SON YAZILAR
05.05.2025
Tüm Yazıları

Zihnimin yine yorgun olduğu bir gündü. İşten çıkıp eve gitmek üzere metroya doğru yürüdüm. Kulaklığımı taktım. Mevsim değişmişti, akşamın sıcaklığı yüzüme vuruyordu. Bense üşürüm diye kırmızı beremi takmıştım. Taşımak kahrına iş çıkışı da taktım. Lakin vücut ısımı hesap edemedim. Metronun gelmesine de daha 6 dakika vardı...
Plazalarda günün en az 9 saatini geçiren insanlar, mesai bitip binadan çıktıklarında birbirlerini tanımazdan geliyorlar.Ancak bunu kimse yadırgamıyor.
Hayaletleşmek, şehir yaşamının sessiz normali olmuş. Ben de müziğe sığınıp etrafla bağlantımı koparmışken, biri dürttü omzumu. Kulaklığımı çıkardım:
“Selam, kırmızı başlıklı kız” dedi bir arkadaşım ve gülümsedi.
Yol arkadaşlığı etmeye başladık. Zihnimiz puslu, bedenlerimiz bitkin, ruhlarımız ise sanki başka bir zamana ait gibiydi...
İş yerinden çıkınca birbirini görmezden gelen insanlardan bahsettik. “İşte,” dedim, “plazalara sıkıştırılmış hayatlar…”
Bir şey söylemedi. Sadece.. Çantasını açtı ve bana George Orwell – 1984 kitabını gösterdi.
“Hayır ya, yapma,” dedim. “Okulda zorla okutmuşlardı, hatırlamıyorum bile.”
Gülümsedi, “Ama şimdi yaşıyorsun,” dedi.
Duraksadım. Haklıydı.

--------------------------------------------------------------------------------------

Yeni dünya düzeni, görünmez duvarlarla örülmüş bir distopya gibi bazen. Manipülasyon, gaslighting, dezenformasyon… Her şey iç içe. Ve insan, her şeyin farkında olmasına rağmen susmayı tercih edebiliyor.
Müzikte eserlere ‘cover’ yapılır. Bu da benim fikirsel bir cover denemem olsun o zaman:
“Belki de deli dedikleri, tek kişilik bir azınlıktı.”
Deli etiketi, kolay yapıştırılır. Ama ya gerçekten “deli” olan ben değilsem?
Ya da insanlar artık paslanmış birer bıçak gibi keskinliklerini yitirdilerse?
“Gerilimli anlarda insan, bir dış düşmana karşı değil de, hep kendi bedenine karşı savaşıyor.”
Ve bu savaş bazen gün boyu sürüyor, gülümsediğimiz anlarda bile içimizde çarpışmalar oluyor. Ama yine de…
“Her zaman konuşmak, iletişim kurmak demek değildir.”
Bazen hayatta kalmanın yolu, önce gözlemlemekten geçiyor. Sonra kabullenmekten. Sonra belki… Küçük küçük direnmekten.
Kim bilir, belki de bazen kırmızı bir bereyle başlayan farkındalık, başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
05.05.2025
Tüm Yazıları

Anadolu’nun bereketli topraklarında yeşeren her ot, her sebze; rüzgârla başını okşayan her dal, Türk mutfağının binbir renkli sofrasına yaradandan birer armağan. Ve bu sofralarda, çoğu zaman sessiz ama güçlü kendine bir yer bulan lezzet salata…

Sofranın Sessiz Kahramanı

Salata, bizim mutfağımızda sadece birkaç sebzenin bir araya gelişi değil asla... O, pilavın ferahlatıcısı, kebabın dengeleyicisi, balığın dostu, yazın serinliği ve kışın çıtır neşesi... İlkbaharda çıkan taptaze roka, yazın sulu domatesi, sonbaharın narı ve kışın turpu… Her mevsim kendi salatasını sunar sofraya.

İşte bu yüzden salata, Türk mutfağında bir yan lezzet değil; yemeklerin ruhunu tamamlar.

Mesela piyazsız bir köfte düşünülemez. Cacık, pilavın yanında serin bir meltem gibi. Zeytin piyazı, kahvaltının sürprizi Ege’de... Patlıcan salatası, köz kokusuyla ete, balığa yarenlik eder. Çoban salatası ise her sofraya yakışır, her kalbe ferahlık taşır. Her biri bir yemeğin değil, bir kültürün parçası kabul edilir.

TasteAtlas’ın açıkladığı “Dünyanın En İyi 100 Salatası” listesine Türkiye’den tam altı salata girdi

Fasulyenin tahinle harmanlandığı Antalya piyazı 9. sırada

İnce bulgur, domates, nane, maydanoz ve limon suyu veya nar ekşisi ile hazırlanan ve günlerin klasik yemeği kısır 17. sırada

Ege mutfağına özgü siyah zeytinin, zeytinyağı, limon ve çeşitli baharatlarla buluştuğu bir lezzet zeytin piyazı 23. sırada

Közlenmiş patlıcanın yoğurt veya zeytinyağıyla bir araya geldiği aynı zamanda bir meze sayılan patlıcan salatası 42. sırada

Semizotu salatası 53 ve çoban salatası ise 87. sırada

Salata, Osmanlı mutfağında görünenden çok fazlasıdır

15. yüzyıldan itibaren salata tariflerine çok sık rastlanır. Mehmed Kâmil’in 1844’te kaleme aldığı Melceü’t-Tabbâhîn adlı eserde, doğrudan “salata” başlığı olmasa da, kenar notlarında saklanmış onlarca tarif bulunur: Döğme hıyar salatası, teke (karides) salatası, Hindiba salatası, Çiroz balığı Salatası gibi.

