SON YAZILAR
25.09.2025
Tüm Yazıları

Otobüs Hattı mı, Paralel Evren mi?

İstanbul’da yaşayan herkesin bir kere olsun duyduğu, kimilerinin “ben girdim çıktım” diye övündüğü, kimilerinin ise hala içinde mahsur kaldığı bir efsane! 500T otobüs hattı.
Tuzla’dan çıkıyor, Cevizlibağ’a kadar gidiyor. Ama öyle bir gidiyor ki… Yolculuk, zamanın lineer olmadığını kanıtlıyor. Einstein yaşasaydı, görelilik teorisini buradan yazardı :) “500T’ye bin, zamanın nasıl esnediğini gör.”

Düşün, bindin sabah 8’de Tuzla’dan. Yanında suyun var, biraz yiyecek, belki powerbank. Çünkü 500T aslında otobüs değil, modern zamanın hac yolculuğu. İndiğinde başka bir insansın. Orada tanıştığın insanlarla kardeş gibi oluyorsun. Çünkü ortak kader sizi birleştiriyor: Trafik.

500T’de yan koltuğa oturan aslında kader ortağın. Bazen hayat hikayeni ona anlatıyorsun. Bazen de sadece omzuna kafanı koyup uyuyorsun. Çünkü biliyorsun: O da senin gibi Tuzla’dan Cevizlibağ’a gidiyor, yani derttaş.
Bir gün biri kitap okuyor, sen de göz ucuyla takip ediyorsun. Belki üç durakta 50 sayfa ilerliyorsun. Bir nevi bedava eğitim gibi, harvard, mit halt etmiş.

500T University of İstanbul

Gerçekten, 500T’den mezun olan insana diploma vermek lazım.
Orada sabretmeyi öğreniyorsun. İnsan ilişkilerini öğreniyorsun. “Hocam bu biraz daha ilerler mi?” diye şoföre yakarırken, aslında toplumla iletişim dersi alıyorsun. Bir noktadan sonra hayatın büyük sırlarını kavrıyorsun. İnmeye çalışıyorsun, kapılar açılmıyor. Hayat da öyle işte, bazen çıkış görünür ama kapı açılmaz.

Bir teyze sana bağırıyor, “Genç adam biraz ilerlesene!” diye. Oysa ilerleyecek yer yok. Bu da iş hayatı gibi: Patron sana “biraz daha çalış” der ama yer yoktur.

Bak, yabancı turistler İstanbul’a geliyor ya, onlara Ayasofya, Galata Kulesi falan gezdiriyoruz. Oysa gerçek İstanbul’u görmek isteyen turistin 500T’ye binmesi lazım. Çünkü orada şehrin her rengini, her kokusunu, her halini görürsün.
Bir gün 500T’yi “city tour” otobüsüne çevirseler şaşırmam.
“Sayın yolcularımız, sağ tarafta üç saattir aynı köprü manzarasını görmektesiniz. Sol tarafta ise sinir krizi geçiren bir beyefendi göreceksiniz. Fotoğraf çekebilirsiniz.”

Otobüs içindeki evren 500T

500T aslında bir otobüs değil, hareket eden bir mahalle. Orada çocuk doğsa şaşırmam. Üniversite sınavına hazırlanan öğrenci ders çalışsa, yanındakiler test çözse, olur. Çay demleyeni bile gördüm diyen var. (Bence şehir efsanesi ama olsun, yakışıyor.)

İnsan burada şunu anlıyor: Biz aslında hepimiz aynı otobüsteyiz. Birimiz biraz daha ileride oturuyor, birimiz arkada. Birimiz ayakta kalıyor, birimiz koltuk kapıyor.

Ama gittiğimiz yol aynı. Hayat = 500T.

500T’de insan kendine çok sorular soruyor: “Ben neden buradayım?”
“Bir gün varacağım yere ulaşabilecek miyim?”
“O boş koltuk gerçekten boş mu, yoksa bir hayal mi?”
O arada şoför aniden frene basıyor, herkes birbirine yapışıyor. Ve sen anlıyorsun! Hayat aslında birlikte düşmemek için birbirine tutunmaktır.

500T Bir Girişim yolculuğu!

Düşünsene, 500T’de girişimciler networking yapmaya başlıyor. Bir gün startupların doğuş hikayeleri şöyle olacak:
“Biz yatırımcıyla tanıştık… evet… 500T’de!”
Ya da politikacılar seçim mitingini burada yapacak:
“Sevgili hemşerilerim, yan koltukta oturan kardeşim…”
Evet abzürt şaka yapıyorum ama neden olmasın! Zaten tüm yenilikler, saçmalıklar bu şekilde ortaya çıkmıyor mu? Size belki şimdi abzürt gelen bu söylemim içim İETT ile "Bir Girişim Yolculuğu" adında startup programı için görüştüm desem...
Kim bilir belki bir gün gerçek olur!

Okul servislerindeki çocukları gençleri ve bu servislerde karanlıkta yola çıkarak okula ulaşmaya çalıştıkları zamanları düşününce okul servislerinin içinde bir sabah etkinliği güzel olmaz mıydı diye çok düşünüyorum. Kaybettikleri zamanda etkinlikler düzenliyoruz biz. Neden olmasın!

