Bu kez Bursa, Karabük, Uşak, Kahramanmaraş, Elazığ ve dahası…
26 Temmuz’da Türkiye, adeta ateş çemberine döndü. Kavurucu sıcak hava dalgası ve şiddetli rüzgarın etkisiyle bir günde 84 farklı noktada orman yangını çıktı.
Alevler kısa sürede büyüdü, sadece ormanları değil; köyleri, evleri, hayatları yok etti…
Bazı yerleşim yerleri tahliye edildi, bazı yerlerde ise insanlar, kendi elleriyle inşa ettikleri evlerinin yanışını gözyaşlarıyla izledi.
Yangına müdahale ederken şehit düşen kahramanlarımız...
Alevlerin ortasında canını hiçe sayan gönüllüler, itfaiyeciler…
Tahliye edilirken ağlayan inek...
Karadan ve havadan müdahale sürüyor ama pek çok yerde yeşilin yerini artık sadece siyah bir boşluk almış durumda.
Yangın sonrası yapılan incelemelerde bazı bölgelerde ağaç diplerinden cam şişeler çıktı.
Dinlenmek, piknik yapmak için gelen insanların sorumsuzca bıraktığı çöpler; doğayı, tüm canlıları ve insanları ateşe teslim ediyor.
Her yaz aynı kabusu yaşamak zorunda mıyız?
Bile bile, göz göre göre…
Biz yandık. Ormanlarımız yandı. Hayvanlar, yuvalar, anılar kül oldu.
Unutmayalım ki yangını sadece rüzgar büyütmez, ihmalkarlıkdakörükler.
...Uzay teknolojisiyle yangın çıkarma çağında,
koruma teknolojilerini neden hala yerden bekliyoruz?
Eskiden orman yangınlarının nedeni ya piknikçilerin mangalıydı, ya cam şişeye vuran güneş ışığıydı, ya da klasik ihmal ve dikkatsizlik. Ama artık, ormanın içinde biri sigara içiyor mu diye termal kamerayla takip edebildiğimiz bir çağdayız. Sorun şu ki… artık kibrit yukarıdan çakılıyor olabilir.
Evet, yanlış duymadınız. 2025 yılında orman yangınlarına “acaba uydudan mı başlattılar?” sorusunu sormak artık sadece bir bilimkurgu paranoyası değil. Çünkü uzay teknolojisi artık sadece gps ve hava tahminiyle sınırlı değil. Mikro uydularla yeryüzüne enerji ışınları gönderebiliyor, lazer odaklamasıyla bir noktayı ısıtıp ateş bile çıkarabiliyorsun. Bu bilgi tabii ki herkesin elinde değil. Ama… birkaç kişinin elinde. Ve işte sorun tam da burada başlıyor.
Ormanı Yakmak İçin Uzaya Çıkmaya Gerek Yoktu Ama… Ahh işte ama...
Dünyada çıkan büyük yangınların bazıları doğal değil. Bazıları tamamen kasıtlı. Eskiden bunu bir kibritle yapıyordun, şimdi bir uydudan lazerle yapabiliyorsun. Düşünsene: bir klikle, yüzlerce hektarlık bir alanı yakabiliyorsun. Belki görünmüyorsun bile.
Amerika ve Çin gibi ülkeler uzayda "power-beaming" yani enerji transferi teknolojilerini test etmeye başladılar. Bu teknolojiler iyilik için kullanılırsa, Afrika’nın ortasına elektriksiz köylere enerji gönderebilir. Ama kötüye kullanılırsa? Afrika’nın ortasında ormanı tutuşturabilir. Ve biz hala yangınlara karşı su tankerlerini havalandırmakla uğraşıyoruz.
Yangın Çıkaran Uyduya Karşı Hortum Tutan Amca
Uzaydan saldırı teknolojileri gelişiyor ama savunma teknolojilerimiz hala yerde. Hatta köydeki Mehmet Amca’nın traktöründeki su tankı, bizim ilk müdahale planımızın bir parçası. İşte burada ciddi bir kültürel ve teknolojik fark oluşuyor. Yangını başlatan bir uyduysa, biz hala yangın söndürme işini hava durumuna dua ederek yapıyorsak... geçmiş olsun.
Türkiye’nin uzay ajansı TUA güzel işler yapıyor, bunlar henüz başlangıç. Uyduyu göndermek birinci aşama. Onu yazmak, onu korumak, onunla saldırıya uğrarsan karşılık verebilmek, başka bir seviyenin konusu. Ve ilk adımlar atıldı umarım bundan sonra çok daha iyi olması için ülkece, milletçe gerekeni yapmalı bizler de bilinçlenmenin bir parçası olmalıyız.
Mesela bir uzay yangını uydusu hayal edelim. Sadece yangını algılamakla kalmasın. Lazerle yangının önüne bariyer çizen, havadaki nemi artıran mikron dronlar fırlatsın. Yangını durdurmak için atmosferde küçük bir sis perdesi oluştursun. Hatta en uçuk fikri söyleyeyim: Orman yangını tehlikesi varsa, uydudan mini yağmur bombalarıyla alanı nemlendirsin. Bilim kurgu mu? Belki. Ama bugünün bilimkurgusu, yarının savunma teknolojisi olabilir. Biz Tümmiad'da ne diyorduk hatırlayın: "Bugünün Saçmalığı, Yarının Gerçeği"
Ormanlar Sadece Ağaç Değildir
Bu iş sadece çevrecilik meselesi değil. Orman, aslında bir ulusal güvenlik meselesi. Çünkü ormanı yakmak demek:
Ekonomiye zarar vermek demek,
Ekosistemi bozmak demek,
İnsanları yerinden etmek demek,
Ülkeyi itibarsızlaştırmak demek,
Ya o canlıların çığlıkları!
Ve eğer bu sabotajlar uzaydan geliyorsa, bizim de uzaya bakan savunma gözlüklerine ihtiyacımız var.
Ne yapmalıyız, diye düşündünüz mü? Peki ya harekete geçtiniz mi?
