Üniversiteyi kazanmanın en zor kısmı artık sınava girmek değil. Asıl mesele, barınacak bir yer bulmak.
''Hangi bölümü/okulu kazandı?'' sorusunun yerini şimdi ''Ev bulabildi mi?'' aldı.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da tablo aynı…
YKS açıklanır açıklanmaz apart, yurt ya da öğrenci evi fark etmeden fırsatçılar yine iş başına koyuldu.
Büyükşehirlerde bir öğrenci evinin kirası, orta halli bir ailenin maaşını çoktan aşmış durumda.
Bu sadece bir barınma meselesi değil, doğrudan eğitim hakkının gaspı.
Çünkü öğrenciler okul masraflarının yanı sıra yüksek ev kirasını karşılayamayacakları için kazandığı okullara kayıt yaptıramıyor.
Bu yüzden gençler artık okumayı değil, barınmayı dert etmeye başlıyor.
Üstelik bu sadece öğrencinin değil, bir ailenin yükü.
Üniversiteyi kazanmak artık gurur kaynağı olmaktan çıkıp, aileler için derin bir endişe sebebi haline geliyor.
Gençler neden hep hayallerini ertelemek zorunda kalıyor? Neden bir öğrenci evinin kirası bir memurun maaşını aşıyor? Neden başarı, daha ilk adımda barınma krizine tosluyor?
YKS açıklandı ama asıl çıkarılan sonuç şu: Gençlerin geleceğini sınav değil, kira belirliyor.
...Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözü, yalnızca bugünün değil, bin yıllık devlet geleneğimizin özüdür:
“Kılıç kınından çıkarsa; kaleme ve kelama yer kalmaz.”
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın uyarısı da aynı çizgiyi işaret ediyor:
“Artık diplomasinin araçlarını kullanarak geleceğimiz noktanın sonuna ulaşmış oluyoruz.”
Bu iki cümle yan yana geldiğinde, Türk diplomasisinin ana ekseni ortaya çıkar: Masa sonuna kadar zorlanır, kelam ve kalem işletilir; ama sabır noktası aşıldığında kılıç devreye girer.
Benim Aklımın Yarısı Ahlat, Yarısı Söğüt’tür
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Ahlat’ta dile getirdiği şu söz, Türk tarihinin köklerini bugünün stratejik hafızasına bağlayan güçlü bir hatırlatmadır:
“Benim aklımın yarısı Ahlat, yarısı Söğüt’tür.”
Ahlat, 1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’ya girişimizin sembolüdür; Türk milletinin yurt edinme iradesini taşır. Söğüt ise Osmanlı’nın doğduğu toprak, kuruluşun ve dirilişin ocağıdır. Ahlat olmadan Anadolu’ya giriş; Söğüt olmadan ise ebedî devlet fikri düşünülemez. Bu yüzden Bahçeli’nin sözleri, sadece bir tarih hatırlatması değil; bugünün jeopolitiğine verilen mesajdır. Çünkü Türkiye’nin bugün masada yürüttüğü diplomasi de, sahada gösterdiği caydırıcılık da bu iki mirasın birleşiminden beslenmektedir. Ahlat’ın iradesiyle Söğüt’ün devlet aklı birleştiğinde ortaya çıkan çizgi, bizi hem diplomaside sabırlı hem gerektiğinde sahada kararlı kılan temel stratejidir.
Zaferden Sonra Barış
Türk tarihinin her dönemi bu dengenin örnekleriyle doludur. 1071’de Malazgirt’te Sultan Alparslan, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i esir aldıktan sonra bağışladı. Bu, Anadolu’ya yalnızca bir zaferle değil, bir barış mesajıyla girildiğinin işaretiydi.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sekiz yıl sonra Venedik’le imzaladığı 1479 Antlaşması’yla savaşın ardından barışı kalıcı kıldı. Kanuni Sultan Süleyman, Fransa’ya verdiği kapitülasyonlarla Avrupa siyasetinde yeni dengeler kurdu; kalem, kılıcın kazanımlarını taçlandırdı. Sokullu Mehmed Paşa’nın Kıbrıs zaferinden sonra Venedik’le yaptığı barış da aynı anlayışın ürünüdür.
Karlofça Antlaşması (1699) Osmanlı için kayıp anlamına gelse de, diplomasi sayesinde imparatorluğun ömrü uzatıldı. Osmanlı’nın yüzlerce yıl süren hâkimiyetinde bu esnek diplomasi ile kılıcın caydırıcılığı yan yana yürüdü.
Cumhuriyetin Denge Sanatı
Cumhuriyet, aynı çizgiyi devam ettirdi. Lozan Antlaşması, süngüyle kazanılan bağımsızlığın masa başında mühürlenmesiydi. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi, Türkiye’nin dış politikasına barışçı bir yön verdi.
Balkan Antantı (1934) ve Sadabat Paktı (1937), bölgesel güvenliği sağlayan anlaşmalardı. İnönü’nün II. Dünya Savaşı boyunca izlediği denge siyaseti, Türkiye’yi büyük bir yıkımdan korudu. 1964 Johnson Mektubu’na verilen cevap, Türkiye’nin sabırla yürüttüğü diplomasinin sınırını gösterdi. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ise masada bitmeyen bir krizin, sahada çözüldüğünün ilanıydı.
Soğuk Savaş sonrasında Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile kurulan ilişkiler, 2000’lerden itibaren Afrika açılımı, Katar krizindeki rol, Karabağ Zaferi’ne verilen destek ve Mavi Vatan doktrini, Cumhuriyet diplomasisinin hem sabırlı hem de kararlı yüzünü yansıtır.
Bugünün Kelamı
Gazze’de insanlık dramı sürüyor. Ukrayna’da savaş, Avrupa güvenliğini yeniden tanımlıyor. Doğu Akdeniz enerji denklemleri, Karadeniz tahıl koridoru ve Suriye’deki gelişmeler… Türkiye tüm bu başlıklarda masada kalıyor ama gerektiğinde sahada caydırıcılığını gösteriyor.
