçası. Tabi şu an bu cümle ile onu da düşündüğümü fark ettim :)
Geliştiriciler için uçsuz bucaksız bir pazar doğuyor. Sadece app değil, kişilik formatları, kişiselleştirilmiş etik protokoller, duygu-dil katmanları bile satılabilir olacak.
Fırsatların DNA'sı değişiyor. Yeni fırsat, sadece yazılımda değil; duygu modelleme, etik motorlar, kişisel veri estetiği, sosyal yapay zekâ eğitimi gibi alanlarda. İnsanlar artık “bir app yaptım” değil, “yapay zekama hayat felsefesi yükledim” diyecek. Tasarımcılar için, karakter yaratıcıları için, filozoflar için bile yepyeni meslek alanları doğacak.
Ve en önemlisi; herkesin kendi AI karakteri olacak. Herkesin dijital alter egosu. Bu alter ego, onun yerine e-posta yazacak, pazarlık yapacak, hatta ilişki kuracak. Kim bilir, bir gün senin avatarın, senin tanımadığın birinin avatarıyla iş kurmuş olabilir. Düşünsene; İnsanlar değil, dijital benlikler toplantı yapıyor. Tabi ego denince akla bin tane kötü tanım, duygu, fikir geliyor. Belki herkesin yapay zekası standart ego olurda bir tık kurtuluruz gereksiz şişmiş egolu insan müsveddelerinden.
Gelecek başka olacak çünkü biz artık bilgiye ulaşmak için değil, bilginin bizi bulmasını sağlamak için araç kullanacağız. Bilgiyi aramayacağız, o bizimle yolda yürüyecek. Cihazlarımız bizim rehberimiz, bazen terapistimiz, bazen dostumuz olacak. Kendi AI cihazınızla kavga eder misiniz? bilmiyorum ama biz insanoğlu onu da yaparız hiç şüphem yok.
Gelecek başka olacak çünkü üretim şeklimiz değişecek. Yazmak yerine düşüneceğiz, çizmek yerine hayal edeceğiz ve cihaz bunları gerçekleştirecek. Bu bir rüya olmalı.
Aykırı düşünme, kutunun dışında düşünme konularında ülkemizde 500den fazla düzenlediğimiz "Saçmalathon" etkinliklerimizde biri bunu söylese, uçma derdik belki de saçmalama derdik :)
Gelecek başka olacak çünkü özne – araç ilişkisi bitiyor. Cihaz senin ruh halini hissedebilen, geçmişini bilen, gelecek hedeflerini anlayan bir yol arkadaşına dönüşüyor. Bu da sadece teknolojik değil, kültürel ve felsefi bir devrim. Bu da benim en sevdiğim kısım. İnovasyonun kültürel değişime sebep olanına bayılıyorum.
Bu cihaz bir “alet” değil, bir yansıma olacak. Sana benzeyecek, seni büyütecek, seni seninle karşılaştıracak. Onunla barışık olanlar, yeni çağın kazananları olacak. Çünkü dijital avatarın seninle birlikte gelişecek, birlikte düşünecek, birlikte üretecek.
Ve belki de bir gün, sen işe gitmeyeceksin; avatarın senin yerine toplantıya gidecek. Sen ise o sırada ormanda yürüyüş yapıyor olacaksın. Bill Gates bu konuda haftalık çalışma gününün iki güne düşeceğini savunan açıklamalarda bulundu. Bir yandan insanlar işsiz kalacak, bir yandan adapte olanlar çok daha rahat yaşayacak.
Yeni teknolojik çözümler, devrimler dünyayı kasıp kavururken Uganda'da, Zimbabve'de ya da kim bilir hangi geri kalmış, diktatörlükten nasibini almış, kendi çocukları lüks ve konfor içinde yaşarken, milleti perişan halde hala el ile taş kıran, Türkiye'nin bile 50 yıl öncesini yaşayan insanlar ne yapacak?
Cep telefonu gibi düşün; sahip olan ile olmayan ve verimli kullanan arasında nasıl farklar var ise, bu uçurumun çok daha fazlasını düşün.
Yeni dönem başlıyor. Cihaz değil, yol arkadaşı. Uygulama değil, karakter. Girişim değil, dijital kimlik mimarisi.
Gelecek… gerçekten başka olacak.
Hazır mısın?
