Gazze’nin dumanı ikinci yılını doldurdu. Çocukların nefesini boğan o kara duman, artık İsrail ordusunun kalbine de çökmüş durumda. Bir devlet düşünün: Silahı var, askeri yok. Tankı var, ruhu yok. Uçakları var, ama o uçakları kaldıracak vicdanı yok.
İsrail ordusunda bugün 10–12 bin asker açığı var. 14 bin 600 genç askere gitmeyi reddediyor. 7 Ekim’den bu yana 54 asker intihar etti, 3.700’den fazlasına travma sonrası stres bozukluğu teşhisi kondu. Bir orduyu tüfek öldürmez, inançsızlık öldürür.
Çareyi dışarıda arıyorlar. ABD ve Fransa’daki Yahudilere çağrı yapılıyor: “Gelin, bu orduya kan taşıyın.” Diasporadan devşirilen “yalnız askerler”, aslında yalnız değil, köksüzdür. Kökü olmayan asker, dalı kırık bir ağaç gibidir; fırtınada ayakta duramaz. Missouri’de Amerikalı bir askerin ailesinin evi kundaklandı. ABD sokaklarında “Katil” ve “IDF’ye ölüm” yazıları belirdi. Diaspora bile artık bu yükü taşımak istemiyor.
Ama asıl fay hattı içeride: Harediler. 1948’den beri askerlikten muaf tutulan bu topluluk, Yüksek Mahkeme kararına rağmen cepheye gitmiyor. Çünkü Siyonizm’e inanmıyorlar, çünkü bu savaşın haklılığına güvenmiyorlar. Bir tarafta oğlunu tankta kaybeden anneler, diğer tarafta Yeşiva’da dua eden gençler… İşte İsrail’i yıkan gerçek çatlak budur: İnanç ile inançsızlık arasındaki fay hattı.
Buradan Anadolu’ya düşen ders açıktır:
Bir milletin ordusu dışarıdan bulunmaz, içeriden doğar.
Bir devlet, başkasının evladıyla ayakta kalamaz.
Bizim tarihimiz bunun en büyük şahididir. Çanakkale’de 15 yaşında liseliler sıralardan kalkıp cepheye koştu. Kurtuluş Savaşı’nda köylü kadınlar tarladan mermi taşıdı. Türk askeri, zorunluluktan değil, inançtan cepheye girdi. Bu yüzden askerlik, bu topraklarda bir görev değil; varoluşun adı oldu.
İsrail ordusunun çöküşü bize iki hakikati hatırlatıyor:
Birincisi, milli ordu gönüllülükle, imanla ayakta kalır.
Silah, tank, dış yardım bir orduyu uzun vadede taşıyamaz.
Ordunun ruhunu ayakta tutan, milletin kendi evladıdır.
İkincisi, askerini diri tutan ekmek değil, davadır.
Gazze’deki işgal, İsrail askerinin ruhunu tüketiyor.
Çünkü haklı olmayan savaş, önce savaşanın vicdanını öldürür.
Oysa Türk askeri için cephe, işgalin değil, vatanın savunmasıdır.
Bugün ABD Kongresi, İsrail ordusunda savaşan Amerikalılara, kendi askerleriyle aynı hakları tanıyacak yasa peşinde. Batı’nın çifte standardı burada da ortaya çıkıyor: Ukrayna için seferberlik naraları atanlar, Gazze’deki çocukların kanına sessiz. Ama tarihin terazisi sessiz değildir.
Türkiye bu tabloyu sadece seyirci gibi izleyemez. Ortadoğu’nun taşları yeniden diziliyor. İsrail’in zayıflaması, bölgenin güç dengelerini alt üst edebilir. İşte burada Türk ordusunun farkı ortaya çıkıyor: Bizim ordumuz sadece Anadolu’nun değil, bütün mazlumların umududur.
Çünkü Türk askeri, “mecbur olduğu” için değil, “iman ettiği” için cepheye koşar. İşte bu yüzden Anadolu bin yıldır ayakta. İşte bu yüzden mazlumun duası hâlâ Türk ordusunun üzerinden eksik olmaz.
Ve tarihin defteri her seferinde aynı cümleyle kapanır:
“Askerin imanını kaybettiği gün, devlet de kaybolur.”
Kutadgu Bilig’de Yusuf Has Hacib, “Beylik ordusuz olmaz, ordu da gönülsüz olmaz” der. Divânü Lügati’t-Türk’te Kaşgarlı Mahmud, “Türk budun ordusuyla vardır” diye kaydeder. Bu, yalnızca bir söz değil, bin yıllık bir hakikattir: Türk ordusu milletin kalbinden doğar, milletin duasıyla yürür.
Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye söylediği nasihatı hatırlayalım: “Ey oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” İnsanı yaşatmak için ordusu olan değil, ordusunu yaşatan devlet gerekir. Ordunun ömrü, sadece kışlalarda değil, milletin vicdanında uzar.
Bugün İsrail askersiz kalırken, Türk askeri hâlâ mazlumun umududur. Çünkü Türk ordusunu ayakta tutan şey, dışarıdan ithal edilen kan değil; içeriden yükselen iman, ahlak ve adalettir. İşte bu yüzden Anadolu bin yıldır dimdik duruyor.
Ve Anadolu’nun bize öğrettiği hakikat şudur:
Devletin direği ne tanktır ne de toptur; devletin direği, imanla çarpan asker yüreğidir,milletidir.
Çünkü ordu, sadece savaş meydanında değil, milletin vicdanında kazanır zaferini.
Çünkü asker, sadece üniformayla değil, kalbiyle taşıdığı sancakla büyür.
Çünkü devlet, sadece sınırlarla değil, o sınırları koruyan yiğitlerin duasıyla yaşar.
Roma lejyonları dağıldı, Pers orduları çöktü, haçlı seferleri anlayışı yıkıldı… Ama Türk askeri, Alparslan’dan Fatih’e, Barbaros’tan Mustafa Kemal’e kadar, her çağda mazlumun siperinde durdu.
Bir milletin varlığı, askerinin imanında saklıdır.