Uzay tabanlı yangın savunma sistemleri geliştirmeliyiz. Termal kamerayla değil, yapay zeka destekli yangın senaryosu tahmin eden sistemlerle.
Lazer koruma kalkanları ya da lazeri algılayıp karşı sinyal gönderecek savunma uyduları. Evet, Star Wars gibi ama gerçek. Artık bu konular bilim kurgu değil, sanırım hepimiz idrak etmeye başladık.
Orman koruma dron orduları. Kuş gibi uçar, yangın çıkaranı bulur, uydudan gelen enerjiyi algılar.
Uluslararası uzay güvenliği anlaşmaları. “Uzaydan orman yakmak savaş ilanıdır” gibi bir madde düşün.
Yangın Değil, Medeniyet Testi
Unutma, bir ülkenin ne kadar ileri olduğu; kaç uydu gönderdiğiyle değil, bir ağacını korumak için ne kadar ileri gidebildiğiyle ölçülür. Biz artık ormanı yakan kibriti değil, onu eline veren teknolojiyi de sorgulamak zorundayız. Ve eğer birileri uzaydan yangın çıkarabiliyorsa, biz de yerden gökyüzüne bakmakla yetinmeyip, gökyüzüne çıkmak zorundayız.
Geleceğin savaşları toprak için değil, yeşil için olacak. Silahlar lazer olabilir, ama direnişimiz akıl, etik ve ileri teknolojiyle olacak.
Çünkü bu dünya sadece bizim değil. Yandığında hepimiz kül oluruz.
...Ciğerimizi kavuran alevler ormanlarımızla birlikte yüreklerimizi de yakıyor. Çıkan yangından sonra söndürmek için verilen mücadele elbette çok kutsal; ama asıl mesele, o kıvılcım düşmeden önce alınacak tedbirlerde. Her duman yükseldiğinde, canı pahasına koşan gönüllülerin ve itfaiye erlerinin cesareti bize insanlığın en güzel hâlini gösteriyor. Rabbim, bu fedakâr yürekleri rahmetiyle kuşatsın; bizlere de toprağımızı, ormanımızı ve geleceğimizi koruyacak bilinci versin inş.
Gelelim abartılı hava tahmin konusuna.
Önceleri hava durumu tahmin bültenleri netti: “Yarın filan ilde sıcaklık şu derece, nem oranı yüzde şu kadar, öğleden sonra kısa süreli yağmur bekleniyor gibi.” Şimdi ise ekranlarda devasa ifadelerle “Türkiye Kavruluyor!”, “Eyyam-ı Bahur Başladı!”, “Rekor Sıcaklık Geliyor!” gibi manşetler atılıyor.
Belki bu başlıklar, habercilik açısından dikkat çekiyor olabilir ama halkın zihninde de bir “kriz” algısı oluşturuyor. Bu da psikolojik ve ekonomik bir etkiye dönüşüyor. Çünkü insanlar planlarını erteliyor, dışarı çıkmıyor, tüketim azalıyor.
Abartılı hava tahmin bültenleri ekonomiyi etkiliyor mu?
Bana göre etkiliyor. Geçenlerde Erkonyalılar Restoran’ın sahibi Muzaffer Güvenç ile telefonda sohbet ediyordum. Yaz ortası bir öğle vakti, dışarıda güneş sıcaklığını tam anlamıyla hissettiriyor. Usta’ya “işler nasıl?” diye sordum. Derin bir iç çektikten bana dedi ki:
“Talip Bey, işler biraz durgun… Neden dersen, artık insanlar yazın dışarı çıkmıyor. Ekranlardan, sosyal medyadan sürekli ‘Aman dışarı çıkmayın, çok sıcak!’, ‘Sakın evden adım atmayın!’ diye yayınlar yapılıyor. Hâlbuki her yaz bu aylar sıcak olur. Eskiden böyle haberler yoktu, insanlar yazın sıcağını bilir ama hayatına devam ederdi. Şimdi öyle bir panik havası estiriliyor ki, sanki dışarı çıkarsan anında bayılacaksın.”
Muzaffer Bey’in söyledikleri bir işletme sahibinin iç döküşü olsa da bunun Türkiye’nin dört bir yanındaki restoranlardan, küçük esnaf dükkânlarına kadar birçok kişinin ortak serzenişi olduğu kanaatindeyim.
Bir düşünsenize:
Yaz ayları aslında restoranlar için bereketli zamanlar değil mi? İl dışından gelen misafirler, yaz tatiline çıkanlar, akşamüstü serinliğinde dışarıda yemeğini yemek isteyen aileler… Bu mevsim, özellikle de büyükşehirlerde, hareketin en yoğun olduğu dönem. Ama ekranlardan sürekli “Ey izleyici, eyyam-ı bahur geliyor, kendini koru, mümkünse dışarı çıkma!” türü manşetler atılınca, misafirler de doğal olarak planlarını erteliyor. Yemek için dışarı çıkacak aile evde kalıyor, kahvesini evde içmeye karar veriyor.
Bu tablo, esnafın yaz ortasında dükkânında müşteri azalmasına sebep oluyor. Oysaki restoranlar “yaz yemekleri” denilen, hafif, ferah menülerle bu mevsime çoktan uyum sağlamış durumda. Neredeyse tüm restoranlar klimalı; insanların serinlik içinde yemeklerini yemeleri mümkün.
Peki, Mikdat Hoca Ne Diyor?
İşte tam da bu noktada, konunun uzmanı bir isme kulak verelim. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu. İklim bilimci Kadıoğlu, yıllardır bu tür hava tahmin haberlerinin halkı yanlış yönlendirdiğini söylüyor.
Geçtiğimiz günlerde X sosyal medya hesabında aynen şöyle diyor:
“Eyyam-ı Bahur Başlıyor!” muş muş…
Yeter artık!
Bu antik deyimlerle süslenmiş, içi boş geyik hava sohbetlerinden bıktık.
Her yaz aynı başlıklar, aynı belirsizlikler, aynı panik havası:
“Uzmanlar uyardı!”
“Türkiye yanıyor!”