Neyse biz yine dönelim 500T efsanesine. Peki ya 500T'den inince...
İndiğinde garip bir boşluk yaşıyorsun. Çünkü bir süre orada hapsolmuşsun, kurtulunca “ne yapacağım şimdi?” diye kalıyorsun. Bazen de bir Stockholm sendromu gibi tekrar binmek istiyorsun. “Ya belki bu sefer hızlı gider?” diye. Gitmez. Ama yine de umutla biniyorsun.

500T, İstanbul’un sadece bir otobüs hattı değil; sabrın, umudun ve kolektif deliliğin sembolü. Binmek cesaret ister, inmek bilgelik.

Ve belki de en önemlisi şu: 500T’de geçirdiğin zaman, aslında hayatın provasıdır. Biraz sıkışırsın, biraz beklersin, biraz gülersin… Sonra bir bakmışsın varmışsın.

Bugün size 500T kafasında seslenmek, ulaşmak istedim zira 500T'yi aratmayacak bir otobüste 500T'yi anarak kaleme aldım bu yazıyı.
Her yolculuk biraz girişim kokar, onun içine inovasyon ve hayal gücü katmak sizin elinizde.
E biraz da şoförün ayağında diyelim :)

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
24.09.2025
Tüm Yazıları

Deprem, yangın, sel, kuraklık…

Türkiye, doğal afetlerin yıkıcı yüzüyle defalarca kez mücadele etti.

Şimdi kapımızda çok daha sessiz ve etkisi büyük bir felaket var: Kuraklık ve su krizi.

Türkiye, kurak geçen koca yaz mevsiminin ardından bu kez de kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya.

Mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklıklar ve beraberinde gelen yağışların azalması nedeniyle baraj doluluk oranı son yılların en düşük seviyelerine inmiş durumda.

Bu da, bu yıl yağışların ortalamanın çok altında kaldığını gösterir.

Bazı bölgelerde su kesintileri yaşanıyor.

İstanbul’da baraj doluluk oranı kritik seviyelere geriledi.

Benzer şekilde Ankara’da da su sorunu gün geçtikçe büyüyor.

Su krizi sadece musluklardan akan suyu değil, soframızdaki ekmeği bile tehdit ediyor.

Tarımda kullanılan suyun bilinçsiz tüketimi ve kuruyan göletler gibi nedenlerle üretim düşüyor. Bu da doğrudan gıda fiyatlarını artırıyor.

Yani Türkiye’de kuraklık, aynı zamanda bir ekonomik kriz demek.

Türkiye’de şebekeye verilen suyun neredeyse yarısı daha musluğa ulaşamadan kayboluyor.

Kaçak hatlar, eski altyapılar bu krizi daha da büyütüyor.

Ayrıca günlük hayattaki musluk kullanımı ve bahçelerdeki bilinçsizce litrelik sulamalar da su krizini hızlandırıyor.

Belediyeler, kayıp–kaçak suyu önlemek için altyapı yatırımlarına hız vermeli.

Yağmur hasadı uygulamaları yaygınlaştırılmalı.

Bizler ise vatandaş olarak daha bilinçlenerek günlük su israfı oluşturan alışkanlıklarımızı değiştirmeliyiz.

Eğer bugünden önlem alınmazsa, yarın musluklarımızdan su yerine sadece pişmanlıkakacak.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
23.09.2025
Tüm Yazıları

Hafıza unutmaz. O, sadece kaydeder. Ama insan zihni bazen o kayda ulaşamaz. Tıpkı bir kütüphanede duran kitabın rafta kalması, ama okuyucunun onu bulamaması gibi. Burada “unutmak”, aslında hafızanın değil zihnin yolunu kaybetmesidir.

BULANIK KALAN ÇİZGİLER

Peki bu iyi midir, kötü müdür?

Bazen zihnin erişememesi bir korunmadır. Acı hatıralar, travmalar ya da kaldıramayacağımız yükler bilinçten uzaklaştırılır. Böylece hayat devam eder. Ama bu durum aynı zamanda bir eksikliktir; insan kendi geçmişinin tümüne ulaşamaz. Bu yüzden iyiyle kötü arasındaki çizgi hep biraz bulanık kalır.

SÜRECİN GÖRÜNMEZ AKTÖRÜ

Zaman ise bu sürecin görünmez aktörüdür. Onun görevi sadece akmak değildir; bazen unutturmaktır. Aslında unutmak, hayatın devamı için bir gerekliliktir. İnsan her şeyi hatırlayarak yaşayabilir miydi? Belki de zaman, insana yükünü hafifletmek için hafızanın yollarını kapatır.

Sonuçta hafıza kaydeder, zaman unutturur, zihin ise bazen yolunu kaybeder. Biz de hatırlayamadıklarımızın gölgesinde yürürüz. Ama belki de unuttuklarımız sayesinde ayakta kalır, yeni hatıralara yer açarız.