Demek ki o dönem bile sofralarda, bu taze ve sade lezzetler kendine inanılmaz yer buluyor

Zaman değişince salata da değişiyor. Eskiden salatalık, domates, soğan üzerine kurulu ve sos olarak limon, sirke ve zeytinyağıyla yetinen salatalar, bugün avokadoyu, kinoayı, keçi peynirini, tahinli sosları keşfetti. Salata artık yalnızca eşlik eden değil, şehirli insanların ana öğünü.

Üstelik salata görselliğiyle de parlıyor: Sosyal medya çağında, tabak ne kadar güzel görünüyorsa o kadar değerli. Katman katman renkler, biçimler, dokular… Salata artık bir sanat…

Ve elbette sağlık… Doktorlar uyarıyor: Özellikle et yemeklerinin yanında, tabağın en az iki katı kadar salata tüketilmeli ki denge sağlansın, vücut rahat etsin. Lifli yapısıyla sindirimi kolaylaştırır, vitamin ve mineral zenginliğiyle bağışıklığı güçlendirir.

Bir dönem fast food kültürü salatayı arka plana itmişti. 1980’lerin sonunda dünyayı kasıp kavuran bu hızlı tüketim alışkanlığı, salatayı “doyurmaz” diye küçümsedi. Oysa şimdi bu zincirler bile salata için menülerinde özel yer ayırıyorlar.

Çünkü tüketici değişti. Artık hızlı ama sağlıklı yaşamak isteyen insanlar çoğunlukta. Ve salata, hem geleneksel mutfaklarda hem de modern restoranlarda yeniden başrole çıkıyor.

Salata, iyi bir tat olmanın yansıra zamanın ve kültürün de bir aynası... Ege’de zeytinyağlı roka, Karadeniz’de mısır salatası, Güneydoğu’da acı ezme… Her biri kendi coğrafyasının dilinde konuşur.

Salata, sofraya renk ve anlam katar. O sofrada hangi salata varsa, o evin hikâyesi orada başlar.

Sofranın en sessiz ama en derin sesi olan salata, tıpkı iyi bir dost gibi yemeği tamamlar ama onun önüne geçmez. O yüzden salata, her zaman mütevazıdır. Ama biz biliriz ki, bazen bir çoban salatasının serinliği, en pahalı yemeklerden bile daha çok mutlu eder insanı.

Ve bu yüzden… Ne zaman sofraya otursam, önce salataya uzanırım.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
05.05.2025
Tüm Yazıları