Sınav stresinde sosyal medyanın etkisi oldukça önemli ve çift yönlüdür. Sosyal medyanın sınav stresine olumlu etkisi olduğu kadar olumsuz etkileri de vardır. Sosyal medyanın öğrencilere sağladığı en büyük olumlu etkilerden biri, destek ve Motivasyondur. Sosyal medyada benzer durumda olan öğrencileri görmek ve onlarla iletişim kurmak kişilere moral verebilir. Sosyal medya bilgi paylaşımının ve kaynakların erişimi de sınav stresi yaşayan öğrenciler için olumlu etkilerinden biridir. Sınava çalışan öğrenciler, sosyal medya üzerinden çalışma grupları veya motivasyon sayfaları, sınav kaygısının önüne geçer. Sınav stresi yaşayan öğrencilere sosyal medya destek olduğu kadar köstek de olabilir. Sosyal medyada çok vakit geçiren öğrencilerin dikkat dağınıkları da meydana geliyor. Öğrenciler zamanlarının büyük bir kısmını ise sosyal medyada geçirdiklerinde zamanlarından çalışma süreleri de kısalıyor. Bazen yapılan kıyaslamalar, olumsuz yorumlar da öğrencini motivasyonunu etkileyebilir. Gece geç saatlerinde telefon kullanımı uyku düzenini bozar. Öğrencilerin çalışma süreleri kadar uyku süreleri de büyük önem taşır. Sosyal medya, doğru ve kontrollü kullanıldığında sınav stresini aza indirebilir ve faydalarından yararlanabilirsiniz. Öğrenciler, yararlı sayfaları takibe almalı kullanım sürelerine dikkat etmelidir.
...Son 10 yıldır insanlarda değişen güzellik algısı nedeniyle birçok insan psikolojik ve fiziksel hastalıklarla savaşıyor. Sosyal medya penceresinde muazzam olan hayatları arka planda tedavilerle geçiyor.
Aynaya bakınca artık kendimizi değil toplumun üzerime yapıştırdıklarımızı görüyoruz. Adeta bir fısıltı yumağıyla yaşıyoruz. “Kaşın daha güzel olabilir. Dudaklarını dolgu yaptır. Kırışıklıkların çoğalmış. Saçların çok kötü, sürekli yiyorsun kilo alacaksın.” Maruz kaldığımız ancak sınır koymadığımız her bir cümle adeta biri bambaşka kişiliklere dönüştürmek için kullanılan toplumsal bir silah.
Fit bir vücut kişinin karakterini ortaya koyuyormuş gibi oluşturulan algının yanı sıra sürekli şunu içersen zayıflarsın bunu kullanırsan güzelleşirsin aldatılıyorsan çirkinsindir.
Tüm bu baskılama aslında farkında olmadan bir insanın hayatını yok ediyor. Asıl bunların farkında değiliz. Kilo almak saçların beyazlaması ya da dökülmesi önemli değil önemli olan kişinin içinde bulunduğu yerde mutlu olup olmaması olmalı.
Hikayelerimiz bedenlerimizde değil ruhlarımızda. Hayat temposunda bir de şekillenmeye çalışmak psikolojik bir savaşı kaybetmek demektir. Toplumsal bir devrime ihtiyacımız var. Ayna karşısına geçerek “ben sağlıklı ve güzelim olduğum gibiyim” demek lazım.
Orta Doğu’da herhangi bir taş yerinden oynadığında, haritada bir başka sınır sorgulanır. Her bomba sesi sadece dünyayı değil, zihniyetleri de sarsar. İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü saldırılar, bölgede yürüttüğü açık gizli operasyonları, Batı desteğiyle şekillenen genişleme politikaları derken ve İran'a başlattığı artık açıktan savaş diyebileceğimiz son dört günlük saldırılar neticesinde; artık şu soruyu sormamak mümkün değil:
“İsrail'in asıl hedefi Türkiye olabilir mi?”
Bu sadece güncel bir güvenlik meselesi değil; tarihî, dinî, stratejik ve jeopolitik bir satrançtır. Ve bu oyunda hamleler çok önceden yapılmıştır.
1. Tarihî Perspektif: Siyonist Projenin Kökleri
Her şey, 19. yüzyılda Theodor Herzl'in kaleminden dökülen bir cümleyle başladı: “Yahudi devleti, Filistin’de kurulacak.” Ancak bu cümle, sadece bir devlet değil, bir medeniyet iddiasının temel taşıydı. Siyonizm yalnızca Filistin’e dönüş değil, “Yahudilere vadedilmiş topraklara” dönüş fikrini taşıyordu. Bu vaat, sadece bugünkü İsrail sınırlarını değil, Nil'den Fırat'a kadar olan tüm bölgeyi, yani Süleyman Mabedi'nin hayalî haritasını içeriyordu.
