Tarih kitaplarını açıp ekonominin evrimine bakarsak, aslında hepimiz büyük bir tiyatro oyununun figüranları gibiyiz. Bir gün mağarada taş takas ederken, ertesi gün 'altın mı, gümüş mü?' diye kafa yoruyoruz. Sonra banknotlar, kredi kartları, hatta tıkla ve öde kolaylığıyla hayatımıza giren dijital cüzdanlar. Ama şimdi sahneye öyle bir oyuncu çıktı ki, bildiğimiz tüm kuralları altüst ediyor ve etmeye devam edecek. Sadece finans gurularının değil, sabah çay, kahvesini yudumlayan senin, benim, hepimizin hayatını baştan yazacak bir devrim. Cüzdanınızdaki paranın bile bir kişiliği olacak!
Hani eskiden internette bir şeye bayıldığımızda, beğendiğimizde ne yapardık? Kocaman bir like basardık, değil mi? Maksimum ego tatmini, belki bir iki kalp emojisi... Ama, o günler geride kaldı! Artık 'like' atmak falan hikaye, yeni moda 'token' atmak yada türevleri olacak. Dijital dünyadaki her etkileşiminiz, her değer yaratımınız, her ödüllendirmeniz artık gerçek bir ekonomik karşılık bulacak. Yani o boş 'like'lar yerine, cebinize giren bir şeyler olacak. Şaka değil, gerçek. Kulağa garip gelse de ödül mekanizmaları, sadakat programları zaten bu durumu yaşatmıyor mu?
Düşünsenize, o çok sevdiğiniz müzisyen spotifydan aldığı kuruşlar yüzünden neredeyse sokak müzisyenliğine geri dönecek. Ama şimdi ne yapıyor? Kendi tokenını çıkarıyor! Artık dinleyiciler sadece şarkı dinlemekle kalmıyor, sanatçının geleceğine yatırım yapıyor, müziğini destekliyor ve hatta belki de bir sonraki albümün adını belirleme hakkı kazanıyor. Sanatçı kazanıyor, dinleyici kazanıyor, herkes kazanıyor! Resmen bir win win durumu, ama bu sefer tokenlarla.
Ve bu sadece müzikle sınırlı değil. Futbol kulüpleri, oyun şirketleri, o çok takip ettiğiniz influencerlar, hatta mahallenizdeki emlakçı bile tokenlaştırılabilir. Bir gün bakmışsınız, favori futbol takımınızın bir tokenını almışsınız, gol attıkça değerleniyor. Ya da yeni çıkan bir oyunun tokenıyla, oyunun başarısından pay alıyorsunuz. Hatta belki bir gün, oturduğunuz apartmanın %10'una tokenlarla sahip olacaksınız. 'Ben bu binanın %10'una sahibim!' diye hava atarken, kimse size 'deli misin?' demeyecek, aksine 'vay be, ne vizyon!' diyecek. İşte bu kadar ters köşe bir dünya!
Şu son bir kaç satır için ya yok canım o kadar da olmaz diyenler ya da bunlar zaten var diyeler olmalı, zira bazılarını biz yazıyoruz bile...
Hani şu, aracıları aradan çıkaran, işleri hızlandıran ve sınır tanımayan pazarlar olsa ya! Eskiden bir şey alıp satarken, araya bir sürü kişi girerdi: banka, kredi kartı şirketi, ödeme sağlayıcı... Resmen bir orkestra şefi gibi yönetirlerdi paranın akışını. Ama şimdi, tokenlar ve blockchain sayesinde o orkestra şefi emekli oldu, sahne tamamen sanatçıların! Yani senin ve benim gibi küçük esnafın!
Düşünsene, Kayseri'den bir el dokuması halı ustası, Japonya'daki bir samuray kılıcı koleksiyoncusuna NFT satıyor. Ödeme? Kripto! Transfer süresi? Göz açıp kapayıncaya kadar! Komisyon? Bankaların o şişkin komisyonlarının yanında devede kulak bile değil, resmen pire kulağı! Bu sadece bir alışveriş değil, bu küresel ticaretin yeniden doğuşu, hem de bebek adımlarıyla değil, roket hızıyla!
Artık küçük bir Instagram butiği bile, dünyanın öbür ucundaki bir müşteriye ulaşabiliyor. Coğrafi sınırlar mı? Onlar artık sadece haritalarda var. Dijital pazarlar sayesinde, hayallerimizdeki o küresel ticaret ağı, cebimizdeki akıllı telefona sığdı. Yani anlayacağınız, artık kimse 'ben küçük esnafım, ne yapabilirim ki?' demesin. Çünkü bu yeni düzende, küçük balıklar bile okyanusları fethedebilir!
Tabii bu dijital para partisi sadece girişimcilerle, teknoloji delileriyle sınırlı kalmadı. Devletler de bir noktada 'Durun bakalım, bu oyunda biz de varız!' dedi ve sahneye merkez bankası dijital para birimlerini sürdü. Hani şu, 'kripto paralar çok havalı ama kontrol bizde olsun' diyenlerin rüyası!
Çin, dijital yuanıyla çoktan pilot aşamayı geçti, milletin cüzdanına sızdı bile. Avrupa Merkez Bankası 'dijital euro' için harıl harıl çalışıyor, yakında cebimizden euro yerine dijital euro fışkırabilir. ABD ise hala 'yapsak mı, yapmasak mı?' diye düşünüyor, çünkü işin içinde sadece teknoloji değil, bir de jeopolitik güç savaşı var. Yani kimin parası daha dijital, kimin parası daha izlenebilir, mevzu bu!
CBDC'lerin en büyük farkı ne mi? Kripto paralar gibi özgür ruhlu değiller. Onlar devlet kontrolünde, yani bir nevi 'dijital kelepçe' gibi düşünebilirsiniz. Bir yandan 'güvenli, istikrarlı' diye pazarlanıyorlar, diğer yandan 'kimin neye harcadığını daha kolay izleyebiliriz' diye fısıldıyorlar. Yani o 'nakit paranın özgürlüğü' dediğimiz şey, yerini 'tam şeffaf, her harcamanın fişlendiği dijital cüzdanlara' bırakabilir. Düşünsenize, bir gün devlet size 'dün gece o çiğ köfteye harcadığın para çok fazlaydı, biraz kıs' diyebilir. Ters köşe değil mi?
kulağa hoş gelen vaatlerle dolu bir sepet gibi: Daha adil bir ekonomik dağılım, sanatçılara ve küçük girişimcilere daha fazla kazanç, küresel ticarette ışık hızı ve düşük maliyet... Hatta bankasız milyonlarca insana finansal erişim vaat ediyor. Yani fakir fukara da bu dijital şölene katılabilecek, ne güzel!