“Rekor sıcaklık geliyor!”
Peki ama:
ü Ne zaman?
ü Nerede?
ü Kaç derece?
ü İstanbul mu? Adana mı? Kars mı? Yoksa tüm dünya mı?
Tahmin dediğin şey, hikâye değil! Net veri verir. Yer belirtir. Zaman söyler. Bu çağda bilgi net, hızlı ve eyleme dönük olmalı. Yoksa sadece hava değil, güven, itibar ve dayanıklılık da buharlaşır.”
Bilimsel içeriğin yerini alan “dikkat çekici ama muğlak” haberler sadece insanların bilgiye erişimini değil, gündelik hayatını da etkiliyor.
Gerçekçi bilgi hayat kurtarır
Elimizde artık her imkan var: Uydular, radarlar, yapay zekâ destekli hava tahmin sistemleri… Yani “hangi gün, hangi şehirde, kaç derece olacağı” çok net bir şekilde öngörülebiliyor. Bu bilgiler sağlıklı biçimde aktarılmadığında, yerini abartılı yorumlar alıyor.
Oysa doğru olan şu:
Hava tahminleri korkutmak için değil, hayatı planlamak için yapılır. “Şu tarihlerde şu şehirde şu sıcaklık bekleniyor, tedbir olarak şunlar yapılmalı” gibi somut bilgiler verilse hem insanlar paniklemez hem de şehir hayatı akışında devam eder.
Bilimsel dil esnafı da korur
Esnaf serzenişinde haklı aslında. O, dükkânına müşteri gelmediğinde sadece kendisi zarar etmiyor; yanında çalışan garson, mahalledeki manav, hatta o restorana ürün sağlayan çiftçi de etkileniyor.
Mikdat Hoca’mın uyarısı da bu yüzden çok önemli: Bu bir “bilgi” meselesidir. Bilimsel verilere dayalı, yer-zaman-miktar içeren net açıklamalar yapılmalı.
Gerçek bilgi panikletmez; aksine, güven verir.
...Geçtiğimiz günlerde 73 yaşında bir aile büyüğüm, Z kuşağını tarif ederken bir tabir kullandı:
“Zombi kuşağı...”
İlk anda bu ifadeye takılıp kaldım. Bir Y kuşağı olarak, bu sınıflamayı dışarıdan değil, içeriden duymak farklı bir sorgulamayı beraberinde getirdi. Eğer gerçekten ortada bir “zombi hâli” varsa, önce şu soruyu sormak gerekmez mi?
Suçlu kim?
Z kuşağı —yani 1997 sonrası doğanlar— dünyaya gözlerini açtığında biz onlara nasıl bir manzara sunduk?
Hızla değişen toplumsal dengeler, dijitalleşmenin görünmez ağları, sosyal medyada beğenilerle ölçülen ilişkiler, anlamını yitirmiş kelimeler, içi boşaltılmış değerler…
Bu sadece bir “kuşak problemi” mi gerçekten?
Sistem…
Rekabetçi ama adaletsiz.
Sosyal medya…
Bağlantılı ama bir o kadar izole.
Ve sonra bir gün dönüp soruyoruz:
“Bu çocuklar neden konuşmuyor? Neden sorgulamıyor? Neden hissiz?”
Belki de hissediyorlar…
Ama biz duyamıyoruz.
Belki de konuşuyorlar…
Ama bizim dilimizden değil.
Belki de sorguluyorlar…
Ama o sorgunun şekline “saygısızlık” diyoruz.
Bir nesil kendini ifade edemiyorsa, orada sadece bireyin değil, hepimizin —toplumun, medyanın, eğitimin, ailelerin— ortak bir payı vardır.
Z kuşağının içinde kaybolmuş bireyler varsa, belki de o labirenti biz birlikte ördük.
Onlar zombileşmediler.
Sadece yönlerini bulmakta zorlanıyorlar.
Zamanla yarışan, algoritmalarla büyüyen, bir an bile durmaya tahammül edemeyen bir dünyada yaşıyorlar. Düşünmek lüks, hissetmek ise neredeyse ayıp sayılıyor. Elbette bunun bir bedeli olur. Ama bu kuşağı anlamaya çalışmak yerine etiketlemek, bizi hiçbir yere götürmez.
Zombi değiller.
Sadece bazen kendilerini canlı hissettirecek bir anlam arıyorlar.
Ve biz, o anlamı paylaşmak yerine çoğu zaman onlara sıfatlar biçiyoruz.
O hâlde tekrar soralım:
Suçlu kim?
Belki de cevap, aynaya bakan her birimizde gizlidir.
Eskişehir’de 5'i orman işçisi, 5'i AKUT çalışanı 10 kişi yanarak can verdi. Yangına müdahale ediyorlardı. Kimi hortum taşıyordu, kimi alevin yönünü anlamaya çalışıyordu. Belki biri sabah evden çıkarken “çok gecikmem” demişti. Dönemediler…
Ekrana düştü bu haber. Ardından bir ekonomi bülteni, sonra futbol yorumları. Evet, hep böyle oluyor. Her şey çok kısa sürüyor. Acının bile ekranlarda kalma süresi var. Ama ben, o işçilerin ayakkabılarında kalan tozları düşündüm. Ne kadarına su değdi?, Yanarken neye tutundular? diye çok düşündüm… Peki ya biz? Biz, ne kadarına tutunacağız acaba?
Dijital çağın ortasındayız. Evet her şey kaydediliyor. Yüz tanıma sistemleri, anlık veri akışları, bulut tabanlı anılar… Ama o insanların yanarak ölümü… o kadar sessiz ki. O kadar hızlı unutuluyor ki bu acıyı tarif edemiyorum!
Bir yerlerde dosyalanıyor belki olay yeri raporları. Ama iç geçirmeler?, Birinin son kez içinden geçirdiği veya haykıra bildiği kadar haykırdığı o dua?, Kimsenin sesiyle örtüşmeyen bir “eyvallah”?, Bunlar da herhangi bir belleğe kaydediliyor mu dersiniz?