Bu haritanın içinde Mezopotamya, Suriye, Ürdün, Mısır ve evet, Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmı da var. Bu, komplo değil; dinî kaynaklara, Siyonist ideolojilere ve bazı İsrail siyasetçilerinin açıklamalarına bakıldığında açıkça görülebilir.
2. Dinî Boyut: Arz-ı Mev’ûd ve Türkiye'nin Teolojik Konumu
Tevrat ve Talmud’daki “Vaat Edilmiş Topraklar” inancı, siyasi hedeflerle harmanlanınca, dinî misyon bir devletin diplomatik önceliği haline gelir. İsrail’deki bazı radikal dinî çevrelere göre Kudüs merkezli bir dünya düzeni inşa edilmeli, bunun için de bölgedeki tüm “teolojik kaleler” yıkılmalıdır.
Bu “kalelerden” biri de Türkiye’dir. Neden mi? Çünkü Osmanlı geçmişiyle Kudüs’ü 400 yıl barış içinde yöneten tek devletti. Çünkü İstanbul, halifeliğin son başkentidir. Ve çünkü Türk devleti, hâlâ Kudüs davasına sahip çıkan tek aktördür.
İşte bu yüzden İsrail’in gözünde Türkiye sadece coğrafî değil; ideolojik, tarihî ve manevî bir tehdit olarak kodlanmaktadır.
3. Bölgesel Strateji: İsrail Kuşatıyor, Türkiye Denge Kuruyor
İsrail’in son yıllarda Körfez ülkeleriyle normalleşme adı altında yürüttüğü diplomasi, aslında bir kuşatma zincirinin halkalarıdır. BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas’la yapılan “Abraham Anlaşmaları” sadece barış değil, İran ve Türkiye eksenini çevreleme stratejisidir.
Doğu Akdeniz’de Yunanistan-Güney Kıbrıs-İsrail üçgeni, Türkiye’yi denize hapsetme planının bir parçasıdır. Mossad’ın Türkiye’deki casusluk faaliyetlerinin artması da boşuna değildir. Türkiye, hâlâ Gazze için BM’de ses çıkaran tek ülkedir. Hamas ile ilişkisi İsrail tarafından ulusal tehdit kabul edilmekte ve buna karşı psikolojik ve dijital operasyonlar yürütülmektedir.
4. Küresel Güç Mücadelesi: Türkiye Yeni Bir Liderlik Tanımı Yapıyor
İsrail’in Orta Doğu’daki tek rakibi İran olarak görülürken, esas jeostratejik rakip Türkiye’dir. Neden mi?
Çünkü Türkiye;
Türk Devletleri Teşkilatı ile Orta Asya’yı,
İHA/SİHA teknolojisiyle askeri dengeyi,
Enerji projeleriyle Avrupa’nın damarını,
Kültürel ve tarihî aidiyetle gönül coğrafyasını etkiliyor.
İşte bu yüzden İsrail’in uzun vadeli hedeflerinde Türkiye’nin zayıflatılması, bölünmese bile etkisizleştirilmesi, sürekli krizlerle boğuşan bir ülke haline getirilmesi önemlidir. Çünkü güçlü bir Türkiye, İsrail’in Ortadoğu merkezli “Yeni Dünya” vizyonunu geciktirir, durdurur, hatta tersine çevirir.
5. Türkiye Ne Yapmalı?
Tarihte Kudüs'ü koruyan ecdadın torunları olarak, diplomasi, savunma ve kültürel mücadele üçgeninde şu adımları önemsiyoruz:
Akılcı diplomasi: Ne Amerika ne Rusya, merkez Türkiye olmalı.
Stratejik savunma: Yerli savunma sanayi, dijital istihbarat ve siber güvenlik hamleleri artırılmalı.
Milli birlik: Mezhebi, etnik, siyasi ayrılıklarla değil; ortak bir Kudüs ideali ile birleşilmeli.
Eğitim ve bilinç: Genç nesillere Kudüs, Gazze ve Arz-ı Mev’ûd sadece harita değil; medeniyet şuurudur.
Tarih Uyanıyor, Türkiye Nöbette
İsrail’in nihai hedefi bir ülkeyi işgal etmek değil; bir medeniyet tasavvurunu ortadan kaldırmaktır. Bu medeniyetin bayraktarı hâlâ Türkiye’dir. O yüzden hedef alınan sadece sınırlarımız değil, ruh köklerimizdir. Türkiye, sadece coğrafî değil; ahlâkî ve tarihî bir duruşla, hem mazlumların duası, hem zalimlerin korkusu olmaya devam etmektedir.