Ve işte bu yüzden, bin yıldır bu topraklarda ay yıldız sönmedi.
Ve işte bu yüzden, yarın da Türk’ün ordusu mazlumun duasında, zalimin korkusunda yaşayacak.
...
Dostlar, hiç düşündünüz mü, içinde yaşadığımız bu çağın hızının ve telaşının bizleri nereye doğru sürüklediğini? Yani sabah uyanır uyanmaz elimize aldığımız telefonun, kahvenin kokusu kadar tanıdık ama bir o kadar da yabancı olduğunu...
Ekranda kaybolan parmaklarımız bir mesajla dünyayı dolaşıyor da kalbimizin hâlâ bir dost meclisinin sıcaklığını aradığını...
Evet, teknoloji, elimizdeki sihirli bir ayna gibi; hem bize kendimizi gösteriyor hem de başka başka yüzler inşa ediyor.
Peki, baktığımız bu aynadaki suretler, gerçekten bizler miyiz?
Geçen hafta çok yoğun bir tempoda mini bir yemek arasında çok değer verdiğim bir arkadaşım tanıdık bir şey anlattı. Dedi ki: Geçen sene kızının tüm okul projelerinde yapay zekâdan yardım alarak, ödevlerinin yarısını bitirmiş. Anlatan gururluydu ama ardından da şu soruyu sordu: “Peki bu çocuk kendi aklını ne kadar kullanacak?” Bu soruyu sormasına sevindim çünkü asıl can alıcı nokta da bu değil mi zaten?!
Teknoloji herkese kanatlar takıyor, ama o kanatlarla ne tarafa yöneleceğimizi biliyor muyuz acaba?
Örneğin, biyoteknoloji konusu… Daha önce bu konuyla ilgili iki de makale de yazmıştım. Bir yanda laboratuarlarda kanserle mücadele eden bilim insanları, diğer yanda soframızda genetiğiyle oynanmış bir domates, salatalıkla karşı karşıyayız. Bir yanda ömrü uzatma hayali, öte tarafta “Bu kadar uzun yaşamak gerçekten gerekli mi?” sorusunu soruyoruz. Teknolojinin insanoğluna tuttuğu aynada sadece yüzlerimizi değil, vicdanlarımızı da görmek zorundayız.
Bir dönem ailemle karavanla şehir şehir dolaştığımız zamanlarda Anadolu’nun bir köyünde yaşlı bir amcayla sohbet etmiştik. Tarlasına sulama sistemi kurmuş, hava durumunu telefondan takip ediyor, tohum siparişini internetten oğlunun verdiğini anlatmıştı. Gözlerinin içi pırıl pırıldı. “Evlat,” dedi, “bu makinelerin hepsi yarı yükümüzü alıyor ama toprağın kokusunu, alın terinin ne olduğunu bize kesinlikle öğretemez.” demişti.
Gerçekten durum böyle. Makineler, yapay zeka, dijital işler veya teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın ruhu toprağın o kokusuna muhtaçtır. Daha verimli tarlalar, daha besili hayvanları ve daha sağlıklı bedenler günümüz teknolojisi ile bir tık daha ilerlemiş olabilir; ama bir insanın kalbinde filizlenen sevgiyi, toprağın bereketine eşlik eden umudu ancak bizler birbirimize verebiliriz.
İlk yazılarımda beri ben, işim de bu olduğu için ve gençlik yıllarımdan beri teknoloji ile iç içe yaşadığım için günümüz teknolojisini hiçbir zaman tehdit olarak görmedim. Aksine, doğru kullanıldığında gerçek bir dost, iyi bir yol arkadaşı olduğuna inandım. Evet burayı biraz açmak lazım. Bu dost, arkadaş derken nasıl bir dost ve arkadaş olduğuna değinmeden geçemeyeceğim. Zira öyle bir dost ve arkadaş olmalı ki bizi biz yapan değerleri unutturmayacak, aksine onları daha da kıymetli kılacak, hatırlatacak bir dost...
Düşünün; biyoteknoloji bir hastanın gözlerine yeniden ışığı taşıyabiliyor artık. Ama asıl ışığı, o hastanın annesinin duası, dostlarının sabrı, toplumun şefkatinin taşıdığını da görmezden gelmeyelim. İnsan, sürekli baktığı o aynaya yalnız kendi yüzünü değil; komşusunu, dostunu, toprağını ve tarihini de yansıtabilmelidir diye düşünüyorum.
Gerçekte de dijital çağda da evet hepimiz birer yolcuyuz. Parmak uçlarımızla dünyayı dolaşırken kıymetli esas yolculuğun, içimize doğru olacağını akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Biyoteknoloji, yapay zekâ, dijital aynalar… Bunların hepsi, kendi hikâyemizi kurmak için biz insanlara sunulan araçlardan başka bir şey değil. Kendi hikâyelerimizi yazarken unutmamamız gereken şey ise şu: Asıl değer, bir çocuğun sahici kahkahasında, bir babanın el emeğinde, alın terinde ve ağzı dualı bir annenin samimi, iç açıcı, ruh okşayıcı duasında saklı…
Son olarak teknolojinin bizlere tuttuğu aynada görmek istediğimiz yüzü seçmenin, bizlerin ellerinde olduğunu unutmayalım diyorum.
Haftaya Cuma tekrar görüşmek üzere; sevgiyle, muhabbetle, sağlıkla kalın…
...Geçtiğimiz hafta dizilerin gençler üzerindeki etkisinden bahsettim. Şiddet içerikli dizilerin gençler üzerinde önemli bir etkisinin olduğunu ve onlara yön verdiklerini düşündüğümü belirttim Bu hafta ise rolden çıkamama durumunun sadece çocuk oyuncular için tüm oyuncular için bir tehdit olduğunu düşünüyorum.
Rol bitip etkisi devam edebilir. Sinema, dizi ve tiyatro gibi oyunculuk mecraları, duygusal derinliği olan, zaman zaman oldukça travmatik senaryolarla çalışmayı gerektiriyor. Bazen yıllarca süren böyle senaryoda oyuncularda derin etki bırakabilir. Özellikle oyuncuları sette öğrenmiş kişiler bu durum daha da tehlikeli olabilir.