“Bir gece ansızın geliriz” ifadesi, sadece bir askeri tehdit değil; diplomasiyi ayakta tutan bir caydırıcılık mesajıdır. Çünkü muhataplar bilir ki Ankara sabreder, masada kalır; ama zamanı geldiğinde kararı uygular. Bugün Suriye’de terör koridoruna izin verilmemesinin ardında bu stratejik kararlılık yatmaktadır.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Türk dış politikasının ana çizgisi hiç değişmedi:
Kelamı korumak için kılıç, kılıcı susturmak için kalem.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uyarısı ve Hakan Fidan’ın sözü, bu stratejinin günümüzdeki ifadesidir. Türkiye diplomasiyi sonuna kadar kullanacak; ama bir gün o nokta gelirse, kılıç kınından çıkacak ve kelam susacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Hakan Fidan’ın sözleriyle çizilen bu stratejik çerçeve, Devlet Bahçeli’nin Ahlat’ta dile getirdiği şu ifadeyle tarihî köklerine yaslanır: “Benim aklımın yarısı Ahlat, yarısı Söğüt’tür.” Çünkü Ahlat, Malazgirt zaferiyle Anadolu’ya giriş kapımız; Söğüt ise dirilişin, kuruluşun beşiğidir. Bugün masada diplomasiye, sahada caydırıcılığa sarılırken aslında bu iki hafızadan besleniyoruz: Ahlat’tan gelen iradeyle, Söğüt’ten yükselen devlet aklıyla. Ve biliriz ki, kılıç kınından çıkarsa artık kelam susar; ama kelamın gücü kılıcı kınında tutabiliyorsa, kılıç da kelamı hedefe ulaştırıyorsa devlet ebed müddet yaşar.
...Geçtiğimiz günlerde metroda ilginç bir manzarayla karşılaştım. Omuzlarında Filistin’in özgürlük davasını simgeleyen kefiye, elinde ise “Uygulamalı Shakespeare Oyunculuğu” kitabı olan bir adam…
Bu görüntü, bana tek bir fotoğraf karesinin bazen çok şey anlatabileceğini hatırlattı. Bir yanda doğunun acısı, direnişi, kimliği, diğer yanda batının sanatı, estetiği, sözcüklerin kuvveti. İlk bakışta bir çelişki gibi görünen bu tablo, aslında doğal bir birleşimdi benim için. Çünkü insan, yalnızca tek bir kimliğe, tek bir düşünceye ya da tek bir kültüre sıkıştırılamaz.
Ama metroda insanların o adama yönelen bakışları, bunu kabul etmekte ne kadar zorlandığımızı gösteriyordu. Gözlerde sorgulama, eleştiri, hatta belki de küçümseme vardı. Oysa hepimiz, kendi hayatlarımızda onlarca zıtlığı bir arada taşımıyor muyuz? Bir yandan geleneklerimize bağlı kalıp, diğer yandan modern dünyanın nimetlerinden faydalanmıyor muyuz? İnsan dediğimiz şey zaten bu zıtlıkların bütünü değil mi?
Belki de sorun, zıtlıklara karşı anlayış geliştiremeyişimizde. İnsanları tek bir kalıba, tek bir görünüme, tek bir düşünceye mahkûm ediyoruzdur. Oysa gerçek özgürlük, çeşitlilikle ve farklılıklarla da var olabilir. Metroda gördüğüm o adam bana şunu düşündürdü: Belki de zıtlıklar, çatışmak için değil, birbirini tamamlamak için vardır. Asıl mesele, buna izin verip veremediğimizde.
Ve belki de en önemli soru şu: İnsanlara baktığımızda, onların farklılıklarını mı görüyoruz, yoksa onlardaki insanı mı?
Bizi ayıran farklılıklar değil, onlara bakışımızdır. Ve bazen en büyük özgürlük, birbirimizi olduğu gibi kabul edebilmekle başlar.
...
Türkiye, tarihin en ağır iklim ve kuraklık krizlerinden birine sürükleniyor. Tekirdağ başta olmak üzere Marmara Bölgesi’nde derin su krizleri yaşanıyor. Temmuz ayında Marmara’daki yağışların uzun dönem ortalamasının %95 altında, ülke genelinde ise %71 oranında düşüş göstermesi, sadece meteorolojik bir veri değil; Türkiye’nin geleceğine dair sert bir uyarı. Baraj seviyeleri kritik eşiklerin altına indi, bazı evlerin haftalarca musluktan su alamadığı haberleri gazete manşetlerinde yer alıyor.Bence bugün konuştuğumuz mesele artık sadece “çiftçinin ürünü susuz kalıyor” meselesi değil; Türkiye ekonomisinin ve sosyal hayatının en kırılgan damarına darbe vuran bir kriz halini alıyor.
Özellikle Türkiye’nin tarım sektörü hâlâ milyonlarca hanenin geçim kaynağı ve ülkenin gıda güvenliğinin temeli. Ancak suyun tarımdan çekilerek iç tüketime yönlendirilmesi, kısa vadede şehirlerde krizi hafifletse de orta vadede gıda arzında sert bir daralma yaratacaktır. Buğday ve ayçiçeği gibi stratejik ürünlerde rekolte kaybı, ithalatı zorunlu hale getirecek.
Hayvancılık sektörü su ve yem tedarikindeki sıkıntı nedeniyle küçülecek. Türkiye’nin tarım ihracatında önemli paya sahip olan sebze-meyve ürünlerinde fiyat şokları yaşanacak. Kısacası, kuraklık tarımda sadece çiftçiyi değil, market rafından alışveriş yapan her vatandaşı vuracaktır. Gıda enflasyonu, zaten yüksek seyreden genel enflasyonu daha da körükleyecek. Bu, enflasyonla mücadeleyi imkânsız hale getirecek zincirleme bir etki yaratır.
Su krizi, tarımı olduğu kadar sanayiyi de tehdit ediyor. Tekstil, gıda işleme, kimya ve enerji sektörleri suya doğrudan bağımlı. Trakya ve Marmara sanayisinin Türkiye ihracatındaki payı %40’ın üzerindeyken, bölgede su kesintilerinin artması üretim hatlarını durdurabilir. Bu, ihracat gelirinde düşüş, işsizlikte artış ve büyüme oranında sert bir yavaşlama anlamına gelir.Ayrıca, enerji üretiminin önemli bir kısmı barajlara dayalı hidroelektrik sistemlerden geliyor. Barajlardaki kritik düşüş, hem elektrik arzını hem de enerji fiyatlarını tehdit ediyor. Bu da sanayici için ikinci bir maliyet şoku demek. İstanbul, Bursa, Tekirdağ gibi yoğun nüfuslu şehirlerde muslukların akmaması, toplumsal huzursuzluk ve sosyal gerilim riski doğurur. Suyun bir “güvenlik meselesine” dönüşmesi, devletin önümüzdeki dönemde en kritik sınavlarından biri olacak. Su artık sadece bir doğal kaynak değil; ulusal güvenlik, sosyal istikrar ve ekonomik sürdürülebilirliğin anahtarıdır.