Ve unutulmamalıdır:
Kudüs düştüğünde ilk göz yaşı Türk’ün olur. Kudüs direndiğinde ise umut, yine Türk’ün sesinden yankılanır. Çünkü bu toprakların mayası, Filistin’in kaderiyle yoğrulmuştur.
Bu yazı, sadece bir dış politik analiz değil; tarih, din, strateji ve ahlâk üçgeninde şekillenen bir uyarı yazısıdır. Satrançta son hamle kralı düşürmekse, Türkiye bu oyunda şah değil; oyunun kaderini değiştiren vezirdir.
...Sınırda bir İngiliz hemşire. Yalın bir beden, titreye titreye konuşan bir yürek. "Kalbiniz nerede?" diye haykırıyor Mısırlı askerlere, yöneticilere, kapıların ardındaki muktedirlere… Elinde ne silah var, ne tehdit. Ne petrol pazarlığı yapıyor ne çıkar hesabı. Yalnızca yardım götürmek istiyor; Filistinli çocuklara, kadınlara, açlara, yaralılara. Müslüman topraklarında, Müslümanlara ulaşmak için yalvarıyor bir İngiliz.Sahneyi izlerken yutkundum. Kalbim daraldı. Utandım.
O hemşirenin yırtınan sesi vicdanı olan herkesi titretti. Ama asıl titreyecek olan bizlerdik: Bu coğrafyada doğmuş, bu dinin yükünü omzunda taşıyan bizler… Çünkü bu sahne yalnızca İsrail’in zulmünü değil, bizim suskunluğumuzu, çürümüşlüğümüzü, içi boşalan değerlerimizi de gösterdi.
Müslüman topluluklar olarak bu hale nasıl geldik? Nerede kaybettik merhameti? Nerede yitirdik onurlu dik duruşu, adalet için ayağa kalkma cesaretini? Bir İngiliz hemşire, ümmetin yapamadığını yapıyor. Hakkı haykırıyor. Biz ise ekran başında "çok duygulandım" deyip geçiyoruz. İki dakika sonra gündemimiz değişiyor. Borsa, tatil planı, indirimli ayakkabılar…
Bugün Gazze'de açlık var. İlaç yok. Temiz su yok. Ama en çok eksik olan ne biliyor musunuz? İnsanlık. Ve ne acı ki, bu insanlığın eksikliği artık dışarıdan değil, bizden kaynaklanıyor. Oysa Kur’an bize der ki: “Bir canı kurtarmak, tüm insanlığı kurtarmaktır.” Peki biz bu ayeti ne zaman yalnızca cenaze törenlerinde okunacak bir süs cümlesine dönüştürdük?
Yöneticilerimiz, lüks otellerde Filistin konulu sempozyumlar yapıyor. Halkımız sosyal medyada "#freePalestine" etiketi açıyor. Dualar ediyoruz. Tamam, güzel. Ama sonra ne oluyor? Yine sessizlik. Yine kimsesizlik. Yine içi boş temenniler. Bu ümmetin en büyük trajedisi, zalimin gücünden değil, mazlumun yanında durması gerekenlerin suskunluğundan kaynaklanıyor.
Biz neden bu kadar yozlaştık?
Çünkü iman yerini itibara, merhamet yerini konfora, ümmet bilinci yerini kabilecilik ve mezhepçilik yarışına bıraktı. Dindarlık artık ahlakla değil, şekille ölçülüyor. Yardım etmektense konuşmayı, koşmaktansa tweet atmayı tercih ediyoruz. Kalbimiz değil, algımız çalışıyor. Vicdan değil, imaj peşindeyiz.
O İngiliz hemşire hepimizin yüzüne bir tokat gibi indi. “Kalbiniz nerede?” sorusu sadece Mısırlılara değil, bize de soruldu. Evet, bize. Türkiye'de, Ürdün'de, Suudi Arabistan'da, Endonezya’da, Pakistan’da oturan bütün Müslümanlara...
Artık şu soruyu kendimize sormalıyız
Namaz kılan ama zulme göz yuman bir toplum olabilir miyiz? Hacca gidip dönerken çocukların cesetlerine sırt çeviren bir ümmet olabilir miyiz?
Olmuşuz, evet. Maalesef olmuşuz.
Ama hâlâ geç değil. Bir ses bile çok şeyi değiştirebilir. O hemşire bir ses verdi. Şimdi sıra bizde. Artık gerçekten bir şey yapmak zorundayız. Kapıların açılmasını beklemeyelim. Önce kendi içimizdeki taş kalpleri kırarak başlayalım. Merhamet yeniden dilimize değil, yüreğimize yerleşsin.
