Eskişehir’de 5'i orman işçisi, 5'i AKUT çalışanı 10 kişi yanarak can verdi. Yangına müdahale ediyorlardı. Kimi hortum taşıyordu, kimi alevin yönünü anlamaya çalışıyordu. Belki biri sabah evden çıkarken “çok gecikmem” demişti. Dönemediler…
Ekrana düştü bu haber. Ardından bir ekonomi bülteni, sonra futbol yorumları. Evet, hep böyle oluyor. Her şey çok kısa sürüyor. Acının bile ekranlarda kalma süresi var. Ama ben, o işçilerin ayakkabılarında kalan tozları düşündüm. Ne kadarına su değdi?, Yanarken neye tutundular? diye çok düşündüm… Peki ya biz? Biz, ne kadarına tutunacağız acaba?
Dijital çağın ortasındayız. Evet her şey kaydediliyor. Yüz tanıma sistemleri, anlık veri akışları, bulut tabanlı anılar… Ama o insanların yanarak ölümü… o kadar sessiz ki. O kadar hızlı unutuluyor ki bu acıyı tarif edemiyorum!
Bir yerlerde dosyalanıyor belki olay yeri raporları. Ama iç geçirmeler?, Birinin son kez içinden geçirdiği veya haykıra bildiği kadar haykırdığı o dua?, Kimsenin sesiyle örtüşmeyen bir “eyvallah”?, Bunlar da herhangi bir belleğe kaydediliyor mu dersiniz?
Teknoloji bizi güçlü kılıyor, diyorlar, diyorum. Bilgiye ulaşmak kolay, hız etkileyici de insanı unutmaya bu kadar meyilli yapan şeye, ilerlemek demek pek vicdani gelmediği gibi, adeta bir tükenişin sembolü gibi geliyor bana. Hayatlarımız sanki bir yazılım gibi… İç içe döngülerle kurulmuş da bir noktadan sonra sadece şunu hissediyoruz: while (true) { yaşa(); } yaşa, devam et, sıradakine geç… Fakat bir gün sistem “break” verirse ve kimse “neden durduk?” diye soramayacak ki çok çok “bir sonrakine geç” diyecektir...
Ben bu yazıyı yazarken, bir başka yangın başlamış olabilir. Bir çocuk, bir kadın, bir yaşlı kaybolmuş olabilir. Başka bir ölüm haberi daha düşmüş olabilir ekranlara. Bilmiyorum.
Zaten mesele de bu: Her şeyin hızla olması, hiçbir şeyin geride kalamaması… Hız, dijital çağın en büyük afeti belki de. Yangından çok daha sessiz, çok daha keskin bir kayıptır unutmak. İçimizde zamanla kavrulan anılar, bir noktadan sonra kül bile bırakmıyor! O yüzden bu işçilerin ölümü, yalnızca bir kaza değil bana göre. Bir çağın belleksizliğine de örneklik arz ediyor. Veri çağında, anı diye bir şeyin hâlâ yaşayıp yaşamadığını sorgulatıyor bana.
Kim bilir? Belki de ben yanlış düşünüyorum çoğumuz yaşananları unutmuyordur. Belki sadece hatırlamak istemiyoruzdur. Çünkü hatırlamak; sorumluluğu o omuzlarına yüklenip yürümek demektir. Hatırlıyorsan yüzleşmek zorunda kalırsın. İhmalle, acizlikle, vurdumduymazlıkla... Ama unutarak yaşamayı seçersek, başka bir şey daha oluyor:
İnsanlığımız da yavaş yavaş siliniyor. Bu, bir teknolojik problem değil dostlarım bu tamamen bizimle ilgili bir meseledir. Yapay zekâdan, makinelerden, sistemlerden değil,
içimizde susturduğumuz vicdandan kaynaklanıyor bu sessizlik.
Bu yazıyı haber ekranlara düşerken kaleme aldım. İstedim ki bu bir kayıt olarak kalsın. Hatta bu kayıttan da öte yüreğimin içine kadar hissettiğim bir tanıklık olarak bu köşede kalsın. Eğer bir gün bu işçilerin çocukları, babalarının adını Google’da ararlarsa, sadece “yanarak öldüler” diye yazmasın. İnşallah biri der ki: “Onlar, alevlere yürürken dünyayı, hayatı, insanlığı savundular.”
Cuma günü tekrar burada olacağım. Ama o zamana kadar size bir şey önereceğim: Aracınızı bir ormanın kenarına park edin. Bir çınarın, bir meşenin, bir keçiboynuzu ağacının gölgesinde birkaç dakikalığına çıt çıkartmadan kulaklarınızı açarak doğanın o mükemmel sesini dinleyin. Rica ederim sadece o telefonunuzun değil, içinizin de sinyalini her şeye kapatıp yapın. Çünkü bazı kayıtlar ne bulutta, ne bellekte, sadece beynimizin ve yüreğimizin senkronize olarak çalışıp ortaya çıkarttığı o anlamda saklı…
Kalın sağlıcakla…
...Devlet, sadece hükmetmek değil; yaşatmak, sadece yasayla yönetmek değil; adaletle var olmaktır. Çünkü devlet, hafızaya, inanca, vakara ve sadakate yaslanan bir canlı organizmadır. Bu organizma, tarihi boyunca birçok kez sarsılmış, ama erdemli şahsiyetler eliyle yeniden doğrulmuştur.
Ve devlet, her çağda kendine sadık, kendinden daha büyük bir fikre omuz veren şahsiyetlerle ayakta kalır. Devlet Bahçeli, işte o fikir hamilerinden biridir. Onu anlamak, bugünün haber manşetlerini okumaktan çok; Türk tarihinin derinliklerinde sabırla örülmüş devlet aklının izini sürmekle mümkündür. Çünkü o, sadece bir partinin genel başkanı değil; Anadolu’nun bin yıllık devlet terbiyesinin zamana örülü şekil verdiği sessiz bir mimardır. Onun suskunluğu bile derin izler taşıyan güncel bir hafızadır; geçmişten bugüne taşınan devlet disiplininin sükût-u lisanının tecrübesidir.
Bahçeli, makamlardan değil, merhametten güç alır. Sözü, yalnızca zamanı geldiğinde söyler; çünkü bilir ki her söz, devleti ya inşa eder ya da yıkar. Onun dilindeki her kelime, bin yılın tecrübesiyle tartılır. Dede Korkut destanlarında olduğu gibi; sözü bilge söyler, acele eden değil. Bahçeli'nin sözlerinde işte o destansı irfanın izleri vardır: Az konuşur ama çok şey anlatır.