“Bir milletin sesi, yalnızca kendi coğrafyasında değil; gönül coğrafyasında da yankı bulmalı.”
TRT Avaz, işte tam da bu cümlenin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Yalnızca bir televizyon kanalı değil; tarihin kalbinden seslenen, kültürün damarlarında dolaşan, Türk dünyasının sesini bugünün dünyasına taşıyan bir medya aklıdır artık. Türk’ün sesi, Altay dağlarından Balkanlar’a, Orhun Yazıtları’ndan günümüz dijital mecralarına dek uzanıyorsa, bu sesin yankısı hem görsel hem de zihinsel bir medeniyet iddiasının sonucudur.
Dijital çağda artık medya yalnızca bilgi taşıyan bir araç değil; toplumların kimliğini inşa eden bir alan, kültürel egemenlik kurmanın en stratejik yollarından biridir. Bu bağlamda TRT Avaz’ın iki ay gibi kısa bir sürede ortaya koyduğu dönüşüm, sadece bir kanalın başarı öyküsü değil, aynı zamanda Türk Dünyası’nın ortak belleğini canlandıran bir medya vizyonunun yansımasıdır.
Registan’dan Dünyaya Açılan Pencere
Ramazan ayında Semerkant’taki Registan Meydanı’ndan yapılan canlı yayın, yalnızca teknik bir yayın başarısı değildir. O programda yankılanan ezgiler, bir millete ait ezelî değerlerin modern ekranlarda yeniden can bulmasıdır. TRT Avaz burada yalnızca bir yayın değil; zamanlar arasında bir köprü kurdu. Registan'dan yükselen ilahiler, bin yıllık medeniyetin dijital çağda bile ne kadar canlı olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Bu yayın, sosyal medyada trend olurken aslında tarihle bugünü, gelenekle geleceği bir sofrada buluşturdu.
Nevruz’un Sahnelenen Birlikteliği
21 Mart’ta gerçekleştirilen Nevruz özel yayını, yalnızca bir kültürel takvimi kutlamak değildi. Altı saatlik kesintisiz yayın ve çok merkezli canlı bağlantılarla, Türk Dünyası’nın birlikte atmaya başlayan kalbi ekrana taşındı. Sanatçıların katılımıyla gerçekleşen konser, yalnızca müzik değil; ortak bir hafızanın melodik dile gelişiydi. Bu, halkların müziğiyle dostluk kurduğu, dillerin kardeşçe konuştuğu bir ekran destanıydı.
Yeni Programlar: Geleceği İnşa Eden Yayıncılık
TRT Avaz yalnızca geleneksel formatlarla değil, geleceğe dönük vizyoner projelerle de dikkat çekiyor. 30’a yakın yeni program, yaş gruplarına göre hedeflenmiş şekilde ekranlara geliyor. Çocuklara çizgi filmlerle kültürel aidiyet kazandırılırken; gençler belgesellerle, akademisyenler ise özgün içeriklerle besleniyor. Bu, sadece bir yayıncılık stratejisi değil, bir milletin çocuklarına ve gençlerine sunduğu kültürel miras paketidir.
TRT, bu anlamda sadece devletin bir medya kurumu değil; milletin ortak vicdanı ve hafızasıdır. Kamu yayıncılığının en önemli özelliği, ticari kaygılardan bağımsız bir şekilde toplumu dönüştüren, eğiten ve birleştiren bir sorumluluğa sahip olmasıdır. Avaz, bu sorumluluğu başarıyla yerine getiriyor.
“Türkistan Gündemi”: Bir Zihniyet Devrimi
Avrasya Bülteni’nin “Türkistan Gündemi” adını alması, yüzeysel bir isim değişikliği değil; bakış açısının değiştiğinin göstergesidir. Bu değişim, Türk dünyasını artık merkezî değil; çok merkezli bir yapıyla ele alan yeni bir medya dilinin inşasıdır. Her ülkeden yapılan canlı yayınlar, yalnızca bilgi vermiyor; ortak bir kaderin, müşterek bir geleceğin sesi oluyor.
Medya, Hafıza ve Kültür Üçgeninde TRT Avaz
Bugün bir Türk şehrine, bir otel odasına girdiğinizde karşınıza çıkan ekranın TRT Avaz olması; basit bir yayıncılık başarısı değildir. Bu, medya aracılığıyla kültürel aidiyetin sürdürülebilir kılınmasıdır. Avaz artık haber vermiyor sadece; kültürel mirası kayda geçiyor, nesiller arasında bir köprü kuruyor.
Aktau’da gerçekleştirilen “Türk Dünyası Kültür Başkenti” programı da bunun bir başka göstergesiydi. Sadece töreni aktarmakla kalmadı; perde arkasını, röportajları ve sahici hikâyeleriyle kültürel bir arşiv oluşturdu. TRT Avaz burada haberciliği aşıp belgeselci kimliğine büründü; çünkü artık ekran bir bellek mekânıdır.
Yeni Dönem: Medeniyetin Ekrandaki Yüzü
Avaz zamanı artık başlamıştır. Bu, medyanın sadece bir anlatıcı değil; bir inşa edici olduğunun da göstergesidir . Bu ekran, sadece görüntü taşımaz; anlam taşır, hafıza kurar ve kimlik inşa eder. TRT Avaz bu yönüyle artık sadece Türkiye’nin değil; Türk Dünyası’nın sesi, sözü ve vicdanıdır. Geçmişin hatırası, bugünün nefesi, yarının umududur.
Ve şimdi…
“Şimdi Avaz Zamanı.”
Bu sadece bir slogan değil, bir çağrıdır:
Medeniyeti hatırlamaya,
Gönül coğrafyasını büyütmeye
Ve Türkçe’nin her lehçesinde “biz” demeye bir çağrıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
03.05.2025
Tüm Yazıları

Tarih, Kimlik ve Türkiye’nin Güney Stratejisi

Suriye haritasına yüzeyden bakanlar yalnızca sınır çizgilerini görür. Oysa tarihi bilenler; Halep’te, Hama’da, Lazkiye kıyılarında, Bayırbucak dağlarında bin yıllık bir iz sürer. O iz, Oğuz boylarından kalan bir yadigâr, Türkmen varlığının değişmeyen sessiz direnişidir. Bugün Suriye coğrafyasında Türkmen’siz bir gelecek tahayyül etmek, sadece bir halkı yok saymak değil; Türkiye’nin hafızasını da silmektir. Çünkü Türkmen, bu coğrafyada sadece bir kimlik değil; aynı zamanda Türkiye’nin tarihsel, stratejik ve kültürel uzanımıdır.

Suriye Türkmenlerinin kökleri 11. yüzyıla dayanır. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın emriyle Halep ve çevresine yerleştirilen Oğuz boyları, Haçlılara ve Moğollara karşı İslam dünyasının savunucusu olmuştur. Zengilerden Artuklulara, Memlüklerden Osmanlı’ya kadar her medeniyet bu Türk unsurunu bünyesinde yaşatmıştır. 1516 Mercidabık Zaferi’yle Osmanlı topraklarına katılan Suriye, Kanuni’nin fermanı, Yavuz’un kılıcıyla Türk-İslam dünyasının kalbi hâline gelmiştir. Halep bir ticaret merkezi, Şam bir kültür beşiği, Lazkiye bir Türkmen limanıydı.

Bu derin tarih, yalnızca arşiv belgelerinde değil, taşlarda da yaşıyor. Şam’da Sultan Vahdettin’in mezarı, bu bağlamda sessiz ama etkili bir semboldür. 1922’de sürgünde vefat eden son Osmanlı Padişahı, Şam’daki Süleymaniye Külliyesi'nde medfundur. Bu durum, yekpare bir sultanın mezarı gibi addedilmenin ötesinde aynı zamanda Türkiye’nin bu topraklara bıraktığı manevi izlerin nişanesidir. Halep’te Osmanlı valisi Hüseyin Paşa’nın türbesi, Bayırbucak’taki Türkmen beylerinin mezarları ve Şam’daki Kanuni külliyesi... Tüm bu mekânlar, Türk tarihinin Suriye’de gömülü kalmadığını, hâlâ yaşamakta olduğunu gösterir.