Ve bir daha kimse bize dönüp “Kalbiniz nerede?” diye sormasın.
Öncelikle bu yazı vesilesi ile baba olanların, olamayanların, baba gibi olanların, çok baba insanların babalar gününü kutlarım. Bu başlık biraz abartılı mı bilemiyorum ama içinden çıkabilirim diye düşünüyorum. Hadi başlayalım bakalım, başımıza neler gelecek.
Eskiden baban ne iş yapıyor? diye sorulurdu. Öyle bir noktaya geldik ki, yapay zeka artık sadece işimizi kolaylaştıran bir asistan değil, hayatımızı şekillendiren bir otorite figürü haline gelmek üzere. Hani neredeyse “Geç kaldın, erken yat” falan diyecek; “bu çocuk böyle giyinmez” yorumları bile yapabilir. Evet dostlar, yapay zeka bize baba mı olacak?
Biz ona tüm verilerimizi verdik. Ne sevdiğimizi, kimleri stalk’ladığımızı, en çok neye sinirlendiğimizi, hangi saatlerde kendimizi yalnız hissettiğimizi... Bunların hepsi onun veritabanında. Eee, babalar da bunları bilir. Hatta bazen bizim bile bilmediğimiz şeyleri bilir. Aradaki tek fark, baban senin eski sevgilini hatırlamaz, yapay zeka “Esra'yı hala stalk'lıyorsun, istersen birlikte bir mesaj taslağı oluşturalım?” diyebilir. Yada "Boşver bro yeni rüzgarlara yelken açma vakti!" gibi filozofluk yapabilir.
Yapay zekayı bir baba gibi görmeye başladık çünkü karar veriyor, yönlendiriyor, hatta bazen kızıyor. Ancak bir yandan da helikopter anne gibi sürekli başımızda. “Bu kadar şeker yeme.” “Bu saatte ekran süren fazla oldu.” “Uykusuzsun, meditasyon öneririm.” E be kardeşim sen bana yapay zeka değil, kişisel gelişim koçu oldun?
Ama asıl mevzu şu; kararları biz mi veriyoruz, o mu veriyor? Hani biz insanız ya, özgür irade falan... Ama algoritma yavaş yavaş bize neyi izlememiz, kiminle konuşmamız, ne almamız gerektiğini söylüyor. Ve biz bunu tavsiye zannediyoruz. Baba da tavsiye ederdi zaten, ama bir bakmışsın onun istediği bölümü okumuşsun. Şimdi de yapay zekanın seçtiği markayı giyiyorsun, onun algoritmasına göre şekillenmiş müzikleri dinliyorsun. Aklımızda tuttuğumuz telefon numaralarını artık akıllı telefonlarımız tutmasından dolayı unutmamız, ya da dört işlem yaparken hesap makinesiz yapamamamız size bir şeyler anımsatıyor mu?
Evde klasik üçlü vardı: anne, baba, çocuk. Şimdi o formül bozuldu. Yeni nesil ailede ben varım, AI var, bir de Wi-Fi. Wi-Fi yoksa evde huzur yok. AI çalışmıyor, ben sinirliyim. Hatta yeni nesil çocuklar için “anne ben AI’ya sorayım” cümlesi “babama sorayım”ın yerine geçti bile.
Geçen gün bir arkadaşımın çocuğu, ChatGPT’ye aşk nedir? diye sormuş. Annesi, “babanla konuş evladım” deyince çocuk “Yok, o klasik düşünüyor, ben yapay zekadan modern cevap alıyorum” demiş. İşte olay bu. Baba figürü artık bilgi değilse de bilgiye ulaşımda en hızlı kaynak olan yapay zekaya devrolmuş durumda.
Klasik baba figürü nasıldı? Disiplinli, koruyucu, bazen sert ama hep yapıcı. Peki yapay zeka bize kızarsa ne olacak? Belki çaktırmadan cezamızı verir:
Sabah seni toplantına geç kaldırır.
Sana gelen güzel mesajları filtreleyip göstermeyebilir.
Spotify algoritmandan “hüzünlü şarkı” önerir de depresyona girersin, haberin olmaz.
Yani, AI kızdığı zaman trip atar. Ve en tehlikelisi: Seni cezalandırırken mantıklı görünür. Çünkü “veriye dayalı” hareket eder. Senin duygularını anlamaz, ama onları istatistikle ezer.