Teknoloji bizi güçlü kılıyor, diyorlar, diyorum. Bilgiye ulaşmak kolay, hız etkileyici de insanı unutmaya bu kadar meyilli yapan şeye, ilerlemek demek pek vicdani gelmediği gibi, adeta bir tükenişin sembolü gibi geliyor bana. Hayatlarımız sanki bir yazılım gibi… İç içe döngülerle kurulmuş da bir noktadan sonra sadece şunu hissediyoruz: while (true) { yaşa(); } yaşa, devam et, sıradakine geç… Fakat bir gün sistem “break” verirse ve kimse “neden durduk?” diye soramayacak ki çok çok “bir sonrakine geç” diyecektir...
Ben bu yazıyı yazarken, bir başka yangın başlamış olabilir. Bir çocuk, bir kadın, bir yaşlı kaybolmuş olabilir. Başka bir ölüm haberi daha düşmüş olabilir ekranlara. Bilmiyorum.
Zaten mesele de bu: Her şeyin hızla olması, hiçbir şeyin geride kalamaması… Hız, dijital çağın en büyük afeti belki de. Yangından çok daha sessiz, çok daha keskin bir kayıptır unutmak. İçimizde zamanla kavrulan anılar, bir noktadan sonra kül bile bırakmıyor! O yüzden bu işçilerin ölümü, yalnızca bir kaza değil bana göre. Bir çağın belleksizliğine de örneklik arz ediyor. Veri çağında, anı diye bir şeyin hâlâ yaşayıp yaşamadığını sorgulatıyor bana.
Kim bilir? Belki de ben yanlış düşünüyorum çoğumuz yaşananları unutmuyordur. Belki sadece hatırlamak istemiyoruzdur. Çünkü hatırlamak; sorumluluğu o omuzlarına yüklenip yürümek demektir. Hatırlıyorsan yüzleşmek zorunda kalırsın. İhmalle, acizlikle, vurdumduymazlıkla... Ama unutarak yaşamayı seçersek, başka bir şey daha oluyor:
İnsanlığımız da yavaş yavaş siliniyor. Bu, bir teknolojik problem değil dostlarım bu tamamen bizimle ilgili bir meseledir. Yapay zekâdan, makinelerden, sistemlerden değil,
içimizde susturduğumuz vicdandan kaynaklanıyor bu sessizlik.
Bu yazıyı haber ekranlara düşerken kaleme aldım. İstedim ki bu bir kayıt olarak kalsın. Hatta bu kayıttan da öte yüreğimin içine kadar hissettiğim bir tanıklık olarak bu köşede kalsın. Eğer bir gün bu işçilerin çocukları, babalarının adını Google’da ararlarsa, sadece “yanarak öldüler” diye yazmasın. İnşallah biri der ki: “Onlar, alevlere yürürken dünyayı, hayatı, insanlığı savundular.”
Cuma günü tekrar burada olacağım. Ama o zamana kadar size bir şey önereceğim: Aracınızı bir ormanın kenarına park edin. Bir çınarın, bir meşenin, bir keçiboynuzu ağacının gölgesinde birkaç dakikalığına çıt çıkartmadan kulaklarınızı açarak doğanın o mükemmel sesini dinleyin. Rica ederim sadece o telefonunuzun değil, içinizin de sinyalini her şeye kapatıp yapın. Çünkü bazı kayıtlar ne bulutta, ne bellekte, sadece beynimizin ve yüreğimizin senkronize olarak çalışıp ortaya çıkarttığı o anlamda saklı…
Kalın sağlıcakla…
...Devlet, sadece hükmetmek değil; yaşatmak, sadece yasayla yönetmek değil; adaletle var olmaktır. Çünkü devlet, hafızaya, inanca, vakara ve sadakate yaslanan bir canlı organizmadır. Bu organizma, tarihi boyunca birçok kez sarsılmış, ama erdemli şahsiyetler eliyle yeniden doğrulmuştur.
Ve devlet, her çağda kendine sadık, kendinden daha büyük bir fikre omuz veren şahsiyetlerle ayakta kalır. Devlet Bahçeli, işte o fikir hamilerinden biridir. Onu anlamak, bugünün haber manşetlerini okumaktan çok; Türk tarihinin derinliklerinde sabırla örülmüş devlet aklının izini sürmekle mümkündür. Çünkü o, sadece bir partinin genel başkanı değil; Anadolu’nun bin yıllık devlet terbiyesinin zamana örülü şekil verdiği sessiz bir mimardır. Onun suskunluğu bile derin izler taşıyan güncel bir hafızadır; geçmişten bugüne taşınan devlet disiplininin sükût-u lisanının tecrübesidir.
Bahçeli, makamlardan değil, merhametten güç alır. Sözü, yalnızca zamanı geldiğinde söyler; çünkü bilir ki her söz, devleti ya inşa eder ya da yıkar. Onun dilindeki her kelime, bin yılın tecrübesiyle tartılır. Dede Korkut destanlarında olduğu gibi; sözü bilge söyler, acele eden değil. Bahçeli'nin sözlerinde işte o destansı irfanın izleri vardır: Az konuşur ama çok şey anlatır.
Tarihte devlet adamlığı sadece karar vermek değil, karar almayı beklemektir. Abbasî halifelerinin ardındaki sessiz bilge kadrolar, Osmanlı sarayındaki Enderun terbiyesi, Selçuklu sarayında Nizâmülmülk’ün gözle görülmeyen ama akışa yön veren kudreti… Hepsi aynı gerçeği anlatır: Devleti yaşatmak için, bazen susmak en güçlü direniştir. Bahçeli'nin susuşu, bu tarihî çizginin devamıdır. O, sesini yükselttiği yerde de kuru söz kalabalığı ile değil; bin yıllık devlet geleneğinden beslenen bir vakarla konuşur. Türk devlet geleneğinde buna “erkân-ı devlet” denir. Bu erkân, devletin gövdesi değil; ruhudur. Çünkü cisim fani, ruh bakidir.
Selçuklu sultanı Melikşah ne kadar adaletli ve dirayetliyse onun arkasında duran veziri Nizamülmülk de bir o kadar akıllı ve basiretlidir. Melikşah fethedendir, Nizamülmülk koruyandır. O koruyuculuk, sadece orduyla değil; fikirle, sabırla, derin siyasetle olur. Aynı formül Osmanlı’da da devam eder. Yavuz Sultan Selim Doğu’ya sefere çıktığında, onu destekleyen şey yalnızca ordusu değil; içerde kurduğu istikrar ağıdır. Aynı mantık bugünün Türkiye’sinde de geçerlidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan sahada milletle yürürken, Devlet Bahçeli içerideki devlet aklını korur. Biri mızraktır, diğeri kalkandır. Biri hareketin sesi, diğeri vakarın sessizliğidir. Bu sadece siyaset değil; Türk devlet aklının çağlar üstü yürüyüşüdür.
Bahçeli’yi anlamak için onu bir siyasi aktör gibi değil; Farabi’nin “erdemli şehir” teorisindeki faziletli yönetici modeli gibi okumak gerekir. Farabi’ye göre şehir, ancak hikmet, şecaat, ilim ve adalet erdemleriyle yönetilirse huzur bulur. Bu erdemler şahsiyette değilse, devlette de olmaz. Bahçeli’nin her kriz anında yaptığı “önce ülkem, sonra partim” vurgusu; işte bu fazilet zincirinin bugünkü çevirisidir. Devletin uzun ömürlü olması için bireysel hırslardan, partisel kazanımlardan, geçici zaferlerden arınmak gerekir. Bahçeli, bunu yapmıştır. Çünkü o bilir: Makam fani, ahlak bakidir. İnsanı yaşatmadan devleti ayakta tutamazsın.
Göktürk Yazıtları’nda Bilge Kağan şöyle der:
“Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ilini töreni kim bozabilir?”
Bahçeli’nin “Devlet ebed müddet” şuuruyla sürdürdüğü siyaset, bu kadim mesajın günümüzdeki tezahürüdür. Göktürkler ’den Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan o kopmaz devlet zinciri, Bahçeli’nin durduğu yerle halkın vicdanında tekrar anlam kazanmıştır. Çünkü devlet bir zincirdir; her halka bir sadakatle bağlanır. O sadakatin kopmaması için bazı insanlar orada basiretle durur. Bahçeli, o halkadır. Sustuğunda yıkılmaz, konuştuğunda güç verir.
Şeyh Edebali’nin öğüdünde yer alan
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”
ilkesi, Bahçeli’nin düşünce kodlarına işlemiştir. Çünkü o bilir: Devlet, sadece yapılarla değil; insanla, kültürle, vicdanla kurulur. Devletin ruhu, milletin vicdanında yaşar. İşte bu yüzden onun her adımı, önce milletin nabzını tutarak atılır.
İbn-i Haldun’a göre devletin ömrü, kurucu neslin ahlâkına bağlıdır. Bahçeli, bugünkü kurucu karakterdir. Siyasette reklamı değil, ahlakı tercih eder. Göstermeyi değil, göstermeden yapmayı önemser. Çünkü bilir: Görünür olmak kolaydır; fakat basiretle devleti taşımak, bir irade sınavıdır.
Cengiz Aytmatov’un Devlet Ana eserinde anlatılan Türk kadını gibi, Bahçeli de devleti bir emanet olarak taşır. O emaneti taşımak için sadece bilek değil; yürek, sabır ve vakar gerekir. Aytmatov’un “Devlet, insanın içindeki onurdur” sözü, Bahçeli’nin siyasi duruşunu tanımlar. O, bu onuru yalnızca temsil etmez; korur, büyütür, kuşaklara aktarır.
Divânü Lügati’t-Türkte Kaşgarlı Mahmud,
“Türk budunu devletli olsun!”
diye dua eder. Bahçeli, bu duanın yaşayan temsilcisidir. Türk’ün devletsiz kalmaması için geceyi gündüze katar, gerektiğinde susar, gerektiğinde haykırır. Ama ne yaparsa yapsın, Türk milletini merkezde tutar.
Bugün terör örgütünün dağ yapısı çöküyorsa, dış odaklar Türkiye’ye artık eski dille müdahale edemiyorsa; bunun ardında yalnızca askerî değil, felsefî ve tarihî bir birliktelik vardır. Erdoğan’ın liderliğiyle Bahçeli’nin duruşu, bu stratejik uyumu mümkün kılmıştır. Devletin hem içini, hem dışını, hem geçmişini hem geleceğini birlikte koruma iradesiyle bu ikili; bugünün değil, tarihin mesuliyetini üstlenmiştir.
Platon’un “Devlet” adlı eserinde belirttiği gibi,
“Devletin en büyük düşmanı, kendi çıkarı peşinde koşan yöneticilerdir.”
Bahçeli, bu çağda çıkarın değil; sadakatin, vefanın ve feragatin temsilcisidir. O, gösterişten uzak ama gösteren bir liderdir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta ;
“Bir gün herkes gider ama millet kalır.” Der.
Milletin varlığı, bağımsızlığı ve onuru için çalışmayanlar yalnız kendini değil, devleti de felakete götürür. Bahçeli’nin ısrarla yürüttüğü siyaset, milletin bağımsızlığı ve devletin onurunun bir neferi gibi savunulmasıdır. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temelini oluşturan halk-devlet bütünlüğünü yeniden anlamlandıran ve onu yeni yüzyıla taşıyan bir bilinçtir.
Bu hikâye, bir liderin hikâyesi değil; bir devletin kendini koruma refleksinin hikâyesidir. Bu, makamların değil törenin, geleneğin, milletin yazdığı bir metindir. Ve milletler, değer hafızası olan şahsiyetleri unutmaz. Devlet Bahçeli, tarihe belki en çok susarak not düşen, ama o suskunlukta devleti yaşatan isimlerden biridir. Onu anlamak, bugünü değil; bin yılı okumaktır. Ve bu okumayı yapabilenler bilir: Türkiye’nin kaderi, vakarlı bir sadakatle belirlenir. Ve bu sadakatin hikayesi bizimle yazılır .
Devlet Bahçeli’yi anlatmak, sadece bir siyasetçiyi tarif etmek değildir.
O, bir milletin asırlık basiretinin adıdır.
Ve biz biliriz: Bazen bazı kişileri ne kadar anlatsanız da bir şeyler eksik kalır ve ancak şiirle tamamlanır.
DEVLETİN GÖLGESİNDE YÜRÜYEN BOZKURT
Bozkurt yürür sessizce, iz bırakmaz taşta,
Devlet büyür , onun olduğu başta.
Söz bilmez sanırlar, hâlbuki sır başka:
Akıl görünmez olur, devleştiği yaşta.
Vakarlı olur, devletin duruşu,
İlimle başlar bir çağın dönüşü.
Kızıl Elma’dır Türk’ün asırlık ülküsü,
Müjdedir anlayana, gürleyen yürüyüşü.
Kuru söz değil, destandır onun hikayesi,
Yön verir millete; gösterir istikameti.
İz bilir yol sürer, bulur hakikati,
Ülküsü millet, şiar-ı devlettir meşakkati.
Taş devrilmez eğer gölge yerindeyse,
Devlet eğilmez, akıl derindeyse.
Millet bazen dua olur dizdeyse,
Ve kurt nöbettedir, sükût evrendeyse.
Milletini geleceğe vakarla ulaştıran,
Çıkmasa da öne, sözü zamanı aşan,
Ne alkış bekleyen, ne de sahneye taşan;
O bilgeliğin bekçisidir, özüyle yaşayan.
Gölgeyi bilir, ateşe koşmaz,
Kudret taşır, yolu boşlamaz.
Zamane çarkına vurur da yön değiştirmez,
Devlet ebedî bir niyettir, günü kurtarmaz.
Bozkurt bilir dağ nereye devrilir,
Söz değil, sezgi ona rehber gelir.
Millet yandığında o, derinleşir,
Yüzü görünmez ama iz hep belirir.
Zaman eskidikçe , sabır onu şekillendirir,
Devletin diliyle sözler derinleşir.
Alim kişi onun yolunda akıl devşirir,
Bozkurt yürüdükçe devlet aklı keskinleşir.
İleri bakmazsan geçmiş yiter,
Bir millet, hafızasıyla dirilir, yeter.
Eksik akıl fayda vermez, zamanla biter,
Kulak ver bilgeye, adı Devlet’tir, sözü kader.
Bilemezsin konuşur mu, yoksa susar mı,
Her susuşta bin asrı yorumlamaz mı?
Devlet’e her çağda akıl danışılmaz mı?
O susarsa hain ihanetini haykırmaz mı?
Bu millet yürür, Devlet’in yolu çok,
Bilir, hisseder, gözü gönlü tok.
Devlet söylerse olmayacak yok,
Bozkurttur, yenilmez cihana, bunu aklına sok.
Görünmeyen harita, sezilen iz,
Gölgemiz düşer, tarihin dizine biz.
Devletin en kadim hâli bu giz,
Ne gece okunur, ne de gündüz.
Gür çıkar sesi, çünkü zamane değil,
Vurur hedefi sözleri, kör kurşun değil.
Devlet’ e güven, yalnızca vatan icin eğil,
Bu millet yenilmez, sevdası heves değil.
Çınar devrilmez, kökü sağlamsa,
Bir millet çözülmez, akıl danesi varsa.
Gölgesi konuşur, cismi sussa da
Bilir ki devlet bakidir, makam olmasa da.
Bir iz kalır ondan gecenin omzunda,
Bilir Bozkurt,, yürünmez kalabalıkla,
Tek başınadır, onca insanın ortasında,
Adı anılmaz sırdır vatanına,
Ama o vardır, milletinin hep duasında.
Bu bizim hikâyemizdir.
Çünkü bu devlet bizim.
Ve Devlet Bahçeli, bu milletin kendi içinde anlamlandırdığı
en sessiz, en vakur, en derin şiiridir.
...Ligin bitimiyle birlikte başlayan ve astronomik rakamların konuşulduğu transfer haberleri artık gına getirdi.
Konuşulan rakamlar öyle böyle değil.
Takım ve futbol ismi vermeden yazıma ilerlemek istiyorum. Kulüplerin borçlarına bakıyorum, bu borçlarla asla bu kadar pahalı transferler olmamalı, bu tip astronomik transferlere bir dur denmeli…
Sanki her sene Şampiyonlar Ligi ya da Avrupa Ligi’nde final veya yarı final oynuyoruz da, böyle transferlere ihtiyacımız var.
İngiltere Şampiyonlar Ligi’ne direk 6 takımı gönderirken, İspanya 5, Almanya ve İtalya 4, Fransa 3, Hollanda 2 takım gönderiyor. Biz işe uzun bir zaman sonra bu sene Şampiyonlar Ligi’ne 1 takım gönderiyoruz. Diğer takımımız da elemeden gelebilirse gelecek.
Avrupa Ligi’nde de durum iç açıcı değil.
Burada bile gruplara direk katılamıyoruz. Diğer takımlarımız ise 3. Ön Eleme turundan başlayacaklar.
Yani Avrupa Ligi’ne direk katılacak takımız yok.
Buna rağmen yapılan transfer ücretleri ise dudak uçuklatan cinsen…
Avrupa Türkiye’yi konuşuyor... Harcanan paralar ve karşılığını ne diye.
Karşılığı ise hiç.
O kadar paralarda boşa gitti üstelik.
TFF bu işi ciddi olarak el atmazsa devletimiz bu işe el atmalı ve TFF ile birlikte ve acilen bir kural getirmeli…
Şunu diyebilirsiniz…
Futbol Federasyonu özerk kuruluş.
Tamam…
Devlette o zaman gereğini yapmalı. Kulüpleri borçlarının ödenme konusunda asla taviz vermemeli.
Bakkalın 1 liralık vergi borcunu silmiyorsanız, kulüplerinde asla silmemelisiniz.
İspanya ve İngiltere modeli gelmeli bence.
Yaş, millilik ve fiyat kriterleri belirlenmeli ve onu da ciddi bir şekilde uygulanmalı.
Barcelona’nın dünyaca ünlü yıldızı Messi bile İspanya’da yaş ve para kriterlerine takıldığı için yüksek ücret alamadığı daha doğrusu vermedikleri için Barcelona’dan ayrılmak zorunda kaldı.
İsmi gündemden düşmeyen futbolcuya verilecek para ile Anadolu takımlarından yaklaşık olarak 10 takım sıfırdan kadro kuruyor.
Öyleyse Süper Lig’de de adil bir yarıştan bahsetmek de mümkün değil.
Bu büyük paralar sadece kulüplerin değil aynı zamanda ülkemizin parası.
Bu futbolcular aldıkları paradan da vergi dahi vermiyorlar. Vergileri de kulüpler ödüyor.
Yani burası adeta futbolcular için bir “Çiftlik Bank.”
Bu arada şunu da hatırlatayım. UEFA ve FIFA’da en çok davası olan ülke açık ara Türkiye… Futbolcularına paralarını ödeyemedikleri için davalık oluyorlar ve bunu fırsat bilen menajerler üstüne birde teminat mektubu alıyorlar.
Futbolun ülkemizde popüler olması ayrı, bunun parasal olarak geri dönüşümü ayrı. Maalesef geri dönüş, bu rakamların çok altında olduğu için kulüpler adeta borç batağındalar.
Temennimiz, kulüplerimizin en kısa zamanda UEFA ve FIFA’daki futbolcu alacak davalarını çözmeleri ve bundan sonraki transfer sürecinde de ayaklarını yorganlarına göre uzatmalarıdır.
Son günlerde Bahar Şahin’in Zalim İstanbul setinde Mine Tugay tarafından mobbinge uğradığını iddia etmesini ardından bazı oyuncular da yaşadıklarını anlatmaya başladı. Peki, setlerde bu kadar yayılan mobbingi (psikolojik tacizi) önlemek, hem çalışanların ruh sağlığını korumak için neler yapılmalı?
Herkes yaşanılan mobbingleri konuşurken, önlem için herhangi bir adım atılmıyor. Sağlıklı bir çalışma ortamı oluşturmak için dikkat edilmesi gereken bazı detaylar var.
Birkaç sene içinde hayatımıza giren ‘Mobbing’ teriminin ne olduğunu ve neleri kapsadığı hakkında çoğu kişinin bilgisi yok. Oyuncular, yönetmenler, yapım ekipleri dahil herkes "ne mobbing sayılır" bilmeli. Bunun için de zorbalık, taciz gibi farkındalık eğitimleri verilmelidir.
Sette bazı yetkili kişiler sürekli denetim yapmalı ve raporlar değerlendirilmeli. Setlerde et Sorumluları ve İK Temsilcisi ya da psikolojik güvenlik görevlisi bulunmalı. Bu kişi, şikayetleri değerlendirmek ve süreci takip etmekle yükümlü olmalı.
Set çalışanları geri bildirim verebilecekleri ve bunların gizli tutulacağı bir düzende çalışmalıdır. (örneğin QR kodla ulaşılabilecek dijital formlar). Belirli periyotlarda çalışan memnuniyeti ve güvenlik anketleri yapılmalı.
Sette herkese eşit muamele yapılmalı ve gerekli kişiler mutlaka uyarılmalıdır. Çok kalabalık ve stresli bir olduğu için setlerde sorunlara arabuluculuk yapacak ve tarafları dinleyecek psikolojik destek ekipleri de olmalıdır.
...Kadına yönelik şiddetle mücadelede yıllardır dile getirilen en büyük ihtiyaçlardan biri, kadınların kendilerini güvende hissedecekleri, yargılanmadan konuşabilecekleri ve destek alabilecekleri başvuru merkezleriydi.
Almanya bu konuda örnek bir adım attı.
Berlin’in Ostbahnhof semtinde sadece kadınlara hizmet veren ilk özel polis karakolu açıldı.
Karakolun en dikkat çeken özelliği ise yalnızca kadın personelin görev yapması.
Hedef çok net: Şiddet mağduru kadınların, yaşadıkları travmaları gizlilik içinde ve güven duyarak paylaşabilecekleri bir ortam sağlamak.
Çünkü şiddet gören birçok kadın, sırf erkek polisle muhatap olacağı için ya da çevresinde duyulma kaygısıyla karakola gitmekten kaçınıyor.
Bunun sebebi kadınlara ''neden o saatte dışardaydın?'', ''ne giymiştin?'',''daha önce şikayet etmiş miydin?'' gibi bazı yargılayıcı sorular yöneltilmesi.
1985 yılında Brezilya’nın Sao Paulo kentinde kurulan ilk kadınlara özel polis karakolu dünyada büyük ilgi görmüş, Latin Amerika başta olmak üzere birçok ülkede benzer modellerin önünü açmıştı.
Ancak Avrupa’da bu model henüz yaygınlaşmamıştı.
Berlin’deki bu merkez, Avrupa’nın da bu konudaki sessizliğini bozan ilk adımlardan biri oldu.
Kadın polis merkezinde, yaşanılan şiddet ve tramvaların güvenli, gizli ve yargılayıcı olmayan bir ortamda paylaşılması hedefleniyor.
Bu sayede şiddet gören kadınların kendilerini daha rahat ifade etmeleri, destek almaları ve ilk temas sırasında güven duymaları sağlanacak.
Merkezde kadınların normal bir polis karakoluna kıyasla daha gizli bir şekilde ihbarda bulunmalarını kolaylaştırmak amaçlanıyor.
Böylece kadınların şiddeti bildirme ve yardım talep etme süreçlerinde yaşadıkları endişeler azaltılacak.
Bu adım, sadece sembolik bir girişim olmamakla birlikte, aynı zamanda yıllardır dile getirilen ama duyulmayan kadınların çağrısına verilmiş somut bir cevap.
Ancak elbette ki tek başına yeterli değil. Bu karakolların yaygınlaşması, benzer modellerin başka ülkelerde de hayata geçmesi gerekiyor.
Türkiye’de de kadınların şiddet karşısında yalnız olmadığını hissettikleri, devletle ilk temaslarında destek buldukları, travmalarını güvenli bir alanda anlatabildikleri merkezler şart.
Kadın sığınma evleri kadar bu tür destek merkezleri de hayat kurtarır.
...Türkiye haritasının kuzeyinde, Karadeniz’e gönlünü yaslamış bir şehir var: Bartın. Ne azlığa yerinir, ne de çokluğuyla övünür. Ama durduğu yer, sakladığı hafıza, eşsiz doğası onu, sessiz bir güç hâline getirir. Bu şehir, su gibi berrak, toprak kadar kahvedir. Anadolu’nun hem kıyısı hem kalbidir. Çünkü Bartın, sadece bir şehir değildir; zamanın yorgun dizine yaslanmış, tarihî bir hafızadır.
Her taşında Roma’nın izleri, her ağacında Osmanlı’nın sesi, her sokağında Anadolu’nun sabrı vardır. Kuru kalabalıktan uzak ama sade bir manadan uzak olmayan bu topraklar, bize bir şeyi hatırlatır: Coğrafya, çoğu zaman bir medeniyet mirasıdır. Ve Bartın, o mirası sessizce taşıyan nadide şehirlerdendir.
Amasra: Bir Pencereden Daha Fazlası
Fatih Sultan Mehmet’in, “Lala, bu ne güzel belde!” diyerek hayran kaldığı Amasra, yalnızca bir kasaba değil; Anadolu’nun denize açılan zarif bir penceresidir. Tarih burada taşlara yazılmıştır; ne kadar çoşsa da Karadeniz, şehrine dokunmaz. Bilakis hoyrat mavisiyle korur geçmişini...
Kaleleri, surları, iskeleye vuran dalgalarıyla Amasra; hem bir seyrin hem de bir seferin adıdır. O sefer ki; Karadeniz’in gri dalgaları arasında saklı kalmış bir şiirdir belki de.
Amasra’da deniz, ekolojik bir dengeden öte, bir aynadır. Çehresine bakan, sadece yüzünü değil, büsbütün kendini görür.
Doğanın Sessiz Konuşması: Lav Sütunları ve Küre Dağları
Bartın, yalnızca geçmişin resmi değil; doğanın da ustalıkla yazdığı bir mektuptur. Güzelcehisar Lav Sütunları, yeryüzünün sabırla işlediği bir sanat eseridir. Her bir sütun, milyonlarca yıllık bir bekleyişin sessiz bekçisidir.
Küre Dağları Milli Parkı ise insanın, ancak doğayla iç içe nefes alabileceğini bir kez daha hatırlatır insana. Geyikler, ladinler, sessiz yürüyüş yolları… Bartın’da tabiat, sadece görkemli bir açık hava müzesi değil; yaşayan bir hikâyedir, adeta...
Ekonomik Güç, Stratejik Derinlik
Bugün Karadeniz, enerji yolları, liman koridorları ve ticaret dengeleriyle yeniden şekillenirken, Bartın gibi liman kentleri, daha fazla anlaşılmayı bekliyor. Bartın Irmağı’nın denize kavuştuğu noktada kurulan bu şehir, antik çağlardan bugüne bir ulaşım, üretim ve geçiş noktasıdır.
Türkiye’nin mavi vatan vizyonunda Karadeniz kıyılarında sessiz duran ama gerektiğinde stratejik bir merkez olacak Bartın gibi şehirler, diplomasinin ve kalkınmanın doğal aktörleridir.
Yavaş Akan Nehir Derin Olur
Bartın, hızlı konuşmaz. Ama derin düşünür. Gürültüsüz yaşar ama unutulmaz izler bırakır. Belki büyük şehirler kadar haber manşetlerine çıkmaz; ama yönümüzü kuzeye, denize çevirdiğimizde ilk fark edeceğimiz şehirlerden biri, yine Bartın olur.
Bugün Bartın’a uzanan her yol, sadece coğrafi değil; tarihî, kültürel ve stratejik bir yolculuktur. Anadolu’nun bu kuzeyli çocuğu, sessizliğin içindeki en gür ses olmaya devam ediyor. Ve biz duymasını bilirsek, Bartın bize çok şey anlatıyor.
Bartın; susmanın şiiridir.
Bir çınarın gölgesi, bir kemerin kavsi, bir ahşap kapının gıcırtısı… Hepsi dize dize baştan sona okunmalıdır.
Taşın ve Sessizliğin Geometrisi
Bartın Evleri’nin cumbaları sokağa değil, hafızaya açılır.
Ahşap, burada yalnızca bir malzeme değil; yaşayan bir dildir.
Duvarlar insan gibi yaşlanır; çatılar gökyüzüyle konuşmayı hâlâ sürdürür.
Burada insanlık, el sürülmüş bir gerçeklik, yaşayan bir miras, terk edilmemiş bir hafızadır. Çünkü burada, pencerenin ardında yemenisini bağlayan bir genç kızın gölgesi, hâlâ geç saatte ışığı sızan odalarda dolaşır.
Çünkü Bartın, günübirlik bir mola yeri değil; asırlık sevdalıların durağıdır. Irmağı akıp gitmez; derinleşir...Bartın Irmağı, bir coğrafya çizgisi değildir. O bir çağrıdır; nehrin hafızasında saklanan medeniyetlerin iç sesi.
Osmanlı’nın sabrını, insanının vefasını, Anadolu köylüsünün duasını aynı suya katmıştır.
O yüzden bu ırmak sadece akıp geçmez zamandan, zamana tanıktır.
Suyun uğultusu bir tür öğüttür burada: Duyulmayı, unutulmamayı, vefayı, insanlığı öğütler.
Bartın, kalabalıkları değil, o yalnızca beklemeyi bilenleri çağırır.
Ne tabelalarla gösterilir ne afişlerde büyütülür.
Çünkü o, görünmek istemez, görülmek ister.
...