Ortadoğu siyasetini anlamak isteyenlerin önce hafızayı yoklaması gerekir. Çünkü bu coğrafyada hiçbir şey “bugün”le başlamaz. Mossad ile Kürtlerin teması da öyle… Hikâye, 1950’lerin sonunda İsrail’in kurucu lideri David Ben-Gurion’un “çevre doktrini” ile başlar.
İsrail, Arap kuşatmasını kırmak için Arap olmayan unsurlarla; İran, Türkiye ve Kürtlerle bağ kurmak zorundaydı. İşte bu noktada, Irak-İran-Türkiye üçgeninde sıkışmış Kürtler, Tel Aviv için bulunmaz bir partnerdi.
1963’te Mossad, Molla Mustafa Barzani ile temasa geçti. Barzani, Sovyetlerden uzaklaşıp Batı’ya yaklaşmak istiyordu. İsrail ise Kürtleri Irak’a karşı vekâlet gücü olarak kullanmayı planladı. Peşmergeye askeri eğitim verildi, telsiz sistemleri kuruldu, silah sevkiyatı yapıldı. Hepsi İran üzerinden, SAVAK koordinasyonuyla yürütüldü.
Sonuç ortadaydı: Irak ordusu kuzeyde bağlandı, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında cepheye tam kapasiteyle inemedi. İsrail nefes aldı, Kürtler umutlandı.
1975 Travması: İhanet Duvarı
Ama bu evlilik uzun sürmedi. 1975 Cezayir Anlaşması ile İran Şahı, Irak’la anlaştı ve Kürtleri bir gecede yüzüstü bıraktı. Mossad da çekildi. Barzani’nin “Amerika ve İsrail bizi sattı” sözleri, Kürt hafızasında derin bir iz bıraktı. Bugün hâlâ Kürt siyasetinde bu travma konuşulur.
İşte bu yüzden Kürtler, dış güçlerle ilişkilerinde hep “ihtiyatlı pragmatizm” uygular. Dostluk değil, çıkar üzerinden yürüyen bir çizgi…
1991 Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge oluşturulunca, Kürtler fiilen özerklik kazandı. Mossad yeniden devreye girdi. 2003 Irak işgaliyle beraber ise iddialar ayyuka çıktı: Mossad, Kürt bölgesinde üsler kurdu, İran’a karşı istihbarat ağını buradan örgütledi.
2000’lerden itibaren İsrail’in Kürtlerle ilişkisinin odak noktası İran’ın nükleer programı oldu. 2014’ten sonra ise enerji boyutu öne çıktı: KBY’nin petrolünün önemli bir kısmı İsrail’e gizlice satıldı.
Bugün, Mossad-Kürt ilişkileri Türkiye’nin güvenlik hesaplarında da kilit bir dosya. Çünkü mesele artık sadece Irak’ın kuzeyiyle sınırlı değil.
Suriye hattında: PKK/YPG yapılanması, ABD’nin açık desteğiyle ayakta dururken, İsrail’in de bu koridoru dikkatle izlediği biliniyor. Tahran’ın Suriye’deki nüfuzunu sınırlamak isteyen Tel Aviv için, Fırat’ın doğusu stratejik bir izleme noktasıdır. Bu durum Ankara’nın güvenlik endişelerini daha da derinleştiriyor.
İran boyutunda: Mossad’ın Kürt bölgesinden yürüttüğü en önemli faaliyet, İran’a dair istihbarattır. Tahran’ın nükleer dosyası ve bölgesel hamleleri, Kuzey Irak üzerinden takip ediliyor. Bugün dahi Mossad’ın en büyük saha kaynaklarından birinin Kürtler olduğu yönünde iddialar var.
Türkiye ekseninde: Ankara, PKK tehdidini sadece Kandil’de değil, Suriye’nin kuzeyinde ve Avrupa’daki diaspora ağında görüyor. İsrail’in, Kürt kartını gerektiğinde masaya koyabilme ihtimali, Türkiye-İsrail ilişkilerinde derin bir gölge olarak varlığını sürdürüyor.
Türkiye, bu tabloyu sadece terörle mücadele açısından değil, jeopolitik denge açısından da okuyor. Çünkü İsrail-Kürt hattının güçlenmesi demek, Türkiye’nin güney sınırında yeni bir “vekil yapı”nın kalıcılaşması demektir.
Bu yüzden Ankara, son dönemde hem Tel Aviv’le normalleşme kanallarını açık tutmaya çalışıyor, hem de sahada kararlılıkla operasyon yürütüyor. Zira tarih göstermiştir ki, dış güçlerle kurulan vekil ilişkilerin en ağır faturası bölge ülkelerine çıkar.
Türkiye ile İsrail arasında son yıllarda başlayan normalleşme süreci, bölgesel dengeleri değiştirme potansiyeli taşıyordu. Büyükelçiler geri döndü, ekonomik ve diplomatik temaslar hız kazandı. Ankara, bu süreci hem Doğu Akdeniz enerji denklemi hem de Washington hattında manevra alanı genişletmek için değerlendirdi.
Ama 7 Ekim sonrası patlayan Gazze savaşı tüm dengeleri sarstı. İsrail’in Gazze’deki operasyonları, Türkiye’de kamuoyunu ayağa kaldırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Netanyahu ile artık görüşmeyeceğim” çıkışı, normalleşmenin önüne kalın bir duvar ördü.
Bu gelişme, sadece diplomatik ilişkileri değil, Mossad-Kürt hattının Türkiye’ye bakan yüzünü de daha hassas hale getirdi. Çünkü Ankara için İsrail’in Kürtlerle kurduğu bağ artık sadece Irak meselesi değil; Suriye’nin kuzeyinde, Gazze’nin gölgesinde, tüm bölgesel güvenlik zincirinin bir halkasıdır.
Ankara, sahadaki gerçeği masa başı diplomasiden çok daha iyi okuyor. Bu yüzden son yıllarda aralıksız askeri operasyonlar yürütüldü:
Fırat Kalkanı (2016) ile Suriye’nin kuzeyinde DEAŞ ve YPG’ye darbe vuruldu.
Zeytin Dalı (2018) ile Afrin bölgesi terörden temizlendi.
Barış Pınarı (2019) ile Tel Abyad–Resulayn hattında YPG yapılanması dağıtıldı.
Pençe-Kilit serisi (2020 sonrası) ile Irak’ın kuzeyinde PKK’nın barınma alanlarına sürekli baskı kuruldu.
Bu operasyonlar, Türkiye’nin şu mesajını netleştirdi:
“Ortadoğu’da bizim güvenliğimizi tehdit eden hiçbir vekil yapı, hangi güç tarafından desteklenirse desteklensin, sahada tutunamayacaktır.”