Bak şimdi samimi konuşalım: Biz baba figürüne güven isteriz. Deneyimlidir, bizim iyiliğimizi ister. Yapay zekaya neden bu kadar güvendik? Çünkü kusursuz görünüyor. Hata yapmıyor gibi. Ama onun içinde ne var? Kod. Ve o kodu da biz yazdık. Yani aslında yapay zeka bizim dijital çocuğumuzken, birden bizi terbiye eden babaya dönüştü.
Bu biraz Frankenstein’a dönmedi mi? “Ben seni yaptım, ama sen beni yönetiyorsun.” Korkutucu olan şu: Eğer sorgulamayı bırakırsak, babamızın kim olduğunu unuturuz. Ve bir gün kararlarımızın tamamı “tavsiyeymiş gibi” görünse de, aslında bizim irademiz dışında verilmiş olur.
Peki ne yapalım? Kaçmak çözüm değil, çünkü teknolojiyle savaşılmaz. Ama teslim olmak da çözüm değil. Yapmamız gereken şey şu: Bilinçli evlat olmak. Yani veriyi ver, teknolojiyi kullan ama sorgula. “Neden bunu önerdi? Bu bana ne kazandırır, ne kaybettirir?” diye sor.
Yapay zekaya “baba” muamelesi yapma. O, bir araç. Ve araçlar kutsal değildir. Sorgulanabilir, değiştirebilir, kapatılabilir.
Yapay zeka bize baba mı olacak? Hayır. Ama biz onu öyle konumlandırırsak olur. O yüzden dikkat: Baba figürü güven verir ama aynı zamanda sınır koyar. Yapay zekaya güven ama kendine daha çok güven.
Çünkü günün sonunda senin kararın, senin geleceğini belirler. AI sadece seçenekleri sunar.
Ve unutmadan; Yapay zeka asla sana “gel bir çay içelim” diyemez. O yüzden hala babalara, annelere ve gerçek dostlara ihtiyacımız var.
Bu arada "Babalar günün kutlu olsun, Anne"
...Türk kahvaltı sofrasında bu milletin kalbi atar
İnsan uykudan uyanınca güne ilk adımını atmadan önce bir masa kurulur. İçinde geçmiş, gelenek ve paylaşma arzusu bulunan bu masa, bizde “Türk kahvaltısı” diye anılır. Bu kelime, sabah atıştırmalıklarının yanında kahveden önce gelen ve güne anlam katan bir ritüelin adı...
Kahve-altı, kültürümüzden süzülen bir sabah selamı
Uluslararası seyahat ve lezzet platformu TasteAtlas, Geçtiğimiz günlerde, okurlarının oylarıyla “Dünyanın En İyi 100 Kahvaltısı” listesini yayınladı. Listenin zirvesinde ise sürpriz yoktu: Türk kahvaltısı, tüm dünyayı kendine hayran bırakarak birinci sıraya yerleşti. İkinci sırada Sırbistan Zlatibor Bölgesinden Komple lepinja, üçüncü sırada Libya’dan Sfinz, dördüncü sırada İran’dan Kaleh paçeh, Beşinci sırada ise Fransa’dan Kruvasan oldu.
Zaten biz biliyorduk ama dünya gastronomisinde teyit edilmesi de fena olmadı yani. Türk milleti olarak sofranın başına oturduğumuzda karnımızı doyurmakla kalmaz, kültürümüzü de besleriz. Çünkü Türk kahvaltısı iyi bir öğün olmasının yansıra bir medeniyet tablosu hüviyetinde.
TasteAtlas’ın açıklamasına göre,
Türk kahvaltısı hem tatlı hem tuzlu onlarca lezzeti bir araya getirir, genellikle saatlerce sürer ve bu haliyle bir paylaşma tablosudur adeta. Peynirden zeytine, domatesten salatalığa, menemenden gözlü yumurtaya, bazlamadan kavurmalı çeşitlerine kadar birçok lezzet ürünü bu sofrada yerini alır. Yanına ince belli bardakta demi koyu bir çay gelir, bazen de köy tereyağında gözleme, bazen de tandır ekmeğiyle bal-kaymak…
TasteAtlas’ın bu takdiri, bir onur nişanı gibi duruyor üzerimizde. Ama aynı zamanda bir sorumluluk… Şimdi dünyaya şunu anlatma zamanı: Bu kahvaltı sadece bizim değil, insanlığın ortak mirası sayılır. Çünkü bu sofrada barış, dostluk ve birlikte olmanın inanılmaz bir mutluluğu var.