Özellikle empati yeteneği yüksek olan oyuncular için sahnede bitiminde duygudan çıkmak kolay olmayabilir. Oyuncular profesyonellik kazanana kadar rolün etkisini sürdürür. Travmatik bir karaktere uzun süreli bürünmek, oyuncunun kendi kişisel sınırlarını zorlayabiliyor. Bu sebeple setlerde çocuk oyuncular için bulunan psikolog ekibi diğer tüm oyuncular için de olmalı.
Setlerde psikolojik destek ekibi bulunmalı
Artık sette psikolog bulundurmak bir gereklilik olmalı. Hem çocuk hem yetişkin oyuncuların, bir sahneye hazırlanırken veya sahne sonrasında zihinsel olarak toparlanabilmeleri için profesyonel destek almalı.
Yönetmenler, yapımcılar ve set ekipleri bu ihtiyacı “masraf” olarak değil, bir “yatırım” olarak görmeli. Oyuncuların bir katili oynadıktan sonra hayatına daha sağlıklı devam edebilmesi, karakterine bilinçli sınır koyabilmesi için bu destek sağlanmalı.
...
Yarının dünyasında okunan olmamak için oku!
Oku.
Evet, tam da bu kadar yalın. Ama bu defa mesele kitap değil, makale değil, sosyal medya postu hiç değil. Benim kastettiğim oku, satır aralarını okumak, geleceği okumak, teknolojiye sadece bakmak değil, onu gerçekten görmek. Çünkü bakmak kolay, görmek cesaret ister.
Bugün etrafımızda bir teknoloji bombardımanı var. Yapay zeka, kuantum bilgisayarlar, uzay girişimleri, biyoteknoloji, artırılmış gerçeklik… Ama mesele bu gelişmeleri gazetede okur gibi üstünkörü “aa güzelmiş” diye geçmek değil. Mesele, bu gelişmelerin dünyayı nereye taşıdığını okumak. Çünkü inovasyonun gerçek gücü, sadece o anki yenilik değil, onun hayatımıza dokunduğunda yaratacağı domino etkisidir.
Yapay zeka bugün kod yazıyor, görsel üretiyor, şiir bile yazıyor. Ama olayı şöyle okumak lazım. Bu sadece yazılım sektörünü değil, eğitim sistemini, iş gücünü, hatta devletlerin güç dengelerini yeniden tanımlayacak. Yani mesele gpt'nin sana cevap yazıp yazamayacağı değil, yarının dünyasında insan emeğinin hangi formda değerli kalacağı.
Fütürist kafa dediğimiz şey tam burada devreye giriyor. Geleceği okumak, bugünkü trendleri yarına ışınlamakla olur. Bugün böyle bir teknoloji çıktı, demek ki yarın da şunu yapacak mantığı basit bir çıkarım olur. Ama asıl zeka, bu teknolojinin toplumu nasıl dönüştüreceğini görebilmekte.
Mesela elektrikli arabalar… İnsanlar Tesla’yı sadece araba gibi okudu. Halbuki Tesla, otomotiv sektörünü değil, enerji sektörünü yıkıyor. Yarın sokaklarımızda milyonlarca batarya olduğunda, enerji sadece barajdan, santralden gelmeyecek. Evindeki araban enerji santrali olacak. Bu okuma, arabaya değil sisteme bakmak demek.
Veya biyoteknoloji. Gen düzenleme teknolojisini sadece hastalıkları tedavi edecek diye okumak çok sığ kalır. Asıl okumamız gereken şey şu; bu teknoloji, yaşamın tasarımını elimizin altına bırakıyor. İnsan ömrü uzayacak, yeni tarım modelleri çıkacak, hatta “insan” tanımı bile evrilecek. Bu, sadece tıp değil; felsefe, din, hukuk, hatta aşk ilişkilerini bile değiştirecek.
Şimdi gelelim işin bam teline: Biz okuyabiliyor muyuz? Yoksa sadece bakıyor muyuz?
Çünkü inovasyonun ilk kazananları her zaman görenler olur. Matbaanın çıktığı dönemde, çoğu insan hala elle kitap kopyalıyordu. Görenler, bu sadece hızlı kitap değil, bu bilgi demokrasisi dedi ve dünyayı değiştirdi. İnterneti görenler, bu sadece e-mail değil, bu küresel bir ekonomi dedi ve milyar dolarlık şirketler kurdu.
Bugün yapay zekaya bakıp hala öğrencilere kopya çektiriyor diyenler var. Oysa görenler, bu insan beyninin yanına ikinci bir beyin eklemek diyor. Bu fark, geleceğin sahipleriyle seyircileri ayırıyor.
Oku. Çünkü okumak aslında cesaret işidir. İnsanların çoğu görmek istemez. Görmek, sorumluluk getirir. Eğer yarının dünyasında iklim krizinin, teknolojinin, yapay zekanın gidişatını gerçekten okursan, sorumluluk senin üzerine biner. O yüzden çoğu kişi bakmakla yetinir, okumaz.
Ama biz girişimciler, vizyonerler, hayalperestler için işin sırrı burada. Biz satır aralarını okumak zorundayız. Çünkü geleceği planlamak, bugünü iyi okumakla başlar.
Bak mesela, Metaverse hype’ı geldi geçti. Çoğu kişi bitti dedi. Ama fütürist bir okuma yaparsan görürsün ki mesele sanal gözlük değil. Mesele, insanlığın ekranla olan ilişkisinin üç boyutlu hale geçmesidir. Yarın belki metaverse demeyeceğiz ama hayatımızın büyük bir kısmı üç boyutlu dijital katmanlarda akacak. Şirket toplantın, sevgilinle ilk buluşman, hatta tatilin bile digital twin üzerinden olacak. Bu sadece isim değiştirecek, teknoloji yok olmayacak.