Ankara’nın kararlılığı, Mossad-Kürt hattına da dolaylı bir uyarı anlamı taşıyor. Çünkü Türkiye, sadece masa başı söylemle değil, askeri kapasitesiyle sahada var olduğunu gösteriyor.
Mossad-Kürt ilişkisi ne romantiktir ne de dostane. Bu ilişki, Ortadoğu’nun sert gerçeğini gösterir: dostluk yoktur, çıkar vardır.
İsrail için Kürtler, Arap ve İran kuşatmasını yarmanın yoludur. Kürtler için İsrail, uluslararası yalnızlığı kırmanın kapısıdır.
Ama Türkiye için mesele çok daha çıplak bir gerçeğe işaret ediyor: Güney sınırında, etnik fay hatları üzerinden kurulan her ittifak, bölgenin güvenliğini doğrudan tehdit eder.
1975’te yaşanan ihanet duygusu, Kürt hafızasında nasıl silinmediyse; bugün de Ankara’nın hafızasında bu kartın nasıl oynanabileceğine dair derin bir bilinç vardır.
Ve şu soru bugün her zamankinden daha gür bir şekilde karşımızda duruyor:
Ortadoğu’da hangi dostluk, çıkarın gölgesini aşabilir?
...Teknolojinin kalbinde ritim vardır. Kod satırları bir programın nabzını tutar; 1’ler ve 0’lar belli bir dizilişle yan yana geldiğinde sistem çalışır.
Edebiyatta ise ritmin adı vezindir. Ve bizim klasik edebiyatımızda bu ritim, aruz vezni ile atar.
Düşünsene, bugün yapay zeka kodları neyse, o günün divan şairi için mef’ûlü mefa’îlü mefa’îlü fe’ûlün oydu.
Meşgul yalnızım, akla küstü zeka
Göz önündedir, rüya diye hayal
Aklı susandır, rol yapandır zeka
Hayal gerçeğe, rüya döner masal
Ucuz akıllar, zekayı satar paha
Rüya övülür, hayal edilir helal
BK
Aruz için analog dünyanın algoritması desek sanırım yanlış olmaz.
Aruz vezninde her kelimenin, her hecenin uzunluğu belirlenir. Uzun heceler 1,5 birim, kısa heceler 1 birim sürede okunur. Bu da kod yazarken kullandığımız if–else mantığına çok benzer: şartlar, bloklar, tekrar eden döngüler.
Mesela şiirinin ilk mısraı “Meşgul yalnızım, akla küstü zeka”yı alalım. Burada her hece uzun–kısa sistemine göre mef’ûlü mefa’îlü gibi bir matematiğe oturuyor.
Kod dünyasında bu, while (yalnızlık == true) { zeka.aklaKüser(); } gibi bir döngüye dönüşebilir.
Zeka: Eskiden İlham, Şimdi Ürün
Bu dizelerde zeka, kırgın bir karakter. “Akla küsmüş”, “rol yapmış” hatta ucuz akıllara satılmış.
Bugünün teknolojisinde de aynı durum var. Zeka artık bir ilham değil, paketlenmiş, api'si çıkarılmış, aylık abonelikle satılan bir ürün.
Aruzun titiz ölçüsü, bir şiirde anlamı bozmamak için nasıl kural koyuyorsa, algoritmalar da kullanıcı verisini işlemek için kural koyuyor. Ama kural, ruhu korumuyorsa ortaya “rol yapan zeka” çıkıyor.
Hayal – Rüya – Masal Döngüsü
“Hayal gerçeğe, rüya döner masal” dizesi bana şunu düşündürüyor: Girişimcilik dünyasında fikirler önce hayal olarak başlar, yatırım alınca gerçek gibi görünür, ama ölçeklenemezse masal olur.
Bu döngü, tıpkı bir yazılım projesinin “beta–launch–sunset” aşamalarına benziyor.
Aruz vezni ise bu döngüyü düzenler, ritmi korur. Kodda ise bu işi cron job veya scheduler yapar.
“Ucuz akıllar, zekayı satar paha” burada hem klasik hem modern dünyanın en sert eleştirisi var. Aruzda bir heceyi yanlış ölçmek bütün vezni bozar; teknolojide ise “ucuz akıl” ile yazılmış kod, bütün sistemi çökertebilir.
Bugün chatgpt, midjourney, copilot, gemini gibi araçlarla “zeka” paketlenmiş durumda. Ama bu zekayı yöneten akıl, kaliteli değilse ortaya çöp çıkar. Kodun da şiirin de değeri, onu yazanın ustalığında. Girdiğimiz promptların değerini anlamamız gerekiyor.
Son dizede “Rüya övülür, hayal edilir helal” var. Bu bana bugünkü kültürel dönüşümü hatırlatıyor...
Herkes “yapay zeka bizim hayatımızı değiştirecek” diye rüya satıyor, ama gerçek hayali (yani toplumsal faydayı) kimse peşinde koşmuyor.
Aruzda gerçek hayal, mısraların içine saklı anlamdır; kod dünyasında ise bu, “hidden feature” ya da “easter egg”tir. Herkes onu bulamaz, ama bulan oyunun tadını çıkarır.
Aruz ve Algoritmanın Ortak Sırrı
Aruz vezni de, algoritma da disiplin ister.
Aruzda: Her hece uzun/kısa, vezin bozulursa bütün şiir çöker.
Kodda: Her blok doğru girilmeli, yoksa compiler hata verir.
İkisinde de “ritim” doğru ayarlanmazsa, şiir de kod da çalışmaz.
Yani aruz, divan şairi için bir syntax kuralıdır. Mef’ûlü, mefa’îlü, fe’ûlün… Bunlar, bugünkü Python’un girinti kuralları, JavaScript’in süslü parantezleri gibidir.
Neden Aruz Hala Önemli?
Çünkü aruz, insan zihninin ritim ihtiyacını karşılar. Kod ise makinenin ritim ihtiyacını. Satırlarımda bu ritim var; ama mesaj modern: Zekanın değerini bilmeyen dünyada, ritim tutsa da melodi kaybolabilir.
O yüzden hem şair hem programcı, sadece formu değil ruhu da korumalı.
“Mef’ûlü Mefa’îlü” sadece bir vezin kalıbı değil, geçmişin ritmi ile bugünün algoritması arasında köprü. Dşzelerimle, aruzun disiplinini modern zeka tartışmalarına taşımaya çalıştım. Bu, hem eski hem yeni dünyanın ortak kodu: Kurallar anlamı korumak için var.
Kuralsız zeka, rol yapan zekadır.
Kuralsız hayal, masala döner.
Kuralsız kod, çalışmaz.
Belki de aruz bize şunu hatırlatıyor: Makineye kod, insana vezin…
Ama ikisine de ruh lazım.