Bugün acil olarak yeni kuyular açılıyor, pompa sistemleri kuruluyor, tarım suyu içme suyuna yönlendiriliyor. Ancak bu yöntemler sorunu çözmek yerine gelecekte daha ağır faturalar çıkaracak. Yeraltı suyu rezervlerinin aşırı kullanımı, toprağın tuzlanması ve çökmesi gibi telafisi zor ekolojik yıkımları beraberinde getirecek. Türkiye bu krizi aşmak istiyorsa, köklü bir su yönetimi reformuna gitmek zorunda: Modern sulama teknikleri (damla ve yağmurlama) yaygınlaştırılmalı. Ayrıca su tasarruflu şehir altyapıları kurulmalı, kayıp-kaçak oranı hızla düşürülmeli. Yine özellikle sanayiye yönelik geri dönüşüm suyu ve gri su kullanımı zorunlu hale getirilmeli ve su havzaları arası entegrasyon sağlanarak bölgeler arası adaletli su dağılımı yapılmalı. Son olarak ve en önemlisi, suyun ekonomik değeri doğru fiyatlandırılmalı; israf edenin maliyeti artmalı, tasarruf edenin yükü azalmalı. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu kuraklık sadece doğanın değil, yanlış politikaların da sonucudur. Eğer suyu bugünden doğru yönetmezsek, yarın ne tarımda verimlilikten ne de sanayide büyümeden bahsedebileceğiz. Bugün musluktan damlayan son su damlası, yarının ekonomik bağımsızlığı ile doğrudan bağlantılıdır. Bu gerçeği görmezden gelmek, geleceğimizi kurak topraklara gömmek olacaktır.
...İnovasyon kelimesi bugünlerde o kadar fazla kullanılıyor ki neredeyse içi boşaldı. Her basın toplantısında, her ürün lansmanında, her reklam filminde duyuyoruz: “Yepyeni, devrim niteliğinde, inovatif ürünümüzle tanışın!” Ama işin gerçeğine baktığımızda, o devrim dedikleri şey çoğu zaman sadece ürünün rengine yeni bir isim vermekten ibaret. Gri demek yerine füme sis bulutu dersen inovatif mi oluyorsun?
Biraz sert olacak ama söylemek lazım; birçok şirketin yaptığı şey inovasyon değil, kocaman bir illüzyon. Tüketiciyi kandırmak için yaratılan kurnazlıklar. Çünkü gerçek inovasyon; yeni bir renk, ambalajdaki ufak değişiklik ya da menüye eklenen “XL boy” değil. Gerçek inovasyon, insanların hayatına dokunan, alışkanlıklarını değiştiren, iş yapış biçimlerini dönüştüren şeydir.
İşin ilginç yanı, sahte inovasyonun çoğu zaman çok iyi bir pr stratejisiyle paketlenmesi. Mesela telefon üreticileri… Her yıl neredeyse aynı telefonu çıkarıyorlar. Kameranın bir pikseli artıyor, batarya %5 daha uzun gidiyor, ama reklamda öyle anlatıyorlar ki sanki elimizdeki cihazla uzaya çıkacağız. Oysa çoğu insan, iki yıl önce aldığı telefonla zaten fazlasıyla idare edebiliyor.
Ya da kahve zincirlerini düşünün. Her sezon yeni bir “özel tarif” çıkarıyorlar. İçinde zaten olan kahveyi, süte biraz farklı bir şurup ekleyerek yeniden sunuyorlar. Sonra da bunu sosyal medyada “yeni nesil kahve deneyimi” diye pazarlıyorlar. Evet, tadı fena değil ama bu inovasyon değil; bu bildiğin tatlı bir aldatmaca.
Neden bu kadar sahtecilik Var? Çünkü gerçek inovasyon zor, pahalı ve zaman alıyor. Bir ürünü kökten değiştirmek, yeni bir teknoloji geliştirmek ya da sıfırdan yepyeni bir iş modeli inşa etmek yıllar sürebiliyor. Ama pazarlama departmanı yeni bir şey istiyor. Yatırımcılar sürekli büyüme görmek istiyor. Mış gibi yapmaya da çok meraklı bir millet olduğumuzdan en kolayını seçiyoruz. İşte bu baskı, şirketleri kısa yoldan parlayan ama uzun vadede etkisiz illüzyonlara yönlendiriyor. Her yaptığımı işte farklı ve sıra dışı konseptler yapmaya çalışmamızın sebebi de bu zaten. Olayın ruhuna uygun, dünyaya göre sıra dışı olmayı tercih ediyoruz. Fark yaratmak, düşünce biçimini değiştirmek istiyoruz. Bu çoğu zaman zihnen engellere takılmıyor mu sanıyorsunuz? Hem de nasıl?
Bir başka sebep de tüketici psikolojisi. İnsanlar yenilik istiyor, ilk ben denedim hissini seviyor. Dolayısıyla şirketler de bu açlığı kullanıyor. Sahte inovasyon aslında arz talep meselesi. Biz, tüketici olarak da bu oyunun bir parçasıyız.
Gerçek inovasyon, farkı rakamlarda değil, yaşam tarzında yaratır. Örneğin internet. Önce hayatımıza yavaş yavaş girdi ama sonra iş yapış biçimlerimizi, eğlence anlayışımızı, hatta ilişkilerimizi kökten değiştirdi. işte bu gerçek bir inovasyondu.
Ya da elektrikli araçları ele alalım. Evet, hala gelişmesi gereken yönleri var ama dünyayı fosil yakıtlardan uzaklaştırma potansiyeli taşıyor. Bu sadece yeni bir ürün değil, yepyeni bir düzen inşa ediyor.
Gerçek inovasyonu yakalamak için bazı tüyolar verebilirim.
İnsanların hayatında kalıcı bir alışkanlık değiştiriyor mu?
Yeni bir pazar veya iş modeli yaratıyor mu?
Toplumsal bir etki bırakıyor mu?
Eğer cevabın evet ise doğru yoldasın. Zira emek verdiğin şey inovasyon adayı olabilir. Yok eğer sadece ambalajda %20 daha fazla parlaklık ise, kusura bakma ama bu sadece illüzyon.
Kısa vadede şirketler bu oyunla kazanıyor olabilir. Ama uzun vadede tüketici güvenini kaybediyorlar. Çünkü insanlar kandırıldığını anlıyor. Bugün sahte inovasyonla piyasayı domine eden bir marka, yarın gerçek inovasyonla gelen küçük bir girişim karşısında yerle bir olabilir. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Nokia’nın akıllı telefonları küçümsemesi, Kodak’ın dijital fotoğrafçılığı görmezden gelmesi… Bunlar, illüzyona güvenip inovasyonu es geçen devlerin hikayesi.