Kuantum bilgisayarlar! Çoğu insan hala çok hızlı bilgisayar diye okuyor. Halbuki mesele hız değil, düşünme biçimi. Kuantum, “0 ya da 1” yerine “hem 0 hem 1” ile çalışıyor. Bu, sadece mühendislerin değil, felsefecilerin, ekonomistlerin, sanatçıların bile oyun alanını değiştirecek. Yani kuantum bilgisayarı bir makine olarak okursan yanılırsın, ama onu bir paradigma olarak okursan geleceğin kapısını aralarsın.
Peki nasıl okuyacağız?
Bir: Merakla. Çünkü merak, inovasyonun radar sistemidir.
İki: Sorgulamayla. Her gördüğünü, “peki bu bizim toplumu, iş yapış biçimimizi, insan doğamızı nasıl değiştirir?” diye sor.
Üç: Cesaretle. Çünkü bazı okumalar korkutucudur. Yapay zeka işimizi elimizden alacak mı? Muhtemelen evet, bazılarını. Ama aynı zamanda bambaşka işleri de yaratacak. Bu çelişkiyi görmek cesaret ister.
Okumak, geleceği tahmin etmek değil, onu şekillendirmektir. Çünkü gerçekten okuyan kişi, sadece seyirci olmaz. Yazar olur. Katkı sağlar. İnşa eder.
Bugün oku dediğimde, sana kitap önerisi vermiyorum. Benim kastım, yapay zekanın satır aralarını oku. Crisprı oku. Kuantumu oku. Enerjiyi oku. Ve en önemlisi, geleceği oku. Çünkü geleceği okuyabilen, geleceği yazabilen olur.
Oku. Yoksa yarının dünyasında sadece “okunanlardan” biri olursun.
...Picasso’nun Guernica’sı…
Bir tablodan fazlası: Bir şehrin yıkılışını değil, insanlığın vicdanının çöküşünü anlatan kara bir kayıt. Parçalanmış at figürleri, göğe çevrilmiş gözleriyle donmuş bir çocuk, annesinin kucağında taş kesilmiş bir ağıt… Guernica yalnızca İspanya’nın değil, bütün yeryüzünün kanayan yarasıdır.
O tablo, savaşın ilk defa resme dökülmüş çığlığıydı. Ama aynı zamanda bir soruydu: İnsanlık kendi hatalarından ders alacak mı?
Aradan geçen onca yıla rağmen yanıtı hâlâ acı: Hayır. Çünkü tarih, aynı kitabı farklı coğrafyalarda, farklı isimlerle tekrar tekrar yazıyor.
Bugün aynı çığlık bambaşka topraklarda yankılanıyor. Fırçayı bu kez Suriyeli ressam Abdalla al Omari eline aldı. Onun “Dünya Liderleri Mülteci Olsaydı” serisi, çağımızın Guernica’sı sayılabilir. Omari, altın tahtlarda oturanları çorba kuyruğuna sokuyor; mermer saraylardan çıkarıp paslı battaniyelere sarıyor; kürsülerden indirip dikenli tellerin önünde bekletiyor.
Macron plastik tabakla sırada, Putin soğuk vagonda üşüyor, Biden ter içinde evrak kuyruğunda… Ve Erdoğan, çadırda mazlum çocuklarla ekmeğini paylaşıyor.
Omari’nin fırçası bize çıplak bir hakikati gösteriyor:
Mültecilik, gücün en yalın hâlidir.
Ne saray kalır, ne makam, ne de protokol. Geriye sadece açlık, nefes ve gözyaşı kalır.
Mültecilik yalnızca evini kaybetmek değildir; hafızanı sırtında taşımaktır.
Bir baba cebinde evinin anahtarını saklar, ama o kapı molozların altındadır.
Bir anne dilinde ninnisini taşır, ama sesi dalgaların uğultusunda boğulur.
Bir çocuk oyuncağını yitirir, ama asıl kaybı kimliğidir; çünkü doğduğu toprak haritalardan silinmiştir.
Ahıska’yı hatırlayalım: Soğuk vagonlarda donmuş nefesleri. Bir gecede köklerinden koparılıp rayların ucunda kaybolan bir halkı.
Bosna’yı hatırlayalım: Avrupa’nın göbeğinde toplu mezarlara gömülen insanları, yalnızca bedenleri değil vicdanı da gömen elleri.
Gazze’yi hatırlayalım: Molozların altındaki oyuncakları, taş yerine taşla oynayan çocukları.
Suriye’yi hatırlayalım: Çadırda doğan bebekleri, kimliklerinde doğum yeri olarak “sınır kapısı” yazan hayatları.
Her mülteci, bir başka mültecinin resmidir.
Her sürgün, insanlığın kara defterinde aynı sayfanın devamıdır.
Tarih, bu acıyı yeni isimlerle tekrar tekrar okur.
Ve işte tam da burada, Erdoğan’ın yıllardır dünyaya haykırdığı söz yeniden anlam kazanır:
“Dünya beşten büyüktür.”
Çoğu zaman diplomasi diliyle söylenmiş bir cümle gibi algılandı. Oysa bu söz, Ahıska’dan, Bosna’dan, Gazze’den, Suriye’den yükselen çığlığın tercümesidir. Batı’nın sustuğu, kulaklarını kapattığı yerde, Türkiye mazlumun çadırına girdi, elini tuttu, adını dünyaya duyurdu. Bu yüzden yalnız bırakıldı. Çünkü mazlumun yanında durmak, zalimin karşısına dikilmektir.
“Dünya beşten büyüktür” yalnızca bir politik tez değildir; bir insanlık haykırışıdır. Mazlumun duası, yetimin gözyaşıdır. Protokolün değil, vicdanın dilidir.
Biz de bir şiirle tarihe not düşelim.
Dünya Beşten Büyüktür
Beş taht ile kurulmaz adaletin otağı,
Mazlumun gözyaşıdır dünyanın tutağı,
Zincire vurulmaz ki vicdanın ocağı,
Dünya beşten büyüktür, haklı yapar tutanı.
Kara tren inledi, ray dondu karanlıkta,
Çocuk nefesleri üşüdü, umut kaldı yarında.