Çünkü hayat sadece hatırladıklarımızla değil, unuttuklarımızladaşekillenir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.09.2025
Tüm Yazıları

Bir ordunun gücü yalnızca silahından ya da asker sayısından değil, yaralı bir Mehmetçiğin dakikalar içinde hayata döndürülmesini sağlayan sağlık sisteminden de ölçülür. Çünkü savaş alanında zaferi belirleyen şey, sadece cesaret değil; zamanında yapılan doğru tıbbi müdahaledir. Türkiye’de 2016’da kapatılan askerî hastaneler, işte bu zincirin en sağlam halkalarıydı. Bugün o halkalar kopmuş durumda. Barış döneminde bile yaşanan aksaklıklar ortadayken, olası bir savaşta bu boşluğun neye mal olabileceğini kestirmek zor değil. 15 Temmuz hain darbe girişiminin ardından çıkarılan 669 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile tüm askerî hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Gerekçe, FETÖ yapılanmasını tasfiye etmek ve sağlık hizmetlerini sivilleştirmekti. Ancak aradan geçen dokuz yılda, bu kararın sahada oluşturduğu zafiyetler gün gibi ortaya çıktı.

Harp Cerrahisinin Kaybolan Hafızası

Askerî hastaneler sıradan sağlık kurumları değildi. GATA başta olmak üzere bu merkezler, harp cerrahisi, mayın ve patlayıcı yaralanmaları, savaş travmaları gibi konularda dünyada sayılı birikime sahipti. O birikim sivile tam aktarılmadı. Bugün sınır ötesi operasyonlarda hızlı ve etkili sağlık desteği sağlanmasında ciddi güçlükler yaşanıyor. Yaklaşık 400 bin TSK personelinin periyodik muayeneleri ve Millî Savunma Üniversitesi’ne başvuran adayların sağlık raporları, eskiden askerî hastanelerde kısa sürede tamamlanıyordu. Bugün ise sivil hastanelerde haftalara yayılan, yıpratıcı bir sürece dönüşmüş durumda.
Üstelik sivil hekimlerin TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’ne tam hâkim olmamaları nedeniyle birçok subay ve astsubay haksız raporlarla mağdur ediliyor. Bu durum hem personel motivasyonunu zedeliyor hem de orduya nitelikli insan kaynağının kazandırılmasını sekteye uğratıyor. Ankara Gülhane Eğitim Araştırma Hastanesi’nde yaşanan örnek tablo düşündürücü: Komando olmak isteyen bir subay, 13 farklı hekime görünmek, kan tahlilinden EKG’ye kadar onlarca tetkik yaptırmak zorunda. Ancak bu işlemler için diğer hastalar gibi günlerce sıra bekliyor. Amirleri rapor için en fazla 5 gün izin verirken, ultrason randevusu bir hafta sonrasına verilebiliyor. Bu tablo, ordunun disiplinine ve işleyişine aykırı bir durum ortaya çıkarıyor.Ayrıca Askeri hastaneler, şehit cenazelerinin hazırlanması ve gazilerin tedavisi için özel örgütlenmişti. Bugün aynı süreçler sivil sisteme devredildi. Ancak artan bürokrasi yüzünden gaziler tedavi ve rehabilitasyon için uzun süre bekliyor. Bu yalnızca bir sağlık sorunu değil; ordu-millet dayanışmasını da zedeleyen bir durumdur. Dünyadaki güçlü ordular, askerî sağlık sistemlerini ayrıcalıklı ve bağımsız şekilde korur. Çünkü savaş koşullarında cephe gerisi sağlık desteği, sadece askerî disiplin ve emir-komuta zinciriyle işler. Türkiye’de askerî sağlık sisteminin tamamen sivilleştirilmesi, harp cerrahisinde uzmanlık boşluğu oluşturmuş, sevk ve tedavi zincirinde zafiyetlere yol açmıştır. Seferberlik döneminde bu boşlukların katlanarak büyümesi kaçınılmazdır.

Zorunlu Bir İhtiyaç

Askerî hastanelerin kapatılması, kısa vadede güvenlik gerekçeleriyle alınmış olsa da uzun vadede millî güvenlik açısından ciddi riskler doğurmuştur. FETÖ mensupları temizlenmiş ve cezalarını bulmuşken, bugün artık başka bir gerçeklik önümüzde duruyor: Ordunun güçlü kalabilmesi için askerî sağlık sisteminin yeniden inşası bir tercih değil, zorunluluktur. En azından İstanbul, Ankara ve Malatya’da yeniden askerî hastanelerin açılması, harp cerrahisi ve cephe gerisi sağlık desteğinin askerî yapıyla yürütülmesi hayati önemdedir. Çünkü güçlü bir ordu, ancak güçlü bir askerî sağlık sistemiyle ayakta kalabilir. Aksi halde, olası bir savaşın bedeli çok ağır olabilir.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.09.2025
Tüm Yazıları

Atatürk Kültür Merkezi’nin en üst katında, İstanbul’un zarif siluetine kuş bakışı tanıklık ederken 5. Global GastroEkonomi Zirvesi’nin tanıtım toplantısına katıldım. Toplantının gerçekleştiği “Biz İstanbul” restoranının geniş camlarından süzülen Boğaz’ın maviliği, sabah kahvaltısına adeta farklı bir zarafet katıyordu. Bu toplantı vesilesiyle, gastronominin bir ihtiyaçtan öte aynı zamanda başlı başına bir kültür ve yaşam sanatı olduğunu bir kez daha fark ettiğimi söylemeliyim.

Sofralarımızın karın doyurmakla kalmayıp medeniyetler inşa eden bir güç olduğunu artık hepimiz çok iyi biliyoruz. Öyle ki zirvede paylaşılan sözler ve çarpıcı rakamlar da bu gerçeğin küresel ölçekte de kabul gördüğünü göstermesi açısından çok değerli.

TURYİD’in öncülüğünde 8 Ekim’de kapılarını açacak bu büyük buluşmanın teması “Kesişme Noktası” Yolların birleştiği, fikirlerin çarpıştığı, geçmişle geleceğin aynı sofrada buluştuğu yer.

Gastronomi, milyarlarca dolarlık stratejik bir sektör

Toplantıda TURYİD Yönetim Kurulu Başkanı Kaya Demirer’in sözleri hâlâ zihnimde “Gastronomi artık milyarlarca dolarlık bir ekonomiyi yöneten stratejik bir sektör.” Bir an için rakamların büyüklüğü karşısında duraksadım: Dünya çapında 3 trilyon doları aşan bir yiyecek-içecek endüstrisi, 357 milyon insana iş sağlayan devasa bir yapı… Bu tablonun içinde Türkiye’nin 900 milyar TL’lik hacme ulaşan gastronomi sektörü ve 2 milyona yakın istihdamı… Anladım ki, mutfağımız sofraları olduğu kadar ekonomide de geleceğimizi yoğuruyor.

Demirer’in vurguladığı gibi, iyi tarım olmadan iyi gastronomi de olmaz. Bir domatesin tarladaki yolculuğu, bir ekmeğin hamurundaki maya, damak tadımızı etkilese de asıl ülkenin kalkınma modelini de belirliyor. İşte bu yüzden zirvenin ardında saklı olan vizyon, basitçe “leziz yemekler” in ötesinde, toprağı, üreticiyi, şehri ve insanı aynı potada eriten bir anlayış.

Gastronominin geleceğine dair bir yol haritası

Sektörün önemli isimlerinden ve TÜRYİD Yönetim Kurulu Üyesi Ebru Koralı’nın sözleri ise adeta zirvenin ruhunu tamamladı: “Kesişme Noktası bizim için bir tema olmasının ötesinde gastronominin geleceğine dair bir yol haritası.” Haklıydı. Çünkü bir lokmanın içinde geçmişin hatırası, geleceğin ihtimalleri, doğanın döngüsü ve insanın inovatif fikirleri de gizli.

Bu yıl zirvede, Singapur’dan Michelin yıldızlı şef Ivan Brehm’den Aslıhan Koruyan Sabancı’ya, Akan Abdula’dan Levon Bağış’a kadar pek çok isim bu yol haritasının farklı yönlerini masaya koyacak. Her biri, mutfağın damakla birlikte hafızada, ekonomide, diplomaside de nasıl bir “kesişme noktası” oluşturduğunu gösterecek.

Çağdaş gastronomi vizyonu

Bütün bunları düşünürken, bir yandan da İstanbul’u nefis bir kahvaltı eşliğinde kuş bakışı yukarıdan izliyorum. Bir yanımda asırlık sarayların gölgeleri, diğer yanımda çağdaş bir gastronomi vizyonu… İşte “kesişme” tam da bu olsa gerek. Gelenekle yeniliğin, geçmişle geleceğin, yerelle küreselin aynı masada buluştuğu o büyülü an.

Global GastroEkonomi Zirvesi, her yıl olduğu gibi bu yıl da sektöre ve aslında hepimize bir ayna tutuyor. Çünkü sofralar yemeklerin yansıra kimliklerin, hafızaların, hayallerin de bir kesişme noktası. Ve belki de en çok bu yüzden, 8 Ekim’de Atatürk Kültür Merkezi’nde kurulacak sofrada lezzetlerin yansıra yarının dünyasına dair fikirler de paylaşılacak.

Zirvenin Destekçileri

Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı (TGA)’nın desteği ve İstanbul Ticaret Odası (İTO) ve Turizm Geliştirme ve Eğitim Vakfı katkılarıyla gerçekleşecek zirvenin Öncü Sponsorları Coca Cola CCI, Kale Seramik T-One, Kozaklı, Migros Yemek, Ruby Strada ve Ruby Piazza olurken; Oturum Sponsorları Danone, Metro ve Pepsi, Pernord Richard, Rams Global, Usla Akademi, Yapıkredi’nin yanı sıra yanı sıra CarrefourSA Mavi Ekonomi Sponsoru, Bonna Sürdürülebilirlik Sponsoru ve Kerzz Teknoloji Sponsoru olarak önemli bir misyon üstleniyor.

Özetlersek, 5. Global GastroEkonomi Zirvesi, İstanbul’un kalbinde gastronomi adına atılacak adımların zirvesi olacak. Mutfağımızı olduğu kadar ülkemizin geleceğini de şekillendirecek. Ben şimdiden o günün heyecanını taşımaya başladım.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
22.09.2025
Tüm Yazıları

Bugün televizyon ekranlarında gördüğümüz diziler, toplumun ruhunu yansıtmaktan gitgide uzaklaşıyor. Birkaç yabancı yapımın birebir taklit edilmiş senaryosu, “Batı’ya benzeyelim” anlayışıyla kurgulanan süslü sahneler, Türk izleyicisine modernlik diye sunuluyor. Oysa bu sahte parıltının ardında koca bir boşluk var. Çünkü kökü bizden olmayan hiçbir hikâye, bizim hikâyemiz olamaz.