Ve bu coğrafyada bir başka mezar daha vardır ki, tüm İslam coğrafyasının yüreğinde yankılanır: Selahaddin Eyyubi’nin türbesi. Şam’daki Emeviye Camii’nin yanında, gösterişsiz ama vakur bir türbedir bu. Kudüs’ün fatihi, Haçlılara karşı Doğu’nun yılmaz savaşçısı olan Selahaddin, burada medfundur. Eyyubi Devleti'nin kurucusu olan bu büyük komutanın ordusunun önemli kısmı Türklerden oluşmuş, sancağında Oğuz beyleri yürümüştür. Türbesi yalnızca bir saygı nişanesi değil, Türk-İslam medeniyetinin Suriye’deki köklü izlerinin sessiz şahididir. Sultan Abdülhamid tarafından onarılan bu mezar, tarihî sahiplenmenin sembolüdür.

Ancak bu tarihî ve kültürel bağlar, 2011 sonrası iç savaşla yeniden tehdit altına girdi. Rejim, DEAŞ ve PKK/YPG’nin üçlü kıskacında Türkmen köyleri hedef alındı. Tel Abyad, Azez, Cerablus hattındaki Türkmenler göç etmek zorunda kaldı. Bu süreçte Türkiye, tarihî sorumluluğunun gereğini yerine getirerek Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtlarıyla sadece terörle mücadele etmedi; Türkmen yurtlarını da korumaya aldı.

Bugün Türkiye’nin bölgedeki en büyük stratejik kazanımı, bu güvenli hat üzerinde inşa edilen eğitim ve kültür kurumlarıdır. Maarif Vakfı'nın açtığı Türkçe okullar, Yunus Emre Enstitüsü’nün kültür merkezleri, TİKA’nın yeniden inşa ettiği köyler... Bunlar, sadece birer yardım projesi değil; Türkiye’nin güney hattında kurduğu gönül coğrafyasının altyapılarıdır. Çünkü bir milleti yaşatmanın en etkili yolu, dilini yaşatmaktır.

Türkmen çocuğu Türkçe öğrendiğinde yalnızca bir alfabe değil, aynı zamanda bir tarih, bir hafıza ve bir millet olma duygusunu öğrenir. Bu da Türkiye için yalnızca insani bir destek değil; doğrudan kültürel güvenlik meselesidir. Çünkü Türkçe konuşulan her sınıf, Türkiye’nin sınır ötesindeki güvencesidir.

Suriye Türkmenleri bugün yalnızca varlık mücadelesi değil, aynı zamanda görünür olma mücadelesi vermektedir. Onlar, Türkiye’nin Orta Doğu’ya uzanan halkası, Anadolu’nun güvenlik zırhıdır. Suriye’nin kuzeyinde güçlü bir Türkmen varlığı, sadece terör örgütlerine karşı bir denge unsuru değil; Türkiye’nin Akdeniz vizyonunun da güvencesidir.

Sonuç açıktır: Türkmen’siz bir Suriye, eksik kalır. Ne kültürel olarak, ne tarihsel olarak, ne de stratejik olarak tamamlanabilir. Bu yüzden diyoruz ki: Türkmen’siz Suriye, Türkiye'siz Suriye demektir.

Türkmen’siz Suriye olmaz.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
02.05.2025
Tüm Yazıları

Dürziler, Suriye’nin Anahtarı mı? İsrail’in Güney Stratejisi ve Diplomatik Açmazı

Suriye'de on yılı aşkın süren iç savaşın ardından ortaya çıkan yeni dengeler, yalnızca Şam'da değil, Tel Aviv'de de masaları yeniden kurduruyor. Golan Tepeleri’nin güneyinden Ceramana’nın dar sokaklarına kadar uzanan bu yeni satranç tahtasında, Dürzi toplumu hiç olmadığı kadar merkezi bir aktör haline geldi.

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Suriye Dürzilerine koruma” açıklaması diplomatik bir jest gibi görünse de, derinlerde bölgesel bir hesaplaşmanın ayak sesleri yankılanıyor. Bu açıklama, İsrail’in Suriye’nin güneyini askerden arındırma ve böylece hem İran’ın hem de yeni Suriye yönetiminin burada kök salmasını engelleme stratejisinin açık bir yansımasıdır.

Ancak hesaplar her zaman tutmaz.

Dürziler Üzerinden Yürütülen Strateji Ne Kadar Gerçekçi?

İsrail’in tarihsel “azınlıklarla ittifak” stratejisi bugün Suriye Dürzileriyle test ediliyor. Lübnan’daki Marunîler, Irak’taki Kürtler ve hatta Güney Sudan deneyimi… İsrail için bu model denenmiş bir formüldür. Ancak Suriye Dürzileri, etnik kimliğini değil, dini kimliğini merkeze alan bir yapı olarak bu formülün dışında duruyor.

Dürziler, rejimle olan sorunlarına rağmen, “dışarıdan gelen koruma” fikrine mesafeli. Nitekim Süveyda’daki en büyük askerî grup olan Rical el-Kerame’nin sözcüsü Basım Ebu Fahır, İsrail’in koruma vaadini açıkça reddetti. “Biz Suriye’nin bir parçasıyız” demesi, yalnızca bir mezhep mensubiyetinin değil, aynı zamanda bir jeopolitik tercih beyanının da ifadesidir.