Peki ne yapmalı, ne etmeli? Çözüm basit ama cesaret istiyor! Gerçekten inovatif olmak. Bunun için de şirketlerin sadece kısa vadeli karı değil, uzun vadeli toplumsal faydayı da düşünmesi lazım. Pazarlama departmanının yeni renk bulduk heyecanına kapılmak yerine, Ar-Ge departmanının sıkıcı ama dünyayı değiştirecek projelerine yatırım yapmak gerekiyor.
Ayrıca biz tüketiciler de sorgulamayı öğrenmeliyiz. Yeni diye karşımıza çıkan şeyin aslında ne kadar yeni olduğunu sormalıyız. Eğer fark yaratmıyorsa, “Buna inovasyon demeyin kardeşim” deme cesaretini göstermeliyiz.
İnovasyon, kelime oyunlarıyla parlatılacak bir etiket değil. Gerçek inovasyon, bir toplumun kaderini değiştirebilir. Ama sahte inovasyon sadece anlık bir illüzyon yaratır, etkisi geçince de geriye koca bir hayal kırıklığı bırakır.
O yüzden soruyu hep aklımızda tutalım:
Karşımıza çıkan şey gerçekten inovasyon mu, yoksa sadece parlak bir illüzyon mu?
...Sükûnetin ve helalin peşinde
Bana göre muhafazakâr tatil konsepti bir ihtiyaç. Tatil dediğimiz şey bazen şehirden uzak bir nefes, bazen de inandığın ölçülere zarar vermeden hayatı onarmanın bir yolu değil midir?
Muhafazakâr tatil anlayışı da kalabalığın gürültüsüne karşı mahremiyetin sükûnetini; aşırı savurganlığa karşı ölçüyü, rastgeleliğe karşı ise helal-haram bilincini tercih eder. Alkolsüz konseptli yeme-içme, ibadet saatlerine ve mahremiyete saygılı plaj-havuz düzeni, çocuklu aileleri koruyan bir sükûnet…
Bunların hepsi, bir “yasak listesi” değil; değeri bilinen hayatın zarafetle kurduğu bir rota.
Her ne kadar bireysel hassasiyetler için bu tatil anlayışı talep edilse de kurumsal bir çerçeve de bunu destekliyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’na bağlı SMIIC’in Helal Turizm Hizmetleri yönergesinde konaklama, yeme-içme, rehberlik ve dinlenme alanlarında helal ilkelere uygun hizmetin ana hatları tanımlanıyor. Türkiye’de ise bu alan kanunla kurulan Helal Akreditasyon Kurumu (HAK) tarafından belirleniyor. Helal belgesi düzenleyecek kuruluşların HAK tarafından akredite olması gerekiyor. Bu konseptin küresel turizmde düzenli bir talep oluşturduğu, Mastercard-CrescentRating’in her yıl yayımladığı Global Muslim Travel Index (GMTI) raporlarında da görülüyor.
“Helal dairesi keyfe kafidir”
Gelelim ibadet ve seyahat ilişkisine dair fıkhî duruma. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun yaklaşımı, tatilin “ibadetin aksadığı bir boşluk” değil, ölçülü bir düzenle anlam kazandığı belirtiliyor. Tatil yapmanın ve insanın dinlenme ihtiyacının içinde olduğu helal daire bence harama ihtiyaç bırakmayacak kadar geniş.
Cruise Gemisi ile Umre Yolculuğu
Son zamanlarda Muhafazakâr tatil imkanlarında bir çeşitlilik oluştuğu görülüyor. İşte tam da bu arayış noktasında, Türkiye’den yükselen yepyeni bir fikir var: muhafazakâr cruise gemisiyle Umre yolculuğu. 12 Eylül’de Galataport’tan hareket edecek olan bu gemi, aslında deniz turizmi anlayışında bir ilki temsil ediyor. Gemiyle tam pansiyon bir yolculuk, İstanbul’dan başlayıp Kuşadası, Bodrum, Şarm El Şeyh, Cidde limanlarına uğrayacak ve kutsal topraklarda Umre ibadetiyle taçlanacak.
Bu yolculuk, denizin mavisinde ilerleyip Kâbe’nin gölgesinde tamamlanacak.
İnanç ve konforun birlikteliği
Bu seyahati farklı kılan en önemli unsur ise “tatil” ile “ibadet” kavramlarının aynı potada olması. Muhafazakâr hassasiyetlerle tasarlanmış Cruise gemisi, alkolsüz konseptiyle, kadınlara özel alanlarıyla, ibadet vakitlerine göre düzenlenen programlarıyla dikkat çekiyor. Namaz için ayrılmış geniş alanlardan, helal sertifikalı menülere; aileye özel sosyal bölümlerden, çocuk oyun parklarına kadar her ayrıntı inanç merkezli bir tatil anlayışının izlerini taşıyor.
Gemi aynı zamanda bir yüzen şehir adeta: 15 restoran, 13 dinlenme alanı, sanat galerisi, canlı gösteriler, 1000 kişilik tiyatro salonu ve 1600’den fazla personelin sunduğu hizmetler… Yani deniz üstünde lüksle buluşan bir ibadet atmosferi.
Tarihte bir ilk
Şirketin ortaklarından Havva Elif Kahraman’ın ifadesiyle, bu program bir tatil ama aynı zamanda bir “yol arkadaşlığı.” Çünkü burada amaç, Müslümanların kendi değerlerinden ödün vermeden dünya standartlarında bir seyahat deneyimi yaşamaları. İstanbul’dan başlayıp Mekke ve Medine’de son bulan bu rota, aslında modern dünyanın hızına kapılmış bizlere bir hatırlatma gibi:
Ruhunu beslemeden bedenini dinlendirmek eksik kalır
Bu seyahatin en çarpıcı yönlerinden biri de Umre konaklamasının misafirlerin tercihine göre çeşitlendirilmesi. Kâbe’ye yürüme mesafesindeki 5 yıldızlı otellerden daha mütevazı seçeneklere kadar uzanan bu esneklik, herkesin kendi imkânlarıyla kutsal yolculuğa erişmesini mümkün kılıyor.
Bugün dünya turizmi farklı deneyimler sunmak için yarışırken, Müslümanların hassasiyetlerini gözeten bu adım, bir ticari yenilik olmanın yanında kültürel bir kırılma noktası. Çünkü artık muhafazakâr tatil anlayışı, karadaki otellerden denizlerin mavi ufkuna taşınıyor.