Ama her güzelin bir kusuru olduğu gibi, bu yeni düzenin de riskleri var, hem de öyle böyle değil! Regülasyon eksikliği, dolandırıcıların ekmeğine yağ sürüyor. Dijital paraların devlet kontrolüne geçmesi, bireysel özgürlüklerimizi kısıtlayabilir. Yani bir gün bakmışsınız, devlet size 'dün gece o çiğ köfteye harcadığın para çok fazlaydı, biraz kıs' diyebilir. Ve tabii ki, teknolojiye erişemeyenler, bu dijital trenin dışında kalabilir. Yani interneti olmayan teyzem, bu yeni düzende nasıl para kazanacak, orası biraz muamma. Fırsatlar bol, ama riskler de kapının ardında pusuya yatmış bekliyor, aman dikkat!
Ekonomi 5.0 bize aslında şunu fısıldıyor: Para artık sadece o sıkıcı 'harcama aracı' değil, aynı zamanda kimlik kartın, ait olduğun topluluk, hatta güç dengelerinin yeni anahtarı. Yani o bildiğin, yıpranmış, belki de biraz kokan cüzdanın, gelecekte bambaşka bir hal alacak.
Gelecekte senin cüzdanında sadece o bildik TL ya da dolar olmayacak. Belki biraz dijital euro, belki favori spor kulübünün tokenı, belki de o çok sevdiğin influencerın topluluk tokenı olacak. Ve sen sadece o klasik 'tüketici' rolünden sıyrılıp, aynı zamanda bir 'yatırımcı' ve 'paydaş' olacaksın. Yani artık sadece bir ürün alıp geçmeyecek, o ürünün, o sanatçının, o projenin bir parçası olacaksın. Düşünsene, bir gün torunlarına 'Ben gençken, bir zamanlar sadece kağıt parayla alışveriş yapılıyordu' diye anlattığında, sana uzaylı görmüş gibi bakacaklar. İşte o kadar farklı bir gelecek bizi bekliyor!
Para artık sadece o sıkıcı alışveriş aracı değil, aynı zamanda değer yaratmanın, paylaşmanın, hatta belki de yeni bir dünya inşa etmenin sihirli değneği. Tokenlar mı? Onlar yeni sosyal sermayemiz, yani kiminle takıldığını gösteren dijital rozetler. Dijital pazarlar mı? Onlar yeni ticaret meydanlarımız, hani o eski çarşılar, pazarlar vardı ya, işte onların dijital versiyonu, ama bu sefer dünyanın her yerinden insanlarla dolu. CBDC'ler mi? Onlar da devletlerin bu sihirli dünyadaki son kozu, sahnedeki en büyük kartı.
Önümüzdeki yıllarda o klasik 'cüzdanında ne var?' sorusu, yerini 'hangi ekosistemin bir parçasısın?' sorusuna bırakacak. Yani artık sadece ne kadar paran olduğu değil, o parayla kiminle, neyin içinde olduğun önemli olacak. Ve bu yeni para düzeninde, en büyük kazanan kim mi olacak? Tabii ki değişime ayak uydurabilenler, yani o 'ben hep böyleydim, değişmem' diyenler değil, 'ben bu oyuna varım!' diyenler.
Peki sen Token ekonomisinin bu çılgın partisine katılmaya hazır mısın, yoksa hala o eski, nakit dolu, belki de biraz küflenmiş cüzdanını cebinde mi gezdiriyorsun?
Vahşetten beslenen İsrail, bu kez Katar’da bulunan Hamas müzakere heyetine saldırı düzenledi. Saldırıda, Hamas'ın Gazze lideri Halil el-Hayya’nın oğlu dahil 5 üyesi ve Katar İçişleri Bakanlığı’na bağlı 1 güvenlik görevlisi hayatını kaybetti.
Düşünebiliyor musunuz? İsrail Başbakanlık Ofisi bu saldırıya ''gururla'' sahip çıktı...
Dahası, Reuters’ın ortaya koyduğu bilgiye göre, ABD’nin saldırıdan haberdar olduğu da ortaya çıktı.
Şaşırmadık değil mi?
Ama asıl şok edici olan bundan sonrası…
Saldırı başarısız olunca İsrail bağlantılı sosyal medya hesapları bu kez Türkiye’yi hedef göstermeye başladı.
İsrail’le bağlantılı bir X hesabı, İsrail ordusunu etiketleyip Katar saldırısı için teşekkür ederek şunu yazdı: ''Sıradaki İstanbul''
Yapılan bu paylaşımın altına Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin koordinatları bile servis edildi.
Üstelik yalnızca İsrail değil... ABD’den de aynı yönde mesajlar geldi.
Derin devletin sesi olarak tanınan Michael Rubin, ''İsrail Hamas’ı Katar’da sıkıştırdı, sırada Türkiye olabilir'' ifadelerini kullandı.
Çünkü İsrail medyasına göre ise saldırıdan kurtulan Hamas heyeti, Türkiye’nin istihbarat uyarısıyla ölümden döndü.
Peki şimdi ne olacak? İsrail’in bölgeyi ateşe atmaktan çekinmediği ortadayken, sıradaki hedef gerçekten Türkiye mi? İsrail bu savaşı göze alabilir mi?
İsrail’in yeni hedefi Türkiye olursa bu sadece diplomatik bir kriz değil, doğrudan ulusal güvenlik tehdidi anlamına gelir.
Türkiye ise bu tehdit karşısında elbette hava savunma sistemlerini ve istihbarat koordinasyonunu en üst seviyeye çıkararak, hem İslam ülkeleri hem de Batılı ülkelerle güçlü bir diplomasi yürütülmeli.
ABD ve Avrupa’ya karşı uluslararası hukuk zemininde baskı artırılmalı.
Ama en önemlisi: İçeride siyasi kavgaları bir kenara bırakıp ulusal birlik sağlamak zorundayız.
...Ülkemizin her yerinde buram buram tarih kokuyor. Sıfatlandırdığımız her şehrin altında muazzam bir tarih bir ruh ortaya çıkıyor. Bunlardan biri de benim için İstanbul’dan günübirlik gidilen Eskişehir oldu.
Öğrenci şehri olarak bilinen Eskişehir’in tam bir tarih ve doğa dokusu vardı. Hızlı trenle gittiğimiz Eskişehir’de adeta bir değişime tanıklık ettik. Deniz kıyısından ormanlık alanlara geçtik, en son ise bozkır havası bizi karşıladı. İstanbul’a bu kadar yakın ve bozkır olan bu şehirde aynı zamanda çok katmanlı bir ruha sahip olduğunu ispatladı.