Bir köy göçle savruldu, kayboldu haritada,
Dünya beşten büyüktür, inlesin Ahıska’da.
Drina kızıla boyandı, taşlar bile ağladı,
Srebrenitsa gecesi gökler ateşe boyandı.
Vicdanını gömen eller, tarihi yaraladı,
Dünya beşten büyüktür, haklıdır Bosnalı.
Çocukların oyuncağı molozların altında,
Yok oldu insanlık, dünyanın kucağında.
Her bomba bir soy kütüğü gömdü kara bir çağa,
Dünya beşten büyüktür, Gazze bucağında.
Putin vagonda titrer, Macron sırada bekler,
Biden telin önünde evrak için ter döker.
Erdoğan’ın kalemi doğruluğa kök söker;
Dünya beşten büyüktür, her zaman onu söyler.
Erdoğan haykırır, zalime meydan okur,
Mazlumun yanında durur, adalet için yol bulur.
“Beşle çevrilmez dünya” dediğinde tarih onu okur,
Dünya beşten büyüktür; anla, bil, herkese duyur.
Geçtiğimiz senelerde ufaktan hayatımıza giren Güney Kore uyarlamalı dizi ve filmler bu sezon tamamen tüm sektörü neredeyse ele geçirdi. Her kanal da en az 2 tane Kore uyarlaması dizisi yer alacak. Peki neden Kore uyarlamalarına bu kadar çok yöneldik?
Henüz 2004’lerin başında kanallarda yayınlanmaya başlayan Kore dizileri sonrası bir furya oluştu. Bu akım sonrası Kdram olarak anılan Güney Kore dizilerine ilgi özellikle platformların açılmasıyla 2010’lu yıllarda daha çok arttı.
Ancak şimdilerde ise Kore dizilerinin senaryoları uyarlanmaya başlandı. Özellikle en çok izlenilen dizilerin senaryolarının uyarlanması ise dikkatlerden kaçmadı. Aile bağları, zengin kız fakir oğlan fakir kız zengin oğlan mantıkları ve daha birçok noktada benzerliği olan dizilerin bu sezon tutup tutmayacağı merak edildi.
Evet bu nokta oldukça eleştirilecek konular içeriyor çünkü dizi sektörü üreten bir sektörün aksine hazır bir sektöre dönüştü. En kötü örneği ise dizilerin erken final kararları oldu. Henüz başlamamış ya da birkaç bölüm yayınlanmış diziler hızla final kararı alıyor. Bu durum Güney Kore dizi sektöründe normal çünkü dizileri en fazla 16 en az 12 bölümden meydana geliyor. Ancak bizler uzun soluklu dizilere alışmış bir millet olarak kısa dizilere alışır mıyız bilmiyorum ama kısa zamanda ekranlarda sürekli diziler dönmeye başlayacağı kesin.
Dünya siyasetinde ezber bozan bir tartışma konusu Arnavutluk’tan yükselidi.
Başbakan Edi Rama, yapay zekanın hükümet yönetimine entegre edilmesini ve hatta bir bakanlığın tamamen yapay zeka tarafından yönetilmesini gündeme taşıdı.
Rama böylece yapay zekanın yolsuzluğu bitirebileceğine inanıyor.
Peki, sizce yapay zeka hükümet yönetebilir mi?
Veriye dayalı, şeffaf, hızlı kararlar…
İnsan zaafları olmayan, çıkar ilişkilerinden beslenmeyen, kayırmacılığa, rüşvete kapalı bir sistem!
Aslında kulağa hiç de imkansız gelmiyor(!)
İşin karanlık yüzü: Olur da birileri algoritmayı kendi çıkarına göre manipüle ederse, halkın iradesi hangi 'dijital filtrelerden' geçecek? Demokrasiyle 'seçilmeden başa gelen' yapay zekanın 'demokratik meşruiyeti' nasıl olacak?
Demokrasiyi yazılım kodlarına teslim etmenin bedeli ağır olabilir.
En doğru yaklaşım yapay zekanın hükümetleri yönetmesi değil, denetlemesi olur.
...Ortadoğu siyasetini anlamak isteyenlerin önce hafızayı yoklaması gerekir. Çünkü bu coğrafyada hiçbir şey “bugün”le başlamaz. Mossad ile Kürtlerin teması da öyle… Hikâye, 1950’lerin sonunda İsrail’in kurucu lideri David Ben-Gurion’un “çevre doktrini” ile başlar.
İsrail, Arap kuşatmasını kırmak için Arap olmayan unsurlarla; İran, Türkiye ve Kürtlerle bağ kurmak zorundaydı. İşte bu noktada, Irak-İran-Türkiye üçgeninde sıkışmış Kürtler, Tel Aviv için bulunmaz bir partnerdi.
1963’te Mossad, Molla Mustafa Barzani ile temasa geçti. Barzani, Sovyetlerden uzaklaşıp Batı’ya yaklaşmak istiyordu. İsrail ise Kürtleri Irak’a karşı vekâlet gücü olarak kullanmayı planladı. Peşmergeye askeri eğitim verildi, telsiz sistemleri kuruldu, silah sevkiyatı yapıldı. Hepsi İran üzerinden, SAVAK koordinasyonuyla yürütüldü.
Sonuç ortadaydı: Irak ordusu kuzeyde bağlandı, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında cepheye tam kapasiteyle inemedi. İsrail nefes aldı, Kürtler umutlandı.
1975 Travması: İhanet Duvarı
Ama bu evlilik uzun sürmedi. 1975 Cezayir Anlaşması ile İran Şahı, Irak’la anlaştı ve Kürtleri bir gecede yüzüstü bıraktı. Mossad da çekildi. Barzani’nin “Amerika ve İsrail bizi sattı” sözleri, Kürt hafızasında derin bir iz bıraktı. Bugün hâlâ Kürt siyasetinde bu travma konuşulur.