Bir zamanlar ekranlar, milletin vicdanını ve ruhunu taşıyordu. Hababam Sınıfı yalnızca bir okul hikâyesi değildi; arkadaşlığı, vefayı, öğretmen emeğini, aile sıcaklığını işleyen bir toplum aynasıydı. O filmde Adile Naşit’in kahkahasında güven vardı; Münir Özkul’un gözyaşında vicdan vardı. Cüneyt Arkın’ın adalet uğruna kılıç sallayışı, Kartal Tibet’in vakur duruşu, çocuklara cesaret aşılıyordu. Barış Manço’nun şarkıları, kültürümüzü genç kuşakların kalbine kazıyor, aileyi toplumun en sağlam kalesi olarak gösteriyordu.

Bugün ise ekranlarda bu sıcaklıktan eser yok. Hababam Sınıfı bir kuşağın vicdanını yoğurmuştu; bugünün dizileri ise bir kuşağın vicdanını tüketiyor. Eskiden “küçük insanların büyük hikâyeleri” anlatılırdı; şimdi “büyük dekorların küçük hikâyeleri” dönüyor. Daha çok bütçe, daha çok ışık, daha çok dekor var; ama ruh yok.

Oysa asıl kahramanlar ekranda yaratılmış yapay figürler değildir. Asıl kahramanlar, bu toplumu ayakta tutanlardır. Cephede nöbet tutan, sınırda vatan bekleyen, terörle mücadele eden, Afrin’de, Pençe-Kilit’te görev yapan Mehmetçiklerdir. Deprem enkazında sabaha kadar can kurtaran askerlerdir. Sel baskınında vatandaşı sırtında taşıyan jandarmadır. Pandemi günlerinde gece gündüz çalışan hemşiredir, doktordur. Sabahın köründe çocuğuna ekmek götürmek için yola düşen işçidir. Kar kış demeden köy köy dolaşan öğretmendir. Toplumu ayakta tutan, işte bu görünmez kahramanların alın teri ve fedakârlığıdır.

Tarihimizin büyük kahramanlık anekdotları, aslında bugün hâlâ bize yol gösteriyor. Çanakkale’de top mermisini sırtına alıp namluya süren Seyit Onbaşı, yalnızca bir asker değil; bir milletin iradesiydi. Sakarya’da, henüz lise sıralarından cepheye koşup şehit düşen gençler, yalnızca öğrenciler değil; vatanın geleceğiydi.

Bugün Mehmetçik aynı ruhla sınır hattında nöbet tutuyor; aynı ruhla afet bölgesinde can kurtarıyor.

Kültür cephesinde de aynı kahramanlık vardı. Barış Manço, “Halil İbrahim Sofrası”nda sadece şarkı söylemiyordu; bu millete paylaşmayı, gönül zenginliğini öğretiyordu. Münir Özkul, Hababam Sınıfı’nda “Okul yalnızca bilgi değil, vicdan da öğretmeli” dediğinde, bir toplumun eğitim felsefesini özetliyordu. Adile Naşit, masallarıyla yalnızca çocukları eğlendirmiyordu; güven duygusunu nesillerin kalbine işliyordu.

Bugün televizyon dizilerinde özendiğimiz yabancı kahramanların hiçbiri, bizim toplumumuzun gerçek kahramanlarını gölgeleyemez. Çünkü bu milletin tarihinde kahramanlık, süslü cümlelerle değil; alın teriyle, fedakârlıkla, gerektiğinde canını ortaya koymakla yazılmıştır.

Televizyonun kitleler üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, bu özenti üretimlerin toplumsal sonuçları tehlikelidir. Hababam Sınıfı’ndan öğrenilen şey, arkadaşını yarı yolda bırakmamak, öğretmenin emeğini anlamak, vicdanı kaybetmemekti. O filmler, topluma direnç kazandırıyor, aileyi merkeze alıyordu. Bugünün dizilerinde ise entrika, boş lüks hayatlar, yabancı özentisi ve kısa ömürlü ilişkiler öne çıkıyor. Bunun sonucunda genç kuşak, kendi kültüründen kopuyor; toplum ise kendi kahramanlarını unutuyor.

Türk dizilerinin yeniden milletin ruhuna dokunabilmesi için, önce kendi özünü keşfetmesi gerekiyor. Hababam Sınıfı gibi, bu toprakların değerlerini, mizahını, sıcaklığını ve vicdanını anlatan yapımlar üretmek gerekiyor. Çünkü bizim kahramanlarımız Hollywood’un maskeli figürleri değil; bu toprakların bağrından çıkan Mehmetçiklerdir. Ve unutmayalım: Toplumu ayakta tutan, ışıkların ardındaki sahte kahramanlar değil; alın teriyle, cesaretiyle, fedakârlığıyla yaşayan gerçek kahramanlardır.