Yolculuk sizi bir hikayeden başka bir hikayeye aktarıyor. Yolunuz düşerse, Ayten Usta Gurme mekanına mutlaka uğrayın. Sizi muhteşem bir kahvaltı bekliyor. Gölet kıyısındaki bu yerden çıkıp tramvayla şehrin en merkezi Odunpazarı’na gidebilirsiniz. Burada da sizi Osmanlı dönemine ait evler karşılıyor.
Eskişehir’i doğru tanımlamak için mutlaka gidip yakından dokunmanız lazım o ruha. Tarihe adım adım yürüdüğünüzde Frig Vadisi sizi karşılıyor. Şehrin içinde kalmış kalıntılar ve tarih bozkıra da yayılmış. Eskişehirliler hem güler yüzlü hem misafirperver.
Odunpazarı’nda dolaşırken sizi sadece Osmanlı değil 90’lı yıllarda karşılıyor. Eski antenli evler, sessiz sokaklar… Derin bir bilgelik… Eskişehir hakkındaki tüm fikirleri değiştirecek anlar…
...Dün sabah İzmir’de yaşananları, kimi kalemler yine kolaycılıkla “kahpe bir terör saldırısı” klişesine sıkıştıracak. Oysa 08:54’te Balçova’daki polis merkezinin önünde yaşanan, öfkesini kontrol edemeyen bir çocuğun rastgele sıktığı kurşunlardan ibaret değildi. Bu, soğuk bir aklın önceden planladığı, sahnelenmiş bir operasyondu. İlk perdesi oynandı; mesaj açıktı: “En korunaklı kalenizde bile size saldırabiliriz.”
Burada üzerinde durmamız gereken nokta, 16 yaşında bir gencin tetiğe basması değil; o tetiği yönlendiren iradenin sergilediği profesyonel soğukkanlılıktır. O irade, bir bedeni kullanarak karşımıza çıktı. Bize, çocuk yaştaki bir piyonun eliyle, “Size ulaşamayacağımız hiçbir yer yok” demek istedi.
Şimdi herkesin dilinde aynı cümle: “Daha çocuktu.” Ama büyüyemeden çürüyenlere çocuk denmez. Balçova’da eline bir demir yığını alıp etrafa saçma kusan bu gencin, aslında kendi boşluğunu doldurmaya çalışan bir zavallıdan farkı yoktu. Hayatının son anında mağaralarda yankılanan o tanıdık sloganı geveledi: “Allah-u ekber.”
Ne kadar yeni! Ne kadar orijinal! Sanki daha önce hiç duymamışız gibi… Çöldeki sakallı abilerinden ezberlediği dersin kötü bir tekrarıydı. Onlar da aynı sloganı haykırarak insanların başını kesiyor, kendilerini Tanrı’nın sigortalı elemanı sanıyorlardı. Bu genç de onların çırağıydı sadece. Fotokopiyle çoğaltılmış bir katil.
Sanıyordu ki evrenin sırrını çözmüş, Allah’ın yeryüzündeki postacısı olmuş. Oysa hormonları çıldırmış, beyni ucuz sloganlarla yıkanmış, ruhu asfalta yapışmış bir ergen sadece. Elindeki demir parçasına sığınıp, ödünç alınmış bir öfkeyle, kiralık bir cesaretle mücahitçilik oynadı.
Sonra da karşımıza şu cümle çıktı: “Suça sürüklenmiş çocuk.” Bu ifade, gerçekle dalga geçmekten başka bir işe yaramıyor. Kimse kimseyi bir yere sürüklemez. İnsan ya yürür ya da olduğu yerde çürür. O yürümeyi seçmedi; tetiği çekmeyi seçti. Kendi iradesizliğinin faturasını şehit ettiği polislere, ucuz silaha, kiralık slogana kesti.
Bu hikâyede ne bir isyan var, ne bir trajedi. Sadece kötü yazılmış bir senaryonun vasat bir oyuncusu var. Üç kuruşluk bir ideolojiye ruhunu satmış bir piyon. Ve şimdi bazıları çıkıp ona “mağdur” diyecek. Oysa mağdur olan, bu ülkenin çocuklarını korumak için sabah göreve çıkan polislerdi.
Görmemiz gereken, bir gencin tetiğe basması değil; o tetiği ona verdirten, o sloganı ezberleten, o beyni sistemli şekilde zehirleyen mekanizmadır. Terör örgütleri, insanlığın en ağır suçunu işliyor: çocuklukları çalıyorlar. Daha oyun çağında olması gerekenleri birer ölüm makinesine dönüştürüyorlar. Çocukların eline kalem verecek yaşta silah veriyor, defterine yazacağı hayalleri kanlı bir sahneye çeviriyorlar.
Ve biz her defasında sadece tetiğe basan genci görüyoruz. Oysa asıl mesele, arka planda işleyen “fotokopi makinesi”dir. Her gün aynı kalıptan yeni piyonlar üretiyor. Ve biz fotokopinin eline tutuşturulan silaha bakarken, makinenin kendisini gözden kaçırıyoruz.
Ortadoğu’nun karanlık örgütleri yıllardır aynı yöntemi kullanıyor. Afganistan’da başlayan beyin yıkama, Irak’ta, Suriye’de ve şimdi Türkiye’de benzer sahneleri doğurdu. Çocuk bedenine yüklenen ucuz slogan, her seferinde aynı sonucu veriyor: Ölüm.
Bu gencin hikâyesi, yalnızca bireysel bir çürüme değil; küresel bir organizasyonun ürünü. Kimin elinden tuttuğunu, kimin cebine harçlık bıraktığını, kimin kulağına slogan fısıldadığını bilmeden, olayı “ergen öfkesi” diye küçültmek, gerçeği gizlemek olur.
Şimdi önümüzde ağır bir soru duruyor: Bu fotokopi makinelerini nasıl durduracağız? Bu örgütler, sadece silah ve ideolojiyle değil, aynı zamanda boşluklarla besleniyor. Ailesinden koparılmış, aidiyet duygusu elinden alınmış, kimlik krizi yaşayan gençleri kolayca avlıyorlar. Onlara “yücelik” vaat ediyorlar; karşılığında ölümün tiyatrosuna sürüyorlar.
Devletin görevi, bu boşlukları kapatmaktır. Toplumun görevi, bu gençleri sahiplenmektir. Eğitimden kültüre, aileden medyaya kadar her alanda çocuklarımızın zihnini ve ruhunu koruyacak mekanizmalar kurmadıkça, yeni fotokopiler çıkmaya devam edecek.
Çünkü terör sadece bombayla, kurşunla değil; fikirle, ideolojiyle, sloganla da saldırır. Ve en korunaklı kalelerimizi, en zayıf yerimizden –çocuklarımızın zihninden– delmeye çalışır.