Tarihte devlet adamlığı sadece karar vermek değil, karar almayı beklemektir. Abbasî halifelerinin ardındaki sessiz bilge kadrolar, Osmanlı sarayındaki Enderun terbiyesi, Selçuklu sarayında Nizâmülmülk’ün gözle görülmeyen ama akışa yön veren kudreti… Hepsi aynı gerçeği anlatır: Devleti yaşatmak için, bazen susmak en güçlü direniştir. Bahçeli'nin susuşu, bu tarihî çizginin devamıdır. O, sesini yükselttiği yerde de kuru söz kalabalığı ile değil; bin yıllık devlet geleneğinden beslenen bir vakarla konuşur. Türk devlet geleneğinde buna “erkân-ı devlet” denir. Bu erkân, devletin gövdesi değil; ruhudur. Çünkü cisim fani, ruh bakidir.
Selçuklu sultanı Melikşah ne kadar adaletli ve dirayetliyse onun arkasında duran veziri Nizamülmülk de bir o kadar akıllı ve basiretlidir. Melikşah fethedendir, Nizamülmülk koruyandır. O koruyuculuk, sadece orduyla değil; fikirle, sabırla, derin siyasetle olur. Aynı formül Osmanlı’da da devam eder. Yavuz Sultan Selim Doğu’ya sefere çıktığında, onu destekleyen şey yalnızca ordusu değil; içerde kurduğu istikrar ağıdır. Aynı mantık bugünün Türkiye’sinde de geçerlidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan sahada milletle yürürken, Devlet Bahçeli içerideki devlet aklını korur. Biri mızraktır, diğeri kalkandır. Biri hareketin sesi, diğeri vakarın sessizliğidir. Bu sadece siyaset değil; Türk devlet aklının çağlar üstü yürüyüşüdür.
Bahçeli’yi anlamak için onu bir siyasi aktör gibi değil; Farabi’nin “erdemli şehir” teorisindeki faziletli yönetici modeli gibi okumak gerekir. Farabi’ye göre şehir, ancak hikmet, şecaat, ilim ve adalet erdemleriyle yönetilirse huzur bulur. Bu erdemler şahsiyette değilse, devlette de olmaz. Bahçeli’nin her kriz anında yaptığı “önce ülkem, sonra partim” vurgusu; işte bu fazilet zincirinin bugünkü çevirisidir. Devletin uzun ömürlü olması için bireysel hırslardan, partisel kazanımlardan, geçici zaferlerden arınmak gerekir. Bahçeli, bunu yapmıştır. Çünkü o bilir: Makam fani, ahlak bakidir. İnsanı yaşatmadan devleti ayakta tutamazsın.
Göktürk Yazıtları’nda Bilge Kağan şöyle der:
“Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ilini töreni kim bozabilir?”
Bahçeli’nin “Devlet ebed müddet” şuuruyla sürdürdüğü siyaset, bu kadim mesajın günümüzdeki tezahürüdür. Göktürkler ’den Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan o kopmaz devlet zinciri, Bahçeli’nin durduğu yerle halkın vicdanında tekrar anlam kazanmıştır. Çünkü devlet bir zincirdir; her halka bir sadakatle bağlanır. O sadakatin kopmaması için bazı insanlar orada basiretle durur. Bahçeli, o halkadır. Sustuğunda yıkılmaz, konuştuğunda güç verir.
Şeyh Edebali’nin öğüdünde yer alan
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”
ilkesi, Bahçeli’nin düşünce kodlarına işlemiştir. Çünkü o bilir: Devlet, sadece yapılarla değil; insanla, kültürle, vicdanla kurulur. Devletin ruhu, milletin vicdanında yaşar. İşte bu yüzden onun her adımı, önce milletin nabzını tutarak atılır.
İbn-i Haldun’a göre devletin ömrü, kurucu neslin ahlâkına bağlıdır. Bahçeli, bugünkü kurucu karakterdir. Siyasette reklamı değil, ahlakı tercih eder. Göstermeyi değil, göstermeden yapmayı önemser. Çünkü bilir: Görünür olmak kolaydır; fakat basiretle devleti taşımak, bir irade sınavıdır.
Cengiz Aytmatov’un Devlet Ana eserinde anlatılan Türk kadını gibi, Bahçeli de devleti bir emanet olarak taşır. O emaneti taşımak için sadece bilek değil; yürek, sabır ve vakar gerekir. Aytmatov’un “Devlet, insanın içindeki onurdur” sözü, Bahçeli’nin siyasi duruşunu tanımlar. O, bu onuru yalnızca temsil etmez; korur, büyütür, kuşaklara aktarır.
Divânü Lügati’t-Türkte Kaşgarlı Mahmud,
“Türk budunu devletli olsun!”
diye dua eder. Bahçeli, bu duanın yaşayan temsilcisidir. Türk’ün devletsiz kalmaması için geceyi gündüze katar, gerektiğinde susar, gerektiğinde haykırır. Ama ne yaparsa yapsın, Türk milletini merkezde tutar.
Bugün terör örgütünün dağ yapısı çöküyorsa, dış odaklar Türkiye’ye artık eski dille müdahale edemiyorsa; bunun ardında yalnızca askerî değil, felsefî ve tarihî bir birliktelik vardır. Erdoğan’ın liderliğiyle Bahçeli’nin duruşu, bu stratejik uyumu mümkün kılmıştır. Devletin hem içini, hem dışını, hem geçmişini hem geleceğini birlikte koruma iradesiyle bu ikili; bugünün değil, tarihin mesuliyetini üstlenmiştir.
Platon’un “Devlet” adlı eserinde belirttiği gibi,
“Devletin en büyük düşmanı, kendi çıkarı peşinde koşan yöneticilerdir.”
Bahçeli, bu çağda çıkarın değil; sadakatin, vefanın ve feragatin temsilcisidir. O, gösterişten uzak ama gösteren bir liderdir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta ;
“Bir gün herkes gider ama millet kalır.” Der.
Milletin varlığı, bağımsızlığı ve onuru için çalışmayanlar yalnız kendini değil, devleti de felakete götürür. Bahçeli’nin ısrarla yürüttüğü siyaset, milletin bağımsızlığı ve devletin onurunun bir neferi gibi savunulmasıdır. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temelini oluşturan halk-devlet bütünlüğünü yeniden anlamlandıran ve onu yeni yüzyıla taşıyan bir bilinçtir.