Milletler kahramanlarıyla yaşar. Bizim kahramanlarımız Adile Naşit’in samimiyetiyle, Münir Özkul’un vakur sesiyle, Barış Manço’nun türküleriyle, Cüneyt Arkın’ın cesaretiyle hafızamızda, Mehmetçiğin nöbetiyle gerçeğimizde yaşamaya devam ediyor. Onları ekranlardan değil, hayatın tam ortasından tanıyan bir nesil, asla yıkılmaz.

Çağrım şudur: Yapımcılar, senaristler, yönetmenler… Reytingin peşinde koşarken özünüzü kaybetmeyin. Milletin kahramanlarını unutmayın. Yabancıya özenerek değil, kendi değerlerimizden beslenerek üretin. Çünkü bu milletin en büyük hikâyesi, Mehmetçiklerin destanıdır. Ve bu destanı anlatmak, sadece bir sanatsal tercih değil; aynı zamanda bir toplumsal sorumluluktur.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
20.09.2025
Tüm Yazıları

Bu, Kudüs’te 55 yıl süren nöbetin hikâyesidir.

1917 yılının Aralık ayı… Osmanlı Devleti artık dört bir cephede yorgun düşmüş, imparatorluğun kalbi parçalanmış, ordular çekilmek zorunda kalmıştır. Kudüs’te görev yapan 20. Kolordu, İngiliz birliklerinin ilerleyişi karşısında ağır kayıplar verir. Devletin kudreti zayıflasa da bir onur ve vefa gereği Kudüs hemen terk edilmez; artçı birlikler şehri yağma ve kargaşadan korumak için geride bırakılır. İşte o gün, 20. Kolordu’nun 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takımı’nın komutanı Iğdırlı Hasan Onbaşı, komutanından aldığı emirle Mescid-i Aksa’nın kapısında nöbete durur. Ve tam 55 yıl boyunca bu nöbeti bırakmaz.

1972 yılında gazeteci İlhan Bardakçı, Mescid-i Aksa’nın avlusunda, dimdik ayakta duran, yüzü Anadolu toprağı gibi çatlamış, gözleri suskun bir nöbetçiyle karşılaştı. İsrailli yetkililer onu bir meczup sandı. Ama Bardakçı Türkçe selam verince, 55 yıldır unutulmuş bir tarih dile geldi. Hasan Onbaşı, “Kudüs’ü kaybettiğimiz gün bırakıldım buraya, nöbetim hâlâ bitmedi” dedi.

Düşünün, devlet yıkılmış, sancak inmiş, ordu çekilmiş… Ama bir Anadolu evladı, komutanına verdiği sözü tutmak için yarım asırdan fazla aynı noktada dimdik durmuş. Yiyecek istememiş, üniforma aramamış, alkış beklememiş. Tek istediği, emaneti ulaştırmaktı: “Kumandanıma söyleyin, tekmilim tamamdır. Hâlâ nöbetteyim…”

Bu manzara, aslında bir milletin hafızasıdır. Biz çoğu kez unuttuk. Selvi gibi göğe yükselen o sadakati görmezden geldik. Devlet adamlarımız arasa da Hasan Onbaşı bulunamadı. Belki de bulunmak istemedi; çünkü o, bir hatıranın, bir sadakatin, bir nöbetin sembolüydü.

Selahaddin Eyyubi, Haçlıların kalabalık ordularına karşı Kudüs’ü geri alırken, askerlere ilk emri şuydu: “Bu toprakta mazlum dahi olsa tek bir cana kıymayın.” Çünkü Kudüs yalnızca Müslümanların değil, bütün insanlığın vicdanıdır. Yavuz Sultan Selim, 1517’de şehre girdiğinde binlerce kandili yaktırıp orduyla beraber yatsı namazı kıldığında, aslında bu nöbeti kıyamete kadar sürdürmek üzere devralmıştı. Abdülhamid Han, hayatının sonuna kadar Kudüs için verilen rüşvet tekliflerini reddederken, “Ben Kudüs’ü satmam” diyerek Hasan Onbaşı gibi tekmilini tamamlamıştı.

Demek ki Kudüs nöbeti yalnızca bir askerin değil, bir medeniyetin nöbetidir. Hasan Onbaşı, o uzun yalnızlığında aslında Selahaddin’in adaletini, Yavuz’un vakarını, Abdülhamid’in direncini temsil etti.

Bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler kürsüsünden yükselttiği “Dünya beşten büyüktür” haykırışı, Hasan Onbaşı’nın sessiz nöbetinin bugünkü yankısıdır. “Kudüs kırmızı çizgimizdir” sözleri, aslında 55 yıl boyunca Mescid-i Aksa kapısında bekleyen bir Türk askerinin tekmilidir.

Filistin meselesi, artık yalnızca bir coğrafyanın değil, bir insanlık sınavının adıdır. Türkiye, insani yardımlarıyla, diplomatik girişimleriyle, her fırsatta Filistin’e omuz vermeye çalışıyor. Ama esas mesele, Hasan Onbaşı’nın bize bıraktığı ahlaki mirası taşıyabilmektir. Çünkü nöbet, sadece silahla değil, kalemle, diplomasiyle, dua ile ve dayanışmayla da tutulur.