Netanyahu’nun Güney Suriye Hesabı Ters Tepebilir

İsrail, Golan Tepeleri’nin hemen güneyindeki Süveyda, Kuneytra ve Dera hattını “güvenlik bölgesi” olarak dizayn etmeye çalışıyor. Ama buradaki denklemi yanlış kuruyor: Dürziler homojen değil. Üç ayrı Şeyh el-Akıl’ın (Haceri, Hannavi, Cerabua) temsil ettiği siyasi çizgiler; Şam’la entegrasyonu savunanlardan, otonomi arayışında olanlara kadar geniş bir yelpazeyi içeriyor. Bu durumda yalnızca bir grupla temas kurmak, İsrail için kısa vadeli kazançlar getirse de, uzun vadeli bir kırılmaya neden olabilir.

İsrail'in 1980'lerde Lübnan’da kurduğu “Lübnan Güçleri” ittifakının nasıl çöktüğü hatırlandığında, bugün Suriye’de kurmaya çalıştığı benzer ittifakların sürdürülebilirliği sorgulanır. Dürzilerden oluşan küçük yapılarla geliştirilen angajmanlar, Suriye’nin Arap kimliği içinde erimeye kararlı kitleleri görmezden geliyor.

İsrail’in Ekonomik Kaldıraçları: Siyasi Kazanca Dönüşür mü?

Savaşla yıkılmış bir ekonomide, günlük 100 dolarlık iş vaadi büyük bir cezbedicilik içeriyor. İsrail’in Golan Tepeleri’nde çalışmak üzere Suriye Dürzilerine sunduğu teklifler, yalnızca ekonomik değil, demografik ve siyasi bir mühendislik projesi olarak da okunmalı. Ancak bu strateji her Dürzi için geçerli değil. Ekonomik teşviklerle sınırlı göç sağlansa da, bu durum Dürzi toplumunun kolektif yapısını, ruhban liderliği ve toplumsal dayanışma kodlarını kırmaya yetmeyebilir.

Çünkü Latin Amerika’daki diasporadan gelen ekonomik destek, Dürzilerin İsrail’e bağımlı kalmaksızın kendi içinde varlık göstermelerini sağlıyor. Sadece dini değil, ekonomik olarak da kapalı devre çalışan bir toplumu dıştan dönüştürmek, ancak içeriden çözülmeyle mümkün olabilir. Şu an bu kırılma görünmüyor.

Şam ve Dürziler Arasında Yeni Bir Sayfa mı Açılıyor?

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed el Şara’nın Dürzi heyetle yaptığı görüşme, Süveyda’nın yeniden merkezi yönetime entegre edilmesi için önemli bir adımdı. Şeyh Haceri’nin kamuoyuna “reddettik” açıklaması yapmasına rağmen, sahadaki gelişmeler farklı bir hikâye anlatıyor: Süveyda’da yerel polis alımları başladı, yeni teknokrat Dürzi bakanlar kabineye girdi ve Dürzi sivil toplum temsilcileri Şam’la yakın temasa geçti.

Bu gelişmeler, Şam’ın Dürzileri yalnızca bir azınlık olarak değil, devletin yeniden inşasında doğal bir ortak olarak gördüğünü gösteriyor. İsrail'in “azınlığı izole ederek müttefik kılma” stratejisine karşılık, Suriye yönetimi “çoğunlukla birlikte devlete entegre etme” siyasetini izliyor.

Ceramana Krizi: Mikrodan Makroya Diplomatik Yansıma

Ceramana’da yaşanan kriz ve ardından gelen Şam-Dürzi arabuluculuk süreci, yalnızca bir güvenlik sorunu değil; Suriye’nin yerel diplomasiyle kriz çözme kapasitesini de gösterdi. Bu süreçte Şam yönetimi, hem askeri hem sembolik mesajlarla bölgedeki kontrolünü pekiştirdi. İsrail ise doğrudan müdahale tehdidiyle yalnızca Dürzilerin değil, bölgedeki Sünni Arap çoğunluğun da tepkisini çekti.

Sonuç: Dürziler Üzerinden Kurulan Diplomatik Hesaplar Tutmayabilir

İsrail’in Dürzilerle kurmaya çalıştığı ilişki, gerçek bir stratejik ortaklık değil, taktiksel bir angajmandır. Ancak Dürzilerin, dış müdahaleye karşı içgüdüsel direnci ve Arap kimliğine olan bağlılıkları, bu taktiği kısa sürede geçersiz kılabilir. Şam ise bu fırsatı iyi okuyor. Sivil-asker-dinî üçgeninde kurulan yeni Dürzi ittifakı, Suriye’nin geleceğini şekillendirmede önemli bir rol oynayacak.

Dürziler artık sadece bir azınlık değil; Suriye'nin istikrarı için bir barometre.

Ve bu barometreye göre, bölgede İsrail değil, Şam rüzgârı esiyor.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
02.05.2025
Tüm Yazıları

Teknoloji dünyasında rekabet, her geçen gün yeni bir boyut kazanıyor. Arama motorlarından navigasyon servislerine, yapay zekâ uygulamalarından mobil hizmetlere kadar her alanda devler kıyasıya yarışıyor. Bu arenada, Rus teknoloji devi Yandex, özellikle Türkiye pazarında Google’a meydan okuyan cesur adımlarıyla dikkat çekiyor… Yakın zamanda Yandex’in İstanbul’da düzenlediği toplantıya katıldım ve davet üzerine yapay zekanın dijital yayıncılıktaki etkisiyle ilgili mini bir de konuşma yaptım. Bu etkinlikte, Yandex’in Türkiye’deki vizyonunu ve yeniliklerini yakından görme fırsatı buldum.