Bu hikâye, bir liderin hikâyesi değil; bir devletin kendini koruma refleksinin hikâyesidir. Bu, makamların değil törenin, geleneğin, milletin yazdığı bir metindir. Ve milletler, değer hafızası olan şahsiyetleri unutmaz. Devlet Bahçeli, tarihe belki en çok susarak not düşen, ama o suskunlukta devleti yaşatan isimlerden biridir. Onu anlamak, bugünü değil; bin yılı okumaktır. Ve bu okumayı yapabilenler bilir: Türkiye’nin kaderi, vakarlı bir sadakatle belirlenir. Ve bu sadakatin hikayesi bizimle yazılır .
Devlet Bahçeli’yi anlatmak, sadece bir siyasetçiyi tarif etmek değildir.
O, bir milletin asırlık basiretinin adıdır.
Ve biz biliriz: Bazen bazı kişileri ne kadar anlatsanız da bir şeyler eksik kalır ve ancak şiirle tamamlanır.
DEVLETİN GÖLGESİNDE YÜRÜYEN BOZKURT
Bozkurt yürür sessizce, iz bırakmaz taşta,
Devlet büyür , onun olduğu başta.
Söz bilmez sanırlar, hâlbuki sır başka:
Akıl görünmez olur, devleştiği yaşta.
Vakarlı olur, devletin duruşu,
İlimle başlar bir çağın dönüşü.
Kızıl Elma’dır Türk’ün asırlık ülküsü,
Müjdedir anlayana, gürleyen yürüyüşü.
Kuru söz değil, destandır onun hikayesi,
Yön verir millete; gösterir istikameti.
İz bilir yol sürer, bulur hakikati,
Ülküsü millet, şiar-ı devlettir meşakkati.
Taş devrilmez eğer gölge yerindeyse,
Devlet eğilmez, akıl derindeyse.
Millet bazen dua olur dizdeyse,
Ve kurt nöbettedir, sükût evrendeyse.
Milletini geleceğe vakarla ulaştıran,
Çıkmasa da öne, sözü zamanı aşan,
Ne alkış bekleyen, ne de sahneye taşan;
O bilgeliğin bekçisidir, özüyle yaşayan.
Gölgeyi bilir, ateşe koşmaz,
Kudret taşır, yolu boşlamaz.
Zamane çarkına vurur da yön değiştirmez,
Devlet ebedî bir niyettir, günü kurtarmaz.
Bozkurt bilir dağ nereye devrilir,
Söz değil, sezgi ona rehber gelir.
Millet yandığında o, derinleşir,
Yüzü görünmez ama iz hep belirir.
Zaman eskidikçe , sabır onu şekillendirir,
Devletin diliyle sözler derinleşir.
Alim kişi onun yolunda akıl devşirir,
Bozkurt yürüdükçe devlet aklı keskinleşir.
İleri bakmazsan geçmiş yiter,
Bir millet, hafızasıyla dirilir, yeter.
Eksik akıl fayda vermez, zamanla biter,
Kulak ver bilgeye, adı Devlet’tir, sözü kader.
Bilemezsin konuşur mu, yoksa susar mı,
Her susuşta bin asrı yorumlamaz mı?
Devlet’e her çağda akıl danışılmaz mı?
O susarsa hain ihanetini haykırmaz mı?
Bu millet yürür, Devlet’in yolu çok,
Bilir, hisseder, gözü gönlü tok.
Devlet söylerse olmayacak yok,
Bozkurttur, yenilmez cihana, bunu aklına sok.
Görünmeyen harita, sezilen iz,
Gölgemiz düşer, tarihin dizine biz.
Devletin en kadim hâli bu giz,
Ne gece okunur, ne de gündüz.
Gür çıkar sesi, çünkü zamane değil,
Vurur hedefi sözleri, kör kurşun değil.
Devlet’ e güven, yalnızca vatan icin eğil,
Bu millet yenilmez, sevdası heves değil.
Çınar devrilmez, kökü sağlamsa,
Bir millet çözülmez, akıl danesi varsa.
Gölgesi konuşur, cismi sussa da
Bilir ki devlet bakidir, makam olmasa da.
Bir iz kalır ondan gecenin omzunda,
Bilir Bozkurt,, yürünmez kalabalıkla,
Tek başınadır, onca insanın ortasında,
Adı anılmaz sırdır vatanına,
Ama o vardır, milletinin hep duasında.
Bu bizim hikâyemizdir.
Çünkü bu devlet bizim.
Ve Devlet Bahçeli, bu milletin kendi içinde anlamlandırdığı
en sessiz, en vakur, en derin şiiridir.
...Ligin bitimiyle birlikte başlayan ve astronomik rakamların konuşulduğu transfer haberleri artık gına getirdi.
Konuşulan rakamlar öyle böyle değil.
Takım ve futbol ismi vermeden yazıma ilerlemek istiyorum. Kulüplerin borçlarına bakıyorum, bu borçlarla asla bu kadar pahalı transferler olmamalı, bu tip astronomik transferlere bir dur denmeli…
Sanki her sene Şampiyonlar Ligi ya da Avrupa Ligi’nde final veya yarı final oynuyoruz da, böyle transferlere ihtiyacımız var.
İngiltere Şampiyonlar Ligi’ne direk 6 takımı gönderirken, İspanya 5, Almanya ve İtalya 4, Fransa 3, Hollanda 2 takım gönderiyor. Biz işe uzun bir zaman sonra bu sene Şampiyonlar Ligi’ne 1 takım gönderiyoruz. Diğer takımımız da elemeden gelebilirse gelecek.
Avrupa Ligi’nde de durum iç açıcı değil.
Burada bile gruplara direk katılamıyoruz. Diğer takımlarımız ise 3. Ön Eleme turundan başlayacaklar.
Yani Avrupa Ligi’ne direk katılacak takımız yok.
Buna rağmen yapılan transfer ücretleri ise dudak uçuklatan cinsen…
Avrupa Türkiye’yi konuşuyor... Harcanan paralar ve karşılığını ne diye.
Karşılığı ise hiç.
O kadar paralarda boşa gitti üstelik.
TFF bu işi ciddi olarak el atmazsa devletimiz bu işe el atmalı ve TFF ile birlikte ve acilen bir kural getirmeli…
Şunu diyebilirsiniz…
Futbol Federasyonu özerk kuruluş.
Tamam…
Devlette o zaman gereğini yapmalı. Kulüpleri borçlarının ödenme konusunda asla taviz vermemeli.
Bakkalın 1 liralık vergi borcunu silmiyorsanız, kulüplerinde asla silmemelisiniz.
İspanya ve İngiltere modeli gelmeli bence.
Yaş, millilik ve fiyat kriterleri belirlenmeli ve onu da ciddi bir şekilde uygulanmalı.
Barcelona’nın dünyaca ünlü yıldızı Messi bile İspanya’da yaş ve para kriterlerine takıldığı için yüksek ücret alamadığı daha doğrusu vermedikleri için Barcelona’dan ayrılmak zorunda kaldı.
İsmi gündemden düşmeyen futbolcuya verilecek para ile Anadolu takımlarından yaklaşık olarak 10 takım sıfırdan kadro kuruyor.
Öyleyse Süper Lig’de de adil bir yarıştan bahsetmek de mümkün değil.
Bu büyük paralar sadece kulüplerin değil aynı zamanda ülkemizin parası.
Bu futbolcular aldıkları paradan da vergi dahi vermiyorlar. Vergileri de kulüpler ödüyor.
Yani burası adeta futbolcular için bir “Çiftlik Bank.”
Bu arada şunu da hatırlatayım. UEFA ve FIFA’da en çok davası olan ülke açık ara Türkiye… Futbolcularına paralarını ödeyemedikleri için davalık oluyorlar ve bunu fırsat bilen menajerler üstüne birde teminat mektubu alıyorlar.
Futbolun ülkemizde popüler olması ayrı, bunun parasal olarak geri dönüşümü ayrı. Maalesef geri dönüş, bu rakamların çok altında olduğu için kulüpler adeta borç batağındalar.
Temennimiz, kulüplerimizin en kısa zamanda UEFA ve FIFA’daki futbolcu alacak davalarını çözmeleri ve bundan sonraki transfer sürecinde de ayaklarını yorganlarına göre uzatmalarıdır.
Son günlerde Bahar Şahin’in Zalim İstanbul setinde Mine Tugay tarafından mobbinge uğradığını iddia etmesini ardından bazı oyuncular da yaşadıklarını anlatmaya başladı. Peki, setlerde bu kadar yayılan mobbingi (psikolojik tacizi) önlemek, hem çalışanların ruh sağlığını korumak için neler yapılmalı?
Herkes yaşanılan mobbingleri konuşurken, önlem için herhangi bir adım atılmıyor. Sağlıklı bir çalışma ortamı oluşturmak için dikkat edilmesi gereken bazı detaylar var.
Birkaç sene içinde hayatımıza giren ‘Mobbing’ teriminin ne olduğunu ve neleri kapsadığı hakkında çoğu kişinin bilgisi yok. Oyuncular, yönetmenler, yapım ekipleri dahil herkes "ne mobbing sayılır" bilmeli. Bunun için de zorbalık, taciz gibi farkındalık eğitimleri verilmelidir.
Sette bazı yetkili kişiler sürekli denetim yapmalı ve raporlar değerlendirilmeli. Setlerde et Sorumluları ve İK Temsilcisi ya da psikolojik güvenlik görevlisi bulunmalı. Bu kişi, şikayetleri değerlendirmek ve süreci takip etmekle yükümlü olmalı.
Set çalışanları geri bildirim verebilecekleri ve bunların gizli tutulacağı bir düzende çalışmalıdır. (örneğin QR kodla ulaşılabilecek dijital formlar). Belirli periyotlarda çalışan memnuniyeti ve güvenlik anketleri yapılmalı.
Sette herkese eşit muamele yapılmalı ve gerekli kişiler mutlaka uyarılmalıdır. Çok kalabalık ve stresli bir olduğu için setlerde sorunlara arabuluculuk yapacak ve tarafları dinleyecek psikolojik destek ekipleri de olmalıdır.
...Kadına yönelik şiddetle mücadelede yıllardır dile getirilen en büyük ihtiyaçlardan biri, kadınların kendilerini güvende hissedecekleri, yargılanmadan konuşabilecekleri ve destek alabilecekleri başvuru merkezleriydi.
Almanya bu konuda örnek bir adım attı.
Berlin’in Ostbahnhof semtinde sadece kadınlara hizmet veren ilk özel polis karakolu açıldı.
Karakolun en dikkat çeken özelliği ise yalnızca kadın personelin görev yapması.
Hedef çok net: Şiddet mağduru kadınların, yaşadıkları travmaları gizlilik içinde ve güven duyarak paylaşabilecekleri bir ortam sağlamak.
Çünkü şiddet gören birçok kadın, sırf erkek polisle muhatap olacağı için ya da çevresinde duyulma kaygısıyla karakola gitmekten kaçınıyor.
Bunun sebebi kadınlara ''neden o saatte dışardaydın?'', ''ne giymiştin?'',''daha önce şikayet etmiş miydin?'' gibi bazı yargılayıcı sorular yöneltilmesi.
1985 yılında Brezilya’nın Sao Paulo kentinde kurulan ilk kadınlara özel polis karakolu dünyada büyük ilgi görmüş, Latin Amerika başta olmak üzere birçok ülkede benzer modellerin önünü açmıştı.
Ancak Avrupa’da bu model henüz yaygınlaşmamıştı.
Berlin’deki bu merkez, Avrupa’nın da bu konudaki sessizliğini bozan ilk adımlardan biri oldu.
Kadın polis merkezinde, yaşanılan şiddet ve tramvaların güvenli, gizli ve yargılayıcı olmayan bir ortamda paylaşılması hedefleniyor.
Bu sayede şiddet gören kadınların kendilerini daha rahat ifade etmeleri, destek almaları ve ilk temas sırasında güven duymaları sağlanacak.
Merkezde kadınların normal bir polis karakoluna kıyasla daha gizli bir şekilde ihbarda bulunmalarını kolaylaştırmak amaçlanıyor.
Böylece kadınların şiddeti bildirme ve yardım talep etme süreçlerinde yaşadıkları endişeler azaltılacak.
Bu adım, sadece sembolik bir girişim olmamakla birlikte, aynı zamanda yıllardır dile getirilen ama duyulmayan kadınların çağrısına verilmiş somut bir cevap.
Ancak elbette ki tek başına yeterli değil. Bu karakolların yaygınlaşması, benzer modellerin başka ülkelerde de hayata geçmesi gerekiyor.
Türkiye’de de kadınların şiddet karşısında yalnız olmadığını hissettikleri, devletle ilk temaslarında destek buldukları, travmalarını güvenli bir alanda anlatabildikleri merkezler şart.
Kadın sığınma evleri kadar bu tür destek merkezleri de hayat kurtarır.