Bugün Filistinli bir çocuk taş atarken, bir anne Mescid-i Aksa’da dua ederken, bir yaşlı zeytin ağacını sularken; aslında Hasan Onbaşı’nın nöbeti sürüyor. Ve bize düşen, onun tekmilini kendi neslimizin vicdanında tamamlamaktır.

Kudüs, sadece taş ve topraktan ibaret değil; Kudüs, sadakatin, emanete sahip çıkmanın, devlet-millet ahlakının adıdır. Hasan Onbaşı bize diyor ki: “Kudüs nöbeti bitmez.”

Ve biz de sormalıyız: Kudüs için biz hangi nöbetteyiz?

Güngör Yavuzaslan

Not: Bu yazı, 1972’de gazeteci İlhan Bardakçı’nın Kudüs’te tanıklık ettiği hatıradan esinlenilerek kaleme alınmıştır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.09.2025
Tüm Yazıları

Son dönemde televizyon kanalında yayınlanan dizilerin ve programların içeriği izleyici ikiye böldü. Yıllardır en iyi kitle araçlarından biri olan televizyonda zamanla içerik seçimi de değişti. Özellikle aile dizileri, toplumun aynası olarak görülür. Peki, aslında örnek olan ilişkiler, aile yapıları neden kadar önemli?

Çoğu gencin rol model olarak benimsediği ilk kişiler genellikle başrol oyuncuları oldu. Genç oyuncuların oynadığı karakterler, giyim tarzları, konuşması taklit edilir. Zaman zaman taktıkları takıları dahi her yerde görmek mümkün.

Aile içi ilişkilerin ya da dostlukların sürekli bağırmalı, birbirlerine ihanet eden kişilerden oluştuğu algısı oluşuyor. Bu durum, gerçek hayattaki iletişim becerilerini olumsuz etkileyebilir.

Dizilerdeki anne, baba, abi, kız kardeş rollerinin nasıl temsil edildiği de önemlidir. Bu kadar hassas konu her dizide gerekli özeni vermiyor.

Birbirleriyle sürekli kavga halinde olmayan, sınırlarını bilen, hoşgörülü aile ve bireysel olarak ilişki kurabilen dizi karakteri görmek biliçaltına işler ve doğruyu görmek, yanlış olanı belirlemeyi de sağlar.

Aile dizileri, toplumun kültürel yapısını yansıtan aynalardır. Bu aynaların neleri nasıl gösterdiği de bir o kadar önemlidir. Gençlerin aileyle kurduğu ilişki, sadece kendi yaşadıklarıyla değil, izledikleriyle de şekillenir. Bu sebeple dizilerde sorunlar gösterildiği kadar çözümleri de gösterilmelidir tabi ki şiddetle değil. Gerçekçi ama umut verici içerikler dizilerde yer almalı. Diziler sadece hikaye değil, aynı zamanda eğitim aracıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.09.2025
Tüm Yazıları

Gazze, on sekiz yıldır tarihin gördüğü en uzun ve en acımasız ablukalardan biri altında nefes almaya çalışıyor. Bu ablukayı dayatan işgalci İsrail, sadece gıda ve ilaç yollarını değil, aynı zamanda insanlığın onurunu da kapatıyor. Elektriğin kesilmesi, yakıtın engellenmesi, ilaçların ulaşmaması sadece bir savaş taktiği değil, topyekûn bir yok etme planıdır. Çocukların süt tozuna ulaşamadığı, hastaların oksijen tüpü bulamadığı, kitapların bile engellendiği bir yerde artık mesele askeri değil, insanlığa karşı işlenen sistematik bir suçtur.

Bugün dünya, sessizliğiyle bu suçun ortağıdır. Uluslararası hukuk kâğıt üzerinde kalırken, insan hakları beyannamesi sadece vitrin süsü haline gelmiştir. Oysa tarihin öğrettiği bir hakikat vardır: zulmün normalleşmesine izin verilirse, adalet toprağın altına gömülür. İşte bu yüzden, artık işgalci İsrail’e karşı bir “insanlık ablukası” uygulanmalıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan son sözlerinde bu gerçeği açıkça vurguladı: İsrail’in zulmü bir “dine değil, sapkın bir ideolojiye” hizmet etmektedir. Bu ifadeler, Filistin meselesini dini bir çatışmanın ötesine taşıyarak, bir insanlık meselesi olarak konumlandırmaktadır. Erdoğan’ın “Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs Filistinlilerindir” çıkışı, sadece bir diplomatik mesaj değil, tarihe düşülmüş bir kayıt; gelecekte vicdanların sorgulanacağı bir manifestodur. Aynı zamanda Netanyahu’yu Hitler’le ideolojik akraba görmek, tarihin acı deneyimlerinden bugünün zalimlerini teşhir eden güçlü bir benzetmedir.

Tarihte gördük: Apartheid Güney Afrika’sı ancak küresel boykotlarla çöktü. Nelson Mandela yıllarca hapiste tutuldu, fakat onun direnişini boğan duvarlar değil, dünyanın suskunluğu olsaydı Apartheid hâlâ ayakta olurdu. Mandela’nın dediği gibi, “Özgürlük bir başkasının özgürlüğüyle mümkündür.” Bugün Filistin özgür değilse, insanlığın da özgürlüğü eksiktir.