Denizin ortasında, yıldızların altında edilen bir dua… Dalga sesleriyle karışan sabah ezanı… Ve gemiden inip kutsal topraklarda tamamlanan bir ibadet… Bu tablo bir tatili değil, maneviyatla taçlanmış bir yolculuğu işaret ediyor.
Sanırım bu gemi, Müslümanların gönlünde yeni bir ufka doğru yol almaya başladı.
Malazgirt’te açılan kapı, Dumlupınar’da savunuldu, 15 Temmuz’da yeniden dirildi. Türk’ün destanı, aynı sancak altında bugün de yazılmaya devam ediyor.
Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan şöyle der:
“Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım, çalıştım, çabaladım.”
Bu söz, asırlar sonra Malazgirt ovasında yeniden yankılandı. 26 Ağustos 1071 sabahı Sultan Alparslan, devasa Bizans ordusu karşısında askerlerine şu tarihi cümleyi söyledi:
“Bugün burada emreden bir sultan değil, bir savaşçı olarak sizinle birlikteyim. Galip gelirsek zafer bizimdir, yenilirsek cennet bizimdir.”
O gün yalnızca Türkler değil, Kürt beyleri de Alparslan’ın yanında savaştı. Yıllar sonra Kudüs’te Selahaddin Eyyubi, Haçlı ordularını mağlup ederken ordusunda Türkler vardı. Bir Türk Sultan’ın Bizans’a, bir Kürt Sultan’ın Haçlılara karşı kazandığı bu zaferler, aynı kaderin farklı zamanlardaki tecellisiydi. Malazgirt de Kudüs de yalnızca askerî galibiyet değil, milletlerin omuz omuza vererek yazdığı bir tarih ortaklığıydı.
Asırlar geçti, Anadolu yeni bir ateşle imtihan edildi. 26 Ağustos 1922 sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’u başlattı. Dört gün süren muharebelerin ardından Dumlupınar’da zafer kazanıldı, 9 Eylül’de İzmir kurtarıldı. O gün, Malazgirt’te açılan kapı yeniden savunulmuş, Anadolu’nun tapusu ikinci kez teyit edilmişti. Mustafa Kemal Paşa bu zaferi, “Türk milletinin istiklalini ve hürriyetini kurtardığı gün” diye nitelendirdi.
Bugün de aynı imtihan sürüyor. Terör örgütleri, dış güçlerin maşası olarak bu toprakların kardeşliğini hedef alıyor. Ama tarih bize gösterdi: Bizans’ın ordularını dağıtan, Haçlıları yenen, işgalcileri püskürten hep bu birlik ruhu oldu. Türk’ün, Kürt’ün, Arap’ın, Çerkez’in, Boşnak’ın aynı sancak altında kenetlenmesi… İşte bu, terörün karşısında en büyük güçtür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle:
“Türkiye Yüzyılı, bir asrı aşan mücadelenin sonunda yükseliş dönemidir.”
Bu yükselişin şartı, terörsüz bir Türkiye’dir. Çünkü terör, Malazgirt’teki Bizans’ın, Kudüs önlerindeki Haçlıların ve Dumlupınar’daki işgalcilerin bugünkü uzantısından başka bir şey değildir.
Ve şimdi… Bu topraklarda yazılan destanı yalnız tarih kitaplarında değil, dilden dile söylenen bir türküde, ardından uzun havada ve nihayet marşta bulalım. Çünkü bu milletin yolculuğu, ağıtla başlayan ama her defasında marşla biten bir yolculuktur.
VATAN TÜRKÜSÜ
Bozkır yanar kurt ulur,
Güneş doğar gün doğurur.
Oğuz Kağan atla çıkar,
Gök çadırdır, yurt kurulur.
Hey hey yiğitler hey,
Bu gökler birdir hey.
Ay hilal, yıldız parlar,
Adı Türkiye hey.
Demir dağı delip geçti,
Okla, yayla yol seçti.
Mete Han’dı gök aslanı,
Türk’ün sesi göğe uçtu.
Hey hey yiğitler hey,
Bu bozkır birdir hey.
Güneş doğar, gök gürler,
Adı Türkiye hey.
Orhunlarda taş yazıldı,
Kanla, gözyaş söz kazındı.
Bilge Kağan göğe seslen,
Türk’e yol ve yurt yazıldı.
Hey hey yiğitler hey,
Bu taşlar birdir hey.
Gök kubbede yazan kader,
Adı Türkiye hey
Kefen giydi beyaz ışık,
Hilal indi göğe karışık.
Alparslan’dı kutlu sultan,
Zafer aktı taşın içi.
Hey hey yiğitler hey,
Bu dağlar birdir hey.
Hilal ile yıldız parlar,
Adı Türkiye hey.
Zeytin dalı kılıç gibi,
Merhametle aktı suyu.
Selahaddin güneş oldu,
Kudüs açtı gök kapıyı.
Hey hey yiğitler hey,
Bu sular birdir hey.
Ay doğar da yıldız parlar,
Adı Türkiye hey.
Bilecik’te dikilen çınar,
Osman Gazi’de kök salar.
Her dalında ışık yanar,
Bizi Toprak Ana sarar.
Hey hey yiğitler hey,
Bu kökler birdir hey.
Çınar gibi göğe uzar,
Adı Türkiye hey.
Gemilerle deniz aştı,
Ayasofya kapısın açtı.
Fatih idi göklerin sesi,
İstanbul’a mühür bastı.
Hey hey yiğitler hey,
Bu şehir birdir hey.
Taşta yazan kaderimiz,
Adı Türkiye hey.
Çölde rüzgâr oldu ateş,
Hilal sancak oldu yoldaş.
Yavuz geçti dağ doruğu,
Ay-yıldızla ufuk dolaş.
Hey hey yiğitler hey,
Bu ufuk birdir hey.
Ay doğar da gökler çağlar,
Adı Türkiye hey
Adaletle hüküm sürdü,
Yedi iklim yolun gördü.
Kanuni’ydi cihan padişah,
Gönüllerde izler sürdü.
Hey hey yiğitler hey,
Bu eller birdir hey.
Yedi iklim, dört bucakta,
Adı Türkiye hey.
Dalga vurdu, rüzgâr esti
Akdeniz’i fırtınayla geçti.
Barbaros’tu kılıç gibi,
Ufuklara sancak astı.
Hey hey yiğitler hey,
Bu deniz birdir hey.
Ay yıldızla dalga çarpar,
Adı Türkiye hey.
Dumlupınar ateş oldu,
Toprak ana bağrın doldu.
Mustafa Kemal yıldız yaktı,
Zafer güneşi doğdu.
Hey hey yiğitler hey
Bu yollar birdir hey.
Ay hilal, yıldız parlar,
Adı Türkiye hey.
Tank yürüdü taş sokakta,
Şehit düştü bayrağım altına.
Millet coştu aynı anda,
Gök yarıldı 15 Temmuz’da.
Hey hey yiğitler hey,
Bu millet birdir hey.
Ay hilal, yıldız parlar,
Adı Türkiye hey.
Ufuk açtı çağ kapısın,
Yükseldi ay, yıldız ışığın.
Erdoğan’dır vatan aşkım,
Türkiye Yüzyılı çağım.
Hey hey yiğitler hey,
Bu sancak birdir hey.
Ay hilal, yıldız parlar,
Adı TÜRKİYE hey.
Türkü bittiğinde, dağlarda yankı kalan bir ses gibi uzun hava süzülür gökyüzüne. Ağıt, milletin acısını dile getirir; anaların gözyaşı, şehitlerin kanı ve tarihin yükü bir araya gelir. Malazgirt’te Alparslan’ın beyaz kefeniyle başlayan yol, Dumlupınar’da Mustafa Kemal’in “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” haykırışıyla yeniden dirildi. 15 Temmuz gecesi ise milletin çıplak elleri tankların önünde aynı tarihi yeniden yazdı.
ŞEHITLERE AĞIT
Hey… yiğitler hey…
Gökyüzü şahittir hey…
Hilal iner, yıldız yanar,
Bu sancak düşmez hey…
Hey… dağ taş hey…
Tarih dile gelir hey…
Toprak ana, şehit kanı,
Vatan ebedîdir hey
.....Bu hüzün, bu topraklarda suskun kalmaz; çünkü Türk’ün acısı aynı zamanda dirilişinin de kaynağıdır. Her ağıt, içinde bir uyanış taşır. Yas, zamanla kudrete dönüşür. Sessizliğin içinden bir kararlılık doğar; kederin bağrından bir direniş yükselir.
İşte o anda millet, türküsünü geride bırakır ve yürüyüşe başlar. Çünkü tarih bize öğretmiştir: Bu topraklarda ağıt, er geç marşa dönüşür:
VATAN MARŞI
Yürü yiğit, sancak sende,
Hilal parlar gökler sende.
Dağlar gürler, taşlar susar,
Zafer şanlı Türkler sende.
Hey hey asker hey,
Bu sancak birdir hey.
Ay-yıldız gökte parlar,
Adı TÜRKİYE hey!
...
“Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe Türk milleti, senin ilini töreni kim bozabilir?” Orhun Kitabeleri’nden yükselen bu ses, Türk aydınlanmasının en eski çağrısıdır. O çağrı, aydının rolünü de belirlemiştir: hafızayı diri tutmak, devleti tarihle konuşturmak ve topluma geleceğin yolunu göstermek. Bizde aydınlanma masa başında değil; cephelerin gölgesinde, göçlerin yorgunluğunda, bozgunların yarattığı hafıza kırılmalarında doğdu.
Tarih boyunca bu zincirin halkaları farklı biçimlerde aynı görevi üstlendi. Hoca Ahmet Yesevî hikmetleriyle irfanı halka taşıdı; Yusuf Has Hacib adaleti devlet aklının merkezine yerleştirdi; Kaşgarlı Mahmud dili kimliğin temel taşı yaptı. Fârâbî aklı, İbn Sînâ ilmi, Kâtip Çelebi bilgiyi temsil etti. Modern çağda İsmail Gaspıralı “Dilde, fikirde, işte birlik” diyerek bütünleşme stratejisi sundu; Gökalp sosyolojik çerçeve çizdi; Mehmet Âkif vicdana seslendi; Necip Fazıl metafiziği sorguladı. Hepsinde ortak bir nokta vardı: aydın, hafıza ile devlet aklı arasında köprü kurdu.
Bugün bu zincirin günümüzdeki halkalarından biri Erhan Afyoncu’dur. Onun tarih anlayışı, geçmişi tozlu raflara hapsetmez; bugünün sorularına tercüme eder. Afyoncu için tarih, “olmuş bitmiş olaylar” toplamı değil; bugünü kavramanın ve yarını inşa etmenin anahtarıdır. Üç temel yaklaşımı vardır: hafızayı diri tutmak, devleti tarihle konuşturmak, gerçekliği romantikleştirmeden görmek. Bu yönüyle, Yesevî’nin halkla kurduğu bağ, Kâtip Çelebi’nin belgeye yaslanan tavrı ve Gökalp’in toplumsal projeksiyonu onda birleşir.
Afyoncu’nun en çok üzerinde durduğu konu nüfustur. Onun gözünde nüfus, yalnızca istatistik değil; üretimin motoru, savunmanın kaynağı, kültürel sürekliliğin taşıyıcısıdır. Tarih, bu ilişkinin sayısız örneğini sunar: 17. yüzyıldaki Celali isyanlarının ardında nüfus-üretim dengesizliği vardı; 19. yüzyıldaki Balkan göçleri Anadolu’yu yeniden şekillendirdi; Osmanlı’nın son yüzyılındaki nüfus kaybı askerî kapasiteyi daralttı; 1927 Cumhuriyet nüfus sayımı, savaşlarla tükenmiş Anadolu’nun fotoğrafını ortaya koydu.
Bugünün Türkiye’sinde ise tablo daha kritik. Doğurganlık oranı 1960’lardaki 6,9’dan bugün 1,48’e düşmüş durumda. Afyoncu bu tabloyu “atom bombası yemekten daha tehlikeli” sözleriyle tarif ediyor. Birleşmiş Milletler verileri, 2100’de Türkiye nüfusunun 38 milyona gerileyebileceğini öngörüyor. Bu, yalnızca ekonomik küçülme değil; şehirlerin boşalması, kültürel sürekliliğin kırılması ve savunma kapasitesinin daralması demektir. Afyoncu’nun ifadesiyle: “Türkiye yarın ürettiği silahları kullanacak insan bulamayabilir.”
Türk aydınları tarih boyunca farklı tipolojilerle öne çıktı. Yesevî ve Yunus halkçı aydınlar olarak bilgiyi halkın diline indirdiler. Yusuf Has Hacib ve Nizamülmülk, devlet aklına seslenen aydınlardı. Gaspıralı, Gökalp ve Âkif ise millî kimlik inşa eden aydınlardı. Afyoncu bu üç çizginin kesişiminde duruyor. Akademik bilgiyi topluma tercüme ederek halkçı geleneği sürdürüyor; nüfusu devletin stratejik geleceği açısından yorumlayarak devlet aklına sesleniyor; Türk kimliğinin tarihî sürekliliğini vurgulayarak millî kimlik inşasına katkı sağlıyor.
Bugün Türkiye Yüzyılı vizyonu tartışılırken, mesele teknoloji ya da diplomasi kadar nüfusun stratejik geleceğidir. Genç nüfusun azalması, beyin göçünün artması, şehirleşmenin taşrayı boşaltması, göçmen dalgalarının toplumsal dokuyu dönüştürmesi yalnızca ekonomik değil; millî güvenlik ve kültürel kimlik sorunudur. Afyoncu’nun uyarıları, bu vizyonun merkezine konulması gereken asıl meselenin nüfus olduğunu gösteriyor. Tarih bize şunu hatırlatıyor: hafızasını kaybeden toplum kimliğini, nüfusunu kaybeden devlet direncini, devlet aklını kaybeden millet geleceğini yitirir. Türk aydınlanma sürecinin zinciri, bugün Afyoncu’nun sözlerinde yeniden duyulmaktadır.
İşte bu yüzden, onun tarih anlayışı yalnızca arşivlerde kalmış belgeler değil, geleceğe yön veren bir pusuladır. Toplumu uyarırken serinkanlı, devleti uyarırken belgeli konuşur. Benim gözümde Erhan Afyoncu, yalçın kayalıklarda bir deniz feneri; fırtınalı denizlerde bir pusula olan ilim insanlarımızın biridir.
...Gazze’nin dumanı ikinci yılını doldurdu. Çocukların nefesini boğan o kara duman, artık İsrail ordusunun kalbine de çökmüş durumda. Bir devlet düşünün: Silahı var, askeri yok. Tankı var, ruhu yok. Uçakları var, ama o uçakları kaldıracak vicdanı yok.
İsrail ordusunda bugün 10–12 bin asker açığı var. 14 bin 600 genç askere gitmeyi reddediyor. 7 Ekim’den bu yana 54 asker intihar etti, 3.700’den fazlasına travma sonrası stres bozukluğu teşhisi kondu. Bir orduyu tüfek öldürmez, inançsızlık öldürür.
Çareyi dışarıda arıyorlar. ABD ve Fransa’daki Yahudilere çağrı yapılıyor: “Gelin, bu orduya kan taşıyın.” Diasporadan devşirilen “yalnız askerler”, aslında yalnız değil, köksüzdür. Kökü olmayan asker, dalı kırık bir ağaç gibidir; fırtınada ayakta duramaz. Missouri’de Amerikalı bir askerin ailesinin evi kundaklandı. ABD sokaklarında “Katil” ve “IDF’ye ölüm” yazıları belirdi. Diaspora bile artık bu yükü taşımak istemiyor.
Ama asıl fay hattı içeride: Harediler. 1948’den beri askerlikten muaf tutulan bu topluluk, Yüksek Mahkeme kararına rağmen cepheye gitmiyor. Çünkü Siyonizm’e inanmıyorlar, çünkü bu savaşın haklılığına güvenmiyorlar. Bir tarafta oğlunu tankta kaybeden anneler, diğer tarafta Yeşiva’da dua eden gençler… İşte İsrail’i yıkan gerçek çatlak budur: İnanç ile inançsızlık arasındaki fay hattı.
Buradan Anadolu’ya düşen ders açıktır:
Bir milletin ordusu dışarıdan bulunmaz, içeriden doğar.
Bir devlet, başkasının evladıyla ayakta kalamaz.
Bizim tarihimiz bunun en büyük şahididir. Çanakkale’de 15 yaşında liseliler sıralardan kalkıp cepheye koştu. Kurtuluş Savaşı’nda köylü kadınlar tarladan mermi taşıdı. Türk askeri, zorunluluktan değil, inançtan cepheye girdi. Bu yüzden askerlik, bu topraklarda bir görev değil; varoluşun adı oldu.
İsrail ordusunun çöküşü bize iki hakikati hatırlatıyor:
Birincisi, milli ordu gönüllülükle, imanla ayakta kalır.
Silah, tank, dış yardım bir orduyu uzun vadede taşıyamaz.
Ordunun ruhunu ayakta tutan, milletin kendi evladıdır.
İkincisi, askerini diri tutan ekmek değil, davadır.
Gazze’deki işgal, İsrail askerinin ruhunu tüketiyor.
Çünkü haklı olmayan savaş, önce savaşanın vicdanını öldürür.
Oysa Türk askeri için cephe, işgalin değil, vatanın savunmasıdır.
Bugün ABD Kongresi, İsrail ordusunda savaşan Amerikalılara, kendi askerleriyle aynı hakları tanıyacak yasa peşinde. Batı’nın çifte standardı burada da ortaya çıkıyor: Ukrayna için seferberlik naraları atanlar, Gazze’deki çocukların kanına sessiz. Ama tarihin terazisi sessiz değildir.
Türkiye bu tabloyu sadece seyirci gibi izleyemez. Ortadoğu’nun taşları yeniden diziliyor. İsrail’in zayıflaması, bölgenin güç dengelerini alt üst edebilir. İşte burada Türk ordusunun farkı ortaya çıkıyor: Bizim ordumuz sadece Anadolu’nun değil, bütün mazlumların umududur.
Çünkü Türk askeri, “mecbur olduğu” için değil, “iman ettiği” için cepheye koşar. İşte bu yüzden Anadolu bin yıldır ayakta. İşte bu yüzden mazlumun duası hâlâ Türk ordusunun üzerinden eksik olmaz.
Ve tarihin defteri her seferinde aynı cümleyle kapanır:
“Askerin imanını kaybettiği gün, devlet de kaybolur.”
Kutadgu Bilig’de Yusuf Has Hacib, “Beylik ordusuz olmaz, ordu da gönülsüz olmaz” der. Divânü Lügati’t-Türk’te Kaşgarlı Mahmud, “Türk budun ordusuyla vardır” diye kaydeder. Bu, yalnızca bir söz değil, bin yıllık bir hakikattir: Türk ordusu milletin kalbinden doğar, milletin duasıyla yürür.
Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye söylediği nasihatı hatırlayalım: “Ey oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” İnsanı yaşatmak için ordusu olan değil, ordusunu yaşatan devlet gerekir. Ordunun ömrü, sadece kışlalarda değil, milletin vicdanında uzar.
Bugün İsrail askersiz kalırken, Türk askeri hâlâ mazlumun umududur. Çünkü Türk ordusunu ayakta tutan şey, dışarıdan ithal edilen kan değil; içeriden yükselen iman, ahlak ve adalettir. İşte bu yüzden Anadolu bin yıldır dimdik duruyor.
Ve Anadolu’nun bize öğrettiği hakikat şudur:
Devletin direği ne tanktır ne de toptur; devletin direği, imanla çarpan asker yüreğidir,milletidir.
Çünkü ordu, sadece savaş meydanında değil, milletin vicdanında kazanır zaferini.
Çünkü asker, sadece üniformayla değil, kalbiyle taşıdığı sancakla büyür.
Çünkü devlet, sadece sınırlarla değil, o sınırları koruyan yiğitlerin duasıyla yaşar.
Roma lejyonları dağıldı, Pers orduları çöktü, haçlı seferleri anlayışı yıkıldı… Ama Türk askeri, Alparslan’dan Fatih’e, Barbaros’tan Mustafa Kemal’e kadar, her çağda mazlumun siperinde durdu.
Bir milletin varlığı, askerinin imanında saklıdır.
Ve işte bu yüzden, bin yıldır bu topraklarda ay yıldız sönmedi.
Ve işte bu yüzden, yarın da Türk’ün ordusu mazlumun duasında, zalimin korkusunda yaşayacak.
...
Dostlar, hiç düşündünüz mü, içinde yaşadığımız bu çağın hızının ve telaşının bizleri nereye doğru sürüklediğini? Yani sabah uyanır uyanmaz elimize aldığımız telefonun, kahvenin kokusu kadar tanıdık ama bir o kadar da yabancı olduğunu...
Ekranda kaybolan parmaklarımız bir mesajla dünyayı dolaşıyor da kalbimizin hâlâ bir dost meclisinin sıcaklığını aradığını...
Evet, teknoloji, elimizdeki sihirli bir ayna gibi; hem bize kendimizi gösteriyor hem de başka başka yüzler inşa ediyor.
Peki, baktığımız bu aynadaki suretler, gerçekten bizler miyiz?
Geçen hafta çok yoğun bir tempoda mini bir yemek arasında çok değer verdiğim bir arkadaşım tanıdık bir şey anlattı. Dedi ki: Geçen sene kızının tüm okul projelerinde yapay zekâdan yardım alarak, ödevlerinin yarısını bitirmiş. Anlatan gururluydu ama ardından da şu soruyu sordu: “Peki bu çocuk kendi aklını ne kadar kullanacak?” Bu soruyu sormasına sevindim çünkü asıl can alıcı nokta da bu değil mi zaten?!
Teknoloji herkese kanatlar takıyor, ama o kanatlarla ne tarafa yöneleceğimizi biliyor muyuz acaba?
Örneğin, biyoteknoloji konusu… Daha önce bu konuyla ilgili iki de makale de yazmıştım. Bir yanda laboratuarlarda kanserle mücadele eden bilim insanları, diğer yanda soframızda genetiğiyle oynanmış bir domates, salatalıkla karşı karşıyayız. Bir yanda ömrü uzatma hayali, öte tarafta “Bu kadar uzun yaşamak gerçekten gerekli mi?” sorusunu soruyoruz. Teknolojinin insanoğluna tuttuğu aynada sadece yüzlerimizi değil, vicdanlarımızı da görmek zorundayız.
Bir dönem ailemle karavanla şehir şehir dolaştığımız zamanlarda Anadolu’nun bir köyünde yaşlı bir amcayla sohbet etmiştik. Tarlasına sulama sistemi kurmuş, hava durumunu telefondan takip ediyor, tohum siparişini internetten oğlunun verdiğini anlatmıştı. Gözlerinin içi pırıl pırıldı. “Evlat,” dedi, “bu makinelerin hepsi yarı yükümüzü alıyor ama toprağın kokusunu, alın terinin ne olduğunu bize kesinlikle öğretemez.” demişti.
Gerçekten durum böyle. Makineler, yapay zeka, dijital işler veya teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın ruhu toprağın o kokusuna muhtaçtır. Daha verimli tarlalar, daha besili hayvanları ve daha sağlıklı bedenler günümüz teknolojisi ile bir tık daha ilerlemiş olabilir; ama bir insanın kalbinde filizlenen sevgiyi, toprağın bereketine eşlik eden umudu ancak bizler birbirimize verebiliriz.
İlk yazılarımda beri ben, işim de bu olduğu için ve gençlik yıllarımdan beri teknoloji ile iç içe yaşadığım için günümüz teknolojisini hiçbir zaman tehdit olarak görmedim. Aksine, doğru kullanıldığında gerçek bir dost, iyi bir yol arkadaşı olduğuna inandım. Evet burayı biraz açmak lazım. Bu dost, arkadaş derken nasıl bir dost ve arkadaş olduğuna değinmeden geçemeyeceğim. Zira öyle bir dost ve arkadaş olmalı ki bizi biz yapan değerleri unutturmayacak, aksine onları daha da kıymetli kılacak, hatırlatacak bir dost...
Düşünün; biyoteknoloji bir hastanın gözlerine yeniden ışığı taşıyabiliyor artık. Ama asıl ışığı, o hastanın annesinin duası, dostlarının sabrı, toplumun şefkatinin taşıdığını da görmezden gelmeyelim. İnsan, sürekli baktığı o aynaya yalnız kendi yüzünü değil; komşusunu, dostunu, toprağını ve tarihini de yansıtabilmelidir diye düşünüyorum.
Gerçekte de dijital çağda da evet hepimiz birer yolcuyuz. Parmak uçlarımızla dünyayı dolaşırken kıymetli esas yolculuğun, içimize doğru olacağını akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Biyoteknoloji, yapay zekâ, dijital aynalar… Bunların hepsi, kendi hikâyemizi kurmak için biz insanlara sunulan araçlardan başka bir şey değil. Kendi hikâyelerimizi yazarken unutmamamız gereken şey ise şu: Asıl değer, bir çocuğun sahici kahkahasında, bir babanın el emeğinde, alın terinde ve ağzı dualı bir annenin samimi, iç açıcı, ruh okşayıcı duasında saklı…
Son olarak teknolojinin bizlere tuttuğu aynada görmek istediğimiz yüzü seçmenin, bizlerin ellerinde olduğunu unutmayalım diyorum.
Haftaya Cuma tekrar görüşmek üzere; sevgiyle, muhabbetle, sağlıkla kalın…
...