Peki, Yandex gerçekten Google’ın hakimiyetine kafa tutabilir mi? Gelin, bu soruyu masaya yatıralım.

Yandex, Türkiye’de son yıllarda özellikle Yandex Maps ve Yandex Arama ile adından söz ettiriyor. Şirketin yapay zekâ platformu Yazeka, arama motorunu güçlendiren ve kullanıcılara daha akıllı, bağlama duyarlı sonuçlar sunan bir teknoloji. Örneğin, Yandex Maps, İstanbul gibi yoğun trafiğe sahip şehirlerde sürücülere gerçek zamanlı yol durumu güncellemeleri, hız limiti uyarıları ve hatta yaya dostu navigasyon özellikleri sunuyor. Alışveriş merkezlerinin iç mekân haritalarından toplu taşıma entegrasyonuna kadar, Yandex’in yerel ihtiyaçlara odaklanan yaklaşımı, kullanıcıların günlük hayatını kolaylaştırıyor. Sosyal medyada bir kullanıcının paylaştığı gibi, Yandex Maps’in trafik ışıklarını göstermesi, 3D bina görselleştirmeleri ve “Işıklardan sola dön” gibi net yönlendirmeleri, Google Maps’in Türkiye’de sunduğu bazı özelliklerin önüne geçiyor.


Yandex’in iddiası sadece teknik yeniliklerle sınırlı değil. Şirket, Türkiye pazarına yönelik stratejik hamlelerle de fark oluşturuyor. Yandex’in, Google’ın Türkiye’deki bazı operasyonlarına talip olduğu yönündeki söylentiler, teknoloji çevrelerinde heyecan oluşturmuş durumda. Ayrıca, Yandex’in araç paylaşımı gibi yenilikçi hizmetleri Türkiye’ye getirme planları, şirketin yalnızca bir arama motoru olmaktan öte, geniş bir ekosistem kurma hedefini ortaya koyuyor. İçişleri Bakanlığı’nın trafik güvenliği için Yandex ile iş birliği yaparak sürücüleri kaza risklerine karşı uyarması, Yandex’in yerel otoritelerle kurduğu güçlü bağların bir göstergesi. Bu tür iş birlikleri, Yandex’in güvenilirliğini ve pazardaki yerini sağlamlaştırıyor.

Google, küresel arama motoru pazarında %80’in üzerinde bir paya sahip ve reklamcılık, bulut hizmetleri ve mobil ekosistemleriyle dev bir imparatorluk. Ancak Yandex, Türkiye gibi kültürel ve coğrafi dinamikleri yoğun pazarlarda, yerel odaklı stratejileriyle avantaj sağlıyor. Yandex Arama’nın, Türkiye’ye özgü içeriklere öncelik veren algoritmaları ve Yazeka’nın yerel bağlamları daha iyi anlaması, kullanıcıların Google’a kıyasla daha kişiselleştirilmiş bir deneyim yaşamasını sağlıyor. Örneğin, Yandex Maps’in İstanbul’un dar sokaklarında bile hassas navigasyon sunması veya toplu taşıma kullanıcıları için gerçek zamanlı otobüs saatlerini göstermesi, yerel kullanıcıların kalbini kazanıyor.

Yandex’in Google’a karşı en büyük kozu, esnekliği ve yerel pazara olan derin bağlılığı. Google’ın standartlaşmış hizmetleri, Türkiye gibi karmaşık pazarlarda bazen eksik kalabiliyor. Yandex ise bu boşlukları doldurarak, kullanıcı alışkanlıklarını değiştirmeye çalışıyor. Ancak, Google’ın küresel çaptaki veri avantajı, kullanıcı tabanı ve entegre hizmetleri, Yandex’in önünde ciddi bir engel. Yandex’in bu yarışta öne çıkması için, teknolojik yeniliklerin yanı sıra, güçlü bir marka algısı ve kullanıcı odaklı pazarlama stratejileri geliştirmesi şart.

Sonuç olarak, Yandex’in Google’a rakip olma potansiyeli, özellikle Avrupa pazarını düşündüğümüzde haritalardan gelen gücü ile Türkiye pazarında daha avantajlı ama bunun için uzun soluklu bir tutundurma çalışmasına ihtiyaç duyacağı aşikar. Yapay zeka destekli hizmetleri, yerel ihtiyaçlara yönelik çözümleri ve cesur yatırımları, Yandex’i bir adım öne taşıyor. Ancak, Google’ın devasa ekosistemi ve kullanıcı alışkanlıkları, Yandex için uzun bir yolculuğun habercisi. Teknoloji dünyasında her şey mümkün; Yandex’in bu rekabette ne kadar ilerleyeceği, önümüzdeki yıllarda daha net ortaya çıkacak.

Gördüğüm kadarıyla Yandex’in hamleleri, dijital dünyada şimdiden heyecan verici bir çekişmenin fitilini ateşledi. “Ne de olsa, bir kıvılcım yeter, yıldızlar göğü kaplar.” demiş eskiler. Bakalım Yandex yeni hamleleri ile Google’dan pazar çalmanın yollarını bulabilecek mi?