İşte bu yüzden Kürtler, dış güçlerle ilişkilerinde hep “ihtiyatlı pragmatizm” uygular. Dostluk değil, çıkar üzerinden yürüyen bir çizgi…
1991 Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge oluşturulunca, Kürtler fiilen özerklik kazandı. Mossad yeniden devreye girdi. 2003 Irak işgaliyle beraber ise iddialar ayyuka çıktı: Mossad, Kürt bölgesinde üsler kurdu, İran’a karşı istihbarat ağını buradan örgütledi.
2000’lerden itibaren İsrail’in Kürtlerle ilişkisinin odak noktası İran’ın nükleer programı oldu. 2014’ten sonra ise enerji boyutu öne çıktı: KBY’nin petrolünün önemli bir kısmı İsrail’e gizlice satıldı.
Bugün, Mossad-Kürt ilişkileri Türkiye’nin güvenlik hesaplarında da kilit bir dosya. Çünkü mesele artık sadece Irak’ın kuzeyiyle sınırlı değil.
Suriye hattında: PKK/YPG yapılanması, ABD’nin açık desteğiyle ayakta dururken, İsrail’in de bu koridoru dikkatle izlediği biliniyor. Tahran’ın Suriye’deki nüfuzunu sınırlamak isteyen Tel Aviv için, Fırat’ın doğusu stratejik bir izleme noktasıdır. Bu durum Ankara’nın güvenlik endişelerini daha da derinleştiriyor.
İran boyutunda: Mossad’ın Kürt bölgesinden yürüttüğü en önemli faaliyet, İran’a dair istihbarattır. Tahran’ın nükleer dosyası ve bölgesel hamleleri, Kuzey Irak üzerinden takip ediliyor. Bugün dahi Mossad’ın en büyük saha kaynaklarından birinin Kürtler olduğu yönünde iddialar var.
Türkiye ekseninde: Ankara, PKK tehdidini sadece Kandil’de değil, Suriye’nin kuzeyinde ve Avrupa’daki diaspora ağında görüyor. İsrail’in, Kürt kartını gerektiğinde masaya koyabilme ihtimali, Türkiye-İsrail ilişkilerinde derin bir gölge olarak varlığını sürdürüyor.
Türkiye, bu tabloyu sadece terörle mücadele açısından değil, jeopolitik denge açısından da okuyor. Çünkü İsrail-Kürt hattının güçlenmesi demek, Türkiye’nin güney sınırında yeni bir “vekil yapı”nın kalıcılaşması demektir.
Bu yüzden Ankara, son dönemde hem Tel Aviv’le normalleşme kanallarını açık tutmaya çalışıyor, hem de sahada kararlılıkla operasyon yürütüyor. Zira tarih göstermiştir ki, dış güçlerle kurulan vekil ilişkilerin en ağır faturası bölge ülkelerine çıkar.
Türkiye ile İsrail arasında son yıllarda başlayan normalleşme süreci, bölgesel dengeleri değiştirme potansiyeli taşıyordu. Büyükelçiler geri döndü, ekonomik ve diplomatik temaslar hız kazandı. Ankara, bu süreci hem Doğu Akdeniz enerji denklemi hem de Washington hattında manevra alanı genişletmek için değerlendirdi.
Ama 7 Ekim sonrası patlayan Gazze savaşı tüm dengeleri sarstı. İsrail’in Gazze’deki operasyonları, Türkiye’de kamuoyunu ayağa kaldırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Netanyahu ile artık görüşmeyeceğim” çıkışı, normalleşmenin önüne kalın bir duvar ördü.
Bu gelişme, sadece diplomatik ilişkileri değil, Mossad-Kürt hattının Türkiye’ye bakan yüzünü de daha hassas hale getirdi. Çünkü Ankara için İsrail’in Kürtlerle kurduğu bağ artık sadece Irak meselesi değil; Suriye’nin kuzeyinde, Gazze’nin gölgesinde, tüm bölgesel güvenlik zincirinin bir halkasıdır.
Ankara, sahadaki gerçeği masa başı diplomasiden çok daha iyi okuyor. Bu yüzden son yıllarda aralıksız askeri operasyonlar yürütüldü:
Fırat Kalkanı (2016) ile Suriye’nin kuzeyinde DEAŞ ve YPG’ye darbe vuruldu.
Zeytin Dalı (2018) ile Afrin bölgesi terörden temizlendi.
Barış Pınarı (2019) ile Tel Abyad–Resulayn hattında YPG yapılanması dağıtıldı.
Pençe-Kilit serisi (2020 sonrası) ile Irak’ın kuzeyinde PKK’nın barınma alanlarına sürekli baskı kuruldu.
Bu operasyonlar, Türkiye’nin şu mesajını netleştirdi:
“Ortadoğu’da bizim güvenliğimizi tehdit eden hiçbir vekil yapı, hangi güç tarafından desteklenirse desteklensin, sahada tutunamayacaktır.”
Ankara’nın kararlılığı, Mossad-Kürt hattına da dolaylı bir uyarı anlamı taşıyor. Çünkü Türkiye, sadece masa başı söylemle değil, askeri kapasitesiyle sahada var olduğunu gösteriyor.
Mossad-Kürt ilişkisi ne romantiktir ne de dostane. Bu ilişki, Ortadoğu’nun sert gerçeğini gösterir: dostluk yoktur, çıkar vardır.
İsrail için Kürtler, Arap ve İran kuşatmasını yarmanın yoludur. Kürtler için İsrail, uluslararası yalnızlığı kırmanın kapısıdır.
Ama Türkiye için mesele çok daha çıplak bir gerçeğe işaret ediyor: Güney sınırında, etnik fay hatları üzerinden kurulan her ittifak, bölgenin güvenliğini doğrudan tehdit eder.
1975’te yaşanan ihanet duygusu, Kürt hafızasında nasıl silinmediyse; bugün de Ankara’nın hafızasında bu kartın nasıl oynanabileceğine dair derin bir bilinç vardır.
Ve şu soru bugün her zamankinden daha gür bir şekilde karşımızda duruyor:
Ortadoğu’da hangi dostluk, çıkarın gölgesini aşabilir?
...Teknolojinin kalbinde ritim vardır. Kod satırları bir programın nabzını tutar; 1’ler ve 0’lar belli bir dizilişle yan yana geldiğinde sistem çalışır.
Edebiyatta ise ritmin adı vezindir. Ve bizim klasik edebiyatımızda bu ritim, aruz vezni ile atar.
Düşünsene, bugün yapay zeka kodları neyse, o günün divan şairi için mef’ûlü mefa’îlü mefa’îlü fe’ûlün oydu.
Meşgul yalnızım, akla küstü zeka
Göz önündedir, rüya diye hayal
Aklı susandır, rol yapandır zeka
Hayal gerçeğe, rüya döner masal
Ucuz akıllar, zekayı satar paha
Rüya övülür, hayal edilir helal
BK
Aruz için analog dünyanın algoritması desek sanırım yanlış olmaz.
Aruz vezninde her kelimenin, her hecenin uzunluğu belirlenir. Uzun heceler 1,5 birim, kısa heceler 1 birim sürede okunur. Bu da kod yazarken kullandığımız if–else mantığına çok benzer: şartlar, bloklar, tekrar eden döngüler.
Mesela şiirinin ilk mısraı “Meşgul yalnızım, akla küstü zeka”yı alalım. Burada her hece uzun–kısa sistemine göre mef’ûlü mefa’îlü gibi bir matematiğe oturuyor.
Kod dünyasında bu, while (yalnızlık == true) { zeka.aklaKüser(); } gibi bir döngüye dönüşebilir.
Zeka: Eskiden İlham, Şimdi Ürün
Bu dizelerde zeka, kırgın bir karakter. “Akla küsmüş”, “rol yapmış” hatta ucuz akıllara satılmış.
Bugünün teknolojisinde de aynı durum var. Zeka artık bir ilham değil, paketlenmiş, api'si çıkarılmış, aylık abonelikle satılan bir ürün.
Aruzun titiz ölçüsü, bir şiirde anlamı bozmamak için nasıl kural koyuyorsa, algoritmalar da kullanıcı verisini işlemek için kural koyuyor. Ama kural, ruhu korumuyorsa ortaya “rol yapan zeka” çıkıyor.
Hayal – Rüya – Masal Döngüsü
“Hayal gerçeğe, rüya döner masal” dizesi bana şunu düşündürüyor: Girişimcilik dünyasında fikirler önce hayal olarak başlar, yatırım alınca gerçek gibi görünür, ama ölçeklenemezse masal olur.
Bu döngü, tıpkı bir yazılım projesinin “beta–launch–sunset” aşamalarına benziyor.
Aruz vezni ise bu döngüyü düzenler, ritmi korur. Kodda ise bu işi cron job veya scheduler yapar.
“Ucuz akıllar, zekayı satar paha” burada hem klasik hem modern dünyanın en sert eleştirisi var. Aruzda bir heceyi yanlış ölçmek bütün vezni bozar; teknolojide ise “ucuz akıl” ile yazılmış kod, bütün sistemi çökertebilir.
Bugün chatgpt, midjourney, copilot, gemini gibi araçlarla “zeka” paketlenmiş durumda. Ama bu zekayı yöneten akıl, kaliteli değilse ortaya çöp çıkar. Kodun da şiirin de değeri, onu yazanın ustalığında. Girdiğimiz promptların değerini anlamamız gerekiyor.
Son dizede “Rüya övülür, hayal edilir helal” var. Bu bana bugünkü kültürel dönüşümü hatırlatıyor...
Herkes “yapay zeka bizim hayatımızı değiştirecek” diye rüya satıyor, ama gerçek hayali (yani toplumsal faydayı) kimse peşinde koşmuyor.
Aruzda gerçek hayal, mısraların içine saklı anlamdır; kod dünyasında ise bu, “hidden feature” ya da “easter egg”tir. Herkes onu bulamaz, ama bulan oyunun tadını çıkarır.
Aruz ve Algoritmanın Ortak Sırrı
Aruz vezni de, algoritma da disiplin ister.
Aruzda: Her hece uzun/kısa, vezin bozulursa bütün şiir çöker.
Kodda: Her blok doğru girilmeli, yoksa compiler hata verir.
İkisinde de “ritim” doğru ayarlanmazsa, şiir de kod da çalışmaz.
Yani aruz, divan şairi için bir syntax kuralıdır. Mef’ûlü, mefa’îlü, fe’ûlün… Bunlar, bugünkü Python’un girinti kuralları, JavaScript’in süslü parantezleri gibidir.
Neden Aruz Hala Önemli?
Çünkü aruz, insan zihninin ritim ihtiyacını karşılar. Kod ise makinenin ritim ihtiyacını. Satırlarımda bu ritim var; ama mesaj modern: Zekanın değerini bilmeyen dünyada, ritim tutsa da melodi kaybolabilir.
O yüzden hem şair hem programcı, sadece formu değil ruhu da korumalı.
“Mef’ûlü Mefa’îlü” sadece bir vezin kalıbı değil, geçmişin ritmi ile bugünün algoritması arasında köprü. Dşzelerimle, aruzun disiplinini modern zeka tartışmalarına taşımaya çalıştım. Bu, hem eski hem yeni dünyanın ortak kodu: Kurallar anlamı korumak için var.
Kuralsız zeka, rol yapan zekadır.
Kuralsız hayal, masala döner.
Kuralsız kod, çalışmaz.
Belki de aruz bize şunu hatırlatıyor: Makineye kod, insana vezin…
Ama ikisine de ruh lazım.
Gelenekten Geleceğe Kıbrıs Mutfağı:
Kıbrıs, tarih boyunca sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış bir ada… Her bir kültür, adanın zengin mutfak mirasına kendi izini bırakmış; Osmanlı’dan Roma’ya, Arap’tan Bizans’a uzanan bir yemek serüveni doğmuş. İşte bu zengin miras, KKTC Cumhurbaşkanı’nın eşi Sayın Sibel Tatar’ın öncülüğünde hayat bulmuş ve kısa süre önce “Gelenekten Geleceğe Kıbrıs Mutfağı” adlı kitapla kalıcı bir arşive dönüştürülmüş.
Sibel Tatar Hanımefendi ile “Gelenekten Geleceğe Kıbrıs Mutfağı” üzerine konuştuk.
Sibel Hanım, Kıbrıs mutfağının değerini ve önemini anlatırken, açık sözlü bir şekilde, bu kültürel mirasın geçmişte yeterince önemsenmediğini vurguluyor:
“Bu kitabın çıkış şekli, aslında kültürel mirasımızın çok önemli bir kısmı olan Kıbrıs mutfağının açıkçası biraz ihmal edilmiş olduğunu düşündüğümden kaynaklandı.”
Kitabın ortaya çıkışı, bir yemek kitabı hazırlamaktan öte bir misyona dayanıyor: Kıbrıs mutfağını gelecek kuşaklara aktarmak ve yaşatmak.
Sibel Hanım bu konuda şöyle diyor:
“Bu mutfağımıza sahip çıkmak, bir kültüre sahip çıkmak demek, onu aynı zamanda yaşatmak demektir. Dolayısıyla gençlerimize, geleneğimizin bir parçası olan bu mutfak kültürünü de yansıtmamız gerekiyordu.”
Kitap, Sibel Hanım’ın liderliğinde üç değerli akademisyenle birlikte hazırlandı: Mustafa Şah, Erhun Ekinci ve Prof. Dr. Tülen Saner. Uzun ve yorucu bir çalışma sürecinden geçen ekip, Kıbrıs mutfağının antik ve otantik yönlerini titizlikle belgeledi. Kitabın en heyecan verici bölümü, yıllarca sözlü olarak aktarılan tarifleri ve tarihi bilgileri kayıt altına almasıdır.
Görseller de ayrı bir özenle hazırlandı; yemek fotoğrafları, tarihi konaklarda, geleneksel masa düzenleri ve özel objeler kullanılarak çekildi. Özellikle Kıbrıs’ın ünlü macun geleneği (ceviz macunu, incir macunu, turunç macunu) ve bu macunlarla sunulan iki uçlu özel çatallar öne çıkarıldı.
Sibel Hanım, kitap çalışmaları sırasında kendi çocukluk anılarını da paylaştı. Annesinin pilavuna, kabak böreği ve nor böreği, onun için sadece lezzet değil, aynı zamanda geçmişe uzanan bir bağ:
“Annemi kaybettikten sonra özellikle pilavuna, çörek ve kabak böreğine her dokunduğumda annemin kokusunu, sanki iliklerime kadar hissederim.”
Kitapta ayrıca Kıbrıs mutfağının etkilediği farklı kültürlere dair detaylı bilgiler de yer alıyor: Osmanlı’nın damgasını taşıyan yemeklerden Arap mutfağından miras kalan molohiya ve humus, İran etkilerine ve Bizans döneminden günümüze ulaşan tariflere kadar geniş bir yelpaze sunuluyor.
Gastronomi ve turizmin birbirini tamamlayan iki önemli unsur olduğunu vurgulayan Sibel Hanım, Kıbrıs mutfağının turizm potansiyelini yeterince kullanamadığını ifade ediyor. Kitabın amacı hem yerel hem de uluslararası gastronomi meraklılarının adanın zengin lezzetlerini keşfetmesini sağlamak:
“Bence en önemli kısım buydu. İnsanlara dediniz ki Kıbrıs mutfağı çok güzel. Evet, çok güzel ve zengin. Farkında mısınız?”
Kitap aynı zamanda tarihi ve yazılı kaynaklardan yoksun bir mutfak kültürünü kayıt altına almak için bir ilk niteliğinde. Eski belgeler, gastronomi veya mutfak kitabı olarak değil, tarih kitapları veya romanlar içinde yer alan küçük bilgiler dahi bir araya getirildi. Örneğin, Aslan Yürekli Richard’ın Kıbrıs’taki kraliyet düğününde Kolakas yemeğini ikram etmesi, bu kapsamda kitaba dahil edildi.
Sibel Hanım, Kıbrıs mutfağının dünya mutfakları içinde hak ettiği değeri bulmasını arzuluyor:
“Kıbrıs mutfağı çok zengin; birçok kültürden etkilenmiş ve iz bırakmış, çok lezzetli, et çeşitleri de ot çeşitleri de bol bir mutfak. Dünya mutfaklarında Türk mutfağını öne koyarken, Kıbrıs mutfağı da ikinci veya üçüncü sırada gelir diye düşünüyorum.”
Kitabın yayına girmesiyle birlikte Kıbrıs mutfağı hem yerli hem de yabancı okuyucuların ilgisini çekti ve mutfağın hak ettiği görünürlüğü kazanması sağlandı. Önümüzdeki dönemlerde “Türk mutfağı haftası” gibi etkinliklerin ve uluslararası gastronomi festivallerinin Kıbrıs’ta düzenlenmesi planlanıyor.
Sibel Tatar, kitabın hazırlanış sürecini, mutfak kültürünü yaşatmayı ve gelecek kuşaklara aktarmayı bir görev olarak görüyor. Kitap, gastronomi turizmine katkı sağlayacak, geleneksel tarifleri kayıt altına alacak ve Kıbrıs mutfağının hak ettiği değeri bulmasına öncülük edecek bir çalışma olarak öne çıkıyor.
“Hızla değişen dünyada, yeni ve çabuk hazırlanan yemek çeşitleri tüketiciye sunuluyor. Bu durum karşısında özümüzü korumak, mutfak kültürümüzü yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak hepimizin sorumluluğu. Kıbrıs mutfağından gastronomi turizminde yeteri kadar faydalanmak için çaba göstermek elzemdir.”
Sonuç olarak,
“Gelenekten Geleceğe Kıbrıs Mutfağı”, sadece bir yemek kitabı değil; geçmişten geleceğe uzanan bir kültürel köprü, bir arşiv ve Kıbrıs’ın mutfak mirasının dünyaya açılan kapısı. Bu eserde emeği geçen hocalar, mekan sahipleri ve tüm katkı sağlayanlar, somut ve soyut kültürel mirasımızın yaşaması için büyük bir adım atmış oldu.
...