Bir gün yine benzer bir saldırı olduğunda, sadece tetiği çeken genci değil, onun arkasındaki makineyi görmeliyiz. Asıl mücadele, işte o makineyi durdurmakla mümkündür. Aksi halde en güvenli kalelerimizde bile aynı yüzlerle, aynı sloganlarla, aynı ölümlerle karşılaşmaya devam edeceğiz.
...Hayatta bazen ilgilendiklerimiz, bazen de ilgilenemediklerimizle imtihan oluyoruz.
Aile, iş, eş, gündelik ilişkiler…
Mühim olan neyle, ne kadar ilgilendiğimiz oluyor. Her kategoride, yeteri kadar yeterli olmamız istenebiliyor. Ancak bu yeterliliğin sınırını kim belirliyor?
İlgi ve ilgisizlik alanları insan fıtratı ve sirkülasyonunu belirleyebiliyor. Toplum da buna göre şekilleniyor. Ve hatta çocuklarımız da…
Belki de en büyük açmazımız burada başlıyor. Çünkü modern (!) insan, hiçbir kategoride tam anlamıyla ‘yeterli’ hissedemiyor. Genellikle bu eksiklik hissi,
toplumsal eleştirilerin tezahürü şeklinde yansıyor.
Buradaki kırılma noktası ise iletişim. İnsanlar birbirleriyle açık, empatik ve samimi iletişim kuramadığında, gereksiz ilgi ya da ilgisizlik dengesi büyük bir soğuk savaşa evriliyor.
Sonuçta toplum, tek tek insanların kurduğu ilişkiler üzerine inşa ediliyor. Küçük dairelerimizden çıkamadığımız her an, geleceğimizin çıkmaz sokaklarını inşa ediyoruz.
Eksikliklerimizi saklamak yerine paylaşmayı öğrendiğimizde, ilgi ve alaka geleceğeçıkacaktır.
...WorldFood İstanbul 2025
İstanbul, her eylül ayında tatların da başkenti hüviyetine dönüşür. Bu yıl 33.’sü düzenlenen WorldFood İstanbul, Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi’nin geniş salonlarını ticaretin, kültürün ve mutfağın buluşma meydanına çevirdi. Ayak sesleri, farklı dillerde yükselen sohbetler, stantlardan yayılan taptaze kokular… Sanki tek bir fuar değil, dünyanın dört bir yanından gelen tatların kurduğu dev bir sofra...
Kazım Taycı’nın sözleri fuar için çok değerli
İHBİR Yönetim Kurulu Başkanı / Tayaş Gıda Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Kazım Taycı “WorldFood İstanbul’u Türk gıda sektörünün vitrini, dünyaya açılan en güçlü kapısı olarak görüyoruz” diyor.
Gerçekten de bu yıl 100’ü aşkın ülkeden 900’ün üzerinde satın almacının buluşması, Türkiye’nin gastronomi cazibesini adeta somutlaştırdı diyebiliriz.
Markalar arasında bir lezzet yürüyüşü
Fuarda attığım her adımda, başka bir hikâyeye dokundum. Bursa Kebap Evi, Portekiz’den pastel de nata ile şaşırttı; ulusal bir marka, küresel bir tatla sınırları kaldırıyordu adeta. Gaziantep’in Galez standında katmerin çıtırtısı, yuvalamanın inceliği, içli köftenin yoğunluğu Anadolu’nun mutfak mirasını bir nevi sahneye taşıyordu.
Kayseri’nin sesi ise Ziyafe Mutfağı’ndan yükseldi: Mantı ve donuk ürünlerle, yöresel mutfağı endüstriyel boyuta taşıma cesareti… Aktaşlar Pide’nin sıcacık pide kokusu ise sadece fuar salonunu değil, yaklaşık 50 ülkeyi sarıyordu.
Silivri’den Arslan Süt, kara maya ile mayalanmış yoğurdu ve ayranı ile “doğal olan”ın hâlâ en kıymetli seçenek olduğunu hatırlattı. Üstat Tatlı, geleneksel şerbetli lezzetlere yenilikçi dokunuşlarla nostalji ve modernliği aynı lokmada buluşturuyordu.
Burcu Gıda’nın yenileşme hareketi başta salça olmak üzere diğer ürünlerinin yansıra sarma, dolma ve pilav çeşitleriyle pratikliğin de damak çatlatabileceğini gösterdi. Gencer Zeytin’in sofralık inceliği, Gedik Piliç’in yılların “efsane”leşmiş ürünleri, Global Gıda’nın çocuklar için hazırladığı eğlenceli lezzetler, fuarın farklı köşelerinde birer mola noktasıydı.
Tatlı tarafında ise ayrı bir rekabet vardı: Kahramanmaraş Duka Baklava ile Bursa’nın Hacı Hasanoğulları, incelikli ustalıklarıyla adeta şerbetli bir sanat mücadelesine girdi. Anadolu’nun bereketi Aydın Nazilli Güldere incirleriyle, Bitlis’in Tülliana balı ile sergilendi. Isparta’dan Kadirzade, kendine özgü tatlılarıyla dikkat çekerken, Sorbe’nin ferahlatıcı tatları kalabalığa nefes aldırıyordu.
Sofra’nın glütensiz ürünleri, Ener Süt ve Adoba Gıda’nın süt ürünleri, Tarım Kredi Tedarik’in güven veren varlığı, sağlıklı beslenmeye duyulan ilgiyi görünür kıldı.
Sağlık, inovasyon ve anadolu’nun bereketi
Bu yıl fuarda yükselen temalardan biri hiç şüphesiz sağlıklı beslenmeydi. Glütensiz ürünler, vegan seçenekler, probiyotik çözümler… Sofra’nın ürünleri, Arslan Süt’ün kara mayalı yoğurdu, Global Gıda’nın çocuklara özel sağlıklı lezzetleri, tüketicinin yeni eğilimlerini açıkça ortaya koyuyordu.
Ama tüm bu modern arayışların ortasında Anadolu’nun kadim bereketi de unutulmadı. Nazilli’nin inciri, Bitlis’in balı, Silivri’nin yoğurdu, Gaziantep’in katmeri… Hepsi bir araya gelerek Türkiye’nin bugünün, geçmişin ve geleceğin mutfak mirasını temsil etti.
Özetle WorldFood bir fuardan fazlasıydı
Bence rakamlardan çok daha fazlasıydı WorldFood İstanbul 2025. 1.400 firma, 3.200 marka, 40’ın üzerinde ülkeden gelen profesyoneller… Evet, bunlar etkileyici istatistikler. Ama fuarı gerçek kılan, stantların ardındaki insan hikâyeleri… Geleneksel tatlıya yeni soluk katan usta, organik zeytinini doğaya bağlılıkla üreten çiftçi, glütensiz çözümlerle yeni nesle umut olan girişimci…
Dolayısıyla WorldFood İstanbul, Türkiye’nin mutfağını dünyaya sunan, Anadolu’nun toprağını küresel sofralara açan bir lezzet senfonisiydi adeta.
...Yapay zeka, günümüz dünyasında sadece teknoloji meraklılarının ilgi alanı olmaktan çıktı. Artık o, cebimize giren paradan, alışveriş yaptığımız pazara, aldığımız krediden, çalıştığımız işe kadar reel ekonomiyi dönüştüren yepyeni bir motor gücü haline geldi. Bu dönüşüm, kulağa her ne kadar bilim kurgu gibi gelse de, aslında çoktan gerçek hayatın içinde, her anımızı etkileyen somut bir olgu olarak karşımızda duruyor.
Yapay zekanın ekonomik etkileri, sadece verimlilik artışı veya maliyet düşüşü gibi geleneksel parametrelerle sınırlı değil. Aynı zamanda yeni iş modelleri yaratıyor, mevcut sektörleri yeniden şekillendiriyor ve küresel rekabet dinamiklerini değiştiriyor. Sunduğu imkanlar, ekonomik aktörlerin karar alma süreçlerini optimize etmelerine, riskleri daha doğru değerlendirmelerine ve geleceğe yönelik stratejilerini daha sağlam temeller üzerine inşa etmelerine olanak tanıyor.
Bankacılık sektörü ile başlayalım, yapay zekanın dönüştürücü gücünü en net hisseden alanlardan biri. Geleneksel bankacılık anlayışında kredi notu, kişinin geçmiş harcamaları ve finansal geçmişi gibi verilere dayanarak belirlenirdi. Ancak günümüzde, yapay zeka algoritmaları bu süreci saniyeler içinde kökten değiştiriyor. Artık kredi notunu sadece geçmiş harcamaların değil, çok daha geniş bir veri setinin analizi belirliyor. Yapay zeka destekli risk analizleri, potansiyel müşterilerin finansal sağlığını ve geri ödeme kapasitesini çok daha hassas bir şekilde ölçerek bankaların daha doğru kararlar almasını sağlıyor. Bu sayede, bankalar hem risklerini minimize ediyor hem de daha fazla kişiye finansal hizmet sunabiliyor.
Bir zamanlar komşudan kefil istenen günler geride kaldı. Şimdi teknolojinin geldiği nokta, telefondaki yüz tanıma sisteminin veya sesli asistanların senin kefilin olmasını mümkün kılıyor. Biyometrik doğrulama sistemleri, dolandırıcılığı önlemede ve müşteri güvenliğini sağlamada kritik bir rol oynuyor. Yapay zeka destekli sohbet robotları ve sanal asistanlar, müşteri hizmetleri deneyimini baştan aşağı yeniden tanımlıyor. Müşteriler, 7/24 bankacılık işlemlerini gerçekleştirebiliyor, sorularına anında yanıt bulabiliyor ve kişiselleştirilmiş finansal tavsiyeler alabiliyor. Bu durum, bankaların operasyonel maliyetlerini düşürürken, müşteri memnuniyetini ve sadakatini artırıyor. Ayrıca, yapay zeka, kara para aklama ve terör finansmanı gibi yasa dışı faaliyetleri tespit etmede de bankalara büyük kolaylıklar sağlıyor.
E-ticaret dünyasında da tablo aynı. Amazon’un sen daha aramadan önce istediğini biliyoruz tavrı, tamamen yapay zeka destekli öneri sistemlerinden geliyor. Bu sistemler, kullanıcıların geçmiş alışverişlerini, görüntüledikleri ürünleri, arama geçmişlerini ve hatta demografik bilgilerini analiz ederek kişiselleştirilmiş ürün önerileri sunuyor. Türkiye’de Trendyol, Hepsiburada gibi platformlarda gördüğün o tam sana göre ürünler aslında dijital bir asistanın seni senden iyi tanımasının sonucu. Bu kişiselleştirme, sadece müşteri deneyimini iyileştirmekle kalmıyor, aynı zamanda satışları artırarak eticaret şirketlerinin gelirlerini de doğrudan etkiliyor.
E-ticaretin sadece ön yüzünde değil, arka planında da kritik roller üstleniyor. Arz talep dengesini optimize etmek, lojistik rotalarını düzenlemek ve tüketici davranışlarını öngörmek gibi karmaşık süreçler, Yapay zeka algoritmaları sayesinde çok daha verimli hale geliyor. Örneğin, yapay zeka, belirli bir ürünün hangi bölgelerde daha çok talep göreceğini tahmin ederek stok yönetimini optimize ediyor. Bu sayede, depolama maliyetleri düşürülürken, ürünlerin müşterilere daha hızlı ulaşması sağlanıyor. Lojistik tarafında ise, en kısa ve en verimli teslimat rotalarını belirleyerek yakıt tüketimini ve teslimat sürelerini minimize ediyor. Yani klasik ekonomi kuralları, dijital bir kristal küreyle yeniden yazılıyor; bu da eticaretin sadece bir satış kanalı olmaktan çıkıp, akıllı ve dinamik bir ekosisteme dönüşmesini sağlıyor.
Yapay zekanın en şaşırtıcı ve somut etkilerini gösterdiği alanlardan biri de Tarım. Eskiden köylü, tarlasının verimi için yağmur duasına çıkardı; şimdi ise teknoloji, bu belirsizlikleri minimize ederek daha öngörülebilir ve verimli bir üretim süreci sunuyor. Dronelar, tarlaları havadan tarayarak bitki sağlığı, toprak nem oranı ve zararlı tespiti gibi konularda detaylı veriler topluyor. Bu veriler, yapay zeka algoritmaları tarafından analiz edilerek hangi alana ne kadar gübre ya da su gerektiğini milimetrik hassasiyetle belirliyor. Bu hassas tarım uygulamaları sayesinde, kaynak israfı önleniyor, maliyetler düşüyor ve ürün verimi önemli ölçüde artıyor.
Sadece ekim ve sulama süreçlerinde değil, hasat zamanının belirlenmesinden ürün kalitesinin analizine kadar tarımın her aşamasında kullanılıyor. Akıllı sensörler ve görüntü işleme teknolojileri, ürünlerin olgunluk seviyesini tespit ederek en uygun hasat zamanını belirliyor. Ayrıca, yapay zeka destekli robotlar, ot temizleme ve ilaçlama gibi işleri otomatikleştirerek insan gücüne olan ihtiyacı azaltıyor ve tarım işçiliğinin maliyetini düşürüyor. Reel ekonomiye dokunan en somut dönüşüm burada bile yaşanıyor; çünkü daha az girdiyle daha fazla ürün elde etmek, hem çiftçinin gelirini artırıyor hem de gıda fiyatlarının istikrarlı kalmasına yardımcı oluyor.
Tabi bir konu var ki o bu yazının konusu değil şimdilik: Bazı köylerde hala neredeyse 100 yıl önce gibi tarım yapıldığı düşünülürse bu değişim dönüşüm şimdilerde profesyonel tarım dediğimiz yapıyı bile sollamaya aday. Tabi burada ana konu uyum. Tarım sektöründeki yaş kategorisi ve eğitim düzeyi, bilinç hiç o seviyelerde olamadı ve teknoloji adaptasyonu sağlanması en zor alanlardan biri olarak hala boy gösteriyor maalesef.
Sağlık sektöründe de ise işler biraz hızlı. Hastalıkların teşhisinden tedavi süreçlerinin yönetimine kadar geniş bir yelpazede devrim niteliğinde değişiklikler yaratıyor. Özellikle yapay zeka destekli görüntüleme sistemleri, radyoloji ve patoloji gibi alanlarda insan gözünün fark edemeyeceği detayları yakalayarak hastalıkları çok daha erken teşhis edebiliyor. Bu erken teşhis, sadece hastaların yaşam kalitesini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda tedavi maliyetlerini de önemli ölçüde düşürüyor. Burada da doktorların direnişi söz konusu :)
Ekonomi gerçek kısmı burada devreye giriyor çünkü bu sayede devletlerin sağlık harcamaları azalıyor, sigorta şirketleri farklı modeller geliştiriyor, bireyler de daha uygun primlerle sağlık hizmeti alabiliyor. Yapay zeka, ilaç geliştirme süreçlerini de hızlandırıyor. Yeni moleküllerin keşfinden klinik deneylerin tasarımına kadar her aşamada Yapay zeka destekli analizler, Arge maliyetlerini düşürürken, yeni ilaçların piyasaya sürülme süresini kısaltıyor. Hastane yönetiminde ise randevu sistemlerinin optimizasyonundan yatak kapasitesi yönetimine kadar birçok alanda verimlilik sağlıyor. Yapay zeka, sağlık sektöründe hem insani hem de ekonomik açıdan sürdürülebilir bir gelecek inşa etmemize yardımcı oluyor.
Otomotiv fabrikalarındaki yapay zeka destekli robotlar, hataları anında fark edip duruma müdahale ediyor. Bu, Endüstri 4.0 olarak adlandırılan dördüncü sanayi devriminin temelini oluşturuyor. Üretim süreçlerini baştan sona optimize ederek, insan hatasını minimize ediyor ve üretim kalitesini artırıyor. Sensörler aracılığıyla toplanan büyük veri, algoritmalar tarafından analiz edilerek üretimdeki darboğazlar, potansiyel arızalar ve verimsizlikler önceden tespit edilebiliyor. Bu sayede, önleyici bakım uygulamaları devreye sokularak beklenmedik duruşlar engelleniyor ve üretim kesintisiz bir şekilde devam ediyor.
Yapay zeka destekli robotlar, sadece montaj ve taşıma gibi tekrarlayan görevleri yerine getirmekle kalmıyor, aynı zamanda karmaşık kalite kontrol süreçlerini de üstleniyor. Üretilen her ürün, yapay zeka tabanlı görüntü işleme sistemleri tarafından detaylı bir şekilde incelenerek en küçük kusurlar bile tespit edilebiliyor. Sonuç? Daha kaliteli ürün, daha düşük fire, daha güçlü ihracat. Bu durum, şirketlerin rekabet gücünü artırırken, ülke ekonomisine de katma değer sağlıyor. Yani yapay zeka sadece bir teknoloji değil, aynı zamanda ülke ekonomisinin büyüme kası; çünkü üretimde sağladığı verimlilik ve kalite artışı, doğrudan ekonomik büyümeye ve uluslararası ticaretteki payın artmasına katkıda bulunuyor.
Yapay zeka ve reel ekonominin yeni denklemi kuruluyor. Zeka yapay olabilir ama etkisi gayet gerçek: İşimizi, gelir modelimizi, tüketici alışkanlıklarımızı ve hatta devletlerin ekonomik stratejilerini dönüştürüyor. Yapay zeka, sadece teknolojik bir araç olmanın ötesinde, ekonomik büyümenin, verimliliğin ve rekabetçiliğin temel itici gücü haline gelmiş durumda. Bu dönüşüm, geleneksel ekonomik teorilerin ve modellerin yeniden gözden geçirilmesini gerektiren, yepyeni bir ekonomik düzenin habercisi.
Yapay zekanın reel ekonomi üzerindeki etkisi, sadece mevcut süreçleri optimize etmekle kalmıyor, aynı zamanda daha önce mümkün olmayan yeni iş alanları ve sektörler yaratıyor. Veri analistleri, yapay zeka mühendisleri yada uzmanları, etik uzmanları gibi yeni meslekler ortaya çıkarken, mevcut mesleklerin de yapısı değişiyor. Bu durum, iş gücünün yeniden yeteneklendirilmesi ve eğitim sistemlerinin bu yeni ihtiyaçlara göre adapte edilmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Devletler ve uluslararası kuruluşlar, yapay zekanın ekonomik potansiyelini en üst düzeyde kullanabilmek için stratejiler geliştirmekle regülasyonlar oluşturmakla ve arge yatırımlarını teşvik etmekle meşguller şu sıralar.
Ekonomi kitaplarında yazmayan yeni bir denklem oluşuyor...
Yapay zeka, Reel ekonomi birlikteliği yani yepyeni bir düzen. Ve bu düzenin şifresi basit!
Zeka yapay, ekonomi gerçek… ama dönüşüm kaçınılmaz. Bu dönüşüm, hem bireyler hem de kurumlar için büyük fırsatlar sunarken, aynı zamanda adaptasyon ve öğrenme süreçlerini de beraberinde getiriyor. Yapay zekanın sunduğu bu yeni ekonomik paradigmayı anlamak ve ona uyum sağlamak, gelecekteki başarının anahtarı olacak gibi görünüyor.
Kaseti geri saralım yıl 1984… Milli Takımımız, İngiltere’ye 8-0 mağlup oluyor. Aradan 41 yıl geçmiş ve yıl 2025! Uçan, kaçan Millilerimiz, İspanya karşısında 6-0’lık ezici bir sonuç alıyor. Tarihin kara kaplı ya da tozlu raflarına Montella’nın rezilliği de ekleniyor. Mesele aslında İspanya’ya karşı kaybetmek değil. Kaybedersin, bu oyunun kaderinde var! Hiç mücadele etmeden, hatta rakibini analiz etmeden Gürcistan karşısında kazandığın ezber kadroyla saha çıkarsan hezimet kaçınılmaz olur. Nitekim dün gece tüm Türkiye bunu yaşadı.
İstifa da hizmettir!
Ekranları başında maçı takip eden milyonlardan Montella’nın farkı neydi? Bence, mücadeleyi saha kenarı da izlemesiydi! Kabus dolu 90 dakikada sıfır üretkenlik. Saha içine dair ne konuşabiliriz ki? Savunma yok, hücum yok… Tek olumlu görebildiğim direnmeye çalışan Uğurcan Çakır! O da bir yere kadar. Hiç lafı gevelemeye gerek yok. Milli Takımı bu seviyelere düşüren ve kendini sorumlu hisseden her kim varsa direkt istifa etmeli. Eminim ki Türkiye’ye bu şekilde de en iyi hizmeti vermiş olacaktır. Montella kocaman bir sıfırı daha karnesi yazdı. Yeri geldiğinde nasıl hakkını teslim ettiysek, şu an da Montella, Milli Takım’ın hakkını istifayla teslim etmeli!
Unutmayın kaybetmek ve rezil olmak arasında ciddi bir fark var. Umarım bu rezillik bir daha yaşanmaz. İspanya’nın olduğu grupta hedefimiz ikincilik olması doğal. İkinci olarak grubu tamamlama gücümüz de var fakat bu skorun kabul edilecek hiçbir yanı yok. Kalan maçlarımızı da düşünerek fatura kesilmeli!
...Tufan, insanlık tarihinin en eski hafızalarından biridir. Gılgamış Destanı’ndan Tevrat’a, Kur’an’dan Yunan mitlerine kadar farklı kültürlerde aynı hikâye tekrar eder: İnsanlık adaletsizliğe, zulme ve çürümüşlüğe gömüldüğünde, sular yükselir; kurtuluş ise bir gemiye sığınanlarla mümkündür. Nuh’un Gemisi, bu yüzden yalnızca bir kurtuluş aracı değil, bir sorumluluk sembolüdür: canlıları, hafızayı ve insanlığın geleceğini taşıyan bir umut mekânı.
Bugün Gazze’de gökyüzünden yağan bombalar, susuz bırakılan çocuklar, boş tencerelerin başında sessizleşen anneler bize gösteriyor ki tufan yeniden başlamıştır. Gazze, yalnızca bir şehir değil, insanlığın sınav kâğıdıdır. İki milyon insanın üzerine çöken bu “küçük kıyamet”, sekiz milyarlık bir kalabalığın vicdanını tartıyor. Bir yanda açlığa, kuşatmaya rağmen varlığını haykıranlar; öte yanda suskunluklarıyla zulmü meşrulaştıranlar. Filistinli yazar Elias Sanbar’ın dediği gibi: “Yeryüzünde hiçbir halk, yok sayıldığında bile varlığını bu kadar ısrarla savunmamıştır.” Gazze, bu sözün ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Ve işte bu tufanın ortasında, denizde yol alan gemiler beliriyor. Sumud Filosu, Zaytouna-Oliva, El-Awda, Handala, Madleen… Bu tekneler yalnızca yiyecek, ilaç ya da battaniye taşımıyor. Her biri koca bir sorumluluk; insanlığın onurunu, hafızasını ve direncini sırtlıyor. Gemiler kuru yük değil, insanlık taşıyor. Mevlânâ’nın Mesnevî’de : “Gemilere binenler yalnızca bedenlerini değil, ruhlarını da kurtarır.” Der.Bugün Akdeniz’in dalgaları üzerinde yol alan tekneler, insanlığın ruhunu tufandan korumaya çalışıyor.
Bu deniz yolculuğu yeni değil. 2008’de Free Gaza ve Liberty, bütün engellere rağmen Gazze sahillerine ulaştığında bu sıradan bir yolculuk değildi. O küçücük tekneler, büyük devletlerin sessizliğine karşı insanlığın sesini taşıdı. 2016’da kadınların yol aldığı Zaytouna-Oliva, 2018’de El-Awda, 2023’te Madleen ve Handala engellendi. Ama her seferinde aynı şey oldu: baskınlar ve sessizlik, ama aynı zamanda yeniden uyanan hafıza. Filistinli yazar Ghassan Kanafani’nin dediği gibi: “Küçük bir kıvılcım, bütün bir karanlığı teşhir etmeye yeter.” Bu tekneler o kıvılcımı taşımaya devam etti.
Ve hiç unutulmayan bir gece: 2010’da Mavi Marmara’ya uluslararası sularda yapılan saldırı. On Türk aktivistin şehadeti, uluslararası hukukun nasıl yok sayılabileceğini bütün çıplaklığıyla gösterdi. O gün güvertede akan kan, aslında 2023’te başlayacak büyük Gazze yıkımının habercisiydi. Çünkü dünya bu saldırıdan sonra sessiz kalmayı seçti. Sessizlik ise kötülüğün en büyük suç ortağı oldu. Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un sözünü hatırlatmak gerekir: “Asıl felaket, insanın başkasının acısını kendi acısı gibi hissedememesidir.” Mavi Marmara’da yaşanan tam da buydu.
Bugün Gazze’de açlık bir silaha, suyun yokluğu bir kuşatmaya, ilaçsızlık bir infaza dönüşmüş durumda. Çocuklar un çuvallarının gölgesinde oyun oynamaya çalışıyor, anneler boş tencerelerin önünde sessizleşiyor. Dünya bu tabloya bakarken diplomatik pazarlıklara sıkışıyor. ABD’nin açık desteği Siyonist yapıyı cesaretlendiriyor; uluslararası mekanizmalar etkisiz, egemen güçler kayıtsız. Fakat halkların vicdanı, kıtalar arası bir dalga gibi ayağa kalkıyor. Paris’ten İstanbul’a, Kuala Lumpur’dan New York’a meydanlarda aynı slogan yankılanıyor: Özgürlük! Bu dip dalga, devletlerin hesaplarını aşıyor; insanlık ittifakı büyüyor.
Bu noktada Türkiye’nin rolü, yalnızca siyasi bir aktör olmanın ötesindedir. İstanbul’dan Akdeniz’e açılan Mavi Marmara, Anadolu’nun vicdanının denize yazdığı bir destandı. O günün hafızası, Türkiye’nin Gazze konusundaki duruşunu bir ülke meselesi olmaktan çıkarıp, insanlığın ortak sorumluluğuna dönüştürdü. Çünkü Gazze, yalnızca Filistin’in değil, insanlığın sınavıdır.
Platon, Devlet’te adaletin kaybolduğu toplumların tufana sürükleneceğini söyler. Ona göre bir düzen, adaleti kaybettiğinde kendi kendini batırır. Gazze’nin yaşadığı kuşatma ve dünyanın suskunluğu, bu kadim uyarıyı doğruluyor. İbn Haldun ise zulmü toplumların çöküşünün en kesin işareti sayar. Bugün Gazze’de yaşanan zulüm, yalnızca bir halkı değil, insanlığın ahlâk düzenini de çökertiyor.
Tarih bize defalarca öğretti: İnsanlık yüzünü vicdandan çevirdiğinde tufanlar kaçınılmaz olur. Gazze, işte bu yüzden yalnızca bir şehir değil; insanlığın hafızasını yeniden yazan bir tufan sahnesidir. Yardım gemileri de bu sahnede yeni birer Nuh’un Gemisi’dir. Belki ablukayı tek başına kıramazlar, ama unutturulmak istenen hakikati haykırırlar: Onurlu bir mücadele, suskunluktan elbette büyüktür.
Gazeteci Fulya Öztürk’ün Tunus’tan söylediği cümle, bütün bu destansı tabloyu özetler niteliktedir:
“İnsanlık için Gazze’den ötesi yok.”
Şair Adonis diyor ki: “Bazen şiir, hayatın ta kendisidir; çünkü şiir, unutulanı hatırlatır.”
Gazze’de bugün şiir, enkazların arasından yükseliyor; denizde yol alan gemiler, bize şiirin en yalın hâlini hatırlatıyor: Yaşamak, direnmek, onurlu kalmak. Unutulan insanlığı hatırlamak ...
Gazze
Gazze bir gemidir tufan içinde,
Vicdanlar yürür, onur peşinde.
Çocuk nefesidir yelken ucunda,
Gazze insana en derin şiirdir.
Kuru gürültü değil, taşır kalbin yükünü,
Unutmaz asla insanlık gününü.
Bir anne gözyaşı çizer yönünü,
Gazze insana en derin şiirdir.
Dalgalar vururken sancak yanına,
Hakikat düşer her bir kıtasına.
Nuh’un Gemisi’dir çağlar başına,
Gazze insana en derin şiirdir.
...Bir genç düşünün… Elinde telefon, kulağında kulaklık ve gözleri ekranda. Ama aslında o, sadece sosyal medyada gezinen biri değil; kimliğini, benliğini, dünyadaki yerini arayan bir yolcu. Önceki kuşaklar kimliklerini sokakta, okul bahçesinde, dost meclislerinde kurarken; bugünün genci kimliğini ekrandaki piksellerin arasında, algoritmaların işaret ettiği yollarda arıyor.
Bu yeniçağın gençleri için “ben kimim?” sorusunun cevabı artık nüfus cüzdanında değil. Bir paylaşımın altındaki beğenilerde, çevrimiçi oyunlardaki avatarlarında, bazen bir influencer ağzından duydukları cümlelerde. Kimlik, görünürlük ile kayboluş arasında her gün yeniden kuruluyor.
Evet, dijital dünya gençlere çok geniş bir sahne açıyor. Kendini gösterebilmek, sesini duyurabilmek artık her zamankinden kolay. Ama aynı sahne, başka bir risk de taşıyor: Gençlerin kendi sesleri, küresel gürültü ve patırtının içinde kaybolabiliyor. Kendi köklerinden koparılarak, başka bir kültürün gölgesinde silikleşebiliyor.
İşte bence asıl mesele de tam da burada başlıyor!
Kıymetli dostlar, değerli okuyucularım, İhlas Holding çatısı altında Dijital Varlıklar bünyesinde gençlere ait mecraların hepsini çok önemsiyorum. Çok şükür “Genç TG”, onların kendilerini ifade edebilecekleri etkili bir alan oldu. XTG Spor, gençleri sporun birleştirici ruhuyla buluşturuyor, buluşturmaya da devam ediyor.
İDA E-Spor’un, gençleri yalnızca oyunların seyircisi değil, kendi dünyalarının aktörleri haline getiriyor. Tüm bu çalışmalar, gençlerin asimile olmadan kendi kültürleriyle, kendi dilleriyle var olabilmeleri için açılmış alanlar. Kurum olarak gençlerimizin sadece tüketici değil, üretici olmasına çok kıymet veriyoruz.
Bir yanda dijital dünyanın akışı, diğer yanda Anadolu’nun kökleri… Bizim gençlerimiz bu iki dünyanın arasında yürüyor. Bir gün dedesinin anlattığı bir masalı dinleyip kendi hikâyesini öğreniyor, ertesi gün bir e-spor turnuvasında dünyanın başka bir ucundaki akranıyla aynı heyecanı yaşayabiliyor. Bu çift yönlü yolculuk en büyük zenginliğimiz değilse nedir? Biz inanıyoruz ki gençlerimiz kimliğini kaybetmeden evrenselleşebilen bir gençlik olabilir, hem de bu ülkenin ve dünyanın geleceğine rahatlıkla yön verebilirler.
Unutmamak gerekir ki gençler, kimliklerini dijitalde ararken asıl cevabı yine kendi hayatlarında buluyorlar. Size absürt gelebilir ama onlar bir fotoğraf karesi, bir oyun ekranı, bir paylaşımın gelip geçici olduğunun farkındalar artık. Onlar kendi değerlerini taşıyabilen, kendi hikâyesini anlatabilen genç olmak istiyor. Bunu onlarla konuştuğum zaman rahatlıkla fark edebiliyorum. İşte bu gözlerinin içi parlayan gençlerimizi ne algoritmalar teslim alabilir, ne de bir başkasının gölgesinde kaybolurlar.
Sevgili genç kardeşim, bu çağ sizden çok şey istiyor. Ama aynı zamanda sizlere gerçekten müthiş imkanlar sunuyor. O yüzden kendinizi kaybetmeden görün, kendi sesinizle konuşun, kendi hikâyenizi yazın. Zira sonunda hepimiz biliyoruz ki asıl mesele ne kadar göründüğümüz değil, hangi değerlerle göründüğümüzdür diyorum.
Kıymetli genç kardeşim, bu yazıyı sizinle yol arkadaşlığı yapmak için kaleme aldığımı bilmenizi istiyorum. Biliyorum ki yarınları kuracak olan sizlersiniz. Kimliğinizi kaybetmeden, kendi sesinizle bu çağda var olmanızı istiyorum. Biz yöneticiler ağabeyleriniz olarak güçlenmeniz, değerlerinizle hareket etmeniz için ellerimizden ne geliyorsa yapmaya gayret göstereceğiz. Hiç kuşkunuz olmasın.
Haftaya cuma günü yine buluşmak dileğiyle… Özellikle siz gençlerle, yeniden..
...