Gelenekten Geleceğe Kıbrıs Mutfağı:
Kıbrıs, tarih boyunca sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış bir ada… Her bir kültür, adanın zengin mutfak mirasına kendi izini bırakmış; Osmanlı’dan Roma’ya, Arap’tan Bizans’a uzanan bir yemek serüveni doğmuş. İşte bu zengin miras, KKTC Cumhurbaşkanı’nın eşi Sayın Sibel Tatar’ın öncülüğünde hayat bulmuş ve kısa süre önce “Gelenekten Geleceğe Kıbrıs Mutfağı” adlı kitapla kalıcı bir arşive dönüştürülmüş.
Sibel Tatar Hanımefendi ile “Gelenekten Geleceğe Kıbrıs Mutfağı” üzerine konuştuk.
Sibel Hanım, Kıbrıs mutfağının değerini ve önemini anlatırken, açık sözlü bir şekilde, bu kültürel mirasın geçmişte yeterince önemsenmediğini vurguluyor:
“Bu kitabın çıkış şekli, aslında kültürel mirasımızın çok önemli bir kısmı olan Kıbrıs mutfağının açıkçası biraz ihmal edilmiş olduğunu düşündüğümden kaynaklandı.”
Kitabın ortaya çıkışı, bir yemek kitabı hazırlamaktan öte bir misyona dayanıyor: Kıbrıs mutfağını gelecek kuşaklara aktarmak ve yaşatmak.
Sibel Hanım bu konuda şöyle diyor:
“Bu mutfağımıza sahip çıkmak, bir kültüre sahip çıkmak demek, onu aynı zamanda yaşatmak demektir. Dolayısıyla gençlerimize, geleneğimizin bir parçası olan bu mutfak kültürünü de yansıtmamız gerekiyordu.”
Kitap, Sibel Hanım’ın liderliğinde üç değerli akademisyenle birlikte hazırlandı: Mustafa Şah, Erhun Ekinci ve Prof. Dr. Tülen Saner. Uzun ve yorucu bir çalışma sürecinden geçen ekip, Kıbrıs mutfağının antik ve otantik yönlerini titizlikle belgeledi. Kitabın en heyecan verici bölümü, yıllarca sözlü olarak aktarılan tarifleri ve tarihi bilgileri kayıt altına almasıdır.
Görseller de ayrı bir özenle hazırlandı; yemek fotoğrafları, tarihi konaklarda, geleneksel masa düzenleri ve özel objeler kullanılarak çekildi. Özellikle Kıbrıs’ın ünlü macun geleneği (ceviz macunu, incir macunu, turunç macunu) ve bu macunlarla sunulan iki uçlu özel çatallar öne çıkarıldı.
Sibel Hanım, kitap çalışmaları sırasında kendi çocukluk anılarını da paylaştı. Annesinin pilavuna, kabak böreği ve nor böreği, onun için sadece lezzet değil, aynı zamanda geçmişe uzanan bir bağ:
“Annemi kaybettikten sonra özellikle pilavuna, çörek ve kabak böreğine her dokunduğumda annemin kokusunu, sanki iliklerime kadar hissederim.”
Kitapta ayrıca Kıbrıs mutfağının etkilediği farklı kültürlere dair detaylı bilgiler de yer alıyor: Osmanlı’nın damgasını taşıyan yemeklerden Arap mutfağından miras kalan molohiya ve humus, İran etkilerine ve Bizans döneminden günümüze ulaşan tariflere kadar geniş bir yelpaze sunuluyor.
Gastronomi ve turizmin birbirini tamamlayan iki önemli unsur olduğunu vurgulayan Sibel Hanım, Kıbrıs mutfağının turizm potansiyelini yeterince kullanamadığını ifade ediyor. Kitabın amacı hem yerel hem de uluslararası gastronomi meraklılarının adanın zengin lezzetlerini keşfetmesini sağlamak:
“Bence en önemli kısım buydu. İnsanlara dediniz ki Kıbrıs mutfağı çok güzel. Evet, çok güzel ve zengin. Farkında mısınız?”
Kitap aynı zamanda tarihi ve yazılı kaynaklardan yoksun bir mutfak kültürünü kayıt altına almak için bir ilk niteliğinde. Eski belgeler, gastronomi veya mutfak kitabı olarak değil, tarih kitapları veya romanlar içinde yer alan küçük bilgiler dahi bir araya getirildi. Örneğin, Aslan Yürekli Richard’ın Kıbrıs’taki kraliyet düğününde Kolakas yemeğini ikram etmesi, bu kapsamda kitaba dahil edildi.
Sibel Hanım, Kıbrıs mutfağının dünya mutfakları içinde hak ettiği değeri bulmasını arzuluyor:
“Kıbrıs mutfağı çok zengin; birçok kültürden etkilenmiş ve iz bırakmış, çok lezzetli, et çeşitleri de ot çeşitleri de bol bir mutfak. Dünya mutfaklarında Türk mutfağını öne koyarken, Kıbrıs mutfağı da ikinci veya üçüncü sırada gelir diye düşünüyorum.”
Kitabın yayına girmesiyle birlikte Kıbrıs mutfağı hem yerli hem de yabancı okuyucuların ilgisini çekti ve mutfağın hak ettiği görünürlüğü kazanması sağlandı. Önümüzdeki dönemlerde “Türk mutfağı haftası” gibi etkinliklerin ve uluslararası gastronomi festivallerinin Kıbrıs’ta düzenlenmesi planlanıyor.
Sibel Tatar, kitabın hazırlanış sürecini, mutfak kültürünü yaşatmayı ve gelecek kuşaklara aktarmayı bir görev olarak görüyor. Kitap, gastronomi turizmine katkı sağlayacak, geleneksel tarifleri kayıt altına alacak ve Kıbrıs mutfağının hak ettiği değeri bulmasına öncülük edecek bir çalışma olarak öne çıkıyor.
“Hızla değişen dünyada, yeni ve çabuk hazırlanan yemek çeşitleri tüketiciye sunuluyor. Bu durum karşısında özümüzü korumak, mutfak kültürümüzü yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak hepimizin sorumluluğu. Kıbrıs mutfağından gastronomi turizminde yeteri kadar faydalanmak için çaba göstermek elzemdir.”
Sonuç olarak,
“Gelenekten Geleceğe Kıbrıs Mutfağı”, sadece bir yemek kitabı değil; geçmişten geleceğe uzanan bir kültürel köprü, bir arşiv ve Kıbrıs’ın mutfak mirasının dünyaya açılan kapısı. Bu eserde emeği geçen hocalar, mekan sahipleri ve tüm katkı sağlayanlar, somut ve soyut kültürel mirasımızın yaşaması için büyük bir adım atmış oldu.
...Süper Lig’in 2. Haftasında hakem hataları ön plana çıktı. Aslında hata demekte basit kalır. 2 örnekle bu tezimi kuvvetlendirmek istiyorum. 1- Kocaelispor-Samsunspor karşılaşması. 2-Göztepe-Fenerbahçe müsabakasındaki hakem kararları. Yine saha içerisinde takımların performanslarını değil hakemlerin skandalları konuşuyoruz.
Yüreği yetmedi
Özellikle Yasin Kol’un yönettiği Göztepe-Fenerbahçe mücadelesi… 3. Dakikada Göztepe’nin net penaltısını veremeyen Kol, Jhon Duran’ın dirseğini de kırmızı kart çıkarmaya yüreği yetmedi. Göztepe’nin 10 kişi kaldığı pozisyonda ise çıkan kartın hangi oyuncunun nasıl bir müdahalede bulunduğunu tartamadı. Son dakikalar da ise Fenerbahçe lehine çaldığı penaltıyı Talisca değerlendiremedi. Fenerbahçe ligin ilk maçında 2 puan kaybetti. Göztepe ise bunca hakem hatalarına rağmen ayakta kalarak 1 puanı hanesine yazdırdı. Şunu da hatırlatmakta fayda var. Jose Mourinho, Gaziantep-Galatasaray mücadelesinin 1 dakikasını izledim demişti. Dünkü mücadelenin 3. Dakikasını hocanın nasıl bir yorum yapacağını eminim kamuoyu da merak ediyordur.
Torreira algısı!
Şimdi soruyorum. Haftalardır Torreira’nın pozisyonu üzerinden algı yapmaya çalışanlar, Amrabat’ın müdahalesine ne gibi bir bahane bulacak? Henüz ligin başında Yasin Kol ve VAR ekibi berbat bir maç yönetmiştir. TFF bu hakemler için mutlaka yaptırım uygulamalı. Merakla bekliyorum bu sezon Kol hangi derbiye atanacak ve o derbinin kaderiyle oynayacak!
...Alaska zirvesi küresel siyaseti değiştirmedi, ama güçlü mesajlar verdi. Trump’ın ihtirası, Putin’in direnci, Avrupa’nın tedirginliği, Ukrayna’nın yokluğu… Bu tablo, düzen ile düzensizlik arasındaki gelgitin sembolüydü.
Trump’ın Hesabı: Gösteri Alanı
Trump için zirve bir şovdu. Amerikan seçmenine “anlaşma yapıcı” lider imajı sunmak istedi. Ama masadan çıkan somut sonuç olmayınca vaatleri ile gerçekler arasındaki uçurum derinleşti. İç politikaya mesaj verdi, küresel ölçekte ise diplomatik bir başarı elde edemedi.
Putin’in Kazancı: İzolasyonu Yarmak
Putin için Alaska bir nefes oldu. Ukrayna işgali sonrası sıkışmış Kremlin, bu zirveyle meşruiyetini tazeledi. Zirveye katılmak bile Moskova için diplomatik bir zaferdi. “Rusya hâlâ masada” mesajı, hem dünyaya hem de Rus kamuoyuna ulaştı.
Avrupa ve Ukrayna: Dışarıda Bırakılan Sesler
Kaybeden taraf Kiev ve Avrupa oldu. Ukrayna masada yoktu, Avrupa ise “Amerika kendi çıkarını öne çıkarıyor” endişesiyle sarsıldı. NATO’nun dayanışma ruhu yara aldı, ittifakın refleksleri zayıfladı.
Düzen mi, Düzensizlik mi?
Soğuk Savaş’ın net çizgileri yok artık. Çin yükseliyor, Hindistan kendi yolunu arıyor, ABD seçim hesaplarına gömülmüş, Avrupa güvenlik açmazında, Rusya direnmeye çalışıyor. Hiçbir aktör tek başına düzen kurucu değil. Alaska, barış değil düzensizlik çağının resmi oldu.
Türkiye’nin Stratejik Duruşu
Türkiye için Karadeniz kırmızı çizgi. NATO’dan kopmadan, Rusya ile enerji, Karadeniz ve Suriye dosyalarında temas sürüyor. Montrö Sözleşmesi Ankara’nın elindeki en güçlü koz. Karadeniz’deki her gelişme, doğrudan Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiriyor.
Enerji ve Ekonomi: Çok Yönlü Kazanç
Türkiye bağımlı ama aynı zamanda köprü. Rus gazı vazgeçilmez, ama Avrupa’nın enerji güvenliği de Türkiye’den geçiyor. ABD ile savunma sanayii ve ticaret de Ankara için kritik. Strateji, tek bağlılık değil; çok yönlü kazanç.
NATO ve BRICS: Çifte Yol
Türkiye ikili yol yürüyor. NATO hâlâ güvenlik şemsiyesi ama yorgun; BRICS yeni ekonomik fırsatlar sunuyor. Ankara bu ikisini çelişki değil, tamamlayıcı olarak görüyor. Çok yönlü diplomasi bağımsız hareket alanı açıyor.
Türkiye Yüzyılı: Kaosta Bir Vizyon
Türkiye Yüzyılı küresel kaosa verilen cevaptır. Batı ile bağları koparmadan Doğu ile ortaklık kurmak, enerjide köprü, diplomaside denge, insani yardımlarda vicdan siyaseti… Tüm bunlar Türkiye Yüzyılı’nın somut adımları.
“Dünya beşten büyüktür” söylemi Alaska’da doğrulandı. BM etkisiz, NATO çatlaklarla uğraşıyor, BRICS yükseliyor. Türkiye bu boşlukta kendi yolunu çiziyor.
Türkiye Yüzyılı’nın Dış Politika Ayakları
Afrika: Eşit ortaklık vizyonu, büyükelçilik ağı, sağlık ve eğitim projeleriyle kıtada kalıcı varlık.
Asya: Türk Devletleri Teşkilatı üzerinden enerji ve lojistik hatları, kardeşlik köprüleri.
Orta Doğu: Suriye’de güvenlik, Irak’la ticaret, Körfez’le normalleşme, Filistin’de vicdan siyaseti.
Bu üç ayak, Türkiye Yüzyılı’nın dış politika temelini oluşturuyor.
Tarihin Akışı ve Türkiye’nin Yeri
Kaos yalnızca yıkan değil, yeniden kuran bir kudrettir. Osmanlı’nın yıkılışından doğan Cumhuriyet bunun kanıtıdır. Bugünkü küresel düzensizlik de yeni bir düzenin habercisi olabilir.
Alaska zirvesi buz gibi görünse de tarihin sıcak nefesini taşıyor. Dünyanın yeni düzenini büyük güçlerin ihtirasları değil; pusulasını kaybetmeyen milletlerin vizyonu kuracak.
Türkiye, bu yüzyılda o milletlerden biri olmaya kararlı. Çünkü bilir ki:
Zamanın hakimi, daima yönünü bulanlardır.
...Türkiye’de kamu çalışanları ile hükümet arasında yürütülen maaş pazarlıkları, her zaman sadece rakamlardan ibaret olmamıştır. Mesele, ekonomik göstergeler ile geçim mücadelesi gerçekliği arasında bir köprü kurabilmektir. Son toplu sözleşme sürecinde memurların “teklif yetersiz” demesinin arkasında da işte bu uçurum var. Memurların itirazı sadece “daha fazla zam” istemek değildir. Enflasyon karşısında eriyen maaşlar, artan kira ve gıda fiyatları, ulaşım giderleri ve çocukların eğitim masrafları, kağıt üzerinde yüzde olarak fena görünmeyen artışların bile alım gücünü toparlamaya yetmediğini gösteriyor. Bu yüzden masada sadece yüzdeler değil, seyyanen zam, vergi dilimi düzenlemesi, sosyal haklarda iyileştirme gibi kalemler de konuşulmaya çalışılıyor. Son yıllarda kamu çalışanları arasında maaş adaleti konusu da giderek büyüyen bir sorun haline geldi bence. Bazı meslek gruplarına yapılan özel düzenlemeler, diğerlerinde haklı bir beklenti ve kıyaslama yarattı. Akademisyen,Öğretmen, polis, sağlıkçı, mühendis… Her biri kendi görev alanında önemli ama maaş skalaları arasındaki farklar artık çalışma barışını da zedeliyor. Bu noktada hükümetin atabileceği adım, sadece oransal artış değil, her meslek grubunun maaş skalasını yeniden gözden geçirmek ve seyyanen artışlarla dengeyi sağlamak olmalı.Burada kritik nokta, kamu mali disiplinini bozmadan, sürdürülebilir ve adil bir iyileştirme modelini hayata geçirmek. Sendikaların taleplerine baktığımda bunun için birkaç önerinin öne çıktığını görüyorum.
İlki Kademeli Seyyanen Zam verilebilir. Her meslek grubu için mevcut maaşlar arasındaki farkları kapatacak kademeli artış planı yapılabilir. Ayrıca Vergi Dilimi Düzenlemesi yapılabilir. Memurların yıl ortasında net maaşlarının düşmesini engelleyecek bir vergi dilimi reformu gibi. Yine Sosyal Haklar İyileştirilebilir. Ulaşım, kira, çocuk yardımı gibi doğrudan yaşam maliyetlerini düşüren ek ödenekler gibi. Ayrıca, Performans ve Liyakat Temelli Teşvikler verilebilir. Özellikle kritik görevlerde çalışanların motivasyonunu artıracak ek primler gibi.
Memurun beklentisi net: Enflasyonla erimeyen, meslekler arası adaleti gözeten, öngörülebilir bir gelir düzeni. Bu, sadece çalışan memur için değil, verilen kamu hizmetinin kalitesi ve ülkenin idari verimliliği için de kritik. Hükümetin önünde iki yol var: Sadece bu yılın maaş artışını konuşmak veya köklü bir ücret adaleti reformuna başlamak. İkinci yol, hem çalışana hem devlete uzun vadede kazandırır.
...Avrupa maçlarımız dün oynanan Beşiktaş - St.Patrick's maçıyla tamamlandı.
Türk takımları Avrupa’da fire vermeden play- off turuna katıldılar.
Böylelikle Samsunspor’un da play- off turundan katılmasıyla Avrupa play- off turunda 4 takımımız mücadele edecek.
Umarım dört takımımızda play-off maçlarını geçip gruplara kalırlar.
Galatasaray’ın direkt gruplara katılmasıyla beş takımla gruplarda mücadele ederiz. Temennimiz, takımlarımız Avrupa’da kazanacakları puanlarla Türk futboluna güzel puanlar kazandırırlar. Şimdi maç maç analiz yapalım istiyorum.
UEFA Şampiyonlar Ligi 3. Eleme Turu ilk maçında Hollanda ekibine 2-1 yenilen Fenerbahçe’nin, Feyenoord karşısında ne yapacağını kestirmek zordu.
Gününde bir Fenerbahçe, Hollanda ekibini çok rahat geçmesi lazımdı. Ancak Fenerbahçe’nin kırılgan yapısı bize turu kesin geçer dedirtemiyordu.
Aslında kadro olarak güzel bir kadroya sahipti.
Fenerbahçe Teknik Direktörü Jose Mourinho, Feyenoord ile oynanan rövanş maçının ilk 11'inde 2 değişikliğe gitti.
İlk maçta görev alan İrfan Can Kahveci ve Oğuz Aydın’ı keserek, Semedo ve Jhon Duran tercihi ile oyuna başladı.
Bence de doğrusunu yaptı.
Maçın ilk dakikasından itibaren Fenerbahçe’nin özlediğimiz o baskılı, hırslı, mücadeleci ve kora kor futbolu bize bu tur için umut oldu.
Ancak gol bir türlü gelemiyordu.
Bu baskılı oyuna rağmen 41. Dakikada Tsuyoshi Watanabe’nin sürpriz golü ile Feyenoord’u 1-0 öne geçirdi.
Eyvah bile demedik…
Bu oyunun karşılığı mutlaka gelecek diye umudumuzu yitirmedik.
Sadece üç dakika sonra 44’te Archie Brown ve 45+ 2’de Jhon Durán Fenerbahçe’yi soyunma odasına 2-1 önde götürdü.
İlk yarı ikinci yarının da habercisiydi.
55. Dakikada jeneriklik bir golle Fred farkı 2’ye çıkardı. 83. dakikada bu kez Fenerbahçe’nin golcüsü Youssef En-Nesyri 4-1 yaptı skoru.
Skor bu şekilde bitecek derken, Hollanda ekibi durumu yine Tsuyoshi Watanabe attığı golle skoru 4-2’ye getirdi.
Ancak Fenerbahçe durmak bilmiyordu.
Bu kez sahneye 90+5’te Talisca’nın muhteşem golüyle sağanak dinmiş oldu.
İlk maçı 2-1 kaybeden Fenerbahçe rövanşı 5-2 ile alıp play - off vizesini almış oldu. Fenerbahçe bu oyunu ve kadro yapısı ile Portekiz takımı Benfica’yı da eleyecektir.
UEFA Konferans Ligi 3. Eleme Turu ilk maçını deplasmanda 4-1 kazanan Beşiktaş, rövanş maçında İrlanda temsilcisi St. Patrick’s'i, Dolmabahçe'de ağırladı.
Siyah-beyazlılar ilk yarısında 2-0 geriye düştüğü karşılaşmayı Tammy Abraham, Demir Ege Tıknaz ve Joao Mario'nun golleriyle 3-2 mağlup etti ve bir üst tura adını yazdırdı.
Play-Off turunda Kartal’ın rakibi ise İsviçre temsilcisi Lausanne oldu.
Beşiktaş ilk maçtaki 4-1’in avantajıyla sahaya rahat çıkmıştı.
Herkesin beklentisi burada da en az 4 atar düşüncesiydi.
Maça hızlı başlayan konuk ekip, 3. dakikada Carty’nin penaltı golüyle 1-0 öne geçti. Bu golün şokunu atlatmaya çalışan Beşiktaş, 34. dakikada Mclaughlin’in ağları sarsmasıyla iki farklı geriye düştü.
İki farklı geriye düşen siyah beyazlılar kısa süreli bir panik oluştururken, taraftarlar arasında da homurdanmasına sebep oldu.
Beşiktaş takımı oyun üstünlüğü elinde olmasına rağmen bir türlü gol atamıyordu.
Bu baskıyı artıran siyah - beyazlılar 43. dakikada Demir Ege Tıknaz’ın golüyle farkı 1’e indirdi.
İkinci yarıya fırtına gibi giren Beşiktaş, 49. dakikada Tammy Abraham’ın golüyle skoru dengeledi. 2-2.
Beşiktaş bu maçı kazanarak adına play- off turuna yazdırmak istiyordu. 79. dakikada sahneye Joao Mario çıktı. Ceza sahasında tamamladığı pozisyonla galibiyet golünü buldu ve skoru 3-2’ye getirerek ilk maçta yendiği St.Patrick’i yine yenerek play-off biletini kaptı.
Play-Off’ta ise İsviçre temsilcisi Lausanne ile karşılaşacak.
Beşiktaş doğru oyunla İsviçre ekibini de saf dışı bırakarak gruplara kalacaktır.
UEFA Konferans Ligi 3. Turunda ilk maçı Viking deplasmanında 3-1 kazanan Başakşehir sahasında oynadığı rövanş karşılaşmasında 1-1 berabere kalarak adını play - off'a yazdırdı.
Başakşehir'in golünü Davie Selke, deplasman ekibinin golünü ise Onur Bulut (kk) kaydetti.
Başakşehir ilk maçın kazanılmış olmasının rahatlığı ile sahaya çıkmıştı.
Kendi kalesine atığı goller 1-0 geriye düşmesine rağmen ilerleyen dakikalarda oyun üstünlüğünü de eline alarak skoru 1-1 getirdi.
Bu skorda play-off için yeterliydi.
Başakşehir galibiyet için çok bastırdı ancak bir türlü ikinci golü bulamadı.
Başakşehir’i tebrik ediyorum. Play- off maçında karşılaşacağı Romen ekibi Universitatea Craiova'yı yenerek gruplara katılacağına inanıyoruz.
Samsunspor Avrupa Ligi’ne direkt play –off turundan katılıyor. Samsunspor’un rakibi Arda Turan’ın takımı Shakhtar Donetsk’i penaltılarla eleyen Yunan takımı Panathinaikos oldu.
Temsilcimiz, Samsunspor, Yunan ekibiyle 21 ve 28 Ağustos'ta karşılaşacak. Samsunspor’u henüz tam olarak izleyip fikir sahibi olamadık. Ancak bu sene yaptığı transferlerle daha güçlü bir kadroyla Yunan ekibini saf dışı bırakacaktır.
Avrupa kupalarında mücadele eden tüm takımlarımıza oynayacakları maçlarda başarılar diliyoruz.
Yine firesiz bir şekilde grup maçlarında görüşmek üzere hoşça kalın…
Suriye’nin kuzeydoğusunda 10 Mart’ta imzalanan mutabakat, kâğıt üzerinde entegrasyon vaat ediyordu. Ancak Şam’ın tüm ülkenin tek ve bütün olması direnci, SDG’nin adem-i merkeziyetçilik ısrarı adı altında özerk- bağımsız bölge oyunu ve bölgesel aktörlerin başta İsrail ve İran sahadaki hamleleri, masadaki imzayı uygulanamaz duruma getirdi. Paris’ten Haseke’ye, Fırat’ın kıyısından Ankara’nın sınır hattına uzanan bu gerilimde, kırılma noktaları her an yeni bir çatışmayı doğurabilir.
Suriye’nin kuzeydoğusunda bugün yaşananlar, diplomatik metinlerin soğuk satırlarından çok, sınır kasabalarının dar sokaklarında, aşiret çadırlarının ağır kahve kokusunda ve beton bloklarla çevrili kontrol noktalarının gerilimli sessizliğinde okunuyor. 10 Mart’ta imzalanan Şam–SDG mutabakatı, kâğıt üzerinde “ENTEGRASYON” başlığıyla atılmış bir adım gibi görünse de, sahada bu metin çoktan farklı ellerde yeniden yazılıyor. Şam, devletin merkezî omurgasını gevşetmemek için adımlarını ölçerek atarken; SDG tüm hareketlerini hem de Rakka ile Deyr ez-Zor’un aşiretlerinin bir kısmını da yanına alarak pazarlık masasını büyütmenin yollarını arıyor. Masanın iki ucunda oturan bu aktörler, aynı cümleleri farklı sözlüklerle okuyor; bu yüzden anlaşma maddeleri artık hukuki bir çerçeveden çıkıp, güç dengelerinin ham maddesine, yani sahada kimin nerede ve ne kadar söz sahibi olacağına dair bir bilek güreşine dönüşmüş durumda. Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan da masadaki imzalar değil, bu bilek güreşinin hangi noktada kırılacağı ve TÜRKİYE'nin sahada atacağı adımlar olacak.
Mutabakat, idari düzenlemelerden güvenlik entegrasyonuna, siyasi temsil yol haritasından yerel yönetimlerin yetkilendirilmesine kadar kritik başlıklar içeriyordu. Ancak Şam yönetimi, bu başlıkların özellikle “adem-i merkeziyetçilik” maddesi üzerinden başka bölgelerde de benzer talepleri tetikleyebileceğinin farkında. Güneydeki Dürzilerden sahil hattındaki Alevilere kadar pek çok kesimin “aynı modeli biz de isteriz” diyebileceği gerçeği, Şam’ı her adımda daha temkinli olmaya itiyor.Süveyda'dan yaşananlar aslında Suriye'nin özeti.Devlet yoksunluğu ve bunu fırsata çeviren etnik-mezhepsel vekiller. Siyasi çözüm için masada olan bu dosya, aynı zamanda ülkenin bütünlüğü açısından risk hesabı gerektiriyor.
SDG ise sahada ve uluslararası platformlarda iki kanatlı bir strateji yürütüyor. Bir yanda Nisan sonunda yapılan “Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı” ile Kürt siyasi hareketlerini aynı çatı altına toplama hamlesi; diğer yanda Rakka ve Deyr ez-Zor’da aşiret liderleriyle yürütülen temaslar. Mazlum Abdi’nin bu görüşmelerde verdiği mesaj netti: “Yeni dönemde Arap aşiretleri de söz sahibi olacak.” Bu sadece bir ittifakın ötesinde, Şam karşısında toplumsal tabanı genişletme taktiği.Petrolden pay vaadi ve AŞİRET ÇADIRINDA kurulan ülke pazarlığı..
8 Ağustos’ta Haseke’de yapılan “Kuzey ve Doğu Suriye Bileşenleri Konferansı” ise SDG’nin vitrin siyaseti açısından önemliydi. Arap, Kürt, Türkmen, Süryani, Ermeni, Alevi, Hristiyan temsilciler bir araya getirildi. Her ne kadar bu katılım temsil olarak göstermelik isede önemli olan vitrin idi. Dürzi ve Alevi dini liderlerin telekonferansla katılması, “mezhepsel çeşitlilik” mesajını güçlendirdi. Ancak salondaki boşluklar ve askeri unsurların fazlalığı, içeride beklenen etkiyi yaratamadı. Bu toplantı, Şam’ın Paris görüşmelerinden çekilme kararını tetikledi. Çünkü SDG’nin konferansta YPG ve YPJ’nin silah bırakmayacağı yönündeki mesajı, Şam için kırmızı çizgiyi aşmak anlamına geliyordu.
Şam yönetimi, “Suriye’nin meseleleri Şam’da konuşulur” diyerek Fransa arabuluculuğundaki görüşmelere kapıyı kapattı. Bu, sadece mekân tartışması değildi; aynı zamanda meşruiyetin nerede ve kimler üzerinden tanımlanacağına dair bir güç mücadelesiydi. SDG için Paris, uluslararası destek ve görünürlük demekti; Şam içinse bu, egemenlik alanını uluslararasılaştırma riskiydi.
En kritik tartışma, SDG’nin askeri yapısının “BLOK HALİNDE” Suriye ordusuna katılması talebinde düğümleniyor. Şam, bunu parça parça ve kendi güvenlik mimarisine uygun şekilde yapmak istiyor. Şam Suriye Milli Ordusunun yeni orduya katılımında olduğu gibi yeni güvenlik mimarisinde bir entegrasyon istiyor.SDG ise anayasaya bağlı bir güvence olmadan silah bırakmayacağını ilan etmiş durumda. Bu karşılıklı güvensizlik, mutabakatın en kırılgan noktasını oluşturuyor.SDG kendi bölgesinde bir PEŞMERGE unsuru olarak kalmak ve kentleri, petrolü, barajları, tarım arazilerini kontrolünde istiyor. Sınır kapılarında ise ikili ortak model talep ediliyor.
Ankara, bu süreci iki ayrı pencereden okuyor. Birincisi güvenlik penceresi: YPG/SDG’nin silah bırakmaması ihtimali, Türkiye için sınır hattında “bekleme” değil, “hazır ol” durumunu zorunlu kılıyor. Bu yüzden olası askeri harekat seçeneği, sahada hep masada duran bir kart olarak tutuluyor. İkincisi ise diplomasi penceresi: Şam ile normalleşme olasılığı, özellikle Şam hattında Türkiye’ye yeni manevra alanı açabilecek bir kart. Ankara, bu iki pencereyi aynı anda açık tutarak hem sahada denge hem de masada baskı kurmayı hedefliyor. Bu ikili yaklaşım, Şam–SDG hattında yaşanacak her tıkanmanın Türkiye sahasında yeniden anlam kazanmasına yol açıyor.Türkiye ile Suriye arasında yapılan savunma anlaşması ve Türk Dışişleri bakanı Hakan Fidan'ın son açıklamaları SDG ve arkasındaki güç odaklarına net bir mesaj ''Suriye'yi böldürmeyeceğiz''
Bu denklemin sadece Şam, SDG ve Türkiye ile sınırlı olmadığı da açık. ABD, SDG’nin sahadaki en önemli dış destekçisi olarak, entegrasyon sürecinde “güvenlik garantörü” rolü üstleniyor. Fransa ise Paris görüşmelerini kaybetmiş olsa da, diplomatik görünürlüğünü korumak istiyor. Rusya ise Şam’ı merkeziyetçi çizgide tutarken, Türkiye ile koordinasyonu da koparmamaya çalışıyor. İran’ın ise hem Şam üzerinde eski nüfuzunu kaybetmesi hem de doğrudan sahadaki milis varlığının olmaması , kuzeydoğudaki dengeleri sürekli etkileyen bir unsur.Ama Suveyda'da Düzi vekiller oluşturan Siyonist İsrail Fırat havzasında SDG ile oluşturacağı vekil güç stratejisini ABD'den istiyor.
1. Paris Hattının Yeniden Açılması veya Tamamen Kapanması – Fransa ve ABD’nin baskısıyla Paris hattı açılırsa masada yeni başlıklar konuşulur; kapanırsa SDG uluslararası yalnızlaşma riski taşır.
2. Aşiret Dengelerinin Bozulması – Rakka ve Deyr ez-Zor’da verilen yetki vaatleri gerçekleşmezse SDG kendi tabanında çözülme riski yaşar.
3. Türkiye’nin Sınır Ötesi Hamlesi – Sınırlı kara harekâtı, masayı dağıtmasa da şartları yeniden yazar.
4. ABD’nin Askerî Tutumunda Değişiklik – Varlığın azalması, SDG’nin güvenlik zeminini zayıflatır.
5. Rusya–Türkiye Koordinasyonunun Derinleşmesi – SDG’nin manevra alanını daraltan üçüncü baskı hattı oluşturur.
6. Mezhepsel ve Etnik Gerginliklerin Yükselmesi – Çok bileşenli temsil iddiası, sahada provokasyonlarla zayıflatılabilir.
1. Mutabakatın Askıya Alınması – Taraflar taviz vermezse 10 Mart sadece bir tarih olarak kalır.
2. Kısmi Uygulama – Eğitimde iki dillilik gibi düşük maliyetli adımlar atılır.
3. Teknik İşbirliği, Siyasi Erteleme – Güvenlik koordinasyonu başlar ama statü konusu ileri tarihe bırakılır.
4. Sahada Baskı – Sınırlı kara harekâtı veya nokta operasyonlarla masaya dönülür.
Bugün gelinen noktada mutabakatın kısa vadede tam olarak hayata geçmesi zor görünüyor. SDG, birlik ve çeşitlilik üzerinden pazarlık gücünü artırmaya çalışıyor; Şam ise egemenlik ve merkezilik vurgusunu koruyor. İki taraf da kendi sözlüğündeki “uygulama” tanımında ısrarcı.
Belki de bu sürecin kaderini, Paris ile Şam arasındaki diplomatik mesafe değil, Şam hattından Rakka ile Deyr ez-Zor arasında atılacak adımlar belirleyecek. Çünkü Suriye’de barış, sadece masada değil; Fırat’ın kıyısında, aşiretin gölgesinde ve sokaktaki sessiz kalabalığın dilinde şekillenecek.Elbette bölgesel süper güç olan Türkiye kadife eldiven içinde demir yumruğunu hava da tutuyor.
Ve belki de bu süreç, bölgedeki her aktöre şu gerçeği yeniden hatırlatacak: Suriye’de masalar, sahadaki güç dengelerinden bağımsız kurulmaz; masada yazılan her cümle, tozlu yollarda, sınır çizgilerinde ve sessiz kalabalıkların bakışlarında yeniden okunur.
...Son zamanlarda herkes “sahte diploma” meselesini konuşuyor. Tabii, sahte diploma kötü; ama benim bakış açım biraz farklı.
Yıllardır bana, bize, herkese bir şekilde sahte diploma teklifi gelmiştir. Sanki bu olgu yeniymiş gibi davranmak bana garip geliyor. Asıl çürümüşlüğün, toplumda, bizde olduğunu düşünüyorum.
Biri sahte diploma satar, başkası kokain ya da silah da… Ama asıl soru şu: Sen neden alıyorsun?
İşe girmek için diyen de duydum, statü için diyen de.
Birkaç adım öne geçmek için, o diploma işine bulaşan ve hala aramızda gezen onlarca insan var. Bizler de bunu biliyoruz.
Üstelik gözümüze sokulan ve güvendiğimiz o “resmi” diplomalar da sanki çok güvenilir, mezunlar çok okumuş, bilgiliymiş gibi sunuluyor. Peki gerçekten böyle mi?
Ben uzun yıllar boyunca farklı ülkelerde bir şekilde buludum; Bulgaristan’da, Azerbaycan’da, İsviçre’de, İran'da, Balkanlar’da, Amerika ve Kanada’da. Oradan buradan diploma teklifleri aldım, hem sahte hem resmi olmayan da değillerdi. “diploma” dedikleri şeyler. Fahri doktoralar, isim vermeyeyim, bazen işimizle ilgili gerçek takdir sonucu vermek isteyenler de oldu. Gülünç ama hakettiğim bazılarını da diplomam olmadığı için alamadım :) Yine de bir tane de ben uydurayım demedim.
Ama neden hiç almadım? Çünkü işimi, çalışmamı biliyordum, diploma değil gerçek başarı önemliydi benim için.
Asıl mesele, o diplomanın sahte ya da gerçek olması değil. Sorun ona inanmak ve “ben niye almayayım, başkası alırsa ben nasıl dururum” kafa yapısı.
Ben Anadolu Üniversitesi’nin Açıköğretim fakültesine bile inanmadım. Kayıt oldum, ama inandığım için değil; o dönem için işime yaradığı için. Hem akbil lazım, hem askerliği bir nebze öteleyebilmek için.
Şimdi online eğitim önemli, MIT, Harvard yapınca beğenirsiniz :) Ama o zamanlar bile normal üniversiteler varken ben Açıköğretim’e güvenmiyordum. Bir arkadaşım ısrarla dedi ki:
“Bülent, Açıköğretim’e kayıt ol. Diploma’da Açık olduğu yazmıyor ki.”
Ben de ona: “Tamam biliyorum açık yazmadığını ama ben biliyorum yetmez mi?"
İşte ne acı; diploma üzerinde “Açıköğretim” yazmıyor diye sanki normal örgün eğitim diplomasıymış gibi gösterilmeye çalışıyor. Bir okulun bu şekilde pazarlanması ne kadar kötü. Hem çevremizde hem devlet dairesinde, iş yerlerinde. Ve bunu yapan, söyleyen bazen en yakın arkadaşın bile olabiliyor.
Şimdi açıköğretime inanıyorum, inanıyorum da; bu defa da genel olarak diplomalara, sistemin bütününe güvenim azaldı. Özellikle deneyimleyince, içinde bulundukça gördükçe.
30 yıl önce ilköğretim mezunu olamayan çok insan vardı; şartlar yüzünden, ekonomik zorluklardan, terörden, kız çocuklarının okutulmamasından… Bu sebeplerle eğitim alamayan, zekasıyla değil koşullarla engellenen, ya da o şansı bulamayan insanlar vardı.
Bugün “iki lafı bir araya getiremeyen” mezunlar var deniyor. Sanki tüm mezunlar çok donanımlıymış gibi gösteriliyor. Özel okullar bile neredeyse “aptal yetiştiren” kurumlar haline geliyor. Ama veliler, çocukları için övgü dolu sözler sarf ediyor. Torpil yaptırdıkları için bile.
Bence herkes önce kendine, sonra çevresine baksın. Bu çürümüşlük her yerde var, kabul etmek gerek. Önemli olan senin nerede durduğun, ne yaptığın, kim olduğun ya da olmak istediğin.
...Son dönemde şiddet içerikli dizi furyası her kanalda kendine yer buluyor. Normalleştirilen şiddet, dizilerde kahramanlık olarak yorumlanıyor. Adaleti kendi yöntemlerine göre sağlamaya çalışan karakterler, özellikle çocuklar ve gençlerin kendilerine idol belirlenmesini sağlıyor.
Son zamanlarda dizilerdeki şiddet içeriklerinin topluma yansıması, uzun süredir hem akademik çevrelerde hem de kamuoyunda tartışılan önemli bir konudur.
Peki, şiddet içerikli dizi ve filmlerin bireylere nasıl etki eder? Özellikler çocuklarda duyarsızlaşma başlar. Şiddetin, silah kullanımının olağan olduğu ve kabul edilebilir olduğu yayılabilir.
Özellikle de çocuklarda model alma ihtimali oldukça yüksek. Başrol oyuncusu gibi hareketler, davranışlar çocuklarda gözlemlenebilir.
Yapılan çalışmalarda sürekli şiddete maruz kalan kişilerde saldırganlık düzeyinin de fazla olduğu gözlemlendi.
Gerçeklikten uzak olan diziler, toplumun gerçekliğinden daha tehlikeli olduğunu düşünmeye başlar. Sürekli entrika ve şiddet faili dizileri izleyen insanlar daha temkinli ve mesafeli davranışlar sergiler.
Dizilerde neler olmalı, neler işlenebilir?
Bazı diziler, şiddeti yüceltmekten ziyade onun sonuçlarını, zararlarını ve toplumsal bedellerini gösterilebilir.
Sanatın Gerçekliği Yansıtması: Şiddet, hayatın bir parçası olduğundan, bazı yapımcılar bu gerçekliği göstermek amacıyla şiddet sahnelerine yer verdiklerini savunurlar.
...