Dijital dünyada güzel izler bırakan herkesle bir sonraki makalede görüşmek üzere…

Sağlıcakla kalın.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
02.05.2025
Tüm Yazıları

Yıl 2025. Geçen 1 Mayıs tatil idi ve bende bur akademisyen olarak dinlendim. Resmi olarak “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutladığımız, kökleri işçi mücadelesine dayanan bu anlamlı gün, ne yazık ki sadece sınırlı bir kesimin faydalandığı bir tatil gününe dönüşmüş durumda. Özellikle gözlemlediğim bir tablo beni bu yazıyı yazmaya itti: Kamu personeli ve kamu işçileri bu özel günde izinliydi; ancak özel sektörde çalışan milyonlarca işçi, sanki bugünün ruhu onlara hitap etmiyormuşçasına yoğun tempoda çalışmaya devam ediyordu.Bu tablo, 1 Mayıs’ın anlamını sadece sembollere ve sözlere hapsetmekle kalmıyor, aynı zamanda “emek” kavramını ayrıştırıyor. Oysa emeğin bir statüsü, memuriyeti, kamu-özel ayrımı olmaz. Üreten, alın teri döken, zamanını satan herkes emekçidir. Bu nedenle 1 Mayıs, tüm çalışanlar için, ayrım gözetmeksizin bir tatil günü olmalı; bir saygı, anma ve dayanışma günü olarak yaşanmalıdır.

Özel Sektör Neden Geri Duruyor?

Bugün birçok özel sektör firması, 1 Mayıs’ı çalışılan bir gün olarak görmeye devam ediyor. Çoğu zaman gerekçe ekonomik kayıplar, üretim baskısı ya da hizmet sürekliliği oluyor. Oysa bu anlayış, kısa vadeli çıkarlarla uzun vadeli iş barışı, çalışan motivasyonu ve verimliliği arasında ciddi bir denge bozukluğu oluşturuyor.

Unutmayalım ki, çalışanın kendini değerli hissetmediği bir kurumda sürdürülebilir verimlilikten söz edilemez. Özel sektörün 1 Mayıs’ta işçilere izin vermesi, sadece bir “taviz” olarak görülmemelidir. Bu, aynı zamanda işverenin çalışanına verdiği değerin bir göstergesi ve kurumsal aidiyeti güçlendiren bir hamledir. Verimlilik araştırmaları da göstermektedir ki, çalışanına saygı duyan, onu sosyal haklar ve sembolik günlerle destekleyen işletmelerde devamsızlık oranı düşmekte, motivasyon artmakta, performans yükselmektedir. Dahası, 1 Mayıs’ı gerçekten tüm çalışanlar için tatil ilan eden firmalar, topluma karşı duyarlılık sergileyerek markalarına değer katar. Bu, özellikle genç kuşak çalışanların önem verdiği sosyal sorumluluk kriterlerinde pozitif bir algı yaratır. Eğer 1 Mayıs gerçekten “emek ve dayanışma” günü ise bu dayanışmanın temeli ortak bir nefes alabilmektir. Sadece kamu çalışanlarına tanınan bir tatil, bu ortaklığı sağlayamaz. Bu nedenle çağrım, sadece devlete değil, özel sektör yöneticilerine de: Gelin 1 Mayıs’ı her yıl tüm çalışanlarınızla birlikte kutlayın. Onlara bir gün izin vererek aslında yıl boyu sürecek bir aidiyet ve verimlilik duygusuna yatırım yapın.1 Mayıs, geçmişin mücadelelerinin simgesi olduğu kadar, bugünün sosyal barışının da anahtarıdır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
30.04.2025
Tüm Yazıları

Son yıllarda insanları en çok yoran sorunlardan biri de iletişimdir. İletişim sorunları artıkça insanlar arasındaki problemlerde çoğalmaya başlıyor. Psikolojik ve sosyolojik verilerde de iletişim geleceğin en büyük hastalığı olacağı ortaya çıkarıldı. Özellikle sosyal medyanın insanda neden olduğu asosyallik kişilerin kendini ifade etme gücünü de azalttı.

YÜZEYSEL İLETİŞİM

Modern yaşamın hızında insanlar birbirine zaman ayırmaz hale geldi. Telefonlar elimizde ama yüz yüze bakışlarımız yorgun. Sosyal medya, bir iletişim alanı gibi görünse de çoğu zaman sadece kendi sesimizi yankıladığımız dijital bir boşluk. Gerçek duyguların yerini emoji’ler, gerçek konuşmaların yerini yüzeysel yorumlar aldı.

Giderek birbirini gören ama anlamayan kitlesel bir toplum haline geldik. İfade etme gücümüzü insanlarla oturup konuşmak yerine sosyal medyada gördüğümüz sözlerle ifade ediyoruz. Sosyal medyada gördüğümüz kadarıyla insanların hayatlarını yorumluyoruz. Dinlemekten uzaklaşıp aklımızda ya cevap tasarlıyoruz ya da konudan ayrılıp tamamen iletişimi bitirmeye çalışıyoruz. Bu yüzden de sağlıklı ilişkiler geliştiremiyoruz. Bu aile içinde de kopmalara neden oldu. Ayrıca arkadaşlık ve ikili ilişkileri de olumsuz etkilemeye başladı.


ÇÖZÜM

Peki çözümü nasıl bulacağız? Öncelikle yeniden empati sistemini geliştirip insanları dinlemek anlamakla başlayacağız. Göz teması kuracağız. Göz teması gerçek duyguları ortaya çıkararak iletişim sistemini duyusal boyutta geliştiren en güçlü metottur.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
29.04.2025
Tüm Yazıları

Türkiye, dizi ticaretinde ikinci sırada yer alıyor. Peki bunun sebebi ne? Bu içerikleri kültürel bir etki mi, yoksa izleyiciye sunulan ve hızla tüketilen dramalar mı? Türk dizileri milyonlara ulaşmayı başarıyor. Hatta başrol oyuncularının her giydiği çok satıyor ya da hayran buluşmaları düzenleniyor.