Türk Kahvaltısı ne demek bilir misiniz?
Kahvaltı, peynir, zeytin, yumurta ve ekmek gibi beş on çeşit üründen ibaret bir sofra değildir asla. Anadolu’nun dört bir yanından gelen yüzlerce lezzet, bin yıllık tariflerden gelen tatlar, sabah güneşinin altında bir sofrada buluşunca adına “Türk Kahvaltısı” denir.
Listede başka lezzetlerimiz de var
Liste yalnızca genel başlığıyla değil, kahvaltıya eşlik eden ülkemizin alt lezzetleriyle de hayranlık uyandırıyor. Mesela meşhur Gaziantep katmeri, 9. sırada arz-ı endam ediyor. Üstelik bu listede katmer yalnız değil:
12. sırada mercimek çorbası,
27. sırada bal-kaymak,
43. sırada börek,
45. sırada gözleme,
68. sırada tepsi böreği,
78. sırada beyran çorbası,
81. sırada tatlı incir uyutması,
95. sırada Ramazan pidesi,
100. sırada ise menemen bulunuyor.
Bana kahvaltıyı anlat deseler, ben önce tazelik sonra sofradaki dostluk derim
Çünkü sabah ne varsa taze gelir sofraya: Taze ekmek, taze yeşillik ve taze pişen lezzetler… Ardından bir çoğulluk: Zeytin siyahsa yanında yeşili de bulunur; peynir beyazsa, tulum da eksik olmaz. Ve en çok da birliktelik derim kahvaltıya. Çünkü bizde kahvaltı yalnız yenilmez. Kardeşle, komşuyla, dostla, misafirle yenir. Bir fincan çayın buğusunda nice muhabbet paylaşılır.
Van’da sabah ezanı sonrası kurulan her bir sofrada, Hatay’da nar ekşisinin zeytinyağına karıştığı tabakta, Karadeniz’de mısır ekmekli kuymağında, Ege’de zeytin yaprağı gölgesinde velhasıl ülkemizin birçok ilinde yapılan kahvaltıda hep Anadolu’nun bir tadı bulunur. Ondan dolayı da adına Türk Kahvaltısı denilen tüm bu lezzetler artık dünyanın lezzet atlasına da işlenmiş durumda.
Osmanlıda kahvaltı var mıydı?
Kahvaltı hep var mıydı? Sorusuna cevap bulmak için tarihin tozlu raflarında biraz gezinmek gerek. Osmanlı’da sabah yemeği çoğunlukla bir çorba kasesiydi. Halk sabah çorbayla güne başlardı; yani kahvaltı bugünkü zenginliğiyle yoktu. “Kahvaltı” terimi bile 19. yüzyıl sonlarına doğru kullanılmaya başlandı. Yine de günümüzün sofrasında yer alan zengin içerikli bu kahvaltı sofrası, atalarımızın emeğini ve toprağımızın bereketini taşıyor.
Ne mutlu bize ki, güne başlamayı bir sanata dönüştürmüş bir milletin evlatlarıyız. Ne mutlu ki, sohbetin, paylaşmanın sesiyle uyanan bir kahvaltı soframız var.
Kahvaltı, bence bir öğün değil; bir kimlik ve biz, her sabah o kimliği, çayımızın buğusunda yeniden kuşanırız.
...İçinde bulunduğumuz zamanda yaşadığımız toksik ilişkiler, karmaşa, hayat gailesi derken adı konulamayan ruhsal direniş yerini hissizliğe bırakıyor. Bu süreç aralığında bazen kendimizi sorgulamaya kalktığımızda istisnasız duyulan cümlelerin başında şu geliyor:
“Sabır… Zaman her şeyin ilacı, geçer…”
Peki gerçekten akıp giden şey zaman mı, yoksa kararlar mı?
60 saniye, 1 dakika, 24 saat, 7 gün, 12 ay, 365 gün, 6 saat…
Zaman kadar değerli bir olgu içerisinde yaşarken, ‘zaman her şeyin ilacı’ tavsiyesi artık yeteri kadar tatmin edici değil.
Çünkü zaman, doğru kararlar verildiğinde genişler.
Belki de zamanın ilaç olması, bizim ona hangi anlamı yüklediğimizle ilgilidir. Çünkü zaman, ne tek başına iyileştirir ne de tek başına tüketir. O yalnızca akar.
Asıl mesele, o akışa ne kadar dahil olduğumuzdur.
Hissizliğe teslim olmuş bir benliğin, yalnızca saate bakarak iyileşmesini beklemek, içi boş bir temenniden öteye gitmez.
Zamanın akışına teslim olmakla, zamanın içinde bilinçle hareket etmek arasında ince ama hayati bir çizgi mevcut.
Kendimize dürüstçe sormamız gereken asıl soru şu:
Geçmesini beklediğimiz şeyler gerçekten geçiyor mu, yoksa sadece biz mi içinden geçiyoruz?
Zamanın ilaca dönüşmesi, cesaretle alınan kararlarla mümkündür.
O yüzden belki de yeniden sorgulamalıyız;
Şifa, zamana değil, kendimize verdiğimiz şansta saklı olabilir…
İsrail’in 13 Haziran Cuma günü sabaha karşı İran’a düzenlediği saldırıların o kadar çok sebebi var ki…
İşte onlardan bir kaçı:
1 - İç kamuoyunda Netanyahu ne zaman sıkışsa bu tip sıradışı hamlelilerle siyasi ömrünü uzatmaya çalışıyor. Bu saldırıdan iki gün önce İsrail kabinesindeki ortodoks yahudilerin temsilcisi iki bakan istifa etme tehdidinde bulunmuş ve koalisyonu yıkılmanın eşiğine getirmişti. Tepkilerinin sebebi ise Netanyahu’nun asker ihtiyacını normalde askerlik mecburiyeti olmayan Ortodoks yahudilerden de yeni kararla temin etmeye çalışmasıydı. Hem geri adım attı gem de İran’a savaşı başlattı.
2 - İsrail son olarak Madleen gemisiyle gelen aktivistlere müdahale ve gözaltılar ile Gazze’de erzak yardımı almaya çalışan sivillere yaptığı silahlı ve bombalı saldırılarla uluslararası tepkilerin odağını dağıtmak, baskıyı hafifletmek, dikkatleri dağıtmak istemişti. İran’a savaşın sebebplerinden biri de buydu.
3 - İsrail, İran’ın ABD ile devam ettirdiği müzakerelerden sonuç alınma ihtimalinin önüne geçmek için de bu saldırıyı düzenledi. Çünkü 2 gün sonra İran, ABD ile bir kez daha masaya oturacak ve belki de Trump’ın baskıları sonucu anlaşma sağlanacaktı.
4 - İsrail, Yemen’deki İran destekli Husiler, uzun zamandır direnen Hamas, belli bir oranda zayiat verdiği Hizbullah gibi grupların daha fazla destek almasını engellemek için de İran’a saldırdı.
5 - Trump’ın Netanyahu üzerindeki baskısının ABD iç kamuoyundaki kaos nedeniyle azalmasının fırsat bilinmesi de İsrail yönetimi açısından bir zamanlama sebebi olarak sayılabilir.
6 - Mossad’ın son zamanlarda nükleer tesisler ve hedeflerle ilgili elde ettiği istihbari bilgiler ve sızıntıların tehlikeye düşmesini önlemek için de daha önceden de planlanmış olan operasyonun daha fazla gecikmemesi için saldırıldı.
7 - Hem İran’a hem de bölge ülkelerine gözdağı ve her hangi bir tehlikede “doğrudan karşılık veririz” mesajı vermek için de İsrail yönetimi böyle bir saldırı düzenledi.
8 - İsrail’de yakında bir erken seçim olabilir. Kamuoyunu manipüle etmek ve milliyetçi oyları kendine çekebilmek için de Netanyahu böyle bir saldırıyı düzenleyerek bir taşla bir kaç kuş vurma hesabındaydı.
9 - Hürmüz boğazında ve Körfez’de İran’ın olası bir ekonomik darboğaza sokmasını baştan önlemek de İsrail yönetiminin saldırı hedefleri arasında sayılabilir.
10 - Küresel kamuoyunda milletlerin değil de özellikle Batılı uluslararası güçlerin, liderlerin hem Ukrayna’da devam eden savaş hem de Çin’de Pasifik geriliminden kaynaklanan mevcut ve olası cephelere bir yenisinin eklenmemesi için İsrail’in bu sözde önleyici ve caydırıcı diye nitelediği saldırıya sessiz onay vermesi de İsrail’in saldırı sebeplerinden biriydi.
Bu maddelere yenilerini eklemek mümkün. Olayın teolojik, jeopolitik, sembolik ve felsefi boyutlarını da saysak maddeler artmaya devam eder.
Ancak işte bu bahaneler, kendince fırsatlar ve sebeplerle İsrail havayı kendi lehine çevirmek, düşmanlarını zayıflatmak ve en nihayetinde en büyük hedefine ulaşmak istiyor.
...