...Türkiye haritasının kuzeyinde, Karadeniz’e gönlünü yaslamış bir şehir var: Bartın. Ne azlığa yerinir, ne de çokluğuyla övünür. Ama durduğu yer, sakladığı hafıza, eşsiz doğası onu, sessiz bir güç hâline getirir. Bu şehir, su gibi berrak, toprak kadar kahvedir. Anadolu’nun hem kıyısı hem kalbidir. Çünkü Bartın, sadece bir şehir değildir; zamanın yorgun dizine yaslanmış, tarihî bir hafızadır.
Her taşında Roma’nın izleri, her ağacında Osmanlı’nın sesi, her sokağında Anadolu’nun sabrı vardır. Kuru kalabalıktan uzak ama sade bir manadan uzak olmayan bu topraklar, bize bir şeyi hatırlatır: Coğrafya, çoğu zaman bir medeniyet mirasıdır. Ve Bartın, o mirası sessizce taşıyan nadide şehirlerdendir.
Amasra: Bir Pencereden Daha Fazlası
Fatih Sultan Mehmet’in, “Lala, bu ne güzel belde!” diyerek hayran kaldığı Amasra, yalnızca bir kasaba değil; Anadolu’nun denize açılan zarif bir penceresidir. Tarih burada taşlara yazılmıştır; ne kadar çoşsa da Karadeniz, şehrine dokunmaz. Bilakis hoyrat mavisiyle korur geçmişini...
Kaleleri, surları, iskeleye vuran dalgalarıyla Amasra; hem bir seyrin hem de bir seferin adıdır. O sefer ki; Karadeniz’in gri dalgaları arasında saklı kalmış bir şiirdir belki de.
Amasra’da deniz, ekolojik bir dengeden öte, bir aynadır. Çehresine bakan, sadece yüzünü değil, büsbütün kendini görür.
Doğanın Sessiz Konuşması: Lav Sütunları ve Küre Dağları
Bartın, yalnızca geçmişin resmi değil; doğanın da ustalıkla yazdığı bir mektuptur. Güzelcehisar Lav Sütunları, yeryüzünün sabırla işlediği bir sanat eseridir. Her bir sütun, milyonlarca yıllık bir bekleyişin sessiz bekçisidir.
Küre Dağları Milli Parkı ise insanın, ancak doğayla iç içe nefes alabileceğini bir kez daha hatırlatır insana. Geyikler, ladinler, sessiz yürüyüş yolları… Bartın’da tabiat, sadece görkemli bir açık hava müzesi değil; yaşayan bir hikâyedir, adeta...
Ekonomik Güç, Stratejik Derinlik
Bugün Karadeniz, enerji yolları, liman koridorları ve ticaret dengeleriyle yeniden şekillenirken, Bartın gibi liman kentleri, daha fazla anlaşılmayı bekliyor. Bartın Irmağı’nın denize kavuştuğu noktada kurulan bu şehir, antik çağlardan bugüne bir ulaşım, üretim ve geçiş noktasıdır.
Türkiye’nin mavi vatan vizyonunda Karadeniz kıyılarında sessiz duran ama gerektiğinde stratejik bir merkez olacak Bartın gibi şehirler, diplomasinin ve kalkınmanın doğal aktörleridir.
Yavaş Akan Nehir Derin Olur
Bartın, hızlı konuşmaz. Ama derin düşünür. Gürültüsüz yaşar ama unutulmaz izler bırakır. Belki büyük şehirler kadar haber manşetlerine çıkmaz; ama yönümüzü kuzeye, denize çevirdiğimizde ilk fark edeceğimiz şehirlerden biri, yine Bartın olur.
Bugün Bartın’a uzanan her yol, sadece coğrafi değil; tarihî, kültürel ve stratejik bir yolculuktur. Anadolu’nun bu kuzeyli çocuğu, sessizliğin içindeki en gür ses olmaya devam ediyor. Ve biz duymasını bilirsek, Bartın bize çok şey anlatıyor.
Bartın; susmanın şiiridir.
Bir çınarın gölgesi, bir kemerin kavsi, bir ahşap kapının gıcırtısı… Hepsi dize dize baştan sona okunmalıdır.
Taşın ve Sessizliğin Geometrisi
Bartın Evleri’nin cumbaları sokağa değil, hafızaya açılır.
Ahşap, burada yalnızca bir malzeme değil; yaşayan bir dildir.
Duvarlar insan gibi yaşlanır; çatılar gökyüzüyle konuşmayı hâlâ sürdürür.
Burada insanlık, el sürülmüş bir gerçeklik, yaşayan bir miras, terk edilmemiş bir hafızadır. Çünkü burada, pencerenin ardında yemenisini bağlayan bir genç kızın gölgesi, hâlâ geç saatte ışığı sızan odalarda dolaşır.
Çünkü Bartın, günübirlik bir mola yeri değil; asırlık sevdalıların durağıdır. Irmağı akıp gitmez; derinleşir...Bartın Irmağı, bir coğrafya çizgisi değildir. O bir çağrıdır; nehrin hafızasında saklanan medeniyetlerin iç sesi.
Osmanlı’nın sabrını, insanının vefasını, Anadolu köylüsünün duasını aynı suya katmıştır.
O yüzden bu ırmak sadece akıp geçmez zamandan, zamana tanıktır.
Suyun uğultusu bir tür öğüttür burada: Duyulmayı, unutulmamayı, vefayı, insanlığı öğütler.
Bartın, kalabalıkları değil, o yalnızca beklemeyi bilenleri çağırır.
Ne tabelalarla gösterilir ne afişlerde büyütülür.
Çünkü o, görünmek istemez, görülmek ister.
...Bir zamanlar gazete kokusuyla uyandığımız sabahları hatırlar mısınız? Özellikle aile büyüklerinin kahvaltıda ya da kahvenin yanında açılan o hışırtılı sayfalar, dünyanın dört bir yanından gelen haberlerin ve kalem erbabının iç sesinin yankılandığı bir düşünce merkeziydi adeta. Belli bir yaşın üzerindeki kişiler ve kadim gazeteciler o mürekkebin adeta müptelası idiydiler.
Bende de bir miktar o hastalıktan vardı sanırım. Daha düne kadar elime o gazeteleri alıp okumaya çok severdim. Mürekkebin kâğıda işlenmesiyle oluşan o ciddi, sağlam yapı; haberin iyi bir bilgilendirme olmasının yanında, aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu hatırlatırdı insana. Basılı her kelime, geriye dönülemez bir hafızaydı çünkü. Her cümle, tarihe bir kayıt ve herkes özellikle kamuya karşı bir beyandı sanki.
Oysa şimdi…
Parmaklar sayfalar yerine ekranlara dokunuyor. Haber artık sabahı beklemiyor. Sosyal medyanın uçsuz bucaksız çayırında, pek de kimin yazdığı belli olmayan cümleler, belki de doğrulanmamış bilgiler, duygulara oynayan manşetler hızla dolaşıyor. Herkes biraz yazar, biraz yorumcu, biraz da haberci oldu. Ama bu çoğul özgürlük; beraberinde bir güven krizini de doğurmadı değil.
Eskiden yazılı mecralarda kaynağı bilinmeyen bilgi kullanılmazdı
Basılı yayınlarda bir cümle yazmadan önce, muhabir: “Bu bilgi doğru mu? Kaynağı sağlam mı? Çünkü hatalıysam geri dönüşüm yok diye düşünürdü. Bu haber sabah binlerce kişiye ulaşacak” diye hiç aklından çıkmazdı. Bugün dijitalde ise yanlış bir bilgi saniyeler içinde paylaşılıp, fark edildiğinde basitçe “silinebiliyor”. Ama ya okuyanlar? Ya o bilgiyle karar alanlar? Onların hayatları resetlenebiliyor mu?
Özellikle sağlık alanında aynı ürünü birileri çok faydalı diye tanıtırken, hemen ardından çok zararlı olduğu vurgulanıyor. Bazen bunu aynı kişi bile yapabiliyor. Daha dün bunu böyle demiyor muydun dediğinizde karşınızda muhatap bile bulamıyorsunuz. Çünkü dijitalde haber çok çabuk eskiyor ve hemen tüketiliyor. Hemen gelsin hemen yeni yeni içerikler.
Basılı gazete sayfalarının sosyal medya üzerinden geniş kitlelere ulaştırılması
İşte tam bu noktada, yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Eski ile yeninin birleştiği, mürekkebin ciddiyetinin ekranın yaygınlığıyla buluştuğu bir çağ geliyor. Ya da ben böyle düşünüyorum. Artık mesele, bir mecranın diğerine üstün gelmesi değil; ikisinin nasıl ahenkle çalışabileceğini keşfetmek. Basılı bir yazının veya bir gazete haber küpürünün sosyal medya üzerinden daha geniş kitlelere ulaştırılması fikri; işte bu yeni çağın sessiz devrimi olabilir.
Bir gazete köşesinde yazılmış bir yazı, dijitalde paylaşıldığında daha çok kişiye ulaşmakla birlikte aynı zamanda dijitaldeki bilgi karmaşasına sabit bir yıldız gibi yerleşebilir. “Bu yazı basılmış,” der okur, “Bir editörden geçmiş, bir süzgeçten dökülmüş. Bu kelimeler sorumluluk taşır.” Ve böylece, sosyal medya artık hızlı olmasıyla birlikte güvenilir bir mecra olmaya da başlar.
Yeni medya, bu dengeyi kurabilenlerin sahnesi artık. “İlk paylaşan” değil, “doğruyu kalıcılaştıran” kazanacak.
Bizler, kelimelerle hem zamanı hem de güveni inşa ettiğimizden dolayı bizler için yazmak hâlâ bir eylem ve bir inşa işi... Gazetenin mürekkebiyle sosyal medyanın ışığını birleştiren bu yeni dönem, belki de haberin ve hakikatin yeniden itibar kazandığı bir çağın habercisi olacak.
Bir de ciddi ve güvenilir haber yapan siteler var
Her ne kadar basılı medya bir güven unsuru oluşturuyor olsa da dijital alanda da devrim niteliğinde güven taşıyan projeler gerçekleşiyor. Çünkü hala basılı gazete ve dergileriyle birlikte Türk medyasının en önemli mecralarından biri de dijital olduğu kanaatindeyim. Bu haberi bu site geçtiyse doğrudur diyen benim gibi meslektaşlarım çoğunlukta. İhlas Dijital Varlıklar’ın bünyesinde bulunan mecralar bana göre bu güven sorununu çözmüş.
Son olarak belki de bundan sonra da en çok okunan, ekranlarda olan haberler ve yazılar olabilir ama ekranlara taşınan gazete haberlerinin PDF sayfaları daha güvenilir kalacak. Ne dersiniz?
Orta Doğu’nun haritası yeniden çizilmiyor; parça parça yırtılıyor. Ve bu yırtıkların arkasında, yalnızca görünen aktörler değil, çok daha sinsi bir strateji var. Suriye’de yaşanan son gelişmelerde, İsrail’in Dürziler başta olmak üzere azınlıklar üzerinden oynadığı oyun, bu harita yırtılmasının nasıl planlı bir mühendislik olduğunu gözler önüne seriyor. Dürzi bir tüccarın kaçırılmasıyla başlayan son gerilimde İsrail’in refleksine dikkat edin: Bir anda Dürzi nüfusu “koruyan” pozisyonuna geçiyor, bölgeye müdahale için zemin oluşturuyor. Oysa mesele bir kişilik olay değil; yıllardır adım adım işlenen bir demografi, siyaset ve güvenlik stratejisinin dışa vurumudur.
Azınlıkları Kalkan Yap, Devletçikleri Kur
İsrail’in Suriye politikası yıllardır sessiz bir mühendislik içeriyor: Suriye’yi “yönetilemez bir ülke” haline getirmek ve ardından etnik ve mezhebi çizgilere bölerek küçük, zayıf, birbirine muhtaç devletçikler yaratmak. Bu modelin ilham kaynağı İsrail’in tarihsel güvenlik stratejisinde açıkça bulunur. 1982 yılında İsrail’in eski istihbarat subayı Oded Yinon’un kaleme aldığı ve sonraki onlarca yıl boyunca İsrail’in fiili dış politikası hâline gelen “Yinon Planı” tam olarak bunu söyler:
“Arap dünyası ancak etnik ve mezhebi temelde parçalanırsa İsrail güven içinde yaşayabilir.”
Bugün Suriye’de olan tam da budur. Dürziler, Hristiyanlar, Nusayriler, Kürtler… Her biri ayrı ayrı kullanılıyor, silahlandırılıyor, destekleniyor ve ardından İsrail tarafından “korunması gereken azınlıklar” kılığına sokuluyor. İsrail, bu topluluklara koruyucu elini uzatırken aslında onların sırtına yeni bir harita çiziyor.
Dürziler Neden Hedefte?
Dürziler tarihsel olarak ne Şii ne Sünni bloklara tam olarak entegre olabilmiş bir yapı değildi. Bu özellikleri onları dış müdahale için mükemmel bir araç yapıyor. Suriye’nin güneyinde, Lübnan sınırına yakın konumları nedeniyle İsrail’in etki alanına çok yakınlar. Ve İsrail, Dürzilerle sadece dini ya da insani bir bağ kurmuyor; onları bir “tampon halk” olarak konumlandırıyor. Son gerilimde de aynısı oldu: Birkaç istihbarat operasyonuyla Şam-Dürzi hattında tansiyon yükseltildi, ardından bölge kontrolsüzleştirildi, İsrail “insani nedenlerle” müdahale mesajı verdi. Bu oyun tanıdık: Önce bir azınlık grubu mağdur edilir, sonra İsrail veya Batı onu kurtarıcı gibi sahiplenir, ardından o azınlık bölgede siyasi özerklik veya fiili ayrışma sürecine girer. Irak’ta, Lübnan’da, şimdi de Suriye’de aynı taktik, aynı mühendislikle ilerliyor.
İsrail’in Asıl Hedefi ne?
İsrail’in bu stratejisinin nihai amacı, kendi çevresinde zayıf, parçalanmış, merkezi otoritesini kaybetmiş tampon devletçikler oluşturmaktır. Bu devletçikler hem birbirleriyle meşgul olacak hem de İsrail'e tehdit oluşturamayacaktır. Birbirini tanımayan Devletler, Dürzi kantonu, Hristiyan bölgesi, Nusayri bölgesi vs... Haritada birbiriyle örtüşmeyen ama İsrail'in güvenlik kaygısını tatmin eden yapay varlıklar. Bunlar, Tel Aviv’in güvenlik duvarının parçasıdır. Bu “duvar”, beton değil; demografik ve mezhepsel fay hatlarından yapılmıştır.
İsrail'e karşı Çifte Standart
İsrail bir bölgeyi bombaladığında “kendini savunuyor” diyorlar. Aynı İsrail, Suriye’nin iç işlerine karışıp azınlıklar üzerinden fiili yönetim alanları kurduğunda ise “barışçıl ara bulucu” oluyor. Bu çifte standart, bölgedeki istikrarın değil, kaosun garantisidir. Bugün Suriye’de Dürziler üzerinden yürütülen bölme planı yarın Lübnan’da Marunilerle, öbür gün Irak’ta Yezidilerle devam edebilir. Bu sadece Suriye'nin değil, bütün bölgenin bir arada yaşama umuduna karşı yapılmış kurgusal bir saldırıdır.
Haritayı Çizen Mi, Koruyan Mı Olacağız?
Bu coğrafya; etnik farklılıklarla değil, ortak geçmiş ve kaderle ayakta kalabilir. İsrail’in Suriye’de yaptığı şey, sadece bir ülkenin sınırlarını değil, bir milletin birlikte yaşama iradesini dinamitlemektir. Dürzileri koruyor gibi yaparken aslında onları tarih sahnesinden silmeye hazırlanıyor. Bugün herkesin sorması gereken soru şudur: Bölgede haritaları kim çiziyor ve biz o haritanın neresindeyiz?
Görünmeyen kalemle çizilen bu sınırlar, sadece Suriye'yi değil, gelecekte Türkiye’yi de, Irak’ı da, Lübnan’ı da tehdit ediyor. Azınlıkların omzuna yüklenen bu yeni harita; onların değil, başkalarının devlet hayalidir. Bu hayale değil, ortak yaşama iradesine sahip çıkmak zorundayız.
...Bir öykü kitabı düşünün... Sayfalarında savaş yoktur ama savaşın tam ortasındadır. Kurşun sesi duyulmaz ama her kelimesinde bir yürek parçalanır. Kameraların gösteremediği, diplomatların rapor edemediği o büyük insanlık suçunu, bir zeytin ağacının gövdesinden, bir annenin çatlamış ellerinden ve susmuş çocukların gözlerinden anlatır. Evet, “Agave” tam da böyle bir kitap.
Meryem Güneş Berberoğlu, “Agave” adlı bu eseriyle sadece bir öykü kitabı yazmamış; bu çağın suskunluğunu, vicdanların sessizliğini, mazlumun gözünden dünyanın nereye sürüklendiğini, metaforik ama bir o kadar gerçekçi bir dille kaleme almış. Özellikle “Göç” adlı öyküsü, Gazze gerçeğini kadın merkezli bir bakışla, tarihsel bir dramdan evrensel bir insanlık trajedisine dönüştürerek aktarıyor.
Kadın Olmak: Ortadoğu’nun Sessiz Çığlığı
Göç öyküsü, sıradan bir göçün değil, var oluşa dair bir terk edilişin hikâyesidir. “Önce kendine göçtü, sonra kendinden…” diye başlar. Ve hemen ardından bir zeytin ağacı dile gelir. Yazar burada sadece Gazze'de bir annenin yaşadığı dramı değil, tüm insanlığın gözleri önünde yok oluşunu zeytin ağacının kadim diliyle anlatır.
Zeytin ağacı, öyküde yalnızca bir bitki değil, doğunun mazlumluğunu, üç semavi dinin ortak vicdanını ve barışa dair son umudu temsil eder. Kur’an’da adı geçen, İlyada’da ebediyetle özdeşleştirilen bu kutsal ağaç, bir bomba sesinde kömürleşen vicdanları simgeler. Oysa bu ağacın ana vatanı Filistin’dir. Ne hazindir ki, bugün toprağın üstünde kuruyan her zeytin dalı, bir annenin mezar taşıdır Gazze’de.
Modern Zamanların Cüce Yüzyılı
Yazar, bu çağın büyüklüğünü teknolojide, ancak insanlıkta küçülmesini edebî bir dille gözler önüne seriyor. “Küçücük bedenleri, ölmeyi erkenden öğrenmiş; ama ölümü henüz bilmiyorlar,” cümlesi, sadece bir çocuk ölüsünün değil, tüm dünyanın vicdanının mezar taşıdır. Bu çağda bir annenin acısı, bir kadının yitip giden hayalleri, en çok da sabır otu gibi çölün ortasında bekleyerek yeşermeye çalışan kadınların hikâyesidir.
Agave çiçeği, yazarın sembolü olarak öne çıkar. Hayatında bir kez açar ama o açtığında tüm sabır çığlığa dönüşür. Göç öyküsünde bu sembol, Gazzeli kadının kaderine dönüşür. Kum fırtınalarının içinde yönünü kaybetmiş Ortadoğu kadınlarının sesi olur.
Türkiye: Göçün Karşısında Dimdik Bir Çınar
Öykünün sonunda ise bir çınar ağacı belirir. Bu sadece bir ağaç değildir. Bu, yazarın bilinçli tercihiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin metaforudur. Zeytinle başlayan öykü, çınarla son bulur. Bu, mazlum coğrafyalarda adaletin, merhametin, direnişin ve diplomatik iradenin adresi olan Türkiye’nin, Gazze’nin yalnızlığında tek başına dik duran duruşunun edebî bir yansımasıdır.
Dünyanın konuşmadığı yerde Türkiye konuşmuş, dünyanın dönüp bakmadığı yerde Türkiye bakmış, ağlayan bir çocuğun gözyaşını sadece insani yardım kolileriyle değil, vicdanî ve siyasi onuruyla silmiştir. Göç öyküsünün finalinde çınarın gölgesinde yer alan kadın figürü, işte bu umudun adıdır.
Agave, Bir Kitap Değil Sadece ; Bir Tanıklık
Bugün Filistin'de, Gazze'de, Yemen'de, Suriye'de kadın olmak; sadece anne olmak değil, insanlığın yükünü omuzlamak demektir. “Agave” kitabı, işte bu yükü kelimelere taşıyan nadir eserlerden biridir. Okurken ağlamayacağınız bir sayfa yoktur belki ama her sayfası tarihe düşülen bir vicdan notudur.
Bu kitap sadece kadınlar için değil, bir ulusun ve ümmetin geleceğini omuzlayan herkes içindir. Siyasetçilere, gazetecilere, yazar ve entelektüellere özellikle tavsiye ediyorum. Çünkü bazen bir öykü, binlerce haber bülteninden daha çok şey söyler.
Agave’yi okuyun. Çünkü bu kitap, susan dünyanın susturulamayan çığlığıdır.
Güngör Yavuzaslan
...Upload dizisini izlediniz mi?
Hani şu Amazon Prime’da yayınlanan ve ölümden sonra bilincin dijital bir ortama yüklendiği o ilginç yapım…
Teknolojiye ilgisi olanlar veya merakı olanlar mutlaka denk gelmiş seyretmiştir diye düşünüyorum. Olmayanlar içinse herkesin anlayacağı dilde şöyle anlatayım:
Bir gün bir kaza geçiriyorsunuz, hayata veda etmek üzeresiniz. Ancak teknoloji öyle gelişmiş ki, ölüm yerine sizi sanal bir evrene “yükleme” yapıyorlar. Artık fiziksel bedeniniz yok ama bir veri olarak yaşamaya devam ediyorsunuz. Kahvaltılar yapabiliyor, sevdiklerinizle görüntülü konuşabiliyor, hatta yeni arkadaşlıklar bile kurabiliyorsunuz. Yani sadece her şey… biraz fazla gerçek dışı ve bir o kadar da pahalı… İzlerken sık sık durup düşündüm: Bir insan, sadece hatıralarından mı ibarettir? Ya da daha da önemlisi: Biz öldükten sonra kalan şeyin sahibi kim olacak?
Bugün her birimiz dijital izler bırakıyoruz. Konuşmalar, fotoğraflar, banka hareketleri, YouTube’da izlediğimiz son video… Bunların hepsi bir veri setine dönüşüyor. Ve bu veri, sizin hayat hikâyenizin dijital bir yansıması hâline geliyor. Ama, fakat ve lakin sorun şu: Biz bu dünyadan göçtükten sonra, o dijital izler nereye gidiyor acaba?
Hukukçular henüz net bir şey söyleyemiyor. Hatta bu konu hakkında ülkede bu işin hukukunu bilen bir tek yetkin insan yok! Şirketler ise sessizce ve sinsice izliyor. Başka bazı ülkelerde de bir dijital miras kanunu konuşulmaya başlandı. Ama genel olarak hâlâ gri bir alandayız.
Yani fotoğraflarınızı kim arşivleyecek? Sizin adınıza sosyal medyada biri bir paylaşım yaparsa, bu sahtecilik mi olur yoksa anı yaşatmak mı? Ve asıl soruya geleyim: Ölümünüzden sonra, sizin sesinizle konuşan bir yapay zekâ, sizin yerinize kararlar alabilir mi?
Hatırlamak mı, yaşatmak mı?
Geçen gün genç bir arkadaş, şöyle dedi bana: “Ben öldüğümde, tüm verilerimi yapay zekâya bırakacağım. Belki çocuklarım bir gün sesimi duyar da mutlu olur.”
Evet, ilk bakışta gerçekten güzel bir düşünce gibi duruyor değil mi?
Ama sonra düşününce… Bir sesin hatırası mı değerlidir, yoksa o sesi hatırlarken içimize düşen özlem mi? diye sorgulamaya başladım kendimi.
Upload dizisinde, dijital ortama aktarılmış karakterler gülüyorlar, konuşuyorlar, hatta âşık bile oluyorlar. Ama her şey, devasa bir sunucunun enerji tüketimine bağlı. Elektrikler kesildiğinde ise o “sanal dünya” yok oluyor.
Siz buna yaşam der misiniz?
Ben, ekranın başında kalakaldım. Çünkü mesele sadece teknoloji değil artık.
Asıl mesele:
Gerçek nedir?
İnsan nedir?
Ve biz neyiz?
Hepimiz bir gün dijital bir hatıraya dönüşeceğiz!
Sosyal medya hesaplarımızdan telefon arşivimize kadar her şey bir miras. Ve bu miras sadece maddi değil, duygusal da bir miras.
Bir baba sesi. Bir annenin gönderdiği son emoji, sevgilinin attığı ama gönderemediği o taslak mesaj… hepsi birer dijital kalıntı. Bu kalıntılar üzerinden yeniden “yaşatılmak” fikri, ilk bakışta herkese umut verici geliyor. Ama asıl önemli olan şu: Hatıra yaşatılır, insan değil! Ve belki de insanı insan yapan tam da budur: Unutulabilir olmak, yani ölümlü olmak.
Son bir soru daha sorup konuyu kapatayım.
Ben öldükten sonra, beni kim yönetecek? Verilerimi kim koruyacak? Çocuklarımın, torunlarımın bana dair nelerle karşılaşmasına izin vereceğim? Dijital bir ben oluşturulursa, ona nerede durmasını öğreteceğim? Bu konular sadece hukukçuların değil; bizlerin de şimdiden düşünmesi gereken sorular diye düşünüyorum.
Evet son olarak, izlemeyenler için Upload dizisini izleyin derim. İzleyin ve kapattığınızda, bir süre hiçbir şeye dokunmayın. Sadece düşünün. Bir gün hepimiz, bir dijital yedeğe dönüşeceksek… En azından hangi “biz”in yedekleneceğine biz karar verelim diyorum…
Haftaya cuma yeni yazımda buluşmak üzere.
Kalın sağlıcakla.