Yapımlardaki mekanlar ve dizi karakterleri, Türkiye'ye dair bir algı oluşuyor mu? Dizi ihracatı sayesinde Türkiye hakkında olumlu bir imaj oluştuğu, turizme ve hatta dış politikaya dolaylı katkılar sağladığı iddia ediliyor. Ancak, gerçek dışı oluşturulan hikayeler ve karakterler Türkiye’nin imajı açısından negatif etki de oluşturabilir. Dizilerdeki kültür imajı, yüzeysel kalıyor; bir kültür derinliği yerine görsel şıklık ön planda tutuluyor.

Örneğin, Kimler Geldi Kimler Geçti dizisini izleyenler, gerçeklikle ilgisi olmadığını, 8 ile akşam 17.00 çalışan kişilerin dizideki gibi bir hayat süremeyeceğini belirtti. Türk kültüründen uzak yapımların çekilmesinin nedeni ise, Türk piyasasının yurt dışında da gösterilmesi ve ticari sebepler de içerik kalitesini etkilediği belirtildi. Bu durumda, Türk kültürü gerçekliğini yitirmeden yayınlanmasını mümkün kılmıyor. Türk dizileri dünya çapında büyük bir ilgiyle izleniyor; Ancak bu ilgi, bir “kültürel kalıcılık” mı yoksa “görsel geçiş dönemi eğlencesi” mi sunuyor?

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş
29.04.2025
Tüm Yazıları

Türkiye siyasetinin son 20 yılına damgasını vuran AK Parti, bugüne kadar pek çok alanda önemli başarılara imza attı. Ancak her uzun iktidar döneminde olduğu gibi, başarıların yanında zamanla ortaya çıkan zafiyetler ve stratejik hatalar da birikti. Bugün geldiğimiz noktada, AK Parti'nin geleceğini şekillendirecek en kritik mesele, bu başarılar ile eksiklerin doğru bir muhasebesinin yapılmasıdır.

Başarı Hanesine Yazılabilecekler

Özellikle 2002-2013 arası dönemde AK Parti, birçok alanda reformist bir kimlik sergiledi. Örneğin; Karayolları, havayolu ve şehir hastaneleri gibi altyapı projeleri Türkiye’nin ulaşım ve sağlık sisteminde çıtayı yükseltti. Bugün İstanbul Havalimanı, Marmaray gibi projeler yalnızca Türkiye'nin değil, dünyanın da ilgisini çekiyor. Yine özellikle 2001 krizinin ardından gelen süreçte kamu maliyesinde disiplin sağlandı, enflasyon tek haneye indirildi, IMF borcu kapatıldı. Türkiye'nin dış yatırımlar açısından cazip bir ülke haline gelmesi bu dönemin ürünüdür. Ayrıca Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkeleriyle geliştirilen çok yönlü dış politika, Türkiye'yi geleneksel Batı ekseninin dışında da tanınır bir aktör haline getirdi. Tüm bunlara ek olarak Şartlı nakit transferi programları, sosyal konut projeleri ve sağlıkta dönüşüm programları geniş halk kesimlerinde büyük destek oluşturdu.

Başarısızlıklar ve Stratejik Hatalar

Ne var ki, başarılarla dolu bu uzun hikâye, bana göre özellikle son dönemde bazı ciddi stratejik hatalarla gölgelendi. Özellikle 2018 sonrası ekonomi politikalarında artan müdahalecilik, kur korumalı mevduat gibi geçici çözümler ve yüksek enflasyon ortamı, geniş kesimlerde ekonomik güvensizliğe yol açtı. Yine adalet sistemi başta olmak üzere bazı kurumsal yapıların zayıfladığı algısı çok hakim. Liyakat tartışmaları, devlet yönetiminde verimliliği azalttı ve genç seçmenlerde adalet duygusunun zedelenmesine sebep oldu. Ayrıca başlangıçta ‘herkes için demokrasi’ vurgusu yapılırken, zamanla artan kutuplaştırıcı dil, toplumun farklı kesimleri arasında mesafeleri açtı. Buna ek olarak "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesinden uzaklaşılarak, Suriye başta olmak üzere bazı dış politika adımları Türkiye'yi uzun vadeli risklerle karşı karşıya bıraktı.

Stratejik İzlenimler ve Öneriler

AK Parti'nin bundan sonraki yolu, geçmişteki başarılarının gölgesinde kalmadan yeni bir reform dalgası başlatmasına bağlıdır. İlkin öngörülebilir ekonomi politikaları, bağımsız kurumlar ve yabancı yatırımcıya güven veren düzenlemelerde öncelik olmalıdır. Yine adalet sisteminde reform ve kamu yönetiminde liyakati esas alan bir yaklaşım, seçmenin güvenini yeniden tesis edebilir. Buna ek olarak farklı düşüncelere, inançlara ve yaşam tarzlarına saygılı bir siyasi dil geliştirilmelidir. Ayrıca riskleri minimize eden, dostlukları artıran, dış politikada çok kutuplu ama dengeli bir yaklaşım benimsenmelidir. Nihayetinde, AK Parti halen Türkiye'nin en geniş siyasi tabanına sahip partisi olma avantajını koruyor. Ancak gelecekte bu gücü sürdürmek, geçmişteki başarıları değil, bugünün sorunlarına nasıl çözüm üreteceğini gösterebilmesine bağlı olacaktır.

...
Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş Paylaş