Aynı şekilde Martin Luther King, siyahların mücadelesini anlatırken, “Adalet her geciktiğinde, aslında inkâr edilmiş olur” diyordu. Gazze’de geciken her adalet, inkâr edilen bir çocuk hayatıdır.

Daha da geriye gidersek, Haçlı kuşatmaları döneminde şehirlerin açlıkla teslim alınmaya çalışıldığına tanık oluruz. Kudüs’ün kapılarında yaşanan dram, sadece askerlerin değil sivillerin açlıkla sınandığı bir tarih sayfasıdır. Bugün Gazze’de yaşanan ise modern çağın kuşatma biçimidir; tankların yerini diplomatik suskunluk, mancınıkların yerini yaptırım korkuları almıştır. Ama yöntem aynı: bir halkı açlığa, susuzluğa, çaresizliğe mahkûm ederek teslim almak.

Bu noktada Doğu’nun irfanı da bize sesleniyor. İmam Gazali, “Zulüm, düzeni yıkan bir zehirdir” der. Dünyanın düzeni, Gazze’deki zulmü görmezden geldikçe zehirlenmektedir. Mevlana ise, “Bir mum, diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” diyerek dayanışmanın esasını hatırlatır. Gazze için yakılan her mum, sadece oradaki çocuklara değil, insanlığın karanlıkta kalan vicdanına da ışık olacaktır.

İnsanlık ablukası işte tam da bu tarihî ve hikemî zinciri kırmak için gereklidir. Vicdanlı milletlerin ortak iradesiyle hayata geçirilebilir. Hiçbir ticari anlaşma, hiçbir diplomatik imtiyaz, hiçbir askeri iş birliği bu zulüm devam ederken meşru değildir. Spor müsabakalarından kültürel etkinliklere, teknolojiden enerjiye kadar İsrail tecrit edilmelidir. Çünkü Gazze’de çocuklar açlıktan ağlıyorsa, dünya başkentlerindeki ışıkların parlamasının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Gazze’de kadınlar enkaz altında can veriyorsa, salonlarda yapılan barış konferanslarının hiçbir kıymeti yoktur.

Tarihin terazisi ağırdır. Bugün Gazze için sesini yükseltmeyenler, yarın kendi vicdanlarının sessizliğinde boğulacaklardır. Dünya, işgalcinin etrafına çıkar hesaplarının değil, insanlığın ördüğü bir duvar çekmek zorundadır. Gazze’ye uygulanan abluka kalkmadan, İsrail’e insanlık ablukası uygulanmadan bu utanç defteri kapanmayacaktır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
19.09.2025
Tüm Yazıları

Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’ndeki ilk maçını Deutsche Bank Park’ta yerinde takip ettim. Frankfurtlu taraflar mücadele öncesi ve maç boyunca atmosferi hissettirdi. Fakat Galatasaray, tribünlerden etkilenmedi. Sarı-kırmızılı takım kendi ayağına sıktı. Oyunun ilk 20-25 dakikalık bölümünde kontrol Galatasaray’daydı. Asıl mesele 37. Dakika itibarıyla başladı. Son düdük çaldığında ise akıllara şu geldi; Nasıl başladı, nasıl bitti!

HAYAL KIRIKLIĞI

Yunus Akgün’ün golünün ardından, duran top organizasyonunda Barış, altı pasta golü kaçırıyorsa, savunmada pas hastası yapıp skoru 1–1 getiriyorsan ve ardından kalende şanssız goller görüyorsan Şampiyonlar Ligi’ne hoş geldin Galatasaray derler. Dün gece tam bir hayal kırıklığıydı. Tıpkı geçen sezonki Alkmaar mücadelesinde olduğu gibi.

SADECE HOCA SUÇLU DEĞİL

Bu oyunun faturası sadece Okan Hoca’ya yazılmaz. Oyuncularında bireysel hataları tabelaya farklı yansıdı! Fakat hoca da şunun farkında olmalı; Davinson-Singo aynı anda iki sağ stoper sahada olmaz. Singo her ne kadar iyi performans gösterse de Davinson, sol stoperde Tottenham’daki sakar günlerine döner. Nitekim de öyle oldu. Abdülkerim Bardakçı’nın ağır stoper olduğu konuşulana kadar oyun kurma özelliğinin daha fazla konuşması gerektiğini düşünüyorum. Abdülkerim-Davinson tandeminin bozulmaması gerektiğini net görmüş olduk. Peki Singo ne olacak? Zaten sağ stoper olarak Davinson ile aynı görevi görüyor. Artık sağ bekte daha fazla görürüz gibime geliyor. Ayrıca takım savunmasının da çok kötü olduğunu da unutalım. Beklerden sıfır katkı… Şampiyonlar Ligi bekleri Sallai ve Eren olamaz!

OSİMHEN…

Son olarak şunu da eklemek istiyorum; Osimhen Galatasaray’ın yarısından fazlası. İlkay, Barış veya bu formdaki Icardi ile farkını hemen gösteremez. Ama Osimhen ile ciddi anlamda ağırlığını koyar. Sane et mi, balık mı yoksa martı mı? Çözemedim!

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş