SON YAZILAR
07.07.2025
Tüm Yazıları

Sarı-kırmızılı takım Osimhen’den gelecek kararı dört gözle beklerken, kaleci transferi için resmi tekliflerini önümüzdeki hafta itibariyle gerçekleştirecek. Osimhen’in takımda kalması halinde kaleci transferi kiralık, ayrılması halinde ise bonservisiyle gerçekleşecek. Tabi ki her iki senaryodan bağımsız maliyeti düşük ve satın alma opsiyonu uygun kaleciler de düşünülüyor. Djordje Petrovic’in liste başı olduğu, Lucas Perri’nin tekrar gündeme geldiği ortamda, son olarak listeye Yann Sommer’de dahil oldu. Şampiyonlar Ligi faktörünü de düşünen Okan Buruk, 1 yıllık Sommer ismine sıcak bakıyor.
İpler Başkan Özbek’te…
Kısa süre önce sağlık sorunları nedeniyle operasyon geçiren ve sağlığına kavuşan Başkan Dursun Özbek, hastaneden taburcu olduğu ertesi gün soluğu Kemerburgaz’da aldı. Başkan, Sportif A.Ş’deki yöneticileri toplayarak transferlerdeki son durumu değerlendirdi. Sol stoper, sağ bek ve orta saha transferini de gerçekleştirmek isteyen sarı-kırmızılı takımda her ne kadar öncelik Osimhen ve kaleci transferi olsa da bu bölgeler içinde resmi girişimler eş zamanlı başlayacak.
Hakan beklentisi
Orta saha mevkii için listenin en başında Hakan Çalhanoğlu yer alıyor. Oyuncu ile görüşme halinde olan yönetim, İnter’e henüz resmi teklif yapmadı. Çalhanoğlu’nun kulübünden kolaylık isteyerek takımdan ayrılmak istediğini net bir dille ilettiği an İnter’e resmi teklif yapılacak.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
07.07.2025
Tüm Yazıları

Türkiye, son iki yıldır yüksek enflasyonla mücadele ederken sert ve kararlı bir para politikası izledi. Politika faizi %8,5’ten %50’ye kadar çıkarıldı. Bu, kolay bir karar değildi. Ama gerekliydi. Enflasyon dizginlenmeden piyasalarda güven tesis edilemezdi. Ancak bugün, o denge noktasına gelmiş bulunuyoruz. Haziran ayı itibarıyla 2 yıllık enflasyon %35,5’e geriledi. Bu, yılın geri kalanında düşüş eğiliminin hızlanacağını gösteriyor. Ekonomi artık sadece frene basarak ilerleyemez. Bugün reel sektör yavaşladı, üretici temkinli, tüketici ise harcama kararlarını erteliyor. Sanayi üretiminde durgunluk, kredi büyümesinde daralma, piyasa güveninde dalgalanma görülüyor. Yani yüksek faizin beklenen faydasını verdiği ama artık maliyetinin arttığı bir noktadayız.

Faiz artırımı gerektiğinde nasıl cesurca yapıldıysa, şimdi de aynı cesaretle faiz indirimi konuşulmalı. Bu sadece teknik bir ayar değil, aynı zamanda ekonomiye yön verenlere verilen bir güvencedir:“Üretimi destekliyoruz. Yatırıma alan açıyoruz. Ekonomiye yeniden nefes aldırıyoruz.” demek. Zira faiz, sadece enflasyonla mücadele aracı değil, aynı zamanda büyümenin rotasını belirleyen stratejik bir göstergedir. Bugün ekonomide canlanmayı desteklemek için faizlerin kontrollü ve aşamalı biçimde aşağı çekilmesi artık bir gerekliliktir. Türkiye, fren dönemini başarıyla tamamladı. Şimdi yeniden gaza basma zamanı geldi.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
07.07.2025
Tüm Yazıları

Bir çocuğa sorulabilecek en klasik, en bayat, en dayı dayı soru bu olsa gerek: “Büyüyünce ne olacaksın?”
Ama yine de hepimiz soruyoruz. Çünkü içimizde bir umut var: Belki bu çocuk geleceğin Elon Musk’ı çıkar da ilerde bana bir Tesla yollar.

Cevaplar her dönemde değişti. Bir zamanlar herkes polis, doktor, öğretmen olmak isterdi. Sonra bir gün astronot moda oldu. 2000’lerde futbolcu patladı.
Peki ya şimdi?

Şimdi cevaplar enteresan:
-Youtuber olacağım.
-Influencer olacağım.
-Roblox developer olacağım.

Bazıları direkt samimi;
-Zengin olacağım.

Bazıları ise umutsuz;
-Emekli olacağım :)

Ben soruyorum bazen miniklere, ne olacaksın diyorum, biri bana NFT satacağım dedi. O an anladım ki biz artık bambaşka bir çağdayız ve bir rakip geliyor.

Düşünsene 2050 yılındayız.
Bir grup çocuk var. Soruyorsun
-Büyüyünce ne olacaksın?

Cevaplar:
-Metaverse bahçıvanı olacağım.
-Yapay zeka terapisti olacağım.
-Robot hakları avukatı olacağım.
-Kuantum influencer!

Kuantum influencer kim? Ne yapıyor?
Belki de duymadığımız hayal bile edemediğimiz bir meslek fısıldayacaklar kulağımıza, yada bağırarak söyler belki.

Çocuklar geleceğin girişimcileri, kim bilir belki de şimdinin.
Ben çocuklara bakınca şunu görüyorum
Bunlar girişimci doğuyor!
Bir çocuk legolarla oynarken bile pazarlama yapıyor;
“Baba bak, bu Legoyu buraya koyarsak uzay gemisi olur, hem annemin rujunu motor yaparız, hem de kardeşimin bebeklerini yolcu taşırız.”

Yani mantık harbi girişimci mantığı.
İmkansızlıkları avantaja çevirmek.
Elindekilerle dünya kurmak.
Ve en önemlisi!
Hayal kurmak...

İşte bizim teknoloji dünyasında kaybettiğimiz en değerli şey bu: "hayal gücü"

Gelecek meslekleri absürt ama gerçek olacak, bugünün çocukları gelecekte öyle mesleklerde çalışacak ki, biz adını bile duymadık.
Mesela; zihin haritası tasarımcısı, genetik moda danışmanı, sanal influencer menajeri, ama benim en sevdiğim; yapay zeka antrenörü.
Hatta belki gelecek korkusu terapisti diye bir iş bile olur. Ve müşterilerin... Afedersin hastaların, danışanların yaş aralığı 7-12!
Neden; çünkü bizler gibi yaşlanınca ne olacak yerine seneye ne olacak bile çok uzun gelen bir çağda yaşıyor olacaklar.
Yani çocuklar daha 10 yaşında dünya ısınacak mı, robotlar işi mi alacak? diye panik atak geçiriyor olacak.

Girişimcilik Çocuk Oyuncağı mı?

Şaka bir yana, yeni nesil inanılmaz hızlı adapte oluyor. Daha 8 yaşında YouTube kanalı açan mı dersin, tiktok’tan para kazanan mı, AI ile resim çizip NFT satan mı…

Büyüyünce değil, şimdi girişimci oluyorlar.
Büyüyünce ne olacaksın? sorusu geçerliliğini kaybediyor. Çünkü çocuk büyüyene kadar zaten iki iş batırıp bir exit yapıyor.

Biz hala aynı soruları soruyoruz ama dünya bambaşka bir yöne gidiyor.
Çocuk kod yazıyor, oyun tasarlıyor, 3D printerda oyuncak basıyor…
Ama okullarda hala kaç metrekarelik halı lazım? tarzı matematik problemleri çözülüyor.

Büyüyünce ne olacaksın?
Artık ai var, büyümeme gerek yok.

Burada kritik mesele bence şu; ne olacaksan ol, hayal kurabiliyor musun?
Çünkü girişimcilik, inovasyon, teknoloji dediğin şeyin kalbi bu.
Dünyayı değiştiren insanlar, hayal kurmaya cesaret edenler.

Steve Jobs bir mezuniyet konuşmasında "Stay Hungry, Stay Foolish.” diyordu.
Benim neyim eksik ben de diyorum ki; “Stay Saçmalayan, Stay Hayal Kuran.”

Çocuklara bunu öğretelim. Büyüyünce ne olacağını değil, her yaşta nasıl hayal kuracağını öğretelim.
Malum sen o soruyu sorarsan döner sana gelir bir gün, işte o gün sen şöyle söyle; Ben hala ne olacağımı bilmiyorum.
Çünkü dünya sürekli değişiyor. Ve değişime ayak uyduranlar, her zaman kazanan oluyor.

Bazen astronot, bazen girişimci, bazen saçmalathon şampiyonu…
Yeter ki içindeki çocuğu kaybetme.

Ve en önemlisi, ıskaladığımız şu soruyu sor;
Bugün neyin peşindesin?

Çünkü bazen en güzel şeyler, en saçma sorularla başlar.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
07.07.2025
Tüm Yazıları

Sadece ne pişirdiğimiz değil, nasıl pişirdiğimiz de önemli!

Artık, tüketmenin dışında, üretirken düşünmenin, pişirirken korumanın ve sürdürülebilirliğe dikkat etmenin konuşulması gerekiyor. 2 Temmuz’da, İstanbul Fuar Merkezi’nde esen gastronomi rüzgarı aynı zamanda sorumluluk ve farkındalığın da adı oldu. TURES (Tüm Restoranlar ve Turizmciler Derneği) ve Genel Sekreteri Rıdvan Turşak’ın gayretleriyle düzenlenen özel sahnede, benim de moderatörlüğünü üstlendiğim “Sürdürülebilir Mutfak” başlıklı panel, gastronominin damakta olduğu kadar doğada ve toplumda da iz bırakması gerektiğini hatırlattı bizlere.

Panelistler, iyi birer şef olmalarının yanında bu çağın çevresel, ekonomik ve etik meselelerine karşı duyarlılığı olan, sözleriyle olduğu kadar tavırlarıyla da ilham veren lider vizyonuna sahip birer gastronomi neferleri.

Ayvaz Akbacak: Televizyondan Toprağa, Mutfaktan Vicdana

Tokat Zile doğumlu Şef Ayvaz Akbacak, 30 yılı aşkın tecrübesiyle Türk mutfak kültürünün ekranlardaki temsilcisi olduğu kadar, sürdürülebilirliğin de gönüllü savunucularından biri. Onu sadece yemek tarifi veren biri olarak düşünmek eksik kalır; zira Ayvaz Şef, uzun yıllardır mutfağın kaynaklarını sorgulayan, yerel üreticiye sahip çıkan, yemeğin görünmeyen maliyetini anlatan bir bilinç taşıyor. Panelde, özellikle “mevsimsellik ve yerel üreticiyle kurulan bağ” vurgusu dikkat çekiciydi. O bağ ki bir yemeği sadece lezzetli değil, aynı zamanda vicdanlı kılıyor.

Ali Demir: Mardin’den 40 Ülkeye Uzanan Lezzet Yolculuğu

Şef Ali Demir’in hikâyesi, Mezopotamya’dan çıkıp dünya mutfaklarına dokunan bir yelpazeyi içeriyor. 40 yıllık aşçılık yolculuğunda edindiği deneyimleri sürdürülebilirlik penceresinden aktarırken, yerel tatların evrensel dille konuşabileceğini de gösterdi. “Biz ürünün kaynağına gitmezsek, bir gün o kaynak bizi terk eder” cümlesiyle özetledi derdini. Bu toprakların baharatı, buğdayı, eti ve sebzesi; doğru işlendiğinde sadece damağa değil, doğaya da şifa olabilir.

Fırat Kaptan: Tavada Değil, Fikirde Devrim

Tavada Tavuk’un mutfak koordinatörü olan Şef Fırat Kaptan, reçetelerin ardındaki sistematiğe dikkat çekti. 19 yılı aşkın süredir mutfaklarda hem planlayan hem uygulayan biri olarak, “zero waste – sıfır atık” yaklaşımının sadece bir trend değil, bir zorunluluk olduğunu vurguladı. “Kullanılmayan malzeme yoktur, doğru işlenmemiş ürün vardır” diyerek burun-kuyruk, kök-sap gibi bütünsel kullanım modellerini örnekledi. Sürdürülebilirliğin reçetesi onun için sadece yemekte değil, zihniyette başlıyordu.

Yücel Bingöl: Sağlıklı Yaşamın Lezzetli Tarifi

Mavi Sandal ve Gurme Ara Sıcak markasının arkasındaki ekipten biri olan Şef Yücel Bingöl, “modern ve yenilikçi mutfak” derken bunun sadece estetikle değil, ekolojiyle de ilişkili olduğunu anlattı. Özellikle restoran işletmelerinde enerji ve su verimliliği konusunda alınabilecek basit ama etkili önlemlerden söz etti. “Bir musluğun günde kaç litre boşa aktığını hesaplamakla başlar bazen sürdürülebilirlik” dedi. Sade ama etkili bir lezzet anlayışı ile “sürdürülebilirliğin şıklığı” arasında bir köprü kurdu.

İbrahim Dinç: Kitaptan Mutfağa, Mutfaktan Topluma

Mengen Aşçılık Meslek Lisesi mezunu olan ve “Mutfak Kitap” platformunun kurucusu İbrahim Dinç, akademik bakışıyla panele ayrı bir derinlik kattı. Dijital yayıncılık, federasyonlardaki yöneticilik tecrübesi ve projeler üzerinden “sürdürülebilir şeflik eğitimi” meselesini gündeme getirdi. “Bir mutfak kültürü, sadece yemekle değil; bilgiyle, eğitimle, farkındalıkla ayakta kalır” dedi. Özellikle genç şef adaylarının bu alandaki bilinç düzeyine dikkat çekerek eğitimin hem içerik hem de uygulama yönünden güncellenmesi gerektiğini savundu.

Hayata dokunmanın adı “Sürdürülebilir Mutfak”

Mutfakta en görünmeyen cinayet “Gıda israfı” FAO verilerine göre dünya genelinde üretilen gıdanın %30’u çöpe gidiyor. Bu büyük bir ekonomik kayıp ve aynı zamanda ahlaki bir sorun.

Ambalaj politikalarının gözden geçirilmesiyle mümkün “Plastik kullanımının azaltılması”, ekonomik olarak çok kazançlı olabilir.

Karbon ayak izinin azaltılması ve tazelik açısından kritik bir önem sahip “Yerel ve mevsimsel ürünlerin kullanımı” hem çevreyi hem damakları koruyor.

Restoran ve ev mutfaklarının göz ardı ettiği bir mesele “Enerji ve su verimliliği”, akıllı cihazlar, zamanlı pişirme teknikleri ve sızdırmaz sistemlerle ciddi fark oluşturulabilir.

Ete ve sebzeye bütünüyle saygı duymayı gerektiren bir konu “Atıksız mutfak anlayışı” Sürdürülebilirliğin tabana yayılması için Şef eğitimi ve çalışan bilinci şart. Küresel girişimler, mutfak profesyonellerinin bu alanda lider rol üstlenebileceğini savunuyor.

Son olarak, Sürdürülebilirlik, sadece yemekte değil; yaşamın ta kendisinde başlıyor. Ve belki de en büyük mutfak devrimi, farkında olmakla pişiyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
07.07.2025
Tüm Yazıları

Son günlerde CHP Genel Başkanı, Bahçelievler Belediye Başkanı Dr. Hakan Bahadır ve Bahçelievler Belediyesi hakkında asılsız, temelsiz iddialar ortaya atıyor. Bu şekilde AK Parti’nin yüz akı belediyelerinden biri olan Bahçelievler Belediyesi’ni ve Başkan Dr. Hakan Bahadır’ı yıpratmaya çalışıyor. Ama şunu bilmeli ki, bu ilçede son 6 yılda Bahadır öyle işler yaptı, öyle iz bıraktı ki anlatsak buradan Çin Seddi’ne yol olur. Yine de bir kısmını sayalım, herkes duysun…

Koca İstanbul’un beton yığınına dönüşmemesi için mücadele eden ender belediye başkanlarından biri Dr. Hakan Bahadır’dır. Onun yönetiminde Bahçelievler, “beton kent” değil, “sağlıklı kent” olma yolunda dev adımlar attı. Göreve geldiği ilk günden itibaren kentsel dönüşümü masanın başına koyan Bahadır, sadece lafla değil, 2 bin binayı yenileyerek binlerce vatandaşı güvenli evlere kavuşturdu. Üstelik bu başarıyı 6 Şubat depreminden sonra hız kesmeden sürdürdü. Beş kentsel dönüşüm ofisiyle vatandaşın ayağına giden bir belediye, Türkiye’de kaç ilçede var?

Ama Bahadır sadece binaları yenilemedi, bu ilçede çocuklara, gençlere, kadınlara ve yaşlılara dokunmanın da derdine düştü. Mesela bir belediyenin teknoloji ve girişimcilik merkezi kurduğunu duydunuz mu? Bahçelievler’de gençler İHA, SİHA, Drone tasarlıyor, 3D modelleme, e-Spor merkezinde yarının dünyasına hazırlanıyor. Yani gençliği kıraathane köşesinde okey masasında değil, teknoloji üssünde görmek isteyen bir belediyecilik anlayışı var burada.

Sadece teknoloji mi? Sporun başkenti olma iddiasını da boşa çıkarmıyor Dr. Hakan Bahadır. Bahçelievler’de bugün 19 ayrı noktada spor tesisleri, her yaş grubundan 250 bin insana spor yaptırıyor. Yaz-kış spor okullarıyla miniklerden yaşlılara herkesin hayatına sağlık katıyor.

Çevreye gelince... Sıfır Atık Projesi tam bir ders niteliğinde… 200 bayat ekmek kumbarasıyla 10 milyon TL’lik ekmek israfı önlendi, tonlarca mama üretildi. Giysi, cam, elektronik atıklar için zincir kuruldu, Sıfır Atık Bankası devreye alındı, geri dönüşebilir atıklar para puana dönüştü. İnsanı kadar doğayı da düşünen bir belediye...

Peki ya sosyal belediyecilik? BADE yani Aile Destek Evi, hayırseverle ihtiyaç sahibini buluştururken, “Bizim Esnaf” projesiyle hem vatandaşa hem yerel esnafa 165 milyon TL’lik destek sağladı. Bu sayede mahalle bakkalı, kasabı, kırtasiyecisi de kazandı, komşusu da gönül rahatlığıyla alışveriş yaptı.

Gençlere burs, kırtasiye desteği, İstanbul Kart ulaşım desteği... Emeklilere yıllık 12 bin TL sosyal destek, yaşlılara evde bakım, temizlik, kuaför hizmeti... Engellilere engelsiz yaşam merkezi, hidroterapi, atla terapi, özel spor branşları... Kadınlara el emeği festivalleri, meslek edindirme kursları, girişimcilik eğitimleri... Anaokullarından kütüphanelere, yeni sosyal tesislerden yenilenen parklara kadar insanın her yaşını kapsayan projelerle Bahadır, klasik “taş üstüne taş” belediyeciliğin çok ötesine geçti.

Ve elbette trafik! Ana arterlerde yapılan düzenlemeler sayesinde sıkışan yollar rahatladı, 66 yol yenilendi, otopark kapasitesi 5 bine çıkarıldı. 93 park revize edildi, güvenlik kameralarıyla donatıldı. Şehrin kalbine nefes aldıran bu detaylar, rakam değil, bir vizyonun özetidir.

Tüm bunların üzerine bir de sağlık geldi. Evde Sağlık Hizmeti’yle doktor, hemşire kapı kapı dolaşıyor ve yaşlısının, kimsesizinin, hastasının derdine çare oluyor. BADEM çatısı altında psikolojik danışmanlık merkezinde çocuklar oyun terapisi alıyor, yetişkinler uzman desteğiyle hayata tutunuyor.

Birileri sosyal medyada iddia üretir, Hakan Bahadır sokakta proje üretir. Birileri koltuk derdine düşer, o Bahçelievler’i bilimin, sporun, sanatın merkezi yapma derdine düşer. Birileri yıpratmaya çalışır, o halka sırtını yaslar ve her sabah “daha fazlası için” yola koyulur. Bahçelievler’de yaşamak artık bir ayrıcalıksa, bu ayrıcalığı planla, emekle, vizyonla taçlandıranlara bir teşekkür borcumuz var. Günübirlik dedikodularla değil taş taş üstüne konarak yazılan bir başarı hikayesidir bu. Ve o hikayenin adı Dr. Hakan Bahadır’dır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
06.07.2025
Tüm Yazıları

Son dönemlerde özellikle sosyal medyada karşılaştığım bir kavram var: OVERTHİNK...
Araştırdım biraz, aşırı düşünme hali demekmiş. Daha derine inersek, anlık keyif ve haz yaşarken, bir anda gelecek kaygısı ya da geçmiş sorunsallarımızın beynimizi manipüle ettiğinde yaşadığımız duygu durum bozukluğu da denebilir...

Bu durum sosyal medyada bazen yazı, fotoğraf ya da mini videolarla mizansen şekilde kullanılıyor.
'Overthink saatimde ben…'

Aşırı düşünme (overthinking), literatürde çoğunlukla kaygı bozukluklarıyla ilişkilendirilse de, aslında insan zihninin doğal bir işleyiş biçimi. Beyin, tamamlanmamış olaylara takılı kalıyor, belirsizlikleri sindiremiyor ve bazı cevapları alamadığında o boşlukları kendi hikâyeleriyle doldurmaya çalışıyor.
Bu da çoğu zaman “neden böyle oldu, ya şöyle olsaydı, ben yanlış mı söyledim, ya aslında öyle değilse?” gibi iç konuşmalara evriliyor.

FARKINDAYIZ AMA DEĞİŞTİRMİYORUZ

Bir anlamda, zihin kendiyle didişiyor.
Ancak burada ince bir çizgi var: Overthinking bir duygu değil, bir düşünme biçimi. Ve biz onu romantize ettikçe, kendimizi içinde boğulmaya izin verdiğimiz bir havuz gibi yaşamaya başlıyoruz. Mizah eliyle dokunduğumuz bu durum, bir süre sonra duyarsız bir farkındalığa dönüşüyor: Farkındayız ama değiştirmiyoruz.

Elbette melankoli insani bir hâl. Hatta bazen ruhun nefes alabilmesi için düşüncelerle yalnız kalmaya ihtiyacı da var. Ama bununla özenilesi bir kaos gibi gururlanmak, “duygu istifçiliği”ne dönüşüyor.

Zihin, bir tarla düşünce ise tohumdur. Ama her geleni ekmek zorunda değiliz..
Şayet yine bir gün 'overthink' saatine yakalanırsak şu sorular çok mühim:
DUR, DİNLE, SOR...
Çünkü bazen sessizlikte bir fırtına değil, sadece sükûnet vardır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
06.07.2025
Tüm Yazıları

Orta Doğu haritasına bakınca bir coğrafya değil, katman katman açılan bir tarih görürsünüz. Golan Tepeleri de işte böyle bir yer: Üzerinde sayısız imparatorluğun yürüdüğü, sancakların gölgesinde sınırların değiştiği, ama hiçbir zaman tartışmanın bitmediği bir zemin.
Bugün Golan’ın kimin olduğu meselesini anlamak için sadece 1967’ye değil, yüzyıllarca geriye bakmak gerekir. Çünkü burada mesele, modern İsrail-Suriye sınırı kadar Osmanlı hinterlandı, Fransız mandası, Soğuk Savaş’ın dondurduğu dengeler ve 21. yüzyılın parçalanmış Suriye’sidir.

Osmanlı’dan Mandaya, Mandadan Devlete

Golan Tepeleri, Osmanlı Devleti’nin Şam vilayetinin bir parçasıydı. 1516’da Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Osmanlı’ya katıldı. Yüzyıllar boyunca Osmanlı idaresi altında görece sükûnet yaşadı. Bölgenin etnik yapısı da mozaikti: Arap köylüler, Dürzi aşiretler, Çerkez göçmenler ve kısmen Yahudi yerleşimciler.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız Mandası kurulunca Suriye’nin yeni sınırları çizildi. Mandanın keyfi haritaları Osmanlı hinterlandını paramparça etti. 1946’da Suriye bağımsız devlet ilan edildiğinde Golan, Şam yönetiminin toprağı kabul edildi. İsrail 1948’de kurulduğunda, henüz bölgenin statüsü tartışma konusu bile edilmemişti.

1948: İsrail’in Kuruluşu ve İlk Sınır Krizi

İsrail bağımsızlığını ilan eder etmez Arap-İsrail savaşı patladı. O dönemde Golan, yeni kurulan İsrail için henüz stratejik öncelik taşımıyordu. Ama 1949 Ateşkesi’nden sonra sınır köyleri Suriye’nin topçu tacizine maruz kaldı. O günlerde Tel Aviv’in güvenlik konseptinde Golan hep “ileride çözülmesi gereken tehlike” başlığı altında yer aldı.

1967: Altı Gün Savaşı

Suriye, Mısır ve Ürdün’ün ortak saldırı hazırlığı İsrail’in ilk büyük önleyici savaşıyla sonuçlandı. Sadece altı günde Arap orduları bozguna uğradı. İsrail Sina’yı, Batı Şeria’yı ve Golan’ı işgal etti. Golan’ın kaybı Şam için büyük prestij sarsıntısıydı. Çünkü bu tepe hattı İsrail’in kuzeyini gözetler, tehdit eder durumdaydı.

Türkiye o dönemde Arap-İsrail dengesinde dengeci pozisyon almış, Batı ittifakının üyesi olarak İsrail’i tanımış, ama Suriye’nin egemenlik haklarına da mesafeli bir saygı göstermişti. Ankara’nın çizgisi netti: sınır değişiklikleri fiili durumla değil uluslararası hukukla belirlenmelidir.

1973: Yom Kippur ve Suriye’nin Son Şansı

Suriye lideri Hafız Esad, 1973’te Mısır’la birlikte Yom Kippur Savaşı’nı başlattı. İlk 48 saatte Suriye ordusu Golan’ın bazı bölgelerine girdi. İsrail, beklenmedik kayıplar verdi. Ancak Amerikan hava köprüsü ve Sovyetlerin sınırlı müdahalesiyle savaş dengesi değişti. Sonuç: Suriye, Golan’ın kalıcı olarak İsrail’in kontrolüne geçtiğini kabullendi.

İşte tam bu noktada Türkiye’nin diplomatik tavrı önemliydi. Ankara, savaş sonrası dönemde BM 242 ve 338 sayılı kararların temel alınması gerektiğini savundu. Bu kararlar ne diyordu?

İsrail işgal ettiği topraklardan çekilmeli.

Sınır güvenliği garanti altına alınmalı.

Tüm devletlerin egemenliğine saygı duyulmalı.

Türkiye, o günden beri her platformda bu kararlara atıf yaptı. Çünkü harita mühendisliğinin meşruiyet kazandığı bir bölge, yarın Türkiye’nin güney sınırları için de tehdit doğurur.

1974: BM Tampon Bölgesi

1974’te Suriye ve İsrail, BM gözetiminde kısmi bir ateşkes hattı belirledi. İsrail, 1973’te aldığı bazı bölgelerden çekildi. BM tampon bölgesi kuruldu. O dönemde Türkiye, Suriye ile yakınlaşma sürecine girmiş, Şam’ın toprak bütünlüğünü savunan diplomatik dili öne çıkarmıştı.

1981: İlhak Kararı

İsrail 1981’de Golan’ı tek taraflı ilhak etti. Bu, BM Güvenlik Konseyi’nin 497 sayılı kararıyla “yok hükmünde” ilan edildi. Türkiye bu kararı tanımadı. O günden beri Golan’ın statüsü “işgal altındaki Suriye toprağı” olarak anıldı.

Ama diplomatik literatürde kayıtlara geçen her ifade fiiliyatta işlemiyor. Golan, İsrail’in su rezervlerinin %15’ini sağlıyordu. Üstelik Lübnan sınırını, Ürdün Vadisi’ni ve Şam hattını kontrol ediyordu. İsrail güvenlik doktrini artık Golan’ı savunma hattı değil, kalıcı egemenlik sahası olarak tarif etmeye başladı.

2011: Arap Baharı ve Suriye’nin Çöküşü

2011’de başlayan Suriye iç savaşı bölgenin dengelerini altüst etti. Yüzbinlerce insan öldü, milyonlarca mülteci Türkiye sınırına yığıldı. İran, Rusya, ABD, İsrail ve Türkiye farklı cephelerde dolaylı vekalet savaşlarına girişti. Bu kaosta Golan’ın kaderi iyice dondu.

2019: Trump Yönetimi

ABD Başkanı Trump, Golan’ı İsrail toprağı olarak tanıdığını açıkladı. Bu, uluslararası hukuku de facto biçimde delinmiş sayan bir adımdı. Türkiye, Dışişleri Bakanlığı açıklamasıyla karara sert tepki gösterdi. Çünkü sınır tanımaz bir düzenin meşruiyeti dünyaya yayılırsa, yarın başka bölgelerde de örnek alınır.

2024: Colani Darbesi ve İlhakın Resmileşmesi

Aralık 2024’te Colani liderliğindeki cihatçı gruplar Esad’ı devirdi. İsrail bu fırsatı bekliyordu:
“1974 anlaşmasını Esad yönetimiyle imzaladık. Yeni rejim meşruiyetsiz. Dolayısıyla anlaşma hükümsüzdür.”
Ardından Golan’ın resmî ilhakı ilan edildi. BM tampon bölgesi de İsrail güvenlik bölgesi ilan edilerek fiilen işgal edildi.

Suriye’nin bugün sunduğu teklif şudur:

“1974 mutabakatına dönelim. BM gözlem gücü geri gelsin. Fiili kontrol sizde kalsın ama toprak bizim sayılmaya devam etsin.”
Bu teklif, diplomatik nezaket metni olmaktan öteye geçemeyecek. Çünkü Tel Aviv’in tavrı kararlı: Golan artık İsrail’in vazgeçilmez parçasıdır.

Türkiye Açısından Diplomatik Anlamı

Türkiye’nin meseleyi neden kritik gördüğünü anlamak için üç başlığı hatırlamak gerekir:

1. Sınırların dokunulmazlığı ilkesi

Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü daima savunmuştur. Bugün Golan’ın fiili ilhakını kabullenmek, yarın Irak’ta, Kuzey Suriye’de veya Doğu Akdeniz’de başka sınır değişikliklerini tetikler.

2. Uluslararası hukuk düzeni

Türkiye, BM kararlarının esas alınması gerektiğini savunur. Golan’ın ilhakının tanınması, uluslararası hukukun içini boşaltır. Bu, Türkiye’nin güvenlik stratejisini zayıflatır.

3. Bölgesel istikrar

Golan’ın kalıcı biçimde İsrail’e katılması, Lübnan, Ürdün ve Suriye hattını İsrail’in inisiyatifine bırakır. Bu da İran’la yeni cepheleşme riskini artırır, Türkiye’nin Suriye politikasını daha karmaşık hale getirir.

Bugün gerçek şudur:

İsrail geri adım atmaz. ABD’nin desteği, Avrupa’nın sessizliği ve Suriye’nin zayıflığı Tel Aviv’e tarihî fırsat yaratmıştır. Suriye’nin “1974’e dönelim” teklifi masada kalır ama sahada karşılığı olmaz.

Orta Doğu’da taşlar yavaş oynar ama bir kez yerinden oynadığında kimse eski haritayı yerine koyamaz. Golan Tepeleri de bunun en açık örneğidir. Bir toprağın kaderi savaş meydanında mühürlenir. Ama en çok da zihnin haritasında mühürlenir.

Ve o mühür, kolay kolay sökülmez.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
04.07.2025
Tüm Yazıları

Dostlar, hayat dediğimiz şey çoğu zaman küçük ayrıntılarda saklıdır. Bir çocuğun gülüşünde, bir annenin umutla beklediği haberde, bir hastanın iyileşme hayallerinde. Biyoteknoloji işte tam da bu anlarda karşımıza çıkıyor. Bilim insanları laboratuvarlarda çalışıyor olabilir ama bu işin sonucu bizim hayatlarımızda yazılıyor.

Düşünsene, bir doktor karşına geçip diyor ki: “Bu tedavi sadece sana özel.” Kulağa basit geliyor, değil mi? Ama bu, insanlık için yepyeni bir dönem.
Eskiden herkes için aynı ilaç, aynı yöntem vardı. Şimdi biyoteknoloji diyor ki: “Herkesin hikayesi farklı, tedavisi de öyle olmalı.” Bu insana iyi geliyor. Çünkü bu, bize değer verildiğini hatırlatıyor.

Geçenlerde bir arkadaşım anlattı. Dedesi için özel bir gen tedavisi bulmuşlar. Yıllardır umutsuz bekleyen aile, şimdi yeniden gülümsüyor. O dedenin torununa sarıldığı anda biyoteknoloji kendini gösteriyor. Bir çocuğun kanserden kurtulduğu, bir ailenin umutla dolduğu her an, bu bilimin sessiz zaferi.

Elbette biyoteknoloji yalnızca hastanelerde değil. Kuraklığa dirençli tohumlar, daha az suyla daha çok mahsul veren bitkiler geliştiriliyor. Dünya 8 milyarı geçti, herkesin karnı doymalı. Biyoteknoloji tarımı dönüştürüyor, hem de toprağı yormadan. Sürdürülebilirlik kulağa hoş geliyor ama asıl mesele şu: Çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak.

Biyoteknoloji bugün hayatımıza öyle bir giriyor ki, bazen kendimizi bir makinenin parçası gibi hissetmeye başlıyoruz. Akıllı saatlerimiz kalp atışımızı, uyku düzenimizi ölçüyor. Belki bir gün daha da ileri gidecek. Biz düşünmeden vücudumuz tepki verecek. Belki bizden önce karar alacak.
Bir algoritma “Bu ilacı kullanamazsın, sistem uygun görmedi” derse ne yapacağız? Ya da bir cihaz, senin yerine hangi tedaviyi alacağına karar verirse? İşte burada durup düşünmek gerekiyor.

Çünkü biyoteknoloji insanı iyileştiriyor ama aynı zamanda insanı bir veri yığınına dönüştürme riski taşıyor. Her şey ölçülüyor, her şey kaydediliyor. Bir gün "insan" olmanın sınırlarını biz değil, sistemler çizmeye başlarsa ne olur?

Ama umut her zaman daha güçlü. Dilek Gürsoy’un hikayesi bunun en güzel örneği. Avrupa’da yapay kalp naklini gerçekleştiren ilk kadın cerrah, bir Türk doktor. Almanya, Avusturya ve İsviçre’de verilen Alman Tıp Ödülü’nü aldı.
Bir insanın kalbi artık bir cihazla atıyor, ama o cihazın başında Dilek Gürsoy gibi bir doktor var. Biyoteknoloji insanı robota dönüştürebilir ama bazen bir insan da bir kalbe yeniden umut verebilir.

Türkiye’de bu alanda çalışan gençler var. Bilim insanları, girişimciler… Ama mesele sadece teknoloji üretmek değil, bu teknolojiyi insan için kullanmak. Çünkü teknoloji insanı anlamadan büyürse, biz kendimize yabancılaşırız.

Biyoteknoloji bize diyor ki: “Çok şey yapabilirsin!” Ama asıl soru şu: Bu kadar şeyi yaparken kendimizi ne kadar hatırlıyoruz? Teknoloji hızla ilerliyor, bazen bizden önce düşünüyor, bazen bizden önce karar veriyor.
Biyoteknoloji bizi iyileştirirken biz insanlığımızı kaybetmemeliyiz.

Küçük bir fikir, küçük bir adım bazen bir hayatı değiştirir. Bir çocuk kanserden kurtulduğunda, bir çiftçi kurak bir mevsimde mahsul aldığında, bir insan yapay bir kalple yaşamaya devam ettiğinde, o zincirin bir yerinde belki biz de oluruz.
Ama şunu unutmayalım: Biyoteknoloji kalbimize kadar giriyor, ama asıl mesele, o kalbin insanlığını korumak…

Haftaya Cuma görüşmek üzere, sağlık, sıhhat ve afiyetle kalın…

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
02.07.2025
Tüm Yazıları

Geçtiğimiz günlerde arkadaşının kalp krizi geçirdiğini gören adam, 2 dakika arayla kalp krizi geçirdi. Vatandaşlar yaygın olarak görülen kalp krizinin nedenlerini araştırmaya başladı. Bu olay bana bir kez daha kalp krizinin ne kadar sessiz, ne kadar hızlı geldiğini bir kez daha hatırlattı. Peş peşe kalp krizi geçirerek ölen kişilerin yaşadığı durum sonrası kalp krizi bulaşıcı mı? Sorusu sorulmaya başlandı. Bir kalp krizinin bulaşıcı olmadığını bilmek rahatlatıcı, ancak sessiz tehlikeyi de görmezden gelmemek lazım.

75 yaşındaki telsiz operatörü kalp krizi geçirirken, mesai arkadaşı da yardım edemeden fenalaşarak yere yığıldı. Bu görüntüler kalp krizini tetikleyen durumlar, bulaşıcı olup olmadığı araştırıldı.

Kalp krizi bulaşıcı değil, ama farkındalık bulaşıcı olabilir. Çünkü o an geldiğinde, bir kişinin hayatını kurtarmak için gerekli ilk yardım müdahaleleri yapılmalıdır. Kalp krizinin ortasında çaresizlik, aşırı stres yaralının hayatını kaybetmesine neden olur.

Stres, kötü beslenme, sigara, hareketsizlik gibi alışkanlıklar damarlarımızı sessizce tıkıyor ve bir gün, hiç beklenmedik anda hayatımız alt üst olabiliyor. Peki, kalp krizi bu kadar yaygınlaşmışken, bu tür durumlarda neler yapmalıyız? Hemen acil servisi aramalı, hasta rahat bir pozisyonda yatırılmalıdır. Kalp krizinin zamanla yarışılan bir hastalık olduğu da unutulmamalıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
03.07.2025
Tüm Yazıları

Düşünsene...
Yapay zeka seninle çay kahve içiyor, muhabbet ediyor, hayatını kolaylaştırıyor. Sabah sana hava durumunu söylüyor, akşam ne izleyeceğine karar veriyor. E sen de diyorsun ki: “Bu zeka harbi harbi adil.”
Ama dur bi.
Gerçekten öyle mi?

Zekası Var Ama Vicdanı Kimin?
Yapay zeka dedikleri şey aslında çok hızlı ezber yapan bir süper papağan. Ama kimden öğreniyor? Kime hizmet ediyor? Hangi dilde, hangi ahlakta, hangi çıkar için çalışıyor?

Mesele sadece veri değil, kimin verisiyle, hangi niyetle ve kim için eğitildiği.
Yani bu işin sonunda adalet değil, menfaat varsa?
Geçmiş olsun, senin kahve arkadaşın aslında seni kimin adına fişleyen gizli ajan olabilir.

Diyelim ki; Bmw aldın. Mükemmel mühendislik, Alman disiplini, yolda asalet…
Ama aynı bmw, Avrupa’da koltuk ısıtmalı geliyor, yada başka bir çok özellik hatta kumaşı bile daha kaliteli. Türkiye’de ise bazı özellikler aktif edilmemiş olarak. Yani donanım var ama yazılım yok. Çünkü; pazar politikası.
Yani diyorlar ki; hak ettiklerine veririz, diğerlerine kırıntı.

Bu örneği al, yapay zekaya koy:

Avrupa’daki kullanıcı en gelişmiş AI önerilerini alırken, Türkiye’deki kullanıcı daha basit ve gecikmeli bir versiyonla yetinirse…
Buna ne demeli! Peki ne oluyor? Adil mi bu? Yoksa Dijital Neokolonyalizm mi?

Dünya Vatandaşlığı mı, Dijital Apartheid mı?
Her şey beyaz ırk senaryosu mu? Hep anlatıyorlar: Yapay zeka globaldir, her yerde aynı çalışır, tarafsızdır.

Güldürmeyin insanı.
Yapay zeka, tıpkı bir devlet gibi politikaya sahiptir.
Ve bazen, bu zekanın beyni senin problemlerine değil, sana benzeyen insanların kontrolüne odaklanır. Senin ekonomik davranışlarını analiz eder, sana uygun reklam sunar ama aynı zamanda tutumlarını şekillendirecek içerikleri filtreleyebilir.

Mesela; arama sonuçlarında bazı görüşler daha çok gösterilir, bazıları gizlenir.
Bazı ülkelerde AI sohbetleri özgürdür, bazı ülkelerde "politik doğruculuk"la sansürlüdür.

Bazı halklar yapay zekayı geliştirme hakkına sahiptir, bazıları sadece tüketir.

İşte bu yüzden, yapay zeka algoritmaları tarafsız değil, taraflı olabilir.
Hem de öyle sinsi ki, fark ettiğinde iş işten geçmiş olur.

İşlerine Geldiğinde Mi Adil?
Sana bugün bir yapay zeka aracı sunuluyor. Evet, müthiş yetenekli: video yapıyor, kod yazıyor, şarkı besteliyor. Ama bu araç, yarın kapatılsa ya da sana özel bir eksik mod sunulsa ne olacak?

Tarihte bunun örnekleri var! Gelişmiş ülkeler, bazı teknolojileri savaş riski gerekçesiyle başka ülkelere vermedi. Yazılım şirketleri bazı uygulamaları ülkelere göre kısıtladı.Olmadı mı? Google Türkiye'de yarım gün yavaşlatıldı ve insanlar ne yapacağını şaşırdı. Dikkat et sadece yavaşlatıldı diyorum. Kripto cüzdanlar, bazı bölgelere erişim kapattı.

Yani "adil kullanım" dedikleri şey, aslında güç sahiplerinin lütfu olabilir.
Sen ya da senin ülken, bir gün "uygun kullanıcı" listesinde olmazsa ne olacak?

Düşünsene...
Yazılım desteğin kesiliyor. AI asistanın cevap vermemeye başlıyor. Günlük kullandığın tüm araçlar birden sana soğuk davranıyor. Kendi ülkende kendi verilerinle büyümüş bir sistem, sana; sen artık dışarıdasın diyebilir.

Bunu kim denetleyecek?
Bir uluslararası yasa mı? Yok.
Yerli alternatifin mi? Belki ama henüz çocuk yaşta.

Şaka maka bir tarafa, bu ciddi bir mesele! Yapay zeka bize hizmet ediyor dedik, ama belki de biz ona çay taşıyoruz. Kendi ellerimizle büyüttüğümüz bu zeki robot, ileride kimlerin yanında duracağına kendi karar verirse, biz sadece arka planda kalan piyonlar belki de köleler mi olacağız. Yani, oyunun içinde olup kontrolü kaybetmiş oyuncular.
Matrix filminde olduğu gibi insanlık yapay zekanın pili, enerjisi mi olacak.

Peki ne yapmalı?
Kendi yapay zekamızı üretmeliyiz.
Sadece kullanarak değil, tasarlayarak özgürleşebiliriz. Veri politikamıza sahip çıkmalıyız. Unutma, ne verirsen onu öğreniyor. Ne verirsen o oluyor. Uluslararası etik ve denetim sistemleri talep etmeliyiz. Yoksa "adalet" dediğin şey, sadece premium üyeliğe sahip ülkelere özel olur.

Kendi sorularımızı sormalı, kendi doğrularımızı yazmalıyız.
Yoksa başkasının algoritmasında figüran oluruz.

Yapay zeka...
Ne melek, ne şeytan.
Ama kesin olan şu:
Adil olması, kimin elinde olduğuna bağlı.

Bmw örneğinde olduğu gibi, donanım var ama yazılım eksikse, sen sadece potansiyelinle avunursun. O yüzden, sana sunulanı değil, arka plandaki niyeti de sorgula.
Çünkü bu zeka, şimdilik dost…
Ama yarın kimin tarafında olur bilinmez.

Şimdi gerçek soruyu sorayım:
“Sen sandığın kadar özgür müsün?”
Yoksa seni de Beta kullanıcı diye mi etiketlediler?

Hadi! şimdi bunu diğer yazıma kadar